31 Aralık 2013 Salı

2013’te kültür-sanatın en iyileri

2013 her açıdan öyle kolay unutulmayacak bir yıl olarak kayıtlara geçti. Fakat kültür-sanat adına verimli ve hareketli bir seneyi geride bıraktığımız söylenebilir.Yıl içerisinde birbirinden iyi filmler-tiyatrolar izledik, sergiler gezdik, kitaplar okuduk ve müzikler dinledik. Bu ‘iyilerin’ yanı sıra 2013, sinema, müzik ve tiyatro dünyasından pek çok ustanın aramızdan ayrıldığı bir yıl oldu. Biliyoruz ki her liste biraz eksiktir lakin 2013’ün bu son gününde, geriye dönüp yılın en iyilerini “işin” uzmanlarına sorduk.En iyi tiyatro oyunları: (Hüseyin Sorgun’uN seçtikleri)1- Sessizlik (İstanbul Devlet Tiyatrosu)2- Örümcek Kadının Öpücüğü (Sahne Hal)3- Küskün Müzikali (Emek Sahnesi)4- Kim Korkar Hain Kurttan (Oyun Atölyesi)5- Oda ve Adam (Moda Sahnesi)6- Yeraltından Notlar (Seyyar Sahne)7- Çehov Makinası (İstanbul Devlet Tiyatrosu)8- Para (İstanbul Şehir Tiyatrosu)9- Müziksiz Evin Konukları (Tiyatro Kare)10- Hıdırellez (İstanbul Şehir Tiyatrosu)En iyi filmler: (M. Nedim Hazar’ın seçtikleri)1- Pi’nin Yaşamı (Yönetmen: Ang Lee)2- Yerçekimi (Yönetmen: Alfonso Cuaron)3- Zerre (Yönetmen: Erdem Tepegöz)4- Düşler Diyarı (Yönetmen: Benh Zeitlin)5- Çocuklar / Djeca (Yönetmen: Aida Begic)6- Kelebeğin Rüyası (Yönetmen: Yılmaz Erdoğan)7- Yozgat Blues (Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun)8- Hayat Avcısı / The Imposter (Yön.: Bart Layton)9- World War Z (Yönetmen: Marc Forster)10- Samsara (Yönetmen: Ron Fricke)En iyi kitaplar: (Can Bahadır Yüce’nin seçtikleri)1- Kafka: Karar Yılları (I), Kafka: Kavrama Yılları (II) – Reiner Stach (Sel)2- Kendi Ruhumuzu Ararken – M. Fethullah Gülen (Nil)3- Ölümle Baş Başa – Peter Nadas (Can)4- Beni Sorarsan – Gülten Akın (YKY)5- Mel’un - Selim İleri (Everest)6- Hayat Düzeyleri – Julian Barnes (Ayrıntı)7- Heba – Hasan Ali Toptaş (İletişim)8- Sinan Çağı – Gülru Necipoğlu (Bilgi Ünv.)9- İrade, Hareket, İsyan - Nurettin Topçu’nunEntelektüel Biyografisi - Mehmet Birgül (Dergâh)En iyi albümler: (Ali Pektaş’ın seçtikleri)1- Mabel Matiz - Yaşım Çocuk2- Emre Aydın - Eylül Geldi Sonra3- Rubato- Bir4- Birsen Tezer - İki Cihan5- Melis Danışmend- Biraz Gülmek İstiyorum6- Nilüfer - 13 Düet7- Çiğdem Erken - İstanbul Kızı8- Aynur Doğan - Hevra9- Duman - Darmaduman10- Model - Levla’nın HikâyesiEn iyi sergiler: (Jülide Güngör’Ün Seçtikleri)1- Erol Akyavaş Retrospektif / İstanbul Modern / 29 Mayıs 2013 – 1 Aralık 20132- Milyonluk Manzara / Tütün Deposu / 12 - 30 Temmuz 20133- Yıldız Moran - Zamansız Fotoğraflar / Pera Müzesi / 27 Kasım 2013 - 19 Ocak 20144- Anish Kapoor İstanbul’da / Sakıp Sabancı Müzesi / 10 Eylül 2013 – 5 Ocak 20145- Haset, Husumet, Rezalet / ARTER / 24 Ocak – 7 Nisan 20136- Hüsamettin Koçan Retrospektif / İş Sanat Kibele Galerisi / 13 Şubat - 30 Mart 20137- Bir Daha Asla: Geçmişle Yüzleşme ve Özür / Depo / 25 Ekim - 15 Aralık 20138- Duvar Resminden Korkuyorlar / SALT Beyoğlu / 31 Ocak – 21 Nisan 20139- Mat Collishaw - Hayalet Görüntü / ARTER / 2 Mayıs – 11 Ağustos 201310- Sarkis – İkiz / Galeri Manâ / 10 - 24 Eylül 20132013’ün kültür sanat olaylarıHüsn-i Hat ve Mukaddes Mirassergilerini 1 milyon 200 bin kişi gezdiBu yıl hiç kuşkusuz en dikkate değer kültür sanat olayı, ikisi de Sultanahmet’te açılan Hüsn-i Hat ve Mukaddes Miras sergilerini toplam 1 milyon 200 bin sanatseverin ziyaret etmesiydi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle düzenlediği Ayasofya Müzesi’ndeki Hüsn-i Hat sergisini, bir haftada 400 bin kişi ziyaret edince serginin kapanış tarihi 2 Mayıs’a kadar uzatıldı. İslam Kültür ve Sanat Platformu’nun Sultanahmet Medresesi’nde açtığı 99 adet elyazması Mushaf-ı Şerif’ten oluşan “Mukaddes Miras” sergisini ise bugüne kadar 200 bin kişi gezdi. Bugüne kadar diyoruz çünkü sergi, 2 Eylül’de İstanbul’da kapandıktan sonra 14 şehri gezdi. Sergilerden devam edecek olursak, açtığı her sergi dünyada büyük ses getiren Hint asıllı sanatçı Anish Kapoor’un heykel çalışmalarını ilk kez İstanbul’da sergilemesi de önemliydi. Sabancı Müzesi’nde 10 Eylül’de açılan ve şimdiye kadar 97 bin kişinin ziyaret ettiği ‘Anish Kapoor İstanbul’da’ sergisi 2 Şubat’a kadar uzatıldı. 20 Eylül-20 Ekim arasında açık kalan ve bu yıl ilk defa ücretsiz olan 13. İstanbul Bienali’ni ise 337 bin 429 sanatsever gördü. Kültür Bakanlığı’nın son yıllarda üzerinde ısrarla durduğu en önemli kültür olayı, yıllar önce Türkiye’den yurtdışına kaçırılan tarihî eserlerin geri getirilmesi. Bu ısrar, bu yıl da meyvelerini verdi. 2013’te, Almanya’dan Kanatlı Denizatı Broşu (1), Avustralya’dan sikke grubu (23), İngiltere’den Osmanlı mezar taşları (4) ve son olarak Aksaray Ulucamii Minber Kapısı Kanatları (2) olmak üzere toplam 30 tarihî eser Türkiye’ye getirildi. Türk edebiyatına Sessiz Ev, Beyaz Kale, Kar, Benim Adım Kırmızı, Cevdet Bey ve Oğulları, Kara Kitap gibi eserler kazandıran, 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan Pamuk’un, İletişim’den YKY’ye transfer olması, bu yıl yayın dünyasında en çok konuşulan olaylardan biriydi. Yılın son ayında herkesi sevindiren kültür sanat olayı ise 1999’da ülkesinden sürgün edilmek zorunda bırakılan ve gittiği Fransa’da vefat eden sanatçı Ahmet Kaya’ya, müzik dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’nün verilmesiydi.

30 Aralık 2013 Pazartesi

Geleneksel sanatlar bugüne ne söylüyor?

Geleneksel Sanatlar Derneği, bu yıl ilk defa düzenlediği Geleceğin Ustaları yarışmasının sonuçlarını 16 Kasım 2013’te Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde düzenlenen törenle açıkladı.Geleneksel Sanatlar Derneği, bu yıl ilk defa düzenlediği Geleceğin Ustaları yarışmanın sonuçları 16 Kasım 2013’te Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde düzenlenen törenle açıklandı. Hat, tezhip, minyatür, çini, kaatı, kalemişi ve cilt sanatında gelecek vaat eden sanatçılara ödülleri verildi. Ödül töreninde, hat sanatının jürisinde de yer alan hattat Hüseyin Kutlu, önemli bir konuşma yaptı. Dedi ki, “Geleneksel sanatlarımızı biz geçmişte bıraktık, bugün hâlâ geçmişi yaşıyoruz. Bu sanatlarımızı günümüze ışık tutan, günümüzün meselelerini ele alan ve yorumlayan hale getirmedikçe bize dur durak olmamalı. Bunlarla yetinmememiz lazım. Yani bu sanatlarımız sadece bir güzel kutsi hatıra olarak yaşatılmamalı, bir nostalji olmanın ötesine götürmek zorundayız. Minyatürümüzden hat’a, ebrumuzdan cilt sanatına bütün sanatlarımız doğduğu, geliştiği ve yaşadığı dönemde siyasi, sosyal ve ekonomik hadiseleri yorumlayan, yol gösteren bir görev ifa ediyordu. Bugün ise tamamen ayrı bir yerde, ayrı bir dünya… Sadece gönlümüzü ferahlatan, bizi rahatlatan bir kutsi hatıra olarak duruyor. Buna benim gönlüm razı olmuyor. Burada rektörlerimiz, kültür müdürlerimiz var. Onlardan yol gösterici olmalarını ve imkanlar hazırlamalarını rica ediyorum.” Hakikaten öyle. Geleneksel sanatlar bugün duvarları süsleyen kutsi bir hatıra, nostalji olmanın ötesine gidemedi. Kendini güncelleyemedi. Gerçi son yıllarda hat sanatının ihya olduğunu dile getirenler var, fakat burada kastedilen şey para. Özellikle hat eserleri artık para ediyor, müzayedelere çıkıyor, özel koleksiyonlarda yer buluyor… Fakat, eskiden sosyal, siyasal ve ekonomik hayatı yönlendiren, fikir beyan eden İslam sanatları artık bunların gerisinde duruyor, suya sabuna dokunmadan yaşayıp gidiyor. Biz de karşısına geçip iç geçiyoruz. Bu sanatların bazı temsilcileri de eksikliğin farkında olduklarını ama ne yapacaklarını, nasıl bir yol izleyeceklerini bilemediklerini söylüyor. Sanat ve estetik konularında yazan, güncel ve geleneksel sanatlarda fikir sahibi olan yazar, eleştirmen ve galeri sahiplerine neden bu noktaya gelindiğini ve bu sorunun aşılabilmesi için neler yapılabileceğini sorduk.Beşir Ayvazoğlu/Yazar:Teknolojinin bütün imkânlarını kullanmak gerekirHat, tezhip, minyatür, ebru vb. kitap sanatlarıdır ve tezyinî nitelik taşırlar. Elbette bu zengin mirası koruyup yaşatarak gelecek nesillere aktaracağız. Bu sanatlarla hayatımızı az çok tezyin ederek tatmin olabiliriz, ama kendimizi dünyaya anlatamayız. Arkasındaki medeniyet hayatiyetini çoktan yitirdiği ve gelişme imkânları tüketildiği için kaçınılmaz bir biçimde anakronik olan eski sanatların diliyle modern dünyanın dili birbirine tercüme edilemez. Daha da önemlisi, hat, tezhip, minyatür ve ebru ile kavga etmek, eleştirmek, yeni tekliflerde bulunmak, yeni dünyalar kurmak kolay değil. Modern resmin bile kendi sınırlarına gelip dayandığı, bu yüzden sanatçıların “güncel sanat” adını altında yeni yeni yollar aradıkları bir çağa minyatürle ayak uydurabilir miyiz? Belki… Ama bunun için yaratıcı bir zekâya sahip olmak, eskinin içinde yeni olanı, hayatiyet taşıyanı bulup çıkarabilmek, dünyada sanat adına nelerin yapılıp edildiğini dikkatle takip etmek ve modern teknolojinin bütün imkânlarını kullanmak gerekir. Sinema, tiyatro, video, fotoğraf… hepsi önemli. Başka bir yol bilmiyorum. Geçmişi hala sırtımızda ağır bir yük gibi taşıyoruz; bu da adımlarımızı yavaşlatıyor. Ya bu yükü bir enerji kaynağı haline getirmenin yollarını bulacağız yahut sırtımızdan atıp hafifleyerek adımlarımızı hızlandıracağız. Başka yol bilmiyorum.Prof. Dr. Faruk Taşkale/Tezhip sanatçısı, Mimar Sinan Ünv. Gel. Sanatlar Bölüm Bşk:Geleneksel sanatlar altın dönemini yaşıyo“Sanat yaratmak değil yaratılanı yansıtmaktır.” Hat, tezhib, ebru , kalemişi, gibi geleneksel sanatlar olarak sınıflandırdığımız görsel sanatların temelinde güzel yatar. Güzel duyguları yansıtır. Hat sanatında belirli kaideler ve ölçüler vardır. Bu kaideler ve ölçüler yüzyıllar içinde belirlenmiştir. Hat sanatkarları bu kaideler ve ölçüler doğrultusunda kompozisyonlarını tasarlarlar. Bir harfi biraz daha kalınlaştırmak ya da uzatmak estetik gelmez. Dolayısıyla hat sanatkarları yazmak istedikleri metinleri en güzel yazmak şeklinde bilgi ve becerilerini en üst düzeyde kullanırlar. Farklı ama güzel tasarımlarla anlatmak istediklerini anlatırlar. Tezhib ve kalem işi sanatlarının temelinde de güzel yatar. Çiçeklerin, rumilerin ve diğer tezyini motiflerin kompozisyon içerisinde kendi içlerinde ve birbirleri ile belirli orantıları vardır. Lacivert ve altın değişen ekoller ve ihtiyaçlara rağmen vazgeçilmez ikili olarak kullanılırlar… ebru su ile boyanın dansıdır adeta. Tezhib kağıtta açan çiçeklerdir. Dolayısıyla bu sanatlar güzelin yansımasıdır. Güzele ışık tutarlar. Güzeli ruhuna yansıtan da erdemli ve adil olur. Bundan daha iyi mesaj olur mu? Sanatkarlar farklı biçimlerde güzeli yansıtırlar. Güzeli yansıtan, temelinde güzel yatan bu sanatlar dolaylı olarak sosyo- ekonomik hayatı yansıtan, politik hayata yön veren, ışık tutan, siyasi hayatı yönlendiren sanatlardır. Tezib benim yaşam biçimim, inançlarım, kültürel yapım ve duygularım doğrultusunda kendimi ifade etme biçimidir. Benim için adeta bir besindir. Hüznüm, mutluluğum, sıkıntım, duygularım yaptığım eserlerin içerisinde gizlidir. Aktif olarak ilgilendiğim sanat adeta bana ışık tutan, ruhumu aydınlatan bir fenerdir. Ruhu aydınlık olan insanın hayat tarzı ve düşünceleri de aydınlıktır. Dolayısıyla geleneksel sanatlara farklı misyonlar yüklemeye gerek yoktur. Ben yaptığım sanatı duvarları süsleyen, eskinin nostaljisinde kalmış cansız resimler olarak görmüyorum. Ve böyle düşünüp hissedenlerin kendi sorunu. Sanat sınırlandırılamaz, belirli kavramların kontrolüne alınamaz. Herkes kendi sanatını icra etmekte ve kendini ifade etmekte özgürdür. Genellenemez… İsteyen toplumdaki kargaşayı ve karanlığı yansıtmak için varsın siyah zemin üzerine karışık ölçüsüz çiçekler yapsın ya da harflerin anatomisini bozup toplumdaki kaosu yansıtsın; isteyen de sorunlara çözüm bulup ışık tutsun…Zaten hayatımızda her şey, her birim, her film, her müzik sosyo- ekonomik hayata, politikaya ışık tutar oldu (!). Tezhib, hat, ebru, kalem işi gibi görsel sanatlar da bırakın güzele, doğruya, en büyük sanatkara yönlendirsin insanları.Kişisel olarak, günümüzde de icra edilen ve itibar gören sanatlar olduğuna göre, geleneksel sanatlar adı altında sınıflandırılmasını çok fazla tasvip etmediğim hat, tezhip, çini, ebru, kalemişi, minyatür, cilt gibi sanatlar 21. yy’da altın dönemini yaşamaktadır. Geleneksel sanatlar çağdaş sanatlar içerisinde yerini almıştır. Çağdaş ressamlar Erol Akyavaş, Ergin İnan, Burhan Doğançay geleneksel unsurları eserlerinde kullanarak farklılıklar yapmışlardır. Koleksiyonerlerin koleksiyonlarına eski ve yeni müzehhep hat levhalarını, hilyeleri katmak istemeleri , müzayedelerde bu eserlerin değerlendirilmeleri, yapılan onlarca etkinlik ve bu etkinliklere katılım, yurt dışında yapılan etkinlikler bir şeylerin eskisi gibi olmadığına ve hızla farklılık gösterdiğini ve geliştiğinin göstergesidir. Sanatçıları belirli konuları işlemeleri için yönlendirmek, kontrol altında tutmak, zorlamak sanatın tekamülünü önler… Umutsuz olmadan çağdaş sanatçıların önünü açmak ve yaptıklarına tahammül göstermek sanatın gelişimine katkıda bulunacaktır. İnsanın yaratılışında var olan estetik duygunun denetiminden geçemeyen ne varsa zaten yok olmaya mahkumdur.Hüseyin Kutlu/Hattat:İslam sanatları hayatımızın içinde şekillenebiliBen aslında geleneksel sanatlar yerine bu sanatlara Kuran’ı Kerim kaynaklı sanatlar ya da İslam kimlikli sanatları demeyi tercih ederim. Çünkü bu sanatları gerçek kaynağından koparıp kimliksiz hale getirdiğimiz zaman ruhsuz bir şey olur, görsel sanat olur. Peki İslam sanatları bu duruma nasıl geldi? Aslında sanatçılar bu duruma geldi. Bütün İslam alemi seküler olduk. Günümüzün Müslümanı inancını içine gömmüş, vicdani ve kalbi çerçevenin içine almış, ama onu ne ekonomisine, ne siyasetine, ne de sosyal hayatına hiçbir şeye yansıtmamak üzere çok muhafaza altında tutan ve din denilen şeyi de bundan ibaret kabul eden bir anlayışa sahip.Efendimiz Mekke’den Kuba’ya ya da Medine’ye geldiğinde ilk işi cami yapmaktı. Çünkü yaşam biçimi o cami etrafında şekilleniyor. Osmanlı’nın külliye fikri de buradan geliyor. Beş vakit camiyle irtibat var, hayat o caminin, külliyenin etrafında dönüp dolaşıyor. Cami ve insan o kadar iç içe ki… Dünya ile icap ettiği kadar irtibatlı. Bu tam bir Müslüman anlayışı, Müslümanca yaşam biçimi. Dini hücrelerine kadar yerleştirmiş, kendini, dünyasını, işlerini, duygularını, düşüncelerini hep ona göre dizayn etmiştir.Şimdi Süleymaniye, Sultanahmet gibi büyük camilere bakalım. Hepsi muazzam çinilerle, kalemişiyle donatılmış. İyi de bugünkü Müslüman’a bu sanat lüzumsuz. Niye, çünkü camiye girecek pat küt, pat küt namaz kılıp hemen çıkacak. Etrafına bakmayacak bile, bir an evvel çıkıp gitme derdinde. Kim izleyecek o sanatı. Cami, Müslüman’ı her bakımdan tatmin edecek bir müesseseydi. Filpayelerin dibindeki o kürsülerin birinde bakıyorsun hendese dersi veriliyor, diğerinde sohbet ediliyor, bir başkasında tefsir öğretiliyordu. Müslüman böyle yaşıyor, böyle yaşaması gerekiyor. Mimari de bu anlayışla gelişti. Kadim zamanlarda İslam medeniyetinin günlük yaşamda karşılığı vardı, fakat bugünkü Müslüman’da karşılığı yok. Tıpkı bu sanatlarda olduğu gibi. Çünkü bunları biz görsel sanatlar yaptık. Kimi süs eşyası olarak görüyor, kimi hava atmak için, kimi de yatırım için değer veriyor. “Hilye-i şerife bakıyorum, çok keyif alıyorum” diyor bir koleksiyoner mesela.Şimdi camiler yapılıyor. Çarpuk çurpuk, süsleri, yazıları bu işin ticaretini yapan, hiçbir şeyden anlamayan, ucuz iş yapanlara teslim ediliyor. Ayet yanlış yazılıyor, renkler lunapark gibi. ‘Niye yaptırdın?’ diye soruyorsunuz. ‘Bomboş mu olacaktı’ diye cevap veriyor. İmama, müezzine ‘Burada ne yazıyor diye soruyorsun, ‘Okuyamıyoruz’ diyor. Madem okuyamıyorsunuz niye yazdınız? E işte süs. Bakın Allah’ın kelamı ne duruma düşüyor. Dekoratif bir malzeme. Ucuz olsun diye camiyi baştan aşağı fayans yaptıranlar var. Temizliği kolay oluyor, toz tutmuyor diye savunuyor bu fikrini. Peki ‘sen evinin misafir odasını, salonunu fayans yapıyor musun?’ ‘Hayır, olur mu ya.’ ‘Peki nereye fayans döşüyorsun’ ‘Tuvalet, banyo’. Bakın kendi ağzıyla söylüyor. Bunu yapan, söyleyen Müslüman. Yani anlatılacak çok şey var. Ben teğet geçiyorum.Hadi levhalara gelelim. Bugün hat sanatı para eder konuma geldi. Hattat yazıyor, para kazanacak. Yazdıran niye yazdırıyor, salonuna astıracak, hava atacak. Yani hep şova dönük. Kaç kişi okuyoro hattı, ne yazıyor orada, manasını kaç kişi merak ediyor, kaç kişi okuduğunu anlıyor ve ona göre amel ediyor. Şov meraklısı olduğumuz için bu sanatlarımız öldü.Kurslarda ise geleneksel sanatların sadece işçiliği öğretiliyor. Kuran’ı Kerim Cenab-ı Hakk’ın kelamıdır. Bu ilahi kelamı sayısız meleklerinin içerisinde dört büyük meleğin serdarı olan Cibril ile gönderiyor. Günümüz Müslümanı bundan gafil, bugünün hattatı da, sanatkarları da hepsi gafil. Kime gönderiyor Cenab-ı Hak? 124 enbiyanın serdarına gönderiyor. Kuran’ın indiği gece bin aydan daha hayırlı oluyor. Hat sanatı bundan dolayı var. Ne rastgele yazılmalı, ne rastgele okunmalı, ne rastgele tefsir edilmeli, ne rastgele ahkam çıkarmalı. Bunların hepsinin ilmi oluşmuş. Bunun adı Kuran medeniyetidir. Bir medeniyet oluşuyor. O aşk, o nur o feyiz, o bereket…“Allah’ın mescitlerini ahirete ve Allah’a inananlar imar eder.” Mimar Sinan’ı coşturan bu ayettir. Bir mabet medeniyeti oluşturuyor bu ayet. Nihayetinde dört duvar çevirip kılarsınız namazınızı ama değil, hayır medeniyet bu değil. ‘İşte yaz yahu, okunacak kadar.’ diyor adam. Olmaz, olamaz böyle bir anlayış. Bir ayakkabı için bir hafta gezenler var, ‘yahu hoşuma giden bir şey bulamadım’ diyorlar. Bir ayakkabı alırken tatmin olmuyorsunuz da, Allah’ın kelamını okurken yazarken niye rastgele iş yapıyorsunuz.Ziya Gökalp’ın “İslam ümmetindenim Garp medeniyetimden” safsatasını çok benimsedik ve bunu çok makul da bulduk. Yalnız Türkiye değil, bütün İslam alemi böyle. Müslümanız ama Batı medeniyetine mensubuz. Bu anlayış, ölümcül bir şeydir. Bu, İslam’ın bir medeniyeti olmadığını inkar anlamına gelir. “Müslümanım ama bizim medeniyetimiz yok, e şimdi medeniyet dediğin Batı. O halde kendimi bir medeniyete yaslamam lazım mantığı anlayışı hakim. Ya da İslam medeniyeti bir zamanlar vardı ama tarihe mal oldu, nostalji. O halde yeni bir medeniyete mensup olmam lazım.” Bu düşünceyi ben katiyetle kabul etmiyorum. Reddediyorum. İslam’ın bir medeniyet olduğunu ve bu medeniyetin şimdi, şu çağda yaşanılır, yaşatılır olduğunu, çağdışı filan olmadığını, İslam kültürünün ve sanatlarının hayatımızın içinde olabilecek şekilde kullanılabileceğini ve bizim onlara göre hayatımızı düzenleyebileceğimizi düşünüyorum ve inanıyorum. Bu saf bir hayal değil. Bunların hepsinin gerekçelerini anlatabilirim, projelendirebilirim. Bu kadar ayağı yere basan bir konudur. Ama bugünkü Müslüman camianın böyle bir davası yok. Müslümanların bir medeniyet projesi yok.Peki ne yapacağız? Bir kere bu sanatlarımızın daha önce ifade ettiğim gibi hem öğreten hem öğrenmek isteyen hem de merakı olanlar için söylüyorum; bunun İslami ve Kurani bir ruhu olduğunu unutmadan icra etmek lazım. Bu irtibat kesilirse ruhsuz görsel bir sanat olur İslam sanatları. Edep, adab, usul yerleştirilmesi ve bunu modellerinin oluşturulması lazım. Ben İSMEK’lere hasım oldum sırf bu yüzden. Her yerde eleştiririm bu kursları. Onlar da benim dilimden kurtulmak için her yere çağırarak idare etmeye çalışırlar güya. Ben İSMEK’lerdeki bu geleneksel sanat kurslarına karşıyım. İşin edebi adabı hiçbir şeyi yok. Şekli de bozuk. Öğreten bilmiyor ki… Eski harflerle bir şey yazmayı hat sanatı zannediyorlar. Belediye başkanı da öyle zannediyor, hizmet ettiklerini sanıyorlar. İslam sanatlarına en büyük zararı onlar veriyorlar. Şimdiye kadar bozulmamış yozlaşmamış sanatı yozlaştırıyorlar.Üniversiteler bunun usülünü, adabını bir sorsun. Fakat şunu belirtmem lazım. Hiçbir güzel sanatlar fakültesinde bugüne kadar hattat yetişmedi. Yetişenler bizim talebelerimiz. Neden yok, iklim müsait değil. Hat bölümü hepsinde var. Ya hocası benim talebemdir. Bizden icazet alıp hattat olmuştur. Ben hatta şunu iddia ediyorum, Türkiye’deki bütün güzel sanatlar fakültelerinin geleneksel sanatlar bölümünde okuyan öğrencilerinden daha çok talebeyi Ben Ali Paşa Camii’nde eğitiyorum. Kimse itiraz edemez. Eser ortada.Hat sanatına şu anda çok talep var. Beni bırakın talebelerimin bile siparişleri 2-3 yılını dolduruyor. Geçmişten daha ileride olduğumuzu düşünenler bile var. Bunlar karşılığı olmayan bir sanatlar gibi mütaale edilemez. Bunların eğitiminin usulünce ve kendine has edebiyle verilmesi gerekir. Usul olmadan vusul olmaz. Dünyanın gündeminde bir sürü mesele var, Türkiye’nin gündeminde bir sürü mesel var. Klasik sanatlarla uğraşan sanatçılarımızın nasıl bir irtibatı var bu meselelerle. Çevre ile ilgili bir hat sergisi duydunuz mu? Yok. Nasıl olabilir böyle bir şey’ Oysaki öyle bir hazine var ki… Kuran’ı Kerim’i ilgilenmediği tek bir mesele yok. Ayetlerde, hadislerde şiirlerde atasözlerinde onca söz var. Mütefekkirler, filozoflar, büyük insanlar yetişmiş, hepsi ne sözler söylenmişler. Suskun gelip gitmiş adamlar değil bu isimler. Hazine hepsi. Yahu sen bunlardan bir şey ortaya çıkaramıyor musun? Çıkaramıyor, çünkü sanatçılarımızın kafasında böyle bir şey yok. Bilgi yok çünkü. Mesela Mevlana yılını ele alalım. Hazreti pirin 6 ciltlik Mesnevi’si var, Divanı Kebir diye dört ciltlik eseri, Fihi Ma-Fih mevcut. Daha birçok eser. Niye bu zatı kendi sözleriyle dünyaya tanıtmayalım? Hem de sanat diliyle. Sanat bu işe yarar.Konya Belediyesi’ne zamanında bir proje sundum: Hz. Mevlana’nın sözlerinden 40-60 söz seçelim, fakat şuna dikkat edelim. Bugün Mevlana’yı nasıl tanıyor insanlar? Hoşgörü insanı, sevelim sevilelim, ne olursan ol gel, aşk filan… Bu kadar. Neredeyse aşure çorbası gibi. Siz biliyor musunuz, Avrupa’da, İspanya’da, Amerika’da Rumilik diye bir din türedi. İslam dışı bir şey bu. Peki Mevlana böyle biri mi, değil. Biz Mevlana’nın gerçekte kim olduğunu kendi sözlerinden levhalar yaparak anlatabilirdik. Değişik tasarımlar yaparak, hem tezhipli levhalar, hem çiniye hem madene işleyerek… Namütenahi sanat imkanımız var. Bir yıl önce sundum projeyi bana 3 ay kala kabul edildi diye haber geldi. Üç ayda ancak 18 eser çıkartabildik. Biz dünya çağında bir insanımızı dahi sanatkarlar olarak tanıtamadık. Mesneviyi okumak, anlamak ve anlatabilecek kadar hazmetmiş olmak lazım. Hattat dediğin adam kalemi eline alıp harf yapan adam olmayacak. Tıpkı eskiden olduğu gibi alim olacak. Dünyadan haberi olacak. Her şeyi bilecek. Kendini yetiştirecek, seviyeli olacak. Bizim sanatçılarımız dünyada olan bitene tamamen kayıtsız. ‘Bilinen sözler, ayetler var, sipariş de var, yazalım edelim’ bu anlayış hakim. Gündemli ve konular sergiler açılmalı. Ayrıca devletin Kültür Bakanlığı vs. bu mevzuda projeleri destekleyecek bir açılım yapmalı.Daha güncel bir olay anlatayım. Bilirsiniz hattat Hamid Aytaç, Diyarbakırlıdır. Bir-iki ay önce beni aradılar, anma töreni düzenleneceğini, konferans vermemi istediler. Ben de konferanstan ziyade, gündemli bir sergi hazırlayalım dedim. Diyarbakır’ın şu andaki en önemli meselesi Kürt-Türk meselesi. Ahmedi Hani, Cezeri gibi Kürt alimlerinde sözlerinden hat levhası yazayım, dedim. Hala ses yok. Ufuk yok. Benim şimdi bu sanatlarımız nostalji olmasın, fonksiyonel olsun derken neyi ifade etmek istediğimi anlatabildim mi?Hasan Bülent Kahraman/Sanat EleştirmeniBugünün koşullarıyla bütünleşmiş bir ebru yapılamaBugün sadece bizde değil dünyanın her yerinde bir dönemin sanatı eskimiştir ve sadece antika değeri taşımaktadır. Bu o kadar böyledir ki, mesela adeta Batı için ekmek ve su kadar önemli olan ve onun gündelik hayatını meydana getiren klasik müzik tamamlanmıştır. Sadece bir performans sanatı olarak icra edilmektedir. Kimsenin kalkıp Beethoven veya Bach gibi müzik yapması düşünülemez. Veya Barok sanat tamamlanmıştır. Yahut ortaçağ kitap tezyini bitmiştir. Çağ değişir, üreten koşullar aşılır, sona gelir, bir dönemin gözde sanatsal üretim biçimleri, yöntemleri devre dışı kalır. Bugün ortaçağ müzelerindeki vitrayları aynen yapmayı düşünenler mutlaka vardır, sağda solda ama onlar da sizin tabirinizle bir zanaatı nostaljik bir maksatla üreten insanlar olarak kabul görürler. Bizde de çağ değişti, koşullar değişti hat, ebru, kaatı daha fazla üretilmez oldu. Burada şaşacak bir şey yok. Kaldı ki, biz büyük kültür kopuşları yaşadık. Arap alfabesi devam etseydi hat bugün farklı bir yere gelecekti. Bu muhakkaksa da Mustafa İzzet Efendi’nin veya Yesari’nin hattı hala eskinin bir mirası olarak yaşayacaktı. Üstelik 16. yüzyılın hattıyla 19. yüzyılın hattının aynı olduğunu kim söyleyebilir? Çağ değişir her şey onunla birlikte farklılaşır. Buradaki hassasiyeti anlamak mümkünse de bir noktayı daha belirteyim: Belli bir sanatın ifade imkanlarını yaratan içinde bulunulan dönemin zihinsel yapısıdır. Osmanlı sanatı belli bir dünya görüşünün içinden üretiliyordu. Hat sadece hat değildi, aynı zamanda dünyayı kavramanın ve yorumlamanın bir aracıydı. Ebru da, tezyin de aynı şeydi. Bütün bu dokunun değiştiği bir dönemde bütün o yapının aynen kalmasını istemek olanaksızdır. Bütün bunlardan daha uzakta duran ama hepsinden daha önemli bir olguyu da şimdi dile getireyim: Bütün o eski sanatlar, halk katında icra edilse dahi, büyük kültürün ve yüksek saray zevkinin bir uzantısıydı. Halk sanatı değildi. Osmanlı müziğini, bezzazlar, kömürcüler, hamamcılar ürettiler. Halk içinde idiler ve halktılar. Ama zevkleri saray zevkiydi. Ancak 20. yüzyılda ayırdına vardığımız yüksek kültür-gündelik kültür ayrımı içinde tüm o sanatlar da yüksek kültürün ve zevkin sınırlarındaydılar. Halkın zekası ve birikimi onu ancak zenginleştirebilirdi. Bugün eğer bu yapıdan söz edemiyorsak o sanatların da eskidiğini, nostaljik değerini kabul etmek zorundayız. Peki bugün hiçbir şey yapılamaz mı?Cevabım elbette olumsuz. Eğer yukarıda belirttiğim çerçeve doğruysa böyle bir soru zaten ortadan kalkar. Hiçbir zaman bir çağın sanatı bir başka çağın günlük, gündelik ihtiyacının yansıtıldığı alan olamaz. Bugünün meselelerini vitrayla anlatamaz, Batı da veya klasik müzikle. Hem o vitray hem de o müzik bugünün bir ruh durumunu ifadede araç olabilir ama o da kolektif hafızayla ilgili bir sonuçtur. Yani, bugünkü gerçekliği ifade için insanlar Barok müzik yazmazlar. Barok müzik ortak zevkin ve belleğin içinden süzülerek gelip bugünkü bir durumla bütünleşebilir-ancak. O da kültürün sürekliliği içindedir. Bach’ı veya Bartok’u ancak o müziğin ifade ettiği meseleyi ve zevki kavrayan kesimler dinleyebilir; sokaktaki insanın meselesi değildir bu. Aynı şey bizim klasik sanatlarımız için de geçerlidir. Bugünün koşullarıyla bütünleşmiş bir ebru yapılamaz. Ama ebru dönüştürülebilir. Ebru bir teknik ve bir form olarak kullanılabilir fakat o da bir araçsallaştırmadır. Aynı şey hat için de geçerlidir. Dediğim gibi hat belli bir ideolojik arka plana yaslandığından bugün onu araçsallaştırdığımızda o ideolojik dokuyu yok edeceğiz. Eğer bunu kabul ediyorsak o zaman bir ‘tersim’ aracı olarak elbette her şeyi kullanabiliriz. Buna mukabil bir sentez arayışı şarttır. Bu öteden beri Türkiye’de sorgulanmış bir sahadır. Fakat fazla ilerlememiştir. Nedeni sanıldığı gibi kültürel ihmal değildir. Zevk meselesidir. Kabul edelim ki, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de gündelik kültür, popüler kültür hayatı ve zevki sıradanlaştırmaktadır. O zevkin artık klasik ve çok yüksek bir düzeye erişmiş ifade imkanlarını benimsemesi beklenemez. O zaman geriye bir tiyatro mizanseni içinde ve bir, tabiri mazur görün, bayağılık içinde eskiye yönelmek kalıyor. Bunun adı ‘kiç’tir. Geçenlerde uğradığım hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı binasının girişinde, eskiyi vurgulamak maksadıyla gerçekleştirilmiş düzenleme sadece kiç olarak nitelendirilebilir. Osmanlı asırların içinden süzdüğü bir zevkle hayata bakıyordu ve kendisini sürekli olarak geliştiriyordu. Öyle olduğu için daha 19. yüzyıl ortasında o da geleneksel/klasik sanatlarının zevkini Batı klasiğine yansıtmaya başlamıştı. Unutmayalım Şehzade Abdülmecit Efendi sanıldığı gibi yaşamıyordu. Batı tarzı resim yapıyordu ve Harem’de Beethoven dinlenip Goethe okunuyordu. Kısacası eğer zevkimizi yükseltirsek eskiyi belki hala yeniden üretemeyiz, bunu olanaksız görüyorum, ama hiç değilse onu yozlaştırmamayı öğrenebiliriz.Haldun Dostoğlu/Galeri Nev’in Sahibi: Bu durumu handikap olarak görmemek lazımAdı üzerinde "geleneksel sanatlar" denince bu tanımın içeriği ister istemez nostalji olmanın ötesine geçmekte zorlanır. Hem içerik hem de mecra (medium) olarak kullanılan ifade tarzının günümüz dinamiklerini dile getirmeye elverişli olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla nostalji olmanın ötesine geçemezler. Bu durumu handikap olarak görmemek lazım. Kullanılan dilde ifade tarzında daha da mükemmeli aramak varken günümüzü cevaplamaya çalışmamalı seklinde düşünüyorum ben. Hat, ebru katı vs gibi sanat alanlarında daha da mükemmeli aramak varken sosyal siyasi ve ekonomik meselelere cevap arama hatasına düşmemeli. Sanatçıları sanatçı adaylarını bu yönde yönlendirmemek gerekir.

28 Aralık 2013 Cumartesi

Kırmızıyı arayan ustanın tutkusu

İznik çinisinin peşine düşerek yaklaşık 300 yıldır kayıp olan mercan kırmızısını yeniden keşfeden ustaların ustası Faik Kırımlı, geniş kapsamlı bir sergiyle anılıyor. 2011’de aramızdan ayrılan sanatçının Hilye-i Şerîfler, Kâbe tasvirleri, kelime-i tevhidler, ayetli panolar, tabaklar, karolar ile kandil ve buhurdanlıkların bulunduğu 150 kadar eseri 20 Ocak’a kadar Küçükçekmece Cennet Kültür Merkezi’nde.Klasik devir Osmanlı çini sanatının dikkat çeken en önemli özelliği, 16. yüzyılda İznik atölyelerinin büyük bir ‘teknik’ zaferi tanımlanabilecek hafif kabarıkça, parlak mercan kırmızısının kullanıldığı çinilerdir. Süleymaniye Camii, Rüstem Paşa Camii, Sokullu Mehmet Paşa Camii, Piyâle Paşa Camii ve Takkeci İbrâhim Ağa Camii bu gizemli mercan kırmızısının günümüzde de görülebileceği çinileri barındırır. Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı romanının aynı başlıklı bölümünde bu rengin nasıl “harika bir kırmızı” olduğunu şöyle anlatır: “Ne de güzeldir beni bekleyen bir yüzeyi kendi muzaffer ateşimle doldurmak! Benim yayıldığım yerde gözler parıldar, tutkular kuvvetlenir, kaşlar kalkar, yürekler hızlanır. Bakın bana; ne kadar güzel şey yaşamak! Seyredin beni; ne güzeldir görmek. Yaşamak görmektir. Her yerde görünürüm. Hayat benimle başlar, her şey bana döner, inanın bana.” İznik çinisi, 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gerilemeye paralel olarak, çini ustalarının paralarının ödenmemesi ve ucuz malzemelerin kullanılmasıyla değerini yitirmeye başlar. 18. yüzyılda çini sanatı devrini tamamlar ve ustalar da arkalarında pek de yazılı belge bırakmadan bu sanatın sırrını kendileriyle birlikte götürür. İznik çinisi, yüzyıllar sürecek bir sessizliğe bürünür. 20. yüzyıla gelindiğinde ise Faik Kırımlı (1935-2011) bir gün Kapalıçarşı’da antikacı arkadaşının gösterdiği İznik çini parçalarıyla karşılaşır. Bu onun için bir nevi milat olur ve ömrünü İznik çinisinin sırrını arşivlerde bulmaya adar. Sanat tarihçisi Celal Esad Arseven’e danışır. Arseven çok uğraştıklarını fakat bu mercan kırmızısının nasıl elde edildiğini bulamadıklarını söyler. Topkapı Sarayı arşivlerini, belgeleri, risaleleri araştırmaya başlayan Kırımlı’nın derdi, o ‘sırlı’ kırmızıyı elde etmektir. İznik çinisinin sırrını çözmek için kendini vazifeli sayar ve “Eninde sonunda seni yakalayacağım, nereye gidersen git.” der.“Çini bir ateş oyunudur”Bu tutkusu Kırımlı’nın tam yedi yılını alır. Yazılı kaynaklardan umudunu keser, deneme yanılma yoluyla İznik çinisini elde etmeye çalışır. Sabırla ilerleyen Kırımlı’nın, bu teslimiyeti bir süre sonra sonuç verir ve İznik çinisini doğduğu topraklarda üretmeye karar verir. 1985’te İznik’te bir elin parmağını geçmeyen ustalarla fikir alışverişinde bulunur ve orada bir fırın açar. İstanbul’a döndüğünde burada da bir atölye kurar ve çalışmaya başlar. İznik çinisinin sırrını yaklaşık üç yüzyıl sonra çözmüştür artık. Sanat tarihçisi Nurhan Atasoy’un deyişiyle Kırımlı, klasik İznik çinisindeki mercan kırmızısına en çok yaklaşabilen çağımızın bir sanatçısıdır. Onun bu çabası, günümüz çiniciliğinin yeniden keşfedilmesinin temelini oluşturur ve ardında birkaç talebe bırakır. Kırımlı’ya göre “Çini bir ateş oyunudur. Renklere ve kaliteye ateşle hâkim olunur. Toprak, astar ve ‘sır’ın uyumudur çini.” Kırımlı’nın eserleri ölümünün ardından ilk kez sergileniyor. Küçükçekmece Cennet Kültür Merkezi’nde, Erkan Doğanay’ın küratörlüğünde açılan “Amel’i Faik, İznik Çinisi’nin İzinde” başlıklı retrospektif sergide, sanatçının çeşitli koleksiyonlardan derlenen 150 kadar eseri yer alıyor. Sergide Hilye-i Şerîfler, Kâbe tasvirleri, kelime-i tevhidler, ayetli panolar, tabaklar, ölçekler, karolar, kandil ve buhurdanlıklar yer alırken, Kırımlı’nın özellikle baharı andıran çiçekli panoları dikkat çekiyor. Sergide mimar, koleksiyoner İbrahim Hakkı Yiğit, Kırımlı’nın son dönem resim çalışmalarına odaklı bir bölüm oluşturmuş. Tuval ve karton üzerine yağlıboyalar Kırımlı’nın naif bir ressam olarak da portresini sunuyor. Sergi, 20 Ocak 2014 tarihine kadar açık kalacak.Kırımlı’nın basılmayı bekleyen çini kitabıSemih İrteş sergi kataloğunda Kırımlı’nın vefatı dolayısıyla yayımlanamayan ve usta sanatçının çini konusundaki birikimlerini anlattığı bir kitabından söz eder: “Faik abimizin vefatından bir ay önce görüşmüştük ve benim yirmi senedir beklediğim sözü kendisinden duymuştum. ‘Semih, kitap hazır gel al.’ ne kadar mutluydum bu cümleden. (...) Ertesi gün ziyaretine gittiğimde bir klasör içinde 162 sayfalık daktilo edilmiş kitabı verdi ve konuyla ilgili resimler de zarflar içinde numaralanmış vaziyette idi. Kitap için bazı detaylardan bahsettiğinde resimler yeterli değildi, sonra bunların bazılarının benim arşivimden temin edileceğini söyledi. Faik abimizin bu isteğinin şimdi bana vasiyet olduğunu söylemem gerekir.”

27 Aralık 2013 Cuma

Roninlerin onur savaşı

Japonların ünlü efsanelerinden ‘47 Ronin’, Holly-wood’un bakış açısıyla vizyonda. İlk uzun metraj filminde Carl Rinsch, iyi bir oyuncu kadrosuyla çalışırken, Keanu Reeves’in başrolde olduğu filmde ‘Son Samuray’dan esintiler hissediliyor. Carter, Yedi Samuray gibi filmlerden alınmış gibi duran sahneleri ise insanı soğutmaya yetiyor.Japonların ünlü efsanelerinden ‘47 Ronin’, Hollywood’un bakış açısıyla bugünden itibaren vizyona giriyor. Roninlerin hikâyesi, sinemanın ilk yıllarından bu yana anlatılagelmiş. Onuruna düşkün olan Japonların hâlâ tedavülde olan bir efsanesinden söz ediyoruz. İlk uzun metraj filminde Carl Rinsch, iyi bir oyuncu kadrosuyla çalışıyor. Matrix’ten bu yana kayıplarda olan Keanu Reeves’in başrolde olduğu filmde Japon oyuncular ağırlıkta.Filmin ve dolayısıyla 47 Ronin efsanesinin hikâyesi şöyle: Bir büyücü marifetiyle efendileri ölüm cezasına çarptırılan samuraylar, intikam için yemin ederler. Ancak efendileri ölen ve başsız kalan samuraylar, artık Ronin olarak adlandırılmaktadır. Bizdeki karşılığı ‘eşkıya’. Japonya’nın kralı konumundaki shogun onları sürgün edince, artık liderleri olmayan 47 Ronin intikamlarını almak için plan yapar. Evlerinden sürgün edilmiş ve ülkenin dört bir yanına dağılmış Roninler, olağanüstü tehlikelere karşı savaşırken bir zamanlar aralarına kabul etmedikleri melez Kai’nin yardımına ihtiyaç duyarlar. Bu dışlanmış kişi, en güçlü silahları haline gelerek sayıları az kalmış asilere ölümsüzlüğe ulaşmaları için ilham veren kahramana dönüşecektir. Hollywood sinemacıları, ‘47 Ronin’ efsanesini yeniden uyarlarken öykünün albenisini az bulmuş olacaklar ki, hikâyeye fantastik unsurları boca etmişler. Tam anlamıyla ‘boca’ edilen fantastizm, filmi güçlendirmek yerine adeta karışık ve lezzetsiz bir çorbaya çeviriyor. Bu yönüyle geçtiğimiz yıl gösterilen ve bir hayal kırıklığı olmasının yanı sıra yapımcısı Walt Disney’i zarara uğratan ‘John Carter’ filmini hatırlatıyor. Fantastik unsurların öyküyle asli bir bağı olmadığı o kadar açık ki, bütün o canavar, büyücünün içine girdiği şekiller yama gibi duruyor. Hatta canavarlı bölümlerin John Carter’ın bazı sahneleriyle benzerliği de ayrı bir konu.Aslında daha temeldeki sorun, onurlarına düşkün Japonların efsanesini ele alırken Hollywood mantığından kurtulamamak. Bu tür aksiyon-macera filmlerinin matematiğini hayli basit bir yaklaşımla ve hiç titizlenmeden olduğu gibi Japonya’ya uyarlamanın getirdiği sıkıntılar kendini hissettiriyor. Başrol oyuncusu dahil, karakterlerin hiçbirini derinleştirmek için bir gayret göze çarpmıyor. Hayli yüzeysel bir çizgide seyreden senaryonun bu tavrı, efsaneye ve onur meselesine yaklaşımında da böyle. Japonların onur meselesini, mitolojik ya da hamasi bir ‘olgu’ olarak değerlendirip onun sosyal zeminine ya da günlük hayattaki yansımasına hiç değinmiyor. Yani, belli bir ön kabulümüz olmasa, o Roninlerin neden kendini feda ettiğinin senaryoda ikna edici bir cevabı yok. Bu durumun bir sebebi de, izlediğimiz filmin bir bilgisayar oyunu gibi ‘programlanmış’ olması. Hollywood matematiğinin bile tam olarak işletilemeyişinin sebebi, senaryonun bilgisayar oyununun ‘level atlama’ mantığı ile olaylara yaklaşımında yatıyor. Ayrıca böylesine bir intikam hikâyesinde tek bir damla kanın gösterilmeyişi önemli bir tercih olsa da, anlatılan efsaneyi bir masala dönüştürüyor. Haliyle bu da inandırıcılığı önemli ölçüde zedeliyor. Filmin ilk sahnesinden itibaren rahatsız eden bir başka özellik ise Japon oyuncuların İngilizce konuşma telaşından dolayı rollerini ikinci plana atmaları. Halbuki bu filmde Oishi rolündeki Hiroyuki Sanada ile Lord Asano rolündeki Min Tanaka’yı 2002 yılında ‘Alacakaranlık Samurayı’ filminde hayranlıkla izlemiştik. Aynı şekilde, ‘Babil’ ve ‘İmkansızın Şarkısı’ filmlerinde çok başarılı olan Rinko Kikuchi, 47 Ronin’deki büyücü rolünde dikkat çekici olsa da sönük kalmaktan kurtulamıyor. Kısacası, Japon sinemasının kalburüstü oyuncularının performansları, ABD seyircisinin dillere destan ‘altyazı fobisi’ne kurban edilmiş! ‘Matrix’ serisinden bu yana dişe dokunur bir işle izleyemediğimiz Keanu Reeves, hemen hemen benzer bir rolde olabildiğince donuk bir performans sergiliyor. Sözün özü; Hollywood orijinal bir hikâyeyi daha uyarlayıp ‘kendince’ çekiyor ve belli kalıpların, matematiğin içine yerleştirerek bütün özgünlüğünü öldürüyor. Ana yapısında ‘Son Samuray’ filminin esintileri hissedilen ‘47 Ronin’in Mortal Kombat, John Carter, Yedi Samuray vb. filmlerden alınmış gibi duran sahneleri ise insanı soğutmaya yetiyor. Dolayısıyla üzerinde konuşulması gereken onur, sadakat, dürüstlük gibi meseleler bu ‘sakat’ yaklaşımlar sebebiyle berhava oluyor.

26 Aralık 2013 Perşembe

Yeni yönetmelik, sinemanın temel sorunlarına çözüm getirmiyor

Resmî Gazete’de yayımlanan ‘Sinema Filmlerinin Desteklenmesi Hakkında Yönetmelik’te yapılan değişiklikler, sinemacılardan yeni şartlar talep ediyor. Sinemamızın temel sorunlarına çare olmaktan uzak görünen yeni yönetmelik, keyfÎ uygulamaların önünü açmaya müsait.Önceki gün Resmî Gazete’de yayımlanan ‘Sinema Filmlerinin Desteklenmesi Hakkında Yönetmelik’te yapılan değişiklikler, sinemacıları ciddi anlamda zor durumda bırakabilir. Yeni şartlar kısaca şöyle: Destek alan film, yapım sonrası sınıflandırmada 18+ alırsa destek iade edilecek; iki defa reddedilen film bir daha başvuru yapamayacak; destek aldığı halde vizyona girmeyen filmlerin desteği iade edilecek; destek sağlanmış projedeki senaryo değişiklikleri bakanlık onayına sunulacak… Üzerinde en çok konuşulan madde, desteklenen filmin yapım sonrası sınıflandırmada cinsel ve korku içerikli görsel yapımlar için uygulanan 18+ sınırı alması durumunda bakanlığın desteğinin geri alınacak olması.‘KEYFî UYGULAMALARA SEBEP OLUR’İlk başta ‘ahlaki’ açıdan gerekçelendirilebilecek görünen bu uygulama bazı sıkıntıları da beraberinde getirmeye müsait. Yeni Sinema Hareketi’nin öncülerinden yönetmen Hüseyin Karabey, bu maddenin keyfi uygulamalar için imkân sağlayabileceğini düşünüyor. Yeni yönetmeliğin sinemamızın temel sorunlarına çare olmaktan uzak olduğunu söyleyen Karabey’e göre en önemli sorun ‘sanatsal kriterlerin’ yerine başka ölçütlerin getirilmesi: “Özellikle bazı maddeler sinemacılar için ciddi problemler oluşturabilecek. Mesela sanatsal yeterliliğe sahip filmler, 18+ maddesinden dolayı artık destek alamayabilecek. Bu madde, kurul üzerinde bir otosansürün uygulanması anlamına geliyor. Projeler, daha Sinema Destekleme Kurulu’nda görüşülürken filmin hikâyesi çok iyi olsa da çekildiğinde bu maddeye takılabilir düşüncesiyle desteklenmeyebilir. Ayrıca destek almış bir film, çekildikten sonra sanatsal kaygılardan uzak, sadece yönetmeliğin dayattığı şartlarla değerlendirilerek sansüre tabi olacaktır. Nereden bakarsanız çok tartışmalı bir konu bu. Keyfi uygulamalar için idareye olanak tanıyan bir maddenin varlığından bahsediyoruz.” Hüseyin Karabey’in bahsettiği ‘sansür’ endişelerinin haricinde Kültür Bakanlığı’nı bağlayan bir yönü de var bu maddenin. Eğer bu madde, 2005’te uygulansaydı Cannes, İstanbul, Antalya film festivallerinden ödül alan ‘İklimler’ filmi muhtemelen desteklenmeyecekti. Ya da şöyle soralım: Son açıklanan desteklerde 750 bin TL ile Sinema Destekleme Kurulu’nun bugüne kadarki en yüksek desteğini alan dünyaca ünlü yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filmi yapım sonrası sınıflandırmada 18+ alırsa Kültür Bakanlığı bu desteği geri isteyecek mi? Desteğin iadesi istenen film, daha sonra Cannes’a gidip ödül alırsa bakanlığın içine düşeceği çıkmazı da hesaba katmak gerek. Aslında bu yönetmelik değişikliği ‘büyük’ yönetmenlere pek dokunmayacak şartlar içeriyor. Destekleme Kurulu’nun Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim ya da Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenleri geri çevirmesi zaten başlı başına bir skandala yol açar. Ancak yönetmelik değişikliğindeki ‘vizyona girme’ şartı, bakanlık desteğini alıp ilk filmini çeken onlarca genç yönetmeni doğrudan ilgilendiriyor. Ülkemizde dağıtım kanallarındaki sıkıntılar malumken destek alan filmlere getirilen vizyon şartı pek çok sinemacıyı zorda bırakacak.ASLINDA DESTEĞİ SEYİRCİ VERİYORDiğer taraftan, Kültür Bakanlığı’nca verilen bu destekler, tamamıyla sinema seyircisinden tahsil ediliyor. Yani devletin bütçesinden ayrılan bir kaynak değil. Her sinema biletinden alınan ‘rüsum vergisi’ bir havuzda toplanıp sinemamıza destek olarak kullanılıyor. Dolayısıyla sinema seyircisinin sinemaya yapacağı destek üzerinde idarenin tasarrufta bulunurken sanatsal kriterlerin dışında başka ölçütlere başvurması ciddi bir sorun. Şimdiye kadar -hasbelkader- liyakat esasına göre verilen bu destekler, keyfiliğe yol açabilecek bazı şartlara bağlanıyor ki bu durum, ne desteğin ‘gerçek sahibi’ seyirciye ne de muhatabı sinemacılara soruluyor. Yönetmelik değişikliğini, destekleme kurulunun açıkladığı son kararları da göz önüne alarak değerlendirdiğimizde ortaya çıkan tablo pek iç açıcı değil. Bakanlık, ‘kimsenin izlemediği festival filmleri’ yerine, genel izleyiciye hitap eden yapımlara destek vermeye kararlı. Bu tablo, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yaklaşık 10 yıldır sürdürdüğü politikalar ile çelişiyor. Zira bu destekler, dünyada Yeni Türk Sineması’nın bilinirliğinde ve saygın bir yer edinmesinde çok önemli bir işlev gördü. Ancak gelinen noktada, bu desteklerin belirlenmesinde sinema sanatına ait kriterlerin dışında idarenin kendi kriterleri belirleyici olacak.

25 Aralık 2013 Çarşamba

MERRY CHRISTMAS

 

Merry Christmas everyone! I hope you have a lovely holiday with your family:)

 

 

Love,

Aslı

 

 

‘Önemli olan, farklılıkları enerjiye çevirebilmek’

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ev sahipliğinde dün Çankaya Köşkü’nde gerçekleştirilen törenle sahiplerini buldu.Bu yılki ödüllerin en çok konuşulan ismi Ahmet Kaya oldu. Müzik dalında büyük ödül, Kürtçe şarkı söylemek istediğini ifade edince karşılaştığı protestoların ardından Fransa’ya gitmek zorunda kalan ve orada hayatını kaybeden Ahmet Kaya’ya verildi. Sanatçının ödülünü eşi Gülten Kaya aldı. 1995’ten bu yana verilen ödüllere Kaya’nın dışında Prof. Dr. İskender Pala (edebiyat), Prof. Dr. Bekir Karlığa (belgesel), Prof. Dr. Fuat Sezgin (bilim ve teknoloji), Prof. Dr. Daron Acemoğlu (sosyal bilimler) ve Tarihi Kentler Birliği (Kültür ve Sanat Kurumu) layık görüldü. Törende bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçmişte hatalar yapıldığını fakat gerçekleştirilen reformlarla önemli mesafeler alındığını ifade etti. Sözü Ahmet Kaya’ya getiren Gül, “Bu şekilde doğrusu, kendisine yapılan haksızlıkların da en azından ailesi tarafından kendisi görmediyse bile hakkının verildiğini siz görüyorsunuz. Sözleriyle, türküleriyle, sazıyla aslında hangi fikirden olursa olsun, hangi ideolojiden olursa olsun herkesi yakalayan bir insandı. Anadolu’nun bütün sesini dillendiren bir insandı. O bakımdan kendisine de bu ödül verildi.” dedi. “Önemli olan, yürüdüğümüz yolda yeni yanlışları yapmamaktır.” diyen Gül, “Herkesin farklılığı olabilir. Bu ülke gerçekten çok zengin bir ülke. Her bakımdan çok zengin bir ülke. Önemli olan, bu tür farklılıkları bir birlik içerisinde toplayarak bunu enerjiye çevirebilmektir. Karşılıklı saygı ve sevgi içerisinde bu kültürle yapılmazsa başka neyle yapılacaktır?” diye sordu. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü; daha önceki yıllarda Ara Güler, Yıldız Kenter, Nuri Bilge Ceylan, Sezai Karakoç, Selim İleri gibi isimlere verilmişti.‘Ödülü almaktan bahtiyarım’Tören sonrası görüştüğümüz İskender Pala, duygularını şöyle ifade etti: “Divan edebiyatıyla ilgilenmeyi her zaman bir nimet kabul ettim ben. Çünkü atalarımızın kültürel, siyasal ve sosyal zenginliklerini taşıyan beyitler arasında dolaşırken mutlu olurum. Bir Fuzuli gazelini, bir Nef’î kasidesini, bir Galip musammatını okurken çağlar öncesinden kendinize dost edinirsiniz. Demem o ki, Divan şiiri sizi daha onunla muhatap olduğunuz anda ödüllendirir, zenginleştiğinizi, kemale erdiğinizi hissettirir. Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü, hiç şüphesiz bu devletin adı üstünde en büyük ödüllerinden biridir ve bu ödülü almaktan dolayı bahtiyarım. Bir hikâye anlatayım: Yıllardan 1520. Kanuni Sultan Süleyman tahta çıkıyor. Yıllardan 1526. İstanbul’un Fatih semtinde bir çocuk doğuyor. Adını Abdülbaki koyuyorlar. Bu çocuk, Fatih’in kurduğu medreselerde okuyor, ilim tahsil ediyor, şiir öğreniyor ve asistanlığı zamanında bir kaside yazıyor. Yaşı henüz 25-26. Sümbül redifli bir şiir. Şiir o kadar seviliyor, o derece başarılı oluyor ki, İstanbul’un bütün entelektüel mahfillerinde bu şiirden bahsediliyor. Ve Kanuni bu şiiri yazan genci görmek istiyor, sarayına çağırıyor. Yazdıklarını okuyor, nazireler yazıyor. Derken Sultan, şu gökkubbede kendi adını taşıyan bir eser bırakmak isteyip de Mimar Sinan’a ‘Benim için bir külliye yapasın ağa mimarbaşı!’ dediğinde, Baki’yi de bina eminliğine tayin ediyor. Şantiye şefi yani. Kelimelerle dost olan adam, birdenbire rakamların dünyasına dalıyor ve Sinan Usta’nın taşı üst üste ve yan yana koyarken nasıl çıldırtıcı bir güzellik ortaya çıkardığına bakarak kelimelerini ve mısralarını yeniden istiflemeye, tıpkı büyük usta gibi onları yan yana ve alt alta dizerken yeni bir üslup kazandırmaya başlıyor. Öyle ki şiirleri birdenbire parlıyor ve o şiirleri lezzet duyarak okuyan sultan, ömrünün sonlarına doğru ‘Ömrümün üç yerinden çok hazzetmişimdir. Bunlardan biri de Baki gibi bir şairi bulup, çıkarıp, iltifat etmekliğimdir.’ diyor. Koca cihan padişahı, başarılarının her biri ayrı bir tarih destanı olan o adam, kendi çağında yetişen bir şairi üç iftihar vesilesinden biri sayıyor. Ödüle layık görüldüğümü haber verdiklerinde bu hikâyeyi düşündüm ve onur duydum. Ben elbette mülkün sultanı tarafından taltif edilen Baki gibi bir söz sultanı değilim, ama devletin en yüksek makamı tarafından ödüllendirilmenin mutluluğunu hissettim.”‘Muhaliflere çok büyük bedeller ödetildi’Türkiye’de, aleyhinde estirilen linç havası nedeniyle Fransa’ya giden ve gurbette geçirdiği kalp krizi sonucu 2000 yılında hayatını kaybeden Ahmet Kaya adına ödülü, sanatçının eşi Gülten Kaya aldı. Sanatın muhalif kimliğinin, 90 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca devlet makamları tarafından hiçbir zaman onaylanmadığını söyleyen Gülten Kaya, “Aksine, uygar dünyanın özgürleştirmeye çalıştığı kültür sanat alanı, bizim topraklarımızda hep merkezileştirmeye çalışılarak devlet denen yapıya sadakati istendi. Dolayısıyla muhaliflere maalesef çok büyük bedeller ödetildi.’’ şeklinde konuştu. Ahmet Kaya’nın, hayattayken aldığı son ödülün (Magazin Gazetecileri Derneği Ödül Töreni, 1999) veriliş töreninde konuşmasına insan hakları diye başlayıp, Türkiye halkları diye bitirdiğini belirten Gülten Kaya, “Bu ödülü onun gibi incitilmiş, kırılmış tüm kadim kültürlere eşimin şahsında bir vefa selamı olarak algılayıp ‘Aleykümselam’, bizden de ‘merhaba’ demeye geldim.’’ diyerek, ödülün insanları demokrasiye bir adım daha yaklaştırması temennisinde bulundu.

24 Aralık 2013 Salı

E-kitaptaki vergi indirimi yetersiz

E-kitap ve benzeri yayınlarda KDV oranı 1 Aralık’ta yüzde 18’den 8’e düşürüldü. Bu vergi indirimi, diğer ülkelerle kıyaslandığında, farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Avrupa’daki kimi ülkeler basılı kitabı vergiden muaf tutarken, e-kitaplara yüzde 3,5 ile yüzde 7 oranında vergi uyguluyor. Avrupa Birliği Komisyonu bu farklılıkları göz önünde bulundurarak yeni bir taslak hazırlığında.Türkiye, dünyadaki e-kitap gelişmelerine biraz mesafeli dursa da yayıncıların son yıllarda dile getirdikleri e-kitapta vergi indirimi tartışmaları yeni bir zemine oturdu. Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu kararına göre, elektronik kitap ve benzeri yayınların elektronik ortamda satışında uygulanacak KDV oranı, 1 Aralık’ta yüzde 18’den 8’e düşürüldü. Bu indirimle birlikte basılı kitap ile e-kitabın vergi oranı eşitlendi. Yayıncıların ve okurların uzun süredir beklediği bu vergi indirimi, diğer ülkelerle kıyaslandığında öyle çok mutlu edecek bir tablo değil. Avrupa’nın pek çok ülkesinde e-kitaplardaki vergi oranı yüzde 3,5 ile yüzde 7 arasında değişiklik gösteriyor, basılı kitaplar ise vergiden muaf tutuluyor. Avrupa Komisyonu, geçtiğimiz ekim ayında dijital teknolojideki vergi oranlarında yeni bir düzenlemeye gideceğini duyurmuştu, çünkü Avrupa Birliği’ne üye kimi ülkeler teknoloji endüstrisini çekmek için vergi oranlarında indirime giderek haksız bir rekabet sağlıyor. Pek çok teknoloji devi de bu boşluğu fırsat bilerek o ülkeler üzerinden ticaretini sürdürüyor. Fransa, hem basılı kitaba hem de e-kitaba yüzde 5,5; Lüksemburg ise yüzde 3 oranında vergi uyguluyor. Özellikle bu iki ülke Amazon, Kobo ve Nook gibi e-kitap firmalarının merkezi konumuna dönüşüyor. İngiltere ve Almanya gibi ülkeler ise bu durumdan rahatsız. İngiltere’de basılı kitaplar (buna dergiler, gazeteler ve basılı yayımlar da dâhil) vergiden muafken, e-kitaptan yüzde 20 vergi alınıyor. Yayıncılık sektöründe büyük pay sahibi olan Almanya’da ise basılı kitapta yüzde 7, e-kitapta yüzde 21 oranında vergi uygulanıyor. Avrupa Birliği Komisyonu bu farklılıkları göz önünde bulundurarak e-kitaptaki vergi oranında standart bir indirim yapmaya veya vergileri tamamen kaldırmaya yönelik çeşitli taslaklar üzerinde çalışıyor. Avrupalı yayıncılar da birliğe üye ülkeler için ortak bir vergi politikası oluşturulmasından yana.‘Vergi indiriminin hem yayıncıya hem okura faydası var’Basılı kitaba ve e-kitaba uygulanan vergi indiriminin hem yayıncılar hem de okurlar açısından pek çok getirisi var. Özellikle kitap çeşitliliğinin artması ve bağımsız yayıncıların varlığını sürdürmesi bunlar arasında. Uluslararası Yayıncılar Birliği’nin 2011’de basılı kitaplara ve e-kitaplara uygulanan vergi konusundaki kapsamlı araştırmasının sonuçlarına göre, dünyanın gelişen 8. büyük yayıncılık endüstrisine sahip Güney Kore, vergi konusunda model bir ülke. Güney Kore’de standart vergi oranı yüzde 10 iken, basılı ve e-kitap ise vergiden muaf tutuluyor. Uluslararası Yayıncılar Birliği’nden Jens Bammel, basılı kitap ve e-kitaptaki vergi oranlarının azaltılmasının okumayı ve kitap alım gücünü artıracağını söylüyor. Ülkemizde e-kitap ve basılı kitaptaki vergi oranı eşit durumda. Son yapılan vergi indirimiyle e-kitabın ve basılı kitabın vergi oranının eşitlenmiş olması elbette sevindirici, fakat diğer ülkelerdeki vergi oranlarıyla yan yana okunduğunda farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Yayıncılık dünyasında e-kitap çeşitliliğinin azlığı, e-kitap cihazlarının yüksek fiyatlara satılıyor olmasının da bu kitaplara olan ilgiyi azalttığı söylenebilir. Türkiye’de e-kitap sektörünün önümüzdeki yıllarda daha da hareketleneceği konuşulurken, bu kitaplara uygulanan vergi oranının hem okurları hem de yayıncılık sektörünü nasıl etkileyeceğini ise zaman gösterecek.

23 Aralık 2013 Pazartesi

Sinemanın unutulmayanları kukla oluyor

Vav Sanat’tan kukla sanatçısı Hakan Arısoy, Türk filmlerinin unutulmayan sahnelerinin ve tiplemelerinin kuklasını hazırlıyor. “Yeşilçam Hatıraları” adlı kukla sergisi, TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi’nin Beyoğlu’ndaki merkezinde Mart 2014’te açılacak.Bir kahvede bütün minibüs şoförleri toplanır, masanın etrafına dizilerler. Ortaya abi konumunda Ahmet Mekin oturur. Önce Şener Şen başlar: “Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza.” İlyas Salman devam eder: “Sevene can feda, sevmeyene elveda.” “Sen batan bir güneş, ben yollarda çilekeş. Şoförün bahtı kara, muavinin gönlü yara. Gaz, fren, şanzıman, halin duman, sev beni, seveyim seni. Kabahat sende değil, seni sevende...” diye devam eden ve topu topu 1 dakika 25 saniye süren bu sahne, 1982 yapımı Çiçek Abbas'tan. Şener Şen ve İlyas Salman'ın kırmızı deri ceketlerini giyip karşılıklı atışmaları, Türk sinemasının en kült sahnelerinden biri oldu. Şimdiki çocuklar bile onların birbirinden komik, ilginç repliklerini ezbere biliyor. Yeşilçam filmleri arasında daha ne sahneler var. Köyden İndim Şehire'deki altın sayma sahnesini unutmak şöyle dursun, film adıyla günümüzün espri malzemesi olmaya devam ediyor. Zeki Alasya, Metin Akpınar Kemal Sunal ve Halit Akçatepe'nin başrolde olduğu filmde, dört kardeş köydeki arsalarında buldukları altınları saymak için bir odaya kapanırlar ve Zeki Alasya başlar saymaya… Ama bir türlü sonu gelmez bu sayma işleminin, her seferinde lafı ya balla, ya kebap muhabbeti ile ya da keklik türküsüyle kesilir, hangi sayıda kaldığını unutur gariban. Tekrar döner başa. Hababam Sınıfı'nın müfettiş sahneleri, Mahmut Hoca'nın sert bakışları, Hafize Ana'nın şen kahkahaları… Selvi Boylum Al Yazmalım, Küçükhanımefendi, Süt Kardeşler, Muhsin Bey, Kapıcılar Kralı, Arkadaş, Susuz Yaz, son dönem filmlerden Eşkıya, Babam ve Oğlum, Vizontele, Gora'dan ne çok sahne akıllarda kaldı. Artık sadece akılda kalmayacak bu sahneler, yakında TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi'ndeki yerlerini de alacaklar. Vav Sanat'tan kukla sanatçısı Hakan Arısoy, Türk sinemasında gelmiş geçmiş en çok beğenilen ve hafızalarda kalan sahnelerin ve tiplemelerin kuklasını Ümraniye'deki atölyesinde yapıyor. Kuklalardan oluşan “Yeşilçam Hatıraları” sergisi, TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi'nin Beyoğlu'ndaki merkezinde Mart 2014'te açılacak. Şimdilik 30 ile 40 arasında film belirlediklerini ifade eden Vav Sanat'ın Genel Müdürü Vural Arısoy, sergide filmlerin hikayelerini görüntüler eşliğinde LED ekranda anlatacaklarını söylüyor. “Yeşilçam'dan Hatıralar” sergisi TÜRVAK'ta üç ay açık kaldıktan sonra dünyayı dolaşacak. Kuklaların NewYork Metropolitan Müzesi'nde sergilenmesi için şu anda görüşmeler devam ediyor. Her hafta sonu çocuklar için TÜRVAK'ta kukla atölyesi düzenleyen Vav Sanat, yine çocuklar için Yeşilçam karakterlerinin kuklalarını da içine alan bir çocuk oyunu hazırlıyor. www.vavsanat.comAile boyu kukla sanatçılarıBurak Tarık tarafından dört yıl önce kurulan Vav Sanat'ın tüm kukla projelerini ve gösterilerini Hakan Arısoy ve yine kendisi gibi sanatçı olan abisi Vural, kardeşi Alp ve babası Nural Arısoy'la birlikte yürütüyorlar. Merkezi Fransa'da bulunan Milletler Arası Kukla ve Gölge Oyunları Birliği (UNİMA) tarafından 2011 yılının kukla sanatçısı seçilen Hakan Arısoy, “Bu proje uzun zamandır aklımızdaydı. TÜRVAK'a sunduk, manevî desteklerini istedik. Her türlü yanımızda olacaklarını söylediler. 2014, Türk sinemasının 100. yılı. Bu sergi bizden Türk sinemasına armağan olsun.” diyor.

21 Aralık 2013 Cumartesi

Çok sesli bir Osmanlı panoraması sunmak istedim

Elif Şafak'ın yeni romanı “Ustam ve Ben” (Doğan Kitap) hafta içi raflardaki yerini aldı. Bir fil ile filbazın saraydaki hayatlarına, oradan Mimar Sinan'la dostluklarına uzanan hikâyede sürprizlerle dolu bir sona ulaşılıyor. Şafak ile son romanını konuştuk.Ustam ve Ben'de artı ve eksi yönleriyle bir Mimar Sinan resmi çiziyorsunuz. Sinan'a ilginiz nasıl başladı? Sizi Sinan'a yönlendiren ne oldu ve onda ne aradınız?Hep Sinan'ın muhteşem eserlerinin yanından geçip gidiyoruz ama pek sormuyoruz kendi kendimize, “Acaba nasıl inşa edildi bu camiler, köprüler, medreseler?” Ben biraz durup bir bakmak istedim, okumaya başladım. Öteden beri Sinan'a hayranlığım hep vardı, ama hayatını bu kadar yakından bilmiyordum. Okudukça kişiliğine de çok büyük saygı duymaya başladığımı fark ettim ve beni içine çekti. Çok üzücü buluyorum, hem Sinan Sinan diye ismini zikrediyoruz ama aslında o kadar tanımıyoruz ve dünyaya da çok az anlatıyoruz. İstedim ki hikâyesi daha iyi bilinsin. Klişelerin ötesinde, insan olarak, kahramanlaştırmadan, putlaştırmadan, heykelleştirmeden... Zaaflarıyla, o müthiş çalışkanlığıyla, en önemlisi kalfaları, çırakları, onunla beraber çalışan muazzam bir ekip var. Biz bunu hiç düşünmüyoruz. Bir caminin inşası bazen 8-9 sene sürebiliyordu. Kaç kişi çalıştı acaba, onların hikâyeleri neydi? Cami yapımı esnasında hayatını kaybedenler vardı, neler yaşadılar, ne zorluklar çektiler, hep bunlara ışık tutan bir roman yazmak vardı gönlümde, öyle öyle şekillendi.Ustam ve Ben'in çekirdeğinde ne var? Bu kitabın özünü sorsam ne derseniz?Öğrenme aşkı var derim. Mimar Sinan'da beni en çok etkileyen damarlardan biri oydu. O kadar çalışkan bir insan ki, hiç boş bir anı geçmemiş, tembellik etmemiş. Yaşı ilerleyince, onu sevenler istiyor ki artık biraz evde otursun, çocuklarıyla vakit geçirsin ama o sürekli çalışıyor, son ana kadar, yatağa düşene kadar. Çünkü bu insanlar, gökbilimci Takiyeddin de öyleydi, kendilerindeki yeteneğin Tanrı’nın onlara lütfettiği bir hediye olduğunu düşünüyorlar. O hediyeye layık olmak için çalışmaları gerektiğine inanıyorlar. Bu aslında Yaradan’la yaptıkları bir akit, bir sözleşme... Sinan'a baktığımda çalışarak ibadet eden birini görüyorum. Bu fikri kovalamak istedim.Kitapta Mimar Sinan, kalfası Cihan ve fil Çota'nın hikâyesinin yanında, yer yer akışa dâhil olup sonra oyundan çıkan bir sürü olay ve karakter var. Onlarla boşluklar mı bırakmak istediniz?Onlar benim için halının motifleri gibi. Okur tekrar döndüğü zaman ana hikâyeye, tazelenerek geliyor. Bir onun için yaptım, yani roman tekniği açısından. Ama bir de çok daha renkli, çok sesli bir Osmanlı panoraması sunmak istedim, bu benim için önemliydi. Biz Osmanlı'yı hep insansız anlatıyoruz, hâlbuki o kadar çoğulcuydu o kadar çok renkliydi ve çok sesliydi ki, onları da hatırlatmak istedim. Resmî tarihin görmediği, yok saydığı, kenara ittiği insanları, kesimleri, konuları hatırlatmak için sürekli tabloya o renkleri eklemek çabası bilinçliydi.Çingenelerin ötekileştirilmesinden Yahudilere ve Hıristiyanlara yapılan saldırılara, cücelerin, farklı olanların hiç de kabul görmemişliğine değiniyorsunuz. Osmanlı'ya bakışımızdaki romantizmi üzerimizden atıp gerçeklerle yüzleşmemizi mi istediniz?Türkiye'de her şey çok politize olduğu için, tarihi okumalarımız da çok politize oldu. Bizde genelde şöyle iki eğilim gelişti. Bir: tarihi hiç umursamayanlar, bilmeyenler, modernleşme adına sırtını tamamıyla bu kültürel mirasa çevirerek olduğu gibi batıyı takip etmeye çalışan bir eğilim. İki: bu eğilime tepki olarak çıkan bir de karşıt eğilim oldu. Onlar da ecdadımız ne yaptıysa doğru yapmıştır diyerek bu sefer tarihi romantikleştirdiler, yücelttiler ve bence dondurdular. Ne o, ne bu... İkisi de gerçekçi değil, ikisi de politikadan besleniyor, tarihi sevgisinden değil. Bizim çıkış noktamız tarih sevgisi olmalı. Nasıl ki bugün çok çelişkiler varsa, dün de çelişkilerimiz vardı. O yüzden kutuplaşmadan, aşırı politize olmadan ve insanı öne çıkararak okuma yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Temel çıkış noktamız insan olmalı.Cihan bir yerde diyor ki, “Ama insan öyle mi? İster aç olsun ister olmasın, fenalık etmiyor mu? Demem o ki, karnı tok bir aslanın yanında mı daha rahat uyursunuz, yoksa karnı tok bir yabancının mı?” Sizin için de bu böyle midir?Tabii Cihan çok sorguluyor, çünkü hayvanları kendimizden aşağı görüyoruz ama hayvan kötülük etmiyor; fesatlık, dedikodu, habislik etmiyor. Açsa hayatta kalmak için bir başka hayvanın canını alıyor ama bunu anlayabilirsiniz. Arkadan iş çevirmiyor, çamur atmıyor, dedikodu yapmıyor, öyle düşününce hangimiz daha üstünüz acaba, tartışılır. İnsan çok özel bir mahlûk, çok güzel şeylere de yeteneği var ama maalesef çok alçalmaya da eğilimi var. Bence romancının işi de bunu anlatmak zaten. Ben yazarken çok içime dönüp bakıyorum, inşallah her okurun kendi içine dönüp bakmasını sağlar.‘Sinan’ın mirasını geriye götürdük’Sinan günümüz İstanbul’unu görseydi, ne hisseder, ne söylerdi?Ağlardı. O kadar hoyratız ki bu şehre karşı. Ne tarihini, ne dokusunu, ne yeşilini muhafaza ediyoruz. Çok hoyrat davrandığımızı düşünüyorum. Beni Sinan’da en çok etkileyen noktalardan biri buydu. Sadece inşa etmekle kalmıyor, şehri korumak için inanılmaz bir mücadele veriyor. Sokakların belli bir genişlikte tutulması, iki kattan fazla kat çıkılmaması gibi. Sinan’ın bize hatırlattığı, şehrin bir canı, bir ruhu var, o bizden daha yaşlı, daha kadim. Estetik yok, güzellik yok, sağlamlık da yok, geldik bu güne. Acı olan da bu, Sinan’ın mirasını ilerletmek yerine, geriye götürdük biz.

20 Aralık 2013 Cuma

Tuzsuz Aşım Testosteronsuz Başım

Barın tenha saatleriydi. Kısık müzik eşliğinde geceye hazırlanan barın kapısında 25 yaşlarında genç bir kız belirdi. Barın tamamı boş olmasına rağmen güftesi kendine ait hicaz makamlı gözlerle gözden ırak, duygu ve durumunu mayalayabileceği uygun bir yer arandı. Barın köşesinde konuşlanmış Hazır Hazım, barmen Muzaffer ile ayaktopu muhabbetindeydi. Hazır Hazım kapı girişinde genç kızı fark edince muhabbeti noktaladı. Barmen Muzaffer Hazır Hazım’ın bakışından kapı girişinde güzel bir kız olduğunu hemen anladı… Hazır Hazım süzme yoğurt mayalı tebessümü ile genç kızı baştan aşağı süzmeye başlamıştı bile. Genç kız yürümekten çok gösteriş için imal edilmiş ayakkabıları ile en dip masaya doğru Hazır Hazım’ın yanından seğirtti… Arkasından gelen parfüm kokusu Hazır Hazım’ın narkotik köpeği hassaslığındaki burnundan içeri girince… Yarım kilo bal, 100 gram toz zencefil, 2 gram safran, 30 gram kişniş, 2 tatlı kaşığı arısütü, 100 gram Antep fıstığı birleşimi ile elde edilen afrodizyak karışımından 3 kaşık yemiş gibi oldu. “Tinto Brass” gözlerle nereye bakılması gerekiyorsa oraya odaklandı… Genç kızın olağan devinimindeki dışarlak hatları “Düş peşindeysen, düş peşime” der gibiydi.

Genç kız, yas renkli, çok gözlü çantasını yanındaki koltuğa özensizce bırakıp bel hizasındaki deri montunu çıkarınca kırmızı renkli gömleğinden dekoltesi ortaya çıktı. Sütyene rağmen mi, sütyen sayesinde mi baş kaldırdığı merak içeren ikizleri görünce Hazım’ın aklı başından gitmiş, yüreği hoplamış, gözleri yerinden fırlayacak gibi olmuştu.

Barmen Muzaffer, Hazır Hazım’a “Ne o kendinden geçtin?” diye takılınca, Hazır Hazım…” Dekoltesi tin tin yar, verir diye umdum yar”  devşirme bir türkü mırıldanıp birasından bir fırt çekti. Genç kızın vücut hatlarını ezbere durmuş bar çapkını, genç kızın moralsiz, üzgün ve bitap halde olduğunu henüz fark edememişti…  O genç kızı gözleriyle soymakla meşguldü. Barmen Muzaffer ile konuşuyor fakat soyma işlemi yarım kalmasın diye gözünü genç kızdan ayırmıyordu…“Oğlum Muzo ben bu kızla yatayım öleyim be!...” diyerek el yordamıyla çerezliğin içinden rastgele aldığı leblebiyi salya üretmeye başlayan ağzına attı.

Barın diğer iki çalışanlarından biri camları siliyor diğeri ortalığı düzenliyordu.

Hazır Hazım genç kıza, geç kız ise bilinmedik düşüncelere dalmıştı. Özensizce koltuk üstüne bıraktığı yas renkli çok gözlü çantasından çıkardığı son model telefonu bir eliyle tutup diğer eliyle bir sağa bir sola çeviriyor bir şeyler düşünüyordu. Başı dönen telefonu masa üstüne bırakıp parmaklarını çıtlattı. Boynunu bir sağa bir sola çevirdi. Yüzüne düşen bir parça saçı eliyle kulak arkasına sokuşturdu.  Hemen ardından ellerini şakağına götürüp uzun uzun ovdu. Kas gerginliğini ifade eden mimikler eşliğinde başını saat yönüne doğru döndürdü, sonra saat yönünün tersine döndürerek saatine baktı. Saat 18’45’i gösteriyordu. Sağ eli alın bölgesinde araba sileceği gibi gidip geliyor sanki alın yazısını silmek istiyordu… Eli tekrar telefonu gitti telefonun kapat tuşuna basılı tutup  “aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz” konumuna alıp, çok gözlü çantasının içine tıktı. Sonra saç diplerine geçirdiği tırnaklarını tarak misali kullanarak arkaya attı. Gergin surat ifadesi yerini az sonra ağlayacak birinin yüz ifadesi bırakınca barmen Muzo…

“Bu kızdan iş çıkmaz, belli ki bir derdi var…” dedi

Bak Muzo, ben bu işin kitabını yazmadım ki herkes öğrenmesin… Kadınların cinselliğe hazır olması 24 saat öncesinden itibaren gelişen olaylar zinciri çok önemliyken, benim hazır olmam 1 dakika bile sürmüyor. Neden?... Çünkü benim adım Hazır Hazım. “Ben her zaman hazırım” diyince her ikisi birden gülüşmeye başladılar. Kadın kısmı öyle mi? diye devam etti Hazır Hazım… Kadınların beyninin birçok kısmı aynı anda aktif halde çalışıyor. Bizim aktif yerlerimiz belli. Kim bilir bu kız şimdi neler neler düşünüyor? Onu önce rahatlatmak, olumlu bağlantı kurup beyninin alakasız aktif kısımlarını bir bir kapatmak gerekir. Tecrübelerime göre bu kız sevgilisinden ayrılmış, yıkılmış ve üzgün halde… Sabırla yaklaşmak ürkütmemek gerekir. Ben bu kızla bu gece, bu bardan el ele çıkar; çıkarken de sana “Gördün mü Muzoooo” dercesine göz kırparım. Demedi deme! Bir şeyler öğrenmek istiyorsan beni izle. Belki bir şeyler kaparsın...

Olurdu, olmazdı, yapardın yapamazdın muhabbeti bir takım elbise iddiası ile son buldu.

Genç kız, son teknoloji ile üretilmiş klima sessizliğinde ağlıyor, sıcaklığı düşen nemli hava içerisinde yoğunlaşan drenaj suyu gibi gözyaşı ifraz ediyordu.

Barmen Muzo, “Bence bu kız Anadolu kültürüyle büyümüş… Köydeki anneannesinin, gözlüğü düşmesin diye gözlük sapını peynir lastiği ile bağlamasını dert edinmiş bir hali var...” Tahminin de bulununca, Hazır Hazım durur mu?... “Bence dolmuşla giderken dolmuşun aniden sağa doğru manevra yapmasıyla, ne varmış ki diye yola bakıp, yerde kanlar içindeki yatan bağırsakları çıkmış yavru kediyi görüp buna çok üzülmüş olabilir…” diyerek kendi tahminini ortaya boca etti.

Genç kızın gözyaşları bu ikilinin eğlencesine dönüşmüştü. Kıs kıs gülüp yeni tahminlerde bulunuyorlardı.

………………….

Hazır Hazım oturduğu yerden kalkıp ağlayan kızın yanındaki koltuğa destursuz bir şekilde oturdu. Genç kız gözyaşı sıvısı altında şemsiyesiz kalmış, akmış rimelli yüzüne ayrı bir seksilik katmıştı. Asimetrik gamzeli suratını kaldırıp hiç tanımadığı adama baktı. Tam “kimsiniz” iç diyaloğunu dışa vurup terslenecekti ki, Hazır Hazım sol elini havaya kaldırarak genç kızın konuşmaya başlamasını engelledi. Trafik polisi gibi kalkan eli ile ilk kez bir polis tarafından çevrilmiş şoför misali frenleyen genç kız, ehliyetini ve ruhsatının sorulmasını sabırla bekler bir haldeyken… Hazır Hazım elini indirip… “Bir kızın gözyaşlarının %5’i su kalanı duygudur. Maalesef günümüzde erkekler kadınları anlamıyor. “Kalbiyle dinleyen kadına ağzı ile konuşan erkekten hayır gelir mi?...” Diyerek girizgâh yapıp masa üzerindeki peçetelikten aldığı peçeteyi genç kıza uzattı. Genç kız şüpheli bir yüz ifadesi eşliğinde aldığı kâğıt peçeteye % 95’i duygu içerikli gözyaşını sildi. Ardından akciğerine bakteri girişini engellemek için salgılanan burun içi yapışkan sıvıyı mümkün olduğunca kibarca silip Hazır Hazım’a geri uzattı…

“Teşekkür ederim müsaade ederseniz yalnız kalmak istiyorum” dedi.

Genç kızın acı ve hüzün karışımlı üzgün ses tonu, empati duygusunu kürtajla aldırmış Hazır Hazım’ı hiç etkilememişti. Genç kıza uzattığı boş ve anlamsız peçetenin içi duygu yüklenip geri iade edilmiş halde elinde duruyordu. Hazır Hazım hiç beklemediği duygu ağırlıklı peçete ile kalmanın şokunu üstünden atıp konuşmaya devam etti…  Size verdiğim boş peçeteye duygularınızı akıtıp bana geri verince aklıma geldi; Aziz Nesin der ki: Bir kadına sperm verirseniz size bir çocuk verir; ona bir ev verirseniz, size bir yuva verir; ona sebze verirseniz size yemek verir… Ne doğru söylemiş dimi? Misal ben size kuru bir peçete verdim, siz bunu karşılıksız bırakmadınız… Bu duygu dolu peçeteyi ömrüm boyunca saklayacağım diyerek içinde bol miktarda mukoza yüklü peçeteyi cebine sokarak konuşmasına devam etti… Bir genç kız asla yalnız ağlamamalıdır; derdini, düşüncelerini içine atmamalıdır. Lütfen beni bu durumdan faydalanmaya çalışan biri olarak düşünmeyin; böyle düşünürseniz üzülürüm... Ben üzülünce kötü espriler yapar, saçmalarım, göğüs kıllarım elektriklenir, ciğerlerim sallanır, güven eksikliği yaşarım, gözüm seğirmeye başlar…

Olmuyordu, ne söylese, ne anlatsa genç kızdan olumlu bir tepki gelmiyordu. Ne yapacağını bilemiyor, ne diyeceğini şaşırıyor, saçmalıyordu. Daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Genç kızın yüzünde oluşacak bir mimik, bir umut ışığı arıyordu.

Şalterleri kapanmış ampul sağırlığında söylenenlere hiç tepki vermeyen genç kız Hazır Hazım’ın söylediklerini duymuyor, öylece boşluğa bakıyor Hazım ise o boşluğu kıskanıyor onun yerinde olmak istiyordu. Barmen Muzo ile iddiaya girmişti, masadan kalmaya hiç niyeti yoktu…

“Lütfen siz de beni anlayın ben birilerine yardım edince mutlu olan ender insanlardanım. Sizi burada ağlarken bırakıp gidersem aklım sizde kalır. Akılsız birini kim n’apsın? Dimi? Hem zor zamanlarınızda yanınızda olmayan birini iyi zamanınızda niye isteyesiniz ki?”  Genç kız gözünden süzülen duygu yüklü rimel renkli sıvıyı silerek… “Siz benim iyi günümde yanımda olmak maksadıyla mı buradasınız?...” diyerek yüzüne düşen saçını eliyle kulak arkası edip sorusuna cevap bekler halde Hazır Hazım’a baktı.

Hazır Hazım Kuala Lumpur bakışlı Golyat kurbağasının gözlerine bakarak katatonik hastalığına yakalanmış olduğunu düşündüğü kızdan ilk soru gelince bu teşhisinin yanlış olduğunu anladı.

Genç kızın ilk sorusuydu, bu iyi bir gelişmeydi. Kendisine yöneltilmiş soruyu gol pası olarak algılayan Hazır Hazım kaleci ile karşı karşıya kalmış santrforun hissiyatı ile soruya nöronlar arası bağları yeniden düzenleme aktivitesine başladı.

Hazır Hazım 34 yaşında geniş omuzlu, temiz yüzlü, kültür düzeyi konuya göre değişkenlik arz eden, egosu deniz seviyesinin üstünde, çenesi bel altından düşük biriydi. İkna kabiliyeti tahterevalli gibi bir inip bir çıkıyordu. Bir ilaç firmasınında plasiyer olarak çalışıyordu. Fakat kadın dendi mi akan sular dururdu. Acil bir şekilde konuşmaya başlaması, sandırıcılığını devreye sokmalıydı.

Birden kendi ağzından dökülen cümleleri dinlemeye başladı… “Dünya eskisi gibi değil. Bu dönek yuvarlak içinde, kültürler, ideolojiler, sistemler hızla birbirine giriyor, savaşıyor ve karışıyor. Aklı aşureler hala bir ideolojiye sarılıp uğruna savaşmanın erdemlerini saya dursun yeni nesil hayatın tadını buldu bile… “

Genç kız ne söylenenleri anladı, ne konuşmaya takati vardı… Tek aklında kalan son cümleydi. Ayıp olmasın diye “Neymiş o?” diyerek ikinci sorusunu sordu.

Anlatacağım ama derin mevzular bunlar, öyle kuru kuru anlatılmaz; önce bir şeyler içmek lazım. Biraz rahatlamak, işletmeye para kazandırmak lazım… Şimdi şarap mı içersiniz, yoksa size güzel bir kokteyl mi yaptırayım? Diye sordu, cevabı merakla bekliyordu. Muhabbetin derinleşmesi, bunun için de bir şeylerin içilmesi şarttı…

Genç kızın “Tekila içerim” cevabını duyan Hazır Hazım muhabbetin derinleşeceği duygusu ile yarım yamalak oturduğu koltuğa iyice yerleşip…

-“Tekila mı?” diye sordu…

Genç kız…

-“Evet, tekila istiyorum, sakıncası mı var?”

“Hiç olur mu, tekila benim en favori içkimdir… Her şeyi unutturur; devadır, mutlu eder, hoş eder, kanat gereksinimi olmaksızın uçurur… Kimse bilmez: Hezarfen Ahmet Çelebi’de Galata Kulesi'nden Üsküdar'a kendi imalatı kanatlarla değil tekila ile uçmuştur. Tekila olmasaydı Meksika gereksiz bir ülke olurdu sözleri genç kızın yüzünde hafif tebessüm oluşturdu.

Zaman geçtikçe hava kararmaya bar müşterileri çoğalmaya, müzik desibeli yükselmeye başladı.

Barmen Muzo muhabbetin arasına girip beşinci kadehleri de masadan aldı. Birer tane daha ister misiniz diye sorup mimikleriyle Hazır Hazım’dan durum raporu istedi, Hazır Hazım gözlerini uzaktan kumanda ile yavaş yavaş kapanan otomatik kepenk gibi indirerek her şey yolunda raporu verdi. Genç kız başı öne eğik halde Muzo’nun “Bir tane daha ister misiniz” sorusuna kararlı bir ses tonuyla “Şişeyi getirin lütfen” cevabını duyunca hormonları tavan yapan Hazır Hazım hiç güldürmeyi başaramadığı kıza bakıp, empati yapıyormuşçasına “Fazla neşe verilebilir bir şey olsa da size verebilsem” dedi… Uzun bir sessizlikten sonra… “Sizi üzen bir erkek mi?” Sorusunu yöneltince, düşünceler dalmış genç kız başını evet anlamında aşağı yukarı hafifçe salladı.

Hazır Hazım kendisi de erkek değilmiş gibi… “Erkek milleti böyledir işte” dedi.

Vurdumduymaz, sahtekâr, ikiyüzlü, hilebaz, yalancı ve çıkarcıdırlar. Değer bilmezler… Kendileriyle ilgilendiğini fark ettiklerinde oturma organları kalkar, kaybetme korkusuyla üç buçuk atmaya başlar. Çaba ve emek göstermektense çekip giderler; söylenenleri anlamaya çalışmaz, empati yapmazlar… Olaylara yüzeysel bakarlar… Altta kalmayı sevmez, terk edileceğini anladığı an ani bir kontra atakla ilişkiye noktayı koyar maçı bitirirler. Terk ederek kazanıp 3 puanı hanesine yazdırırlar. Erkek milletinin hayatı yanılgılar üzerine kuruludur. Kadını zorla feminist yapar, sonra feministlerden nefret ederler. Bunlar uzaktan adam görünen, adamlıktan uzak tiplerdir…

Hazır Hazım, tekila, tuz, limon üçlemesinden sonra derin bir nefes çekti… Alkol kokulu nefesini verip bir derin nefes daha alıp ağzını ekşiterek konuşmasına devam etti…

Ama size de biraz dişe dokunur duygulu bir şeyler söylediler mi fırından yeni çıkmış ekmeğin içindeki yağ gibi eriyor her söylenene inanıyorsunuz. Genç kız konuyu değiştirmek istercesine “Sen onu boş ver de yeni nesil hayatın tadını buldu falan diyordun ya sen bana onu anlat.”

“Bittabi” dedi Hazır Hazım… Bu konuya bir daha dönmeyi hiç düşünmemiş, hatta tam olarak ne söylediğinin bile tam hatırlamıyordu. Boğazını temizledi, tekila damlamış masayı peçete ile sildi; peçeteyi buruşturup kare şekilli küllüğün köşesine tıktı. Kendisinden cevap bekleyen genç kıza eliyle tuvaleti gösterip “Hemen geliyorum” diyerek gitti. Döndüğünde tekila şişesinin masaya geldiğini, genç kızın şişeyi diklediğini görünce bu gece olabilecek aktiviteleri düşünerek iyice keyiflendi. Genç kız kendini iyice koy vermiş dekoltesi daha derinleşmişti.  Hazır Hazım bu gece o göğüslere yakından bakabilecek onlara dokunacak, dişleyecek, öpecek, kokusunu içine çekecekti. 

Hazım boğazını temizleyip şişeden bir fırt çekip “Seks” dedi. Genç kız hayatında ilk defa böyle bir kelime duyarcasına “

Seks mi? Ne seksi?”

“Hayatın tadı” dedi Hazır Hazım hafif çekingen halde. “Gençlik…” dedi…  Gençler yani… Nasıl anlatsam…“Cinsel arzularımızın tetikçisi” 

Hiç olmayan olmuş, kelimeler anlamını yitirmiş uzun süredir ilk defa bu kadar heyecanlanmıştı. Konuya nasıl devam edeceğini nerede noktalayacağını bilmiyordu. Birden alnındaki teri fark ederek masa üzerindeki peçetelikten 3-5 peçete alıp alın terini sildi. Genç kızın dekoltesine dekoltesiyle cevap verircesine gömleğinin üst düğmesini açıp genç kıza baktı. Genç kızın suratında gizem vardı… Önce sağ sonra sol gömlek kolunu özenle katlayarak kol dekoltesini devreye soktu.

Her iki cinsin birbirini arzulaması… Yani cinsel arzunun tetikçisi olan testosterondan bahsediyorum.Testosteron seks ve saldırganlık hormonudur biz erkekler onu testislerimizde ve adrenalin bezlerimizde üretirken, siz kadınlar yumurtalıklarında üretirsiniz.

Yanından geçen garsona çerez kabını vererek yenilemesini istedi.

Dönüşü olmayan bir yola girmişti, keşke bu kadar erken davranmasaydım diye düşündü. Ok yaydan çıkmıştı, geri dönüşü yoktu. Tekilanın da etkisiyle en iyi savunma hücumdur diye düşünerek devam etti.

Yani dedi… Her iki cinste de beynin seks motorlarını harekete geçiren kimyasal yakıt testosterondur. Yeterince yakıt olduğunda testosteron hipotalamusa ulaşıp erotik duyguları tetikler, cinsel fantezileri azdırır ve erojen bölgelerdeki hassasiyeti arttırır.

                Genç kız ilk kez söylenenleri dinliyor gibiydi… “Bir dakika, bir dakika” dedi… Saçını düzeltti, omuzlarını dikleştirdi, sol bacağını sağ bacağının üstüne attı, iyice dağılmış gömleğini çeki düzen verip ne almana geldiği muamma gülümsemesine noktalı virgül koyarak boğazını temizledi… Hazır Hazım’a hafifçe eğilip kısık bir ses tonuyla “sen yoksa benimle sevişmek mi istiyorsun?...”

Genç kız direkt olarak sormuştu. Hayır diyemezdi. Evet derse bir tepki alır mıyım diye düşünken, gözü tekrar genç kızın dekoltesi ile buluşunca beyni ile düşünmeyi bırakıp…

                -Bu ülkede sizinle yatmak istemeyen bir erkek olabilir mi? Testislerimde biriken testosteronlar birbirine vuruyor, dekoltenize baktıkça kan bedenimde iki misli devir daim ediyor, gamzenizin çukuru uçkurumu çözüyor, dolgun dudaklarınızın öpmemek için kendimi zor tutuyorum.

-Hani siz birilerine yardım edince mutlu olan ender insanlardandınız? Dudaklarımı öperek mi bana yardımcı olacaksınız? Lütfen masamı terk ediniz ve bir centilmen gibi hesabı ödeyiniz.

Hazır Hazım dumura uğramıştı. Top direkten dönmüş, şampiyonluk son anda kaçmış, tüm stat kendisini yuhalıyor gibi hissediyordu… Koltukta öylece kalakalmış kendi oluşturduğu boşluğa bakıyordu… Birden Muzo ile girdikleri iddia aklına gelince iddiayı kaybettiğine mi yansın, kıza mı yansın bilemedi.

                -Barın önünde iki ekip arabasından belirdi. Hızla bardan içeri giren polisler genç kızla, Hazır Hazım’ın yanına gelerek “ikiniz de cinayetten tutuklusunuz” diyerek genç kızın sol, Hazır Hazım’ın sağ elini birbirine kelepçelediler. Hazır Hazım bu kızla, bu gece, bu bardan el ele çıkacağız derken bunu kast etmemişti. Tek tesellisi barmen Muzo ile göz göze geldiklerinde kızın elini tutup kelepçeli elini havaya kaldırıp göz kırpması oldu. En azından iddiayı kazanmıştı.

Her ikisi de ayrı ayrı sorgulandılar… Genç kız üvey babasının kendisine tecavüze yeltendiği gerekçesiyle öldürdüğünü itiraf edip Hazır Hazım’ı tanımadığı söylemesine rağmen cinayete azmettirici olabilir şüphesiyle Hazır Hazım’ı sorgulamaya devam ettiler. Hazır Hazım ise sorguda yeminler ediyor, kızın adını bile bilmediğini tamamen testosteron kurbanı olduğunu, tek amacının kızı ayartıp eve atmak olduğunu anlatıyor fakat polisleri ikna edemiyordu… Barmen Muzo’nun mahkemeye gelip olayları olduğu gibi anlatması mahkeme heyetini etkilemiş fakat Hazır Hazım’ın tutuklu yargılanmasına engel olamamıştı.

Sorgu esnasında polis memurlarından biri, “Bu testosteronların seni yaktığını söyleyip duruyorsun… Fakat Emniyet Müdürlüğü’nün “Testosteronla Mücadele” şubesi yok; bu yüzden seni cinayetten yargılıyoruz” diyerek sinir zıplatan esprilerine kendi kendine kahkahalar atıp, “Gel biz ona Testet Neron diyelim” takılmaları Hazır Hazım için tam bir işkenceydi. Buna rağmen… “Diyelim amirim! Siz nasıl isterseniz öyle diyelim! Yeter ki siz beni bırakın… Hemen şimdi bırakın gideyim; arada gene uğrarım” yalvarışları polis memurunun daha fazla kahkaha atmasına neden oluyor başka da bir işe yaramıyordu.

Önce kafasını karıştırmak maksadıyla ÖSS, ÖSYM, KPSS, OGS, KGS, HGS, SSCB, BJK, TJK, TFF, PTT, SBS HSBC’nin açılımları soruldu… Sonra, çapraz sorgu, doğrudan sorgu, derin sorgu, psikolojik sorgu, gibi birçok sorgudan geçirildi. Beş benzemez sorulara, hiç benzemez cevaplar alındı.  Aylar süren tutukluluk sonrası Hazır Hazım’ın olayla hiçbir ilişkisinin olmadığı anlaşılınca özgürlüğüne kavuştu…  

Genç kız çok yıl, çok ay ceza ile yargılandı. Hâkim, önce ağır tahrik olduğu gerekçesiyle çok yıl çok aya % 50 indirim yaparak başladığı duruşmaya… Daha önce hiçbir suç işlememesi, suçunu itiraf etmesi, ifadeleriyle mahkemeye yardımcı olması, duruşma düzenini bozmaması, aynı suçun tekrarlanmayacağına dair oluşan kanaat ve mahkemedeki iyi hali göz önünde bulundurularak her biri için yaptığı okkalı indirimlerle davayı sonlandırdı. Genç kız, güzelliği için de bir indirim alabilseydi alacaklı bile çıkacaktı.

Cezaevinden çıkarken testosteronlarını içerde bırakmanın kendisi için daha iyi olacağını düşünen Hazır Hazım, dışarı çıkar çıkmaz yeri öpüp “ Tuzsuz aşım, testosteronsuz başım” sloganıyla yepyeni bir hayata başladı…

Aralık 2013ABDAL YAZILARNot: Bu yazının alt kısmında bulunan yorum bölümüne yorum yazabilir, Facebook'ta paylaşabilir veya Facebook sayfamızı beğenebilir hatta arkadaşlarınızı davet edebilirsiniz. Ayrıca sitenin sağ alt kısmında "bu siteye katıl" yazısına tıklayarak siteye üye olabilir ve Twiter hesabımızdan takip edebilirsiniz

ALLAH'IM NE ÇOK ACI VAR

Boşnak yönetmen Danis Tanovic’in yönettiği ‘Bir Hurdacının Hayatı’, 2013’ün payına düşen sahiciliklerden biri. Tanovic’in, okuduğu bir gazete haberi üzerine çektiği film, geçimini hurdacılıkla kazanan Nazif Mujic’in gerçek hayat hikâyesini anlatıyor.Ümit Yaşar Oğuzcan’ın ‘Milyon Kere Ayten’ şiirinin mizah gündeminin başköşesine kurulduğu bugünlerde sinemadaki ‘Ayten sendromu’ndan bahsetmek de bize düşsün. Bu sendrom, sinemada şairin kastettiğinden farklı bir biçimde kendini gösterir. Sinema seyircilerinde genellikle yaz aylarında görülürse de sonbahar ve kış mevsiminde nüksettiği de vâkidir. Kısaca şöyle tarif edilebilir: Seyirci, art arda izlediği bazı filmlerde olaylar, mekânlar, karakterler, oyuncular ve yönetmenler değişse de hep aynı ‘kurgu’yu izliyormuş hissine kapılır. Başka bir deyişle macera, aksiyon, fantastik, bilim-kurgu ya da edebiyat uyarlaması fark etmez; onun payına düşen bellidir: Elde var Ayten! “Çevremde bu sendroma tutulan var mı, uzak durayım!” diye telaşa kapılmayın; herkesin başına en az bir kere gelmiştir. Hani, hakikati ararken, dürüstlük beklerken, kandırılmışlık hissiyle salondan ayrılırsınız da sonra gazetelerde, internet sitelerinde o filme dair yazılanları okuyunca gayri ihtiyari ‘İnsan gerçekten hayret ediyor’ dersiniz ya, işte öyle bir şey. Sinemada buna benzer pek çok ‘Ayten örneği’ bulunabilir. Şimdi, kalbinizi ferah tutun. Danis Tanovic’in yönettiği ‘Bir Hurdacının Hayatı’ bu örneklerden uzak, sahici bir yerde duruyor. Hatta şöyle diyebiliriz: ‘Bir Hurdacının Hayatı’, 2013’ün payına düşen sahiciliklerden biri. Boşnak yönetmen Danis Tanovic’in belgesel ile kurgu arasındaki çizgiyi iyice silikleştirdiği film, bir gazete haberinden yola çıkarak 17 bin dolar maliyetle çekilmiş. Düşük yapan bir kadının sigortası olmadığı için tedavi edilmediği haberini okuyan Tanovic, 8 kişilik ekibiyle birlikte soluğu Nazif Mujic’in evinde alır. Nazif ve ailesinin sadece yaşadıklarını yeniden ‘canlandırdığı’ filmde, yönetmen de her türlü kurgu ve kadraj hilelerinden imtina ederek kamerasını evin içinde gezdirir. Hurda demir toplayarak hayatını güç bela kazanan iki çocuk sahibi Nazif, bir gün eve geldiğinde üçüncü çocuğuna hamile olan karısı Senada’nın iyi olmadığını görür. Telaşla hastaneye yetişen Nazif, bebeğin anne karnında öldüğünü ve annenin hayatını da tehdit ettiğini öğrenir. Ancak sağlık sigortası olmadığı için hastaneden kendisine yüksek bir fatura çıkarılınca ameliyat olamadan geri dönülür. Nazif, karısını kurtarabilmek için daha fazla araba parçalamak ve demir toplamak zorundadır.AYTEN OLSA DAYANMAZ!‘Bir Hurdacının Hayatı’, trajik bir film değil; bir trajedinin filmi. İster kapitalizmin trajedisi deyin, ister insanlığın… Savaş sonrası Bosna’nın dramı olarak da okunabilir. Dolayısıyla ‘Bir Hurdacının Hayatı’nı izlerken, insanın zihinde bir taraftan da ‘Çocuklar’ filmi dönüp duruyor. Savaş sonrası Bosna’yı ve savaşın genç kuşak üzerindeki etkisini çarpıcı bir şekilde anlatan Aida Begic imzalı ‘Çocuklar’ filmini seyretmeden Tanovic’in peşinden gittiği bu hakikat arayışı seyirci nezdinde biraz eksik kalabilir. Danis Tanovic, basit bir ‘fakirlerin hayatı’ sömürüsü yaparak düzeni eleştirme yolunu seçmiyor. Daha doğrusu, filmini böyle bir hikâye olmaktan çıkarıp daha yukarıda bir yere yerleştiriyor. İzlerken, insanlığınızdan utanıyor ve Bergman’a hak veriyorsunuz: “Dünyayı ancak utanç kurtarabilir.” Nazif ve ailesinin yaşadıklarının sanayileşme yoluyla gelişmeye çalışan bir toplumdaki karşılığını ve sağlık sisteminin nasıl bir ‘ayrıcalık’ haline geldiğini net bir şekilde ortaya koyuyor yönetmen. İnsana daha ağır geleni ise izlediğimiz filmin, perdede gördüğümüz insanların hayatındaki acıları filtresiz ve çok büyük oranda müdahalesiz bir şekilde anlatıyor olması. İster istemez, adının baş harfleri ‘acz’ tutan şairin yazdığını tekrarlarken buluyoruz kendimizi: (Allah’ım) “Ne çok acı var.” Hayatının dökümü niteliğindeki ‘Yaşamak’ kitabına bu sözlerle başlıyordu Cahit Zarifoğlu. Zarifoğlu’nu okumuş olsaydı ihtimal Tanovic de filmini bu cümle ile açardı. Zira aynı duyguları dillendirerek isyan ediyor Tanovic. Nazif Mujic’in evinde hastalık ile mücadele, tıpkı Zarifoğlu’nun evinde olduğu gibi yürütülüyor: “Evimizde her türlü musibete ve hastalığa karşı tek bir doktor vardı: Dua ve aspirin.” Danis Tanovic’in bir başka isyanı ise Bosna Savaşı sonrası ülkenin ve Boşnakların çektiği yalnızlığa. Nazif Mujic ve ailesinin yaşadıklarından hareketle “Bütün o savaş, katliam, zulüm ve sıkıntılardan sonra şu yaşadıklarımıza bir bakın! Geldiğimiz nokta bu mu olmalıydı?” sorusunu yöneltiyor, öfkeyle. Yine Zarifoğlu’na dönersek, kısaca şöyle bir isyan bu: “Dayandığımız şeylerin hangisi buna değerdi?” Hasıl-ı kelam; birörnek sanallıklar içinde sahici bir ışıltı olarak parlayıp ‘yokluğumuzu’ bastıran bu filmi görmezseniz eksikliğini bile hissedemeden, ‘ne çok acı’ olduğunu daha az müdrik biri olarak yaşar gidersiniz. Ya da şöyle diyelim: “Elde var Ayten!” diye hayıflanmaktan bıktıysanız, ‘Bir Hurdacının Hayatı’ sizi bekliyor.[HAFTANIN FİLMİ] BİR HURDACININ HAYATI -EPIZODA U ZIVOTU BERACA ZELJEZAYÖNETMEN: DANIS TANOVICOYUNCULAR: NAZIF MUJIC, SENEDA ALIMANOVIC, SANDA MUJICHAFTANIN DİĞER FİLMLERİHayatımız ‘özürlü’İlk uzun metraj filmi Eylül ile festivallerden ödülle dönen Cemil Ağacıkoğlu, ikinci filminde duygusal bir öykü anlatıyor. Güven Kıraç’ın yıldızlaştığı filmde, hayatı boyunca birine bağımlı yaşamak zorunda olan Selim’in geleceği, annesi Neriman Hanım’ın en büyük endişesidir. Selim’in kardeşi Zafer evlenmeye karar verince evde başlayan düğün hazırlıkları ailedeki gündemi değiştirir. Düğün telâşı sırasında Selim, açılan kapıdan çıkar ve kaybolur. Gidişiyle çözülmeler başladığında, aileyi Selim’in bir arada tuttuğunun farkına varırlar.Köy Enstitüsü yılları...İdeolojik yönü bir yana, yeni kurulan bir ülkenin eğitim projesi olarak bile sinema için hayli malzeme içeren Köy Enstitüleri’nin kaderi, tek taraflı ve yüzeysel bakış açılarıyla perdeye yansımak olacak gibi. Tıpkı geçtiğimiz yılın filmi Bu Toprağın Çocukları’nda olduğu gibi Yarım Kalan Mucize de benzer yetersizliklerden mustarip. 2. Dünya Savaşı atmosferinde Nahide adlı bir genç kızın kaderi ilkokul öğretmeninin teşviki ve gayretleriyle değişir. Köyünden kaçıp Köy Enstitüsü’ne giden Nahide, Anadolu’daki yeni bir eğitim seferberliğinin parçası olacaktır.Dinozorlar arasında...‘Dinozorlarla Yürümek’, çocuklu aileler için haftanın eğlenceli ve bilgilendirici yapımı olarak dikkat çekiyor. Üç boyutlu animasyon filmde, izleyici dinozorların yaşadığı döneme gidiyor. Patchi, büyük kardeşi Juniper ve diğer kardeşleriyle birlikte aynı sürüde doğmuş ve bir arada büyümüştür. Bu dinozorların en çelimsizi Patchi, her seferinde limitlerini zorlamak zorundadır. Babalarının izinden ve mirasından devam etmeye karar veren iki kardeş, en yakın arkadaşlarını ve bir kuş olan Alex’i de yanlarına alarak Arctic North’a doğru yola çıkar.

DAYRUN

 

 

Uzun bir günden sonra evdeyim. Bu aralar 1. sömestr´in sonunda vericegim derslerimle ilgileniyorum. 4 koleksiyon, degisik tasarimlar, Dosyalar, ödevler,... Zor ama bir okadar heycanli! Sanki yeni Üniversitede okumaya baslamisim gibi geliyor ama 1. Sömestr neredeyse bitti ve yilbasida kapinin önünde:) Zaman hizlica kosuyor sanki..! Bazen bir korku icimi sarmiyor degil, herseyi bir arada nasil yapicagimi düsüniyorum, yapmak istedigim o kadar cok sey var ki! Ama bu aralar sabahlari cok zor kalkiyorum, disarisi daha karanlik yatakdan uyanmaya calisiyorum. Günün ilk saatleri zaten ortalikda ruh gibi dolaniyorum, ilerliyen saatlerde kendime geliyorum ve aksamlari enerji dolu bir gece kusu oluyorum:) Ama sadece 2 gün kaldi, sonra tatil ve benden daha fazla duyicaksiniz :)

 

Güzel bir aksam diliyorum hepinize, görüsmek üzere!

 

//Ich bin zuhause nach einem langen Tag. Derzeit arbeite ich an meinen Aufgaben die ich bis Ende des Semester abgeben muss. 4 Kollektionen, verschiedene Entwursmethoden, Mappen, Hausarbeiten., und und und. Anstrengend aber trotzdem so spannend! Mir kommt es so vor als hätte ich erst neu angefangen zu studieren, aber das erste Semester ist schon bald zu Ende und Silvester steht auch schon vor der Tür:) Die Zeit rennt an einem vorbei..! Manchmal macht es mir schon ein wenig Angst und ich frage mich wie ich alles unter einen Hut bekommen soll, ich habe so viel vor! Aber zur Zeit bin ich ein totaler Morgenmuffel. Es ist draußen noch total duster wenn ich aufstehen muss! Die ersten Stunden des Tages bin ich auf Standby, erst im Laufe des Tages laufe ich warm und bin dann total nachtaktiv und sprühe vor Energie! Naja, das sind die letzten 2 Tage, dann ist erstmal Vorlesungsende und ich werdet öfter von mir hören :)

 

Habt einen schönen Abend und bis bald!//

 

Love,

Aslı

 

 

19 Aralık 2013 Perşembe

'Her anlamda bir çöküş yaşanıyor'

Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde dün açılan sergisinin adı ‘Tekerrür’, ocakta çıkacak son romanının adı ‘Kerr’, Şubat 2014’te gösterime girecek son filmi ise ‘Ben O Değilim’. Eserleriyle “Kötülük nereye varabilir, sınırları var mıdır?” diye soran sanatçı Tayfun Pirselimoğlu, tekerrür eden savaşların, ölümlerin, yıkımların artık daha kötü bir şekilde hayatımızda olduğunu söylüyor.Yazar, yönetmen ve senarist Tayfun Pirselimoğlu, günümüzün en üretken sanatçılarından. Bugüne kadar 7 film çekti, roman, hikâye ve deneme türünde 9 kitap yazdı, yurtiçi ve dışında olmak üzere 7 sergi açtı. Pek çok işi de ne hikmetse hep aynı dönemlere denk geldi. Pirselimoğlu, bunu bilerek yapmadığını söylese de yine böyle mümbit bir dönem yaşıyor. Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde dün “Tekerrür” sergisini açtı, uzun bir süre önce tamamladığı romanı “Kerr”, Ocak 2014’te İthaki Yayınları’ndan çıkacak. Tekerrür ile aynı kökten gelen “Kerr” de tıpkı son filmi gibi sürprizli. Kayıp Şahıslar Albümü (2002, Om Yayınları) adlı kitabının ilk ve son bölümünün aynen yer aldığı romanın sadece ortası değişik. Hikâyesini merak edenler ocak ayını bekleyecek. Sanatçının son filmi “Ben O Değilim” de Şubat 2014’te gösterime girecek. İstanbul’un nev-i şahsına münhasır galerilerinden biri olan Milli Reasürans’ta sergi vesilesiyle buluştuğumuz Pirselimoğlu, filminden ve romanından ağzımıza bir parça bal çalıp 2 yıl önce şekillenen Tekerrür sergisini anlattı. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Viyana Hochschüle für Angewandte Kunst’ta (Uygulamalı Güzel Sanatlar Akademisi) resim ve gravür eğitimi gören Pirselimoğlu, 2005’te yine aynı mekânda sergilediği, Irak Savaşı’nı anlatan “Felluce” resimleri ile, bildik bir coğrafyada ‘karanlık’ güçlerin istilasına işaret ediyordu. Burnumuzun dibindeki savaşın zehirli atmosferini soluyan ‘acayip’ figürlerin eşliğinde tuhaf, endişe verici, korkutucu bir ‘geçmiş zamanın’ tasviri ile karşı karşıyaydık. Felluce sergisi, hüzünlü bir sonu önerse de çok ümitvâr bir kapı aralıyordu. Tekerrür, Felluce’nin devamı niteliğinde fakat şimdi o askerler bu kez çok daha kalabalık, çok daha acımasız bir şekilde geliyorlar. Üstelik, sessizce gökyüzünden ipler, kanatlar vasıtasıyla iniyor ve toprağın altına geçiyorlar. Kanatların ima ettiği hafiflik-iyilik değil, sahte bir duruş ona göre. Tekerrür eden savaşlar, ölümler, yıkımlar artık daha kötü bir şekilde hayatımızda. Tüm dünyayı kapsayan, Felluce’nin sınırlarının dışına çıkan, memleketimizi de içine alan bir kötülük hali bu. Pirselimoğlu, o niye öyle oldu, bu niye böyle oldu diye hep sorular soracağımız ve cevabını alamayacağımız, neden-sonuç ilişkisinin ortadan kalktığı dönemlerde yaşadığımızı düşünüyor. “Ben soru sormayı seviyorum. Bu halimden memnunum. Ama insanlar ferahlamak için bazı cevaplara ihtiyaç duyuyorlar.” diye ifade ediyor duygularını. Tekerrür sergisinin sorusu oldukça açık: “İnsanlığın gidişatı nereyedir, bu kötülük nereye varabilir, sonu var mıdır? Bu kadar çok insanın öldüğü bir dönem olmuş muydu?” Pirselimoğlu, “Bu sadece savaşla açıklanacak bir şey değil, her anlamda bir çöküş içindeyiz.” diyor ve ekliyor: “Mesela dostluk imtihanlarının bu kadar keskinleştiği bir zamanı hatırlamıyorum ve artık ölüm üzerinden bir eşitlenme yok. Herkesin kendi ölüsü var.”Ben O Değilim, çok sürprizli bir filmİlk kez Roma Film Festivali’nde (8-17 Kasım 2013) gösterilen ve burada aldığı “En İyi Senaryo” ödülü ile dikkat çeken, ‘Ben O Değilim’; Edinburg, Rotterdam, Münih, Sofya, Pekin film festivallerini dolaştıktan sonra Şubat 2014’te gösterime girecek. Ercan Kesal ve Maryam Zaree’nin başrolünde oynadığı film, kimlik değiştiren bir adamın hikâyesini anlatıyor. Pirselimoğlu, “Şimdilik ancak bunu söyleyebilirim. Çok sürprizli bir film olduğu için konuştukça fazla ipucu verebilirim. Ercan Kesal, çok iyi bir oyuncu. Senaryoyu yazarken Ercan tam olarak oturdu kafamda. Çok dişi bir rolde. İki karakteri bir anda oynuyor. Bu da bir oyuncu için her zaman yakalanacak bir fırsat değil. Ercan Kesal, bunu çok iyi değerlendirdi.” diyor.

18 Aralık 2013 Çarşamba

Mehmet Âkif Müzesi için engel kalmadı

Mehmet Âkif’in İstanbul’da son günlerini geçirdiği Mısır Apartmanı’ndaki dairenin, yıllardır Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca bir müzeye dönüştürülmesi bekleniyor. Bakanlığın oluşturduğu komisyondan herhangi bir haber gelmezken, Mehmet Âkif koleksiyoneri M. Ruyan Soydan’ın ulaştığı resmî rapora göre şairin vefat ettiği yerin Mısır Apartmanı’nın 5. katındaki 22 numaralı daire olduğu tespit edildi.Mehmet Âkif'in son günlerini geçirdiği Mısır Apartmanı'ndaki dairenin Mehmet Âkif Müzesi'ne dönüştürülmesi, 2010’un Aralık ayından beri bekleniyordu. Bir nevi yılan hikâyesine dönen süreçte gelinen nokta ise Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın, Âkif'in son günlerini Mısır Apartmanı'nın 17. veya 18. dairesinde geçirdiği, ancak tam olarak hangi daire olduğunun bilinmediğini belirtip, bunu tespit etmek için Bakanlığın bir komisyon kuracak olmasıydı. Atanan komisyonun 2011 Aralık ayından beri Akif'in tam olarak hangi dairede vefat ettiğini tespit etmesi ve çıkacak sonuca göre de ilgili dairenin kamulaştırılması için çalışmalara başlanması bekleniyordu. Yaklaşık iki yılın sonunda komisyondan bir ses çıkmadı. Geçtiğimiz cumartesi günü Türk Dünyasını Aydınlatanlar Sempozyumu'nda bildiri sunan en önemli Mehmet Akif koleksiyonerlerinden Mehmet Ruyan Soydan, yaptığı araştırmalar sonunda ulaştığı resmî bir raporla, Âkif'in Mısır Apartmanı'nda son günlerini geçirdiği dairenin hangisi olduğunu açıkladı. Bu resmî rapora göre Âkif'in vefat ettiği yer Mısır Apartmanı'nın 5. katındaki 22 numaralı daire. Soydan'ın ulaştığı bu belge ile birlikte, Mehmet Âkif Müzesi'nin kurulmasının önünde herhangi bir engel kalmadı. Mehmet Ruyan Soydan'ın yaptığı araştırmalar sonucunda ulaştığı belgelerde, Âkif'in rahatsızlığı dolayısıyla kaldığı Teşvikiye Sağlık Evi'nden Mısır Apartmanı'na naklini içeren 14/7/936 tarihli raporda önemli bilgiler yer alıyor. Raporda, “Şair Mehmet Âkif'in, hasta olarak yattığı Teşvikiye Sağlık Evi'nden 10/7/936'da çıkıp Beyoğlu'nda Mısır Apartmanı'nın beşinci katında Abbas Hilmi Paşa ailesinden Prenses Emine'nin vekili avukat Fuad'ın yanına gittiği" bilgisi bulunuyor. 19/7/936 tarihli bir başka yazışmada ise bu mevzu teyit edilerek; “Mısır Apartmanı'nın beşinci katında Abbas Hilmi Paşa ailesinden Prenses Emine'nin vekili avukat Fuad'ın yanında oturan şair Mehmet Âkif'in hariçle yapacağı muhaberesini” kontrol müsaadesi isteniyor. Âkif'in, Mısır Apartmanı'nın 5. katında kaldığı daire ise 21/7/936 tarihli diğer bir yazışmada daha açık belirtilerek, avukat Fuat Şemsi'nin Mısır Apartmanı'nın 22 numaralı dairesinde oturduğu ifadelerine yer veriliyor.Mehmet Âkif Anı evi yapılacaktı1925'te gittiği Mısır'dan yaklaşık 11 yıl sonra 17 Haziran 1936 tarihinde dönen Mehmet Âkif'i, Türkiye'de karşılayanlar ve ona sahip çıkanlar Mısır'da onu himaye eden ailenin mensuplarıydı. Mısır'da Abbas Halim Paşa, Âkif'in nasıl tek dayanak noktası olmuş ise İstanbul'da da Prenses Emine Abbas ve Said Halim Paşa'nın oğlu Prens Halim Bey de aynı vazifeyi yerine getirmişti. Bu yüzden Mehmet Âkif yurda döndükten sonra Prens Halim Bey'in Alemdağ'daki çiftlik evinde ve Prenses Emine Hanım'ın Mısır Apartmanı'nda kendisine tahsis edilen dairede –Fuad Şemsi Bey'in yanında- kalmış ve nihayet 27 Aralık 1936'da hayata burada veda etti. 2011, Mehmet Âkif Ersoy'un vefatının 75. yılıydı. Aynı zamanda İstiklâl Marşı’nın kabulünün 90. yıldönümüydü. Bu vesileyle 2011, Mehmet Âkif Yılı olarak ilan edilmiş; Âkif'in, son günlerini geçirdiği Mısır Apartmanı'ndaki dairenin bir Mehmet Âkif Müzesi'ne dönüştürülmesi müjdesini ilk olarak 2010'un Aralık ayında Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay vermişti. 2011'de açılması planlanan müze için aynı yılın mart ayında Bakanlık'tan ‘resmî' bir açıklama yapıldı: "Mehmet Âkif Yılı'nda şairin vefat ettiği daire ile yanındaki daire kamulaştırılarak birleştirilecek. Birleştirilen daireler, ‘Mehmet Âkif Anı Evi' olarak yeniden düzenlenecek. Ömrünün son anlarını burada geçiren Mehmet Âkif'in anısına iki daire, şairin eserleri ve özel eşyaları ile donatılacak. Mehmet Âkif'i daha yakından tanımak isteyen ziyaretçiler, bu tarihî mekânı gezebilecek." 2011 Aralık ayına gelindiğinde ise Kültür ve Turizm Bakanlığı, Âkif'in son günlerini Mısır Apartmanı'nın 17. veya 18. dairesinde geçirdiğini, ancak tam olarak hangi daire olduğunun bilinmediğini açıklamıştı. Soydan'ın ulaştığı bu ‘resmî' raporlarla birlikte Mehmet Âkif'in son günlerini geçirdiği Mısır Apartmanı'ndaki dairenin Bakanlık tarafından kamulaştırılarak müzeye dönüştürülmesi için bir ‘bahane' kalmadı.