26 Mayıs 2016 Perşembe

Sevda Kuşun Kanadında

Sevda Kuşun Kanadında, statükonun üretmiş olduğu oryantalist formel/kurumsal yapı marifetiyle gerginliklerin zamanla kanlı çatışmalara dönüştüğü zaman dilimini ele alması bakımından birinci dereceden bizim hikâyemiz... Sevdası kuşun kanadında kalmış o günün gençleri, şimdilerde dökülmüş ak saçlarıyla torunlarına dokunaklı anılarını paylaşmakla meşguller.

Satır aralarında düşünsel hikâyemizin bulunduğu bir TRT dizisi Sevda Kuşun Kanadında. Modern tasallutun paradoksundan kurtulmaya çabalayan ve çoğu kez taklitten kurtulamamanın dramatik hikâyesi.

Hikâye dediysek, fantastik bir hikâye değil. Acıların bile konuşulamadığı, oldukça realist ve oldukça çatışmacı bir dönemden bahsediyoruz. Başından beri Cumhuriyet döneminde, simgeler ve tercihler üzerinden gelişen bir çatışma hep var oldu. Aydınlarla millet ve ikisini militer yöntemle gütmeye müheyya yönetici elitist bir yapı arasında gerilim yüklü psikolojik bir harp yürütüldü. İdeolojileriyle görünür kılınmayan ama simgeler ve tercihler üzerinden gelişen bir çatışma yaşandı ve kan döküldü.

Tartışmaların, eleştirilerin fitili ilkin Batı'da ateşlendi. O ateş bizim coğrafyaya da sıçradı ve canımızı yaktı.

Batı dünyasında tartışmalar ve eleştiriler, daha çok Antonio Gramsci'nin Hapishane Defterleri ile Aydınlar ve Toplum, Julien Benda'nın Aydınların İhaneti, J. Paul Sartre'ın Aydınlar Üzerine, A.W. Gouldner'in Entelektüelin Geleceği, Michel Foucault'nun Entelektüelin Siyasi İşlevi, Edward Said'in Entelektüel, Zygmunt Bauman'ın Yasa Koyucular ve Yorumcular, Noam Chomsky'nin Modern Çağda Entelektüellerin Rolü, Karl Marx'ın Das Kapital, Engels, Hegel gibi isim ve eserleri etrafında oluştu.

Bizde, 1928 -harf devrimi ile- sonrası aydın, bizatihi dönemin siyasal pergeline göre değer buldu. Bu nedenle aydın, entelektüel, bilim adamı, akademisyen, sanatçı sıfatıyla anılanlar, çoğunlukla birinci elden yerli kaynakları okuyamaz, Osmanlıca bilmez ve kendisini Batılı-Oryantalist merkezlerin tercümeleri ile tanır. Bununla taraf olur, hakikati keşfettiğini zanneder. Bu biricik üst düzey egoyla kendine benzemeyeni dışlar, ötekileştirir, boğmaya, nihayetinde yok etmeye çabalar.

Cemil Meriç bu durumu Jurnal'de şöyle ifade etmişti: “Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim entelijansiyanın kafatası yanında birer aklıselim mihrakı… İmparatorluğun birbirine düşman etnik unsurlarından mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri biz kendine düşman insanlar haline geldik. Mazi yok, tarihimizi tanımıyoruz. Din ölüm yatağında. İnsanları bir araya getiren hiçbir ideoloji doğmadı… Bu millet on senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı.” İşte Sevda Kuşun Kanadında, statükonun üretmiş olduğu bu oryantalist formel/kurumsal yapı marifetiyle gerginliklerin zamanla kanlı çatışmalara dönüştüğü zaman dilimini ele alması bakımından birinci dereceden bizim hikâyemiz.

Geçmişte kanlı çatışmaların stratejisini kuranlar, gençliğin kanının dökülmesiyle kendine meşru alan açmaya çalıştı. Bu hâl, halk ile aydın arasındaki mesafeyi her geçen gün çoğalttı. Halkın sivil tercihlerine yönelik yapılan darbelerde Türkiye aydını, ya darbecilerden yana olmak ya da sesiz kalmak gibi trajik bir pozisyonda yer aldı. Aydın kimliğinden jakobenizme kayış… Bu durum, jakobenik kayış aydınını; Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanında, -içinde deha taşıdığına inanan- meşhur karakteri Raskolnikov'a yaklaştırdı. İnsanları önce sıradan ve sıra dışı olarak ayırma, sonra sıradan insanları edilgen, güdülmesi gereken ve cahil olarak kategorize etme…

Oysa 68 Kuşağı'nın çocuklarıydılar. Çocuktular, ufacıktılar. Top oynadıklarında acıkırlardı. Acıktıklarında evde dağ gibi oturan annelerinin yanına koşar, domates yahut biber salçalı şimdiki uşakların sos dediği karışımdan harika fakir kebabı tandır ekmeğiyle karınlarını doyururlardı. Ayaklarında siyah lastik ayakkabılar, ceplerinde küçük çakılar, dudaklarında uzun hava ıslıkları, ellerinde plastik toplarıyla sokağın özgür havasına, çift kale maça koşan çocuklardılar. Fakir ama gururlu, mahcup ama vakurlu, yamalı pantolonlarıyla geleceklerine dair umutlu, yaşadıkları hal ile mutluydular.

Sonra boy attılar. Her yıl biraz daha siyah beyaz filmlerle büyüdüler. Halk sinemasında gazozlarını yudumlarken oldukça mutluydular. Kaçamak gittikleri sinema çıkışı babalarından yedikleri Osmanlı tokadına suratını düşürmeyecek kadar saygılı, bir o kadar efendiydiler. Buna rağmen, arkadaşlarıyla paylaştıkları anın hazzını hiçbir şeye değişmediler. Ellerinde romanları, gazete ekleri, zihinde hayalleri, İspanyol paça pantolonları, boğazlı kazakları, parkeleri, saygıyı hak eden aşkları… Ütopyalarında huzur dolu ülkeleri…

Yaşları ilerledikçe sevdaları da büyüdü.

Çayları kaçaktı!

Sevdaları kaçaktı!

Müzikleri kaçaktı!

Sigaraları kaçaktı!

Ama yürekleri yerliydi.

Onları kaçağa mahkûm edenler, hayatlarını çalmaya taliptiler.

Üniversitede ne yaptıysa okudukları kitaplar, kanlarına girerek yaptı. Daha çok memleket meselelerini konuşur oldular. Vatanı daha yaşanır hale sokmanın kavgasına tutuştular. Kahredici ince hastalıklarını fark edenler, ellerinden kalemi alıp silahı tutuşturdular. Sağdakiler ve soldakiler ayırımına mahkûm gençler, Truman Doktrini'nin ve Marshall'in dolarlarına kurban seçilmişlerdi. Yurdum insanı yakışıklı fidanlarını, nazenin kızlarını toprağının bağrına Ekim Devrimi'nin sonbahar yaprağı gibi saldı. Radyolardan acılı saunda dönüşmüş Muharrem Ertaş türküleri…

Çarmıhlar, zincirler, sopalar, çelik dolaplar, elektrik şokları ile desteklenen engizisyon işkenceleri geride kalanları hizaya sokuyordu.

Zindan duvarları şahitti.

Tarih şahitti.

Vallahi Allah görüyordu. Dünya yıkılıyor, kıyamet kopuyordu. Oligarşik elit, dökülen kanlarla şartları olgunlaştırıyordu. Gençlerin uğruna can verdikleri vatan, sessiz çığlıklara bürünmüştü. Bu cehennem girdabından sağ çıkanlar, sonrasında her günlerini bedel ödeyerek yaşadılar. O günden bugüne, toprağa canlarından can düşürenler için her dakikası binlerce yıla bedel yıllar sel gibi akıp geçmişti.

Unutulan şuydu:

Modernizm, millet kavramının karşısına ulus-devleti yerleştirmiş, milleti halklara bölerek, ırksal ayrım ve sınıf farkları üzerine sistemini kurgulamıştı. Ve dolayımıyla her sempati ve antipatiklik; dini değerlere, etnik değerlere göndermeler üzerinden yapılmıştı. Aydınsa Batı düşünüşünün dinsel, ırksal ayrım ve sınıf farkları üzerinden yükseldiğini çok sonraları tartışacaktı.

Sevdası kuşun kanadında kalmış o günün gençleri, şimdilerde dökülmüş ak saçlarıyla torunlarına dokunaklı anılarını paylaşmakla meşguller. Hikâyenin sonunda şu dizeler hep vardır:

Vatanım milletim insanlar kardeşlerim

Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna

Adın kurtuluştur ama söylememeliyim

Can kuşum umudum canım sevgilim.

Teşekkürler, Ahmet Tezcan, Mesut Uçakan, Ahmet Nesim Şahin. Teşekkürler TRT.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder