30 Kasım 2014 Pazar

Kristal Kayısı’yı ‘Toz Ruhu’ aldı

5. Malatya Uluslararası Film Festivali, önceki akşam düzenlenen kapanış ve ödül töreni ile sona erdi. Erden Kıral başkanlığındaki jürinin ödül listesi, Altın Koza ödüllerini hatırlatarak ufak çaplı bir ‘deja vu’ etkisine sebep oldu. En iyi yönetmen seçilen Nesimi Yetik, Toz Ruhu ile en iyi film ödülünün de sahibi oldu.Malatya Uluslararası Film Festivali, önceki akşam düzenlenen kapanış ve ödül töreni ile beşinci yılını geride bıraktı. Erden Kıral başkanlığındaki jürinin ödül listesi, Altın Koza ödüllerini hatırlatarak ufak çaplı bir ‘deja vu’ etkisine sebep oldu. Tıpkı Adana’da olduğu gibi, Toz Ruhu’nun en iyi film seçildiği gecede, filmin başrol oyuncusu Tansu Biçer de en iyi erkek oyuncu ödülü aldı. Nesimi Yetik’in en iyi yönetmen ödülü almasıyla Toz Ruhu geceyi üç ödülle kapattı.Derviş Zaim’in yönettiği Balık iki ödül alırken, Annemin Şarkısı en iyi senaryo dahil üç ödülle geceden ayrıldı. Ödül alan isimlerin büyük çoğunluğunun katılmadığı törende Malatya Cumhuriyet Başsavcısı Mustafa Alper de bir ödül takdim etti. Törenin ilginç anlarından biri ise Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) adına festivalde bulunan SİYAD Jürisi’nin en iyi film ödülünü iki film arasında paylaştırıp üzerine bir de özel ödül vermesiydi.Malatya Kongre ve Kültür Merkezi Kemal Sunal Salonu’nda gerçekleştirilen ödül töreninde ilk olarak şehirdeki mülteci kampında kalan Suriyeli çocukların geçen yıl kampta kurulan sinema atölyesinde hazırladıkları filmin kısa gösterimi yapıldı ve çocuklar ödüllendirildi. Ardından, festivalin onur konuğu Nastassja Kinski, Malatya Valisi Süleyman Kamçı’nın elinden onur ödülü aldı. Sahnede biraz heyecanlı olan Kinski, Suriyeli çocuklardan ve perdeye yansıtılan filmografisinden bahsederek duygulu anlar yaşadı. Malatya Musiki Cemiyeti de gecede mini bir konser vererek festivalde sahne aldı.5. Malatya Film Festivali Ulusal YarışmaEn İyi Film: Toz RuhuEn İyi Yönetmen: Nesimi Yetik (Toz Ruhu)En İyi Kadın Oyuncu: Neslihan Yeldan (Karınca Kapanı), Nazlıcan Tuncalı (Beni Sen Anlat)En İyi Erkek Oyuncu: Tansu Biçer (Toz Ruhu)En İyi Senaryo: Annemin Şarkısı (Erol Mintaş)En İyi Müzik: Marios Takoushis (Balık)Jüri Özel Ödülü: Zübeyde Rohani (Annemin Şarkısı)Kemal Sunal Halk Ödülü: Gittiler: Sair ve MeçhulSİYAD Ödülü: Annemin Şarkısı, BalıkSİYAD Özel Ödülü: İçimdeki İnsanEn İyi Belgesel: Tepecik Hayal OkuluBelgesel JüriÖzel Ödülü: Naim V.En İyi Kısa Film: UkdeKısa Film JüriÖzel Ödülü: KafaKısa Film Mansiyon Ödülü: Ne Topraktır Ne AsfaltUluslararası YarışmaEn İyi Film:Titli (Hindistan)Jüri Özel Ödülü: Ürkek / Violet (Belçika, Hollanda)

28 Kasım 2014 Cuma

Ben tek, siz hepiniz

Matrix serisinde Keanu Reeves’in dublörü olan Chad Stahelski’nin ilk kez kamera arkasına geçtiği John Wick, her yanına western kokusu sinmiş, şiddet yüklü bir intikam filmi. Biçimci ve estetik kaygıların öne çıktığı film, Matrix serisinden bu yana dişe dokunur bir yapımda göremediğimiz Reeves’in kariyerine ivme kazandırabilir.Kimsenin sinema sevgisini teraziye vurup tartmak haddimiz değil. Fakat western sevmeyenin sinema sevgisinden şüphe edebiliriz, etmeliyiz de! Çünkü hangi türü kazısanız altından westernin kalıntıları çıkar. Başka bir deyişle, her türde westerne giden bir yol vardır. Hatta -eski- mahalle çocukları arasındaki futbol maçlarında ya da kavgalarda söylenen “Ben tek, siz hepiniz” sözünün izini bile western filmlerinde sürebiliriz. Neyse ki John Wick var, o kadar uzaklara gitmemize gerek yok. John Wick, her yanına western kokusu sinmiş, şiddet yüklü bir intikam filmi. Bir zamanların namlı tetikçisi John Wick (Keanu Reeves), sevdiği kadın için yeraltı dünyasından ayrılır ve eşiyle birlikte mutlu bir hayat sürer. Ancak yıllar sonra eşinin ölümüyle dünyası başına yıkılır. Hayatta bir amacı kalmamıştır. Eşinin, ölmeden önce ona aldığı yavru köpek Daisy ile depresyondan çıkar. Fakat geçmiş John Wick’in yakasını bırakmaz. Bir zamanlar emrinde çalıştığı mafya babası Viggo Tarasov’un (Michael Nyqvist) oğlu Iosef ve arkadaşları bir gece onun evine gelir, 1969 model efsane Mustang’ini çalar ve Daisy’yi öldürürler. ‘Yeni yetme’ Iosef (Alfie Allen), uyuyan devi uyandırdığının farkında değildir. Babası Viggo, John Wick’i arayıp durumu düzeltmeye çalışır ama nafile. John Wick, yeminini bozmuştur bir kere… DUBLÖRLÜKTEN YÖNETMENLİĞE John Wick, tıpkı ana karakterinin sahalara dönmesi gibi, başroldeki Keanu Reeves’in de dönüş filmi. Matrix Üçlemesi’nden sonra dişe dokunur bir yapımda göremediğimiz oyuncunun kariyerinde John Wick yeni bir aşama olabilir. Tabii ki bunu zaman gösterecek. Ana karakter ile Reeves’in kariyerinin benzerliği tesadüf değil. Filmin yönetmeni, ilk kez kamera arkasına geçen ünlü bir dublör, Chad Stahelski. Şimdilerde filmlerdeki dublörlerin koordinatörlüğünü yapan Stahelski, Matrix serisinde Keanu Reeves’in dublörüydü. Brandon Lee’nin hayatını kaybettiği The Crow filminde çıkış yapan Stahelski, Matrix serisi ile parlamıştı. Belki bir vefa duygusuyla bu kez Stahelski, Reeves’i hayata döndürüyor. John Wick, biçimci kaygıların öne çıktığı stilize bir aksiyon filmi. Şu sıralar ülke gündeminden bunalan ve ‘kafa dağıtmak’ isteyenler için iyi bir fırsat. Tabii ki, bunun için sinemada şiddet ile aranızın makul seviyede iyi olması gerekiyor. Aksi halde metrekareye düşen ölü sayısı ortalamanın biraz üzerinde! Yönetmen Stahelski, incelikli tercihlerle filmini basit bir intikam hikâyesi olmaktan çıkarıyor. Müzik, set, dekor ve kostüm tasarımındaki estetik kaygıların yanı sıra görsel anlamda yeraltı dünyasının tetikçileri için de ayrı bir ‘dünya’ çizerek farklı bir yol izliyor. Tıpkı Lewis Carroll’un Alice’i gibi, John Wick de tuhaf bir otelin bodrumundan paralel bir evrene geçiyor. Kendine has kuralları olan (otel içinde öldürmek yasak, söz verdiğinde yerine getirmezsen cezası ölüm vs.) bir dünyanın içine dalıyoruz John Wick’le birlikte. John Wick’in bir köpek ve araba yüzünden bütün mafyayı ‘temizlemesi’nin ardında eski günlere dönmenin kızgınlığı var. “Bir köpek ve araba değil mi? Neden bu kadar abartıyorsun?” sorusuna, “O beni hayata bağlıyordu.” cevabını veriyor Wick. Evet, bazen küçük bir detay hayata bağlar; yine hiç beklenmedik bir olay geçmişin külünü alevlendirebilir. Filmin western ile göbek bağını en iyi kuran film ise şimdilerde usta bir yönetmen olan Clint Eastwood’un oynadığı 1968 yapımı Onları Yükseğe As. Ve tabii ki Sam Peckinpah filmleri! Oyunculuklar bahsinde, Keanu Reeves’in rolüne iyi hazırlandığı her halinden belli. Orijinal Ejderha Dövmeli Kız’dan tanıdığımız İsveçli Michael Nyqvist ile Game of Thrones dizisinde parlayan, şarkıcı Lilly Allen’ın kardeşi Alfie Allen baba-oğul Rus mafyasında filmin oyunculuk değerini artırıyor. John Wick; estetik kaygıları, biçimci yaklaşımı, orijinal atmosfer tasarımı, müzikleri ve ana karakteri ile başrol oyuncusunun birbirine paralel öyküsü sayesinde ‘kafa dağıtmak’ isteyen seyirciyi salondan boş göndermeyecek bir yapım. Ancak filmin şiddet dozu, tür meraklısı seyirci için makul olsa da alışkın olmayan bünyelere fazla gelebilir.

27 Kasım 2014 Perşembe

Kültür binaları dile gelirse…

20. Gezici Festivali yarın Ankara’da başlıyor. Eskişehir ve Sinop’a da uğrayacak festivalin ‘Dünya Sineması’ bölümünde dikkat çekici bir film gösterilecek. Altı ünlü yönetmen, ‘Eğer binalar konuşabilseydi, kendileriyle ve bizimle ilgili ne söylerlerdi?’ sorusuna Kültür Katedralleri adlı film ile cevap veriyor. Berlin Filarmoni, Rusya Ulusal Kütüphanesi, Oslo Opera Binası konuşturulan kültür merkezleri arasında.-Bu yıl, 20. yılını kutlayan Gezici Festival, yarın Ankara’da başlıyor. Festival, Ankara’dan sonra 3-7 Aralık tarihleri arasında Eskişehir’e, 5-8 Aralık’ta ise Sinop’a konuk olacak. Klasikleşen bölümlerinin yanı sıra özel bölümleri ve konuklarıyla her yıl dikkat çeken festivalde bu yıl Sinema Aşkına!, Dünya Sineması, Türkiye 2014, Gerçeğe Açılan Üç Kapı, Müzede Bir Gün, CANAN: Uyandıran Masallar, Osmanlı’dan Manzaralar, Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleri izleyiciyle buluşuyor.Bu yıl festival kapsamında gösterimi yapılacak Kültür Katedralleri (Cathedrals of Culture), her yıl farklı ülkelerden çarpıcı filmleri izleme imkânı sağlayan Dünya Sineması bölümünde yer alıyor. Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin katkılarıyla gerçekleşecek gösterimde izleyicisiyle buluşacak olan Kültür Katedralleri, festivalin en ilgi çekici filmlerinden biri olarak öne çıkıyor. Eğer binalar konuşabilseydi, kendileriyle ve bizimle ilgili ne söylerlerdi? Türkiye’de ilk kez gösterilecek Kültür Katedralleri, bu soruya şaşırtıcı cevaplar sunuyor. Yapımcı Wim Wenders, bu üç boyutlu projede kendisi de dahil olmak üzere farklı yönetmenin, her biri gerçek katedral olmasa da “kültür katedrali” olarak değerlendirilen kamusal binalara adanmış kısa filmlerini bir araya getiriyor: Berlin Filarmoni Orkestrası (Wim Wenders), Rusya Ulusal Kütüphanesi (Michael Glawogger), Halden Hapishanesi (Michael Madsen), Salk Enstitüsü (Robert Redford), Oslo Opera Binası (Margreth Olin), Pompidou Merkezi (Karim Aïnouz) beyazperdeye yansıtılıyor. Film seyirciyi adı geçen kültür binalarında gezdirirken onlarla konuşma imkânı sağlıyor.İlk gösterimi Berlin Film Festivali’nde yapılan Kültür Katedralleri, insan eliyle oluşturulan yapıların perspektifinden insan hayatını mercek altına alıyor. Mesela “Ben yeniyken, insanlar beni görünce çok şaşırıyorlardı.” der Pompidou Merkezi. Wenders’in 50 yıllık Berlin Filarmoni binası üzerine çektiği film ise bir zamanlar Potsdam Meydanı’nın yanındaki boş arazide mahsur kalmış fakat artık modernite tarafından kuşatılmış bir yapı üzerine sevimli bir çalışma. Robert Redford’un Kaliforniya’daki Salk Enstitüsü ve oradaki bilim insanları üzerine filmi ise tatlı bir sürpriz. Diğer filmler hakkında ayrıntılı bilgi: www.ankarasinemadernegi.org.Müzede sanat dolu bir gün...Festivalin 20’nci yıl sürprizlerinden “Müzede Bir Gün” bölümünde, bu yıl Venedik Film Festivali’nde ‘Yaşam Boyu Başarı’ ödülü alan sinemacı Frederick Wiseman’ın yönettiği National Gallery ve Jem Cohen imzalı Ziyaret Saatleri (Museum Hours) sinemaseverlerle buluşacak. Önceki filmlerinde izleyiciyi Paris Opera Binası, Berkeley Kampüsü ve Central Park’ta gezdiren ve mekanlara ses veren 84 yaşındaki yönetmen Frederick Wiseman imzalı National Gallery, görsel hikâye anlatıcılığının yepyeni bir formu olarak öne çıkıyor. Son dönemde hayranlık duyduğu kurumlara odaklanan Wiseman’ın çizdiği bu üç saatlik National Gallery portresi, sadece görünenin ardına yapılan bir gezinti olarak kalmıyor, duvarda asılı sanat eserleriyle ilgili görünmeyen emeği de öne çıkarıyor. İlk gösterimi Cannes Film Festivali’nde yapılan film, görsel hikâye anlatımı üzerine bir deneme niteliğinde.New Yorklu sinemacı Cohen’in en ilginç işlerinden biri olan, Locarno Film Festivali’nden ödüllü Ziyaret Saatleri ise orta yaşlı müze bekçisi Johann’ın hikâyesini konu alıyor. Film, Viyana’daki büyük Sanat Tarihi Müzesi’nde geçiyor. Sessizlik içinde sürdürdüğü işi nedeniyle geri planda kalan Johann, müze ziyaretçilerini, onların sanat eserlerini izlediği gibi dikkatle izler. Bu arada, Anne ile karşılaşır. Kuzeninin hastalığı nedeniyle kente gelen Anne ile Johann’ın arasındaki ilişki, Ziyaret Saatleri’nin bir parçasıdır. Film, izleyiciyi hem müze içinde hem de Viyana sokaklarında tuhaf bir gezintiye çıkarıyor. National Gallery, 30 Kasım Pazar günü, Ziyaret Saatleri ise 2 Aralık Salı günü Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde izleyicisiyle buluşacak.

26 Kasım 2014 Çarşamba

69 yıl sonra Tan Gazetesi Baskını

1935-1959 yılları arasında Tan Gazetesi’ne ev sahipliği yapan Cağaloğlu’ndaki Halil Lütfi Dördüncü İşhanı’nın bir kısmı, Tarih Vakfı tarafından Tan Evi adıyla kültür sanat mekânına dönüştürüldü. Tan Evi’nin 4 Aralık’ta açılacak ilk sergisi, tarihe ‘Tan Baskını’ olarak geçen, bir gazetenin demokrasi ve basın özgürlüğü mücadelesine odaklanıyor.4 Aralık 1945’te, basın tarihine kara leke olarak geçen bir olay yaşandı. 1935’te yayın hayatına başlayan, merkezi Cağaloğlu’ndaki Ankara Caddesi’nde bulunan Tan Gazetesi ve matbaası yerle bir edildi. Beyazıt’tan hareket eden ve gitgide genişleyen bir grup, ellerinde balyozlarla matbaanın önüne geldiler ve ne var ne yoksa yağmaladılar. Olayın nedeni, o dönemde gazetenin yönetiminde bulunan Zekeriya ve Sabiha Sertel’in demokrasi mücadelesiydi. Dönemin en önemli kalemlerini barındıran yazar kadrosu ve yepyeni sayfa anlayışıyla Türk gazeteciliğinde bir atılım gerçekleştiren Tan Gazetesi’ne yapılan bu baskın, basın tarihinin olduğu kadar demokrasi mücadelesinin de en önemli sayfalarından. İktidarın kışkırtmasıyla yaşanan Tan Baskını olayı, 69. yıldönümünde bir sergiyle anılıyor.Tan Gazetesi 1935 yılında Ali Naci Karacan, 1936’da Ahmet Emin Yalman’ın başyazarlığında yayımlandı. Zekeriya Sertel ve Halil Lütfi Dördüncü, Yalman’ın ortaklarıydı. 1938 sonunda Ahmet Emin Yalman’ın ayrılmasıyla Zekeriya ve Sabiha Sertel tarafından yönetilen gazete, İkinci Dünya Savaşı yıllarında tek parti rejimi altındaki Türkiye’de savaş karşıtı ve anti-faşist demokrasi cephesinin bayraktarlığını üstlendi. Bu tavır, hem tek parti yönetimini hem de faşizmin yükselişi sırasında güçlenen milliyetçi-ırkçı kesimi rahatsız etti. 1945 yılında doruğa çıkan tepkiler, 4 Aralık 1945’te baskınla noktalandı. Sabiha ve Zekeriya Sertel yargılandılar, beraat ettiler ama ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Halil Lütfi Dördüncü, Tan gazetesini aralıklarla birkaç kere daha çıkardı. 6 Ocak 1959’da, hemen yanındaki binada meydana gelen patlama sonucunda Tan Matbaası binasının da yıkılmasıyla Tan Gazetesi, tarihin tozlu sayfalarına karıştı.Sanatın yeni adresi: Tan EviSergi işte tam bu noktada, Cağaloğlu yokuşunun başında, yıkılan Tan Matbaası’nın yerine inşa edilen Halil Lütfi Dördüncü İşhanı’nda açılıyor. Yeniden düzenlenerek Tan Evi adını alan orta avlulu bodrum katı, bundan böyle hem basın yayın tarihi hem de Cağaloğlu-Sirkeci semt tarihlerine odaklanan Tarih Vakfı etkinliklerine ev sahipliği yapacak. Yokuşun Başı: Demokrasi Mücadelesinde Tan Gazetesi (1935-1945) sergisi, sergi salonu, kafe, sanat atölyeleri ve kitap satış birimlerinden oluşan Tan Evi’nin ilk etkinliği. Serginin küratörü Gökhan Akçura, tasarımcısı Mehmet Ulusel. Tarih Vakfı, Halil Lütfi Dördüncü İşhanı ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti işbirliği ile hazırlanan sergi, TÜYAP, Türkiye Yayıncılar Birliği ve Sirkeci Mansion Hotel’in desteğiyle gerçekleştiriliyor. 31 Mayıs 2015 tarihine kadar devam edecek sergiye, basın yayın tarihine odaklanmış panel, konferans, belgesel gösterimi gibi pek çok yan etkinlik eşlik edecek.‘Demokraside hâlâ yokuş çıkıyoruz’Gökhan Akçura (Küratör): “Serginin adı Yokuşun Başı. İki şeye işaret ediyor bu isim. Bir Cağaloğlu’ndaki o ünlü yokuş. İkincisi de gerçekten demokraside hep yokuş çıkıyor olmamız. O dönemin gazeteleri de tıpkı bugünkü gibi demokrasi sınavından geçemediler. Artık tarihin gerisinde kalması gereken bir olay ne yazık ki hâlâ güncel. Sergide, gazetenin Sertel’lerin yönettiği ilk dönemi (1935-1945) esas aldık. Öncesi ve sonrasındaki döneme de kısaca değiniyoruz. II. Dünya Savaşı’nın öncesinden başlıyor olaylar. Bütün bu süreçte Zekeriya Sertel ve eşi Sabiha Sertel, Almanya, İtalya karşısında net bir tavır aldılar. Mesela Zekeriya Sertel’in savaşın başında yazdığı yazının başlığı “Tan antifaşisttir”. Bu tavırları hem iktidarın hem basındaki diğer odakların hoşuna gitmedi. Zaten savaşın ilk yıllarında Alman yanlısı bir tutum içindeydi hükümet. Bu dönemde de Türkiye’de ırkçı, Türkçü ve Turancı akımlar güçlenmişti. Savaşın sonuna iktidarın da kışkırtmasıyla gazeteye baskın yapıldı.

25 Kasım 2014 Salı

"Erk, adaleti öğütlerken cehaleti müesses hale getiriyor"

Son dönem şiirimizde özge bir damar açıp her atılımıyla bu damarı daha da derinleştiren Cem Yavuz'un yeni şiir kitabı 20 Ölümsüz Şarkı ve‛s-Samt (Est&Non) yayımlandı.İlk kitabı Ayn'da (1999), sentaksın imkânlarını en küçük ses ve anlam birimlerine değin zorlayıp insan-âlem denklemini nazım bağlamında yeniden üreten şair; sonraki kitapları Seyr' ile Seyr'engiz'de (2006) bu defa mensur şiirin sınırlarında gezinirken, resim ve müzik yordamıyla hayâli/hayâlde seyrediyordu. Uzunca bir dönemdir dergilerde görünmemek yönünde bir tutum benimseyen Yavuz, (yine) daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış şiirlerinden oluşan 20 Ölümsüz Şarkı ve‛s-Samt başlıklı yapıtında ise şarkı formunun türevlerini ve müziğin çağrışım yükünü esas alarak düşünceyle dil arasındaki şuur bağını izhar eden çarpıcı örnekler sunuyor. Bilhassa “ayrıksı basar” sahibi okuyucu açısından önem arz ettiğine inandığımız birtakım soruları şair Cem Yavuz'a sorduk…20 Ölümsüz Şarkı ve‛s-Samt'taki şiirlerin farklı inanış, gelenek ve kültürlerde trobar, motet, od, urtin duu, küğ, varsağı gibi kisvelere bürünen müzik ve şarkı formlarına atıflarla örgülendiğini görüyoruz. Yine Ortaçağ Avrupa'sında son derece özgün bir tarz geliştirmiş trubadurların lirikleri ile gigua, lavta, rebek, morin khuur gibi kimi çalgılar da beliriyor yer yer. Kitabı kuşatan şarkıya yönelik vurgunun, bu formun imkânlarını ve çağrışım yükünü aşan hususi bir anlamı var mı? Elbette var; ama evvela şunu söyleyeyim: Bu kitap, öncekinin işaret noktasından geriye doğru bakarak antik dönemin rhapsodelarından abdallara uzanan bir seyr'engiz'le açılıyor. Ve yol boyunca ortaçağ şarkılarından Orta Asya şarkılarına, taşları çiğneyenlerin uğultusundan duvar yalayan çocukların yakımlarına dek pek çok perdeye uğruyor. Şu halde biz de biraz geriye dönüp o hususi anlama doğru seyredelim…Sizin de andığınız; Homeros destanlarından pasajlar söyleyen rhapsodeların tabii vârisleri sayılabilecek trubadurlar, binli yılların başından itibaren antik Yunan ve Roma'nın etkilerinden nispeten azade, orijinal bir edebiyat janrı ortaya çıkarmıştı. Modern liriğin tohumlarını atan bu turfanda tarzın, Ortaçağ Avrupa'sında aydınlığı temsilen adı anılabilecek yegâne geleneğin (irfan) palimpsesti üzerinde ifadeye kavuştuğunu hatırlatalım. Bu bağlamda, mesela trubadur şarkısı manasına gelen trobar kelimesinin Arapça tarab (müzik yoluyla esrime) filinden türetilmiş oluşu, söz konusu edebi üslubun Endülüs'e uzanan ilham köklerini işaret etmesi bakımından da hayli dikkat çekici.Senyörler tarafından himaye edilen trubadurlar, çoğunlukla şiiri yazan kişiler olarak beliriyor; onları taklit eden yahut onların şiirlerini icra eden kişilere ise jonglör adı veriliyordu. Has şair geleneğinin çöküşüyle giderek sahneden çekilen trubadurların yerini zamanla, latince jocus/joculatör (şaka/şakacı) tabirinden de anlaşılacağı üzere, hayâl âlemini vulger bir seyirliğe çeviren jonglörler aldı. Doğrusu vasatın'ın tabiatı uyarınca, bilhassa şiir bahsinde evvel ahir hakiki olan yerine kalp olanın ikame edildiği düşünülürse, söz konusu evrilmenin (trubadur » jonglör) hiç de şaşırtıcı olmadığı söylenebilir!Trubadur janrı serpilip gelişmesini önemli ölçüde bölgenin din ve dünya kavrayışına borçluydu. Katharcılık olarak adlandırılan bu anlayış, özü itibarıyla teslisi reddediyor; Hz. İsa'nın sadece İlahi kelâmı insanlığa ulaştırmak için seçilmiş bir elçi olduğunu kabul ediyordu. Yaratıcıyla insan arasına kimsenin giremeyeceğini; hiyerarşik ya da kurumsal herhangi bir otoritenin inanç alanına hükmedemeyeceğini savunan bu monoteist siret, 10. asırdan itibaren önce Bogomil suretiyle Balkanlar'da, ardından da Katharos (Arınmış) ismiyle Katalunya'da yayılıp kök salmaya başlamıştı. İşte Katharcıların yoğun olarak yaşadığı İspanya-Fransa sınırında kümelenmiş bu düzen tutmaz âşıklar, son büyük trubadurlardan Figueira'nın deyişiyle “Engerek Roma” tarafından 1200'lerde başlatılıp 35 yıl sürdürülen haçlı seferleri sonucu, hâmileriyle birlikte engizisyonun alevleri içinde küllenip gitti. Arkalarında ise hâlâ bazı ‘algın ala tazılar'ın bir vezin türü zannettiği; halbuki hayâlin yırı nitelemesini hak eden özgür koşukkaldı.Başka bir iklimde Hallac'la yekinmiş o özgür koşuğu, trubadurlardan yaklaşık 100 yıl sonra yine aynı akıbete uğrayacak olan Nesimî tamamlıyordu!..Sanırım bu kadarı, şarkıların artanlam alanına dair bir vuzuh sağlayacaktır.Bu kitaptaki şiirlerde ağaçlara ilişkin göndermelerin yoğunlaştığı; giderek ağacın bir imge olmanın ötesinde bir yer tuttuğu görülüyor… Öyle... İbn Arabi, gizli-açık bütün âlemi bir ağaca benzetir. Hakikaten de bizim ağaç diye andığımız varlık kökü, dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri ve hatta yeni bir hayatı doğuran çekirdeği ile kendi türü içerisinde en yetkin birliği temsil etmektedir. Bu anlamda, insanın kendini yetkinleştirmesi açısından da bir ibret vesilesi olmalıdır. Bodhi, Sefirot, Sidre; hangi isimle anılırsa anılsın metafor düzeyinde bir sonsuzluk eşiğini imleyen ağaç, bugün bulunduğumuz noktada “insan insan” oluşun metonimik ifadesi haline gelmiştir!..Çoğul okumalara açık olmak, çok katmanlılık kimi şairler açısından hayli önemsenen bir durumdur. Sizinse 20 Ölümsüz Şarkı'da daha direkt, hatta zaman zaman politik bir tutum aldığınızı duyumsadım. Özellikle de erkin dilini eleştiren dizelerde bu vurgu çok belirgin. Bu noktayı biraz açabilir misiniz? Bizde bu gibi kavramların, bilhassa da şiir söz konusu olduğunda doğru biçimde temellendirildiği ve yerli yerinde kullanıldığı kanısında değilim. Bakın mesela hüdayınabit bir İslami sanat (ne demekse!) gurusu, çoğul okumayı bir tür grup etkinliği zannediyor! Ya da herze şiir akımının öncüsü bir ba'rur, etrafa saçtığı kazuratın kokusuyla hayâlin ölümünü ilan ediyor. Öyle ya; ustaları hayâle lanet edip rüyaya talip olan bir jonglör eskisi değil mi?!.Riffaterre, Kristeva, Bloom, açık yapıt, metinlerarasılık, çoğul okuma; esasen bunlar şairden çok okuru alakadar eden meseleler. Şiir zaten varlığını dil içerisinde ayrıksı yan, alt ve artanlam katmanları açabilmiş olmasına borçludur; yani kitaptaki bir şiirin ismiyle söylersem: içindediriçindediriçinde… Şu halde şiirde bilkuvve mevcut bu anlam alanlarının çoğul okumaya açık olup olmayışı, simge, gösterge ve göndergelerin okuyucuda ne ölçüde karşılık bulduğuyla ilintilidir daha ziyade. Aksi, şiiri eşeğin kuyruğuna boncuk dizme derekesine düşürmektir. Bu hususu Seyr'engiz'den bir alıntıyla bağlayalım: “Şiirde üçüncü boyut, görsel ve akustuk hâyali yeniden kuran ‘ötekiler'le de organik bir ilişki içindedir. Sesi duyan ve duyuran olarak şairle, görsel hayâle akustik açıdan ortak olan ötekiler arasında oluşması muhtemel varlık ve anlam bütünlüğü, yankının gücüyle olduğu kadar okuyanın kaygı birliği ve deneyim talebiyle de koşuttur…”Doğrudan ya da sizin deyiminizle politik olma ve erkin dili mevzuuna gelince: Her türden erk, adaleti va'z ve emrederken, güya “ordo” adı altında cehaleti müesses bir hale getirir, getirmekte. Kötürüm lonca şairleri neyse ne de, şimdi biz buna “ámín” mi diyelim!..Şiirin, dilin mi, yoksa düşüncenin mi hesabına yazıldığı konusunda neler söylersiniz? Geçenlerde müheykel bir tarihçimiz, şiirin öyle düşünceyle müşünceyle bir işi bulunmadığını; esas vazifesinin dili süsleyip zenginleştirmek ve bedii, keyif veren, san'atlı söz üretmek olduğunu yumurtlayıverdi! Blake, Rilke, Pound, T.S.Eliot, Bonnefoy, Dağlarca, Babits, Siamanto, Holan, Ekelöf bir yana, doğrusu hazretin meftunu olduğu Rus edebiyatının Puşkin'den Yesenin'e, Ahmatova'dan Mandelştam'a pek çok önemli ismi, bu mesnetsiz vargıyı gülünç kılmaya kâfi... Düşünceden azade bir dil yahut dille biçimlenmeyen bir düşünce var mı? Bakışımlı iki yapı olarak düşünce ve dil, birbirlerinin hafızası-yankısı işlevine sahiptir; bu açıdan hem birbirlerini içerir hem de birbirleri tarafından üretilirler. Evet, dil düşüncelerimizi ifade etmeye çalıştığımız bir araç; ancak belli bir dilin icbar ettiği sınırlar içerisinde yaşayan bizler de dilin izin verdiği ölçüde düşünebilen araçlarız. Hasılı, kudemanın “şairi ve nâzımı” bir arada, birlikte kâmil bir varlık addetmesi gibi, ben şair yerine daha çok düşünce-yırlayandiyorum ya, işte şiir onun hesabına yazılır!..Şiir gibi “kendi hakkında söylenenlerin önünden giden bir şey” söz konusu olduğunda bunu sormak güçleşiyor, ama son olarak 20 Ölümsüz Şarkı'nın ve‛s-Samt'ı ile neyi murad ettiğinizi sorayım… Samt'ın sözlük anlamı malum; susmak. Kitabın son şiirinin son kelimesi ve's-samt; ilk şiirin sonunda yer alan “suyla balçık arasında kalakalalım” dizesine bağlanarak döngüsel bir bütünlük içinde okunabilir. Fazla lafa hacet yok; açılış sayfasındaki alınlık meramımı ifade edecektir:“seyr içre karşılaştığın vahşi yaratıklar ve haşeratla konuşma, çünsusulduğunda söylenenle söze dökülen kâlpte aynı anda vár olamaz...”idiokrasi anıtı için 100 kelime…iki çöpten birini seçsarıl iki golemden birinesenden iyi bilemez kimsenerde nasıl çürüneceğinihızla geç gırtlağındaki boğumları⎼ıslatılmış somunla doludur çünkü kuşların kursağı⎼hızla karışıp köpüklereulusun dilince çağlasınEnlil‛in tohumları!ubi nullus ordone′muru bil adl!anlamı pul pul dökülenonca sebeple dişlerin yumruğundakavlan bir ağacın kabuğundakara taştan bir ağacıninanıştan bir ağacınyaprağı baharda misafirkökleri kıştan bir ağacınnice kargışla taşırdığınsağnakla suyun uğultusundakana dönüşürkenki sesi varkutlu yanılışlarınah min-el ezel mucizebüyürken gözevlerinderikkatle başını gövdesindenayırıverdiğin karıncanınbodhi sefirot sidrebelki sürgünü olursunyeni baştan bir ağacınám í n

22 Kasım 2014 Cumartesi

‘Kemanımla size Kasap havası çalacağım’

Hollandalı kemancı, besteci, orkestra şefi Andre Rieu, İstanbul’a ilk kez geçen sene gelmiş, Sinan Erdem Spor Salonu’nda 11 bin kişiye konser vermişti. Klasik müziğin Madonna’sı ve olimpiyat statlarını dolduran dünyadaki tek kemancı olarak tanınan sanatçı, İstanbul’u o kadar sevmiş ki, 27 Kasım’da Sinan Erdem Spor Salonu’nda, 29 Kasım’da ise Ülker Sports Arena’da olmak üzere iki konser daha verecek. Rieu’nin bu yıl da İstanbul izleyicisi için sürprizleri var.Bir yıl aradan sonra ikinci kez, hem de iki konser için İstanbul’a geleceksiniz. İstanbul izleyicisini nasıl buldunuz?İlk kez İstanbul’a gelmiştim ve doğrusu ben de orkestram da ilk kez Türkiye’deydik. Türkiye’nin misafirperverliği, Türk insanının arkadaşlığı, sıcakkanlı ve samimi olduğuna dair çok şey duyduk. Duyduklarımız bize çok ilginç geldi. Ve bu yıl bir değil, iki konser vermek için geldik.Klasik müziğin şöyle bir imajı var: Ciddi izleyiciler gelip, büyük bir sessizlik içinde o muhteşem konçertoları vs. dinleyip yine sessizce salondan ayrılır. Oysa sizin konserlerinizde kahkaha eksik olmuyor. Bir klasik müzik konserini şova dönüştürmeyi nasıl başarıyorsunuz?Ben gençken babamın orkestrasındaydım. Klasik senfoni orkestrasıydı. Dünyadaki bütün orkestralar gibi, herkes siyah giyerdi. Müzik de müzisyenler de ciddiydi. Oyun yoktu, her gün çaldıkları bu harika müziğe dair heyecan hissi de yoktu orkestra üyeleri arasında. Dinleyiciler bazen uyuyorlardı. Ama bizim konserlerimiz farklı. Biz kalbimizle çalıyoruz, gülüyoruz, sahnede eğleniyoruz. Ve dinleyenleri de eğlendirmek istiyoruz. Konserlerimde bir kişi bile uyumaz. Tam tersine herkes dans eder.Şovunuz güzel ama bazıları da sizi eleştiriyor. Sadece şova odaklandığınız söyleniyor. Bu konuda ne dersiniz?Klasik müzik konserleri büyük bir sahne güzel elbiseler ve elbette dinleyenlerle doğrudan iletişim sayesinde şov olur. Ben konserime gelenlerle çok konuşurum. Onların ilgili hale gelmesini sağlarım. Ama elbette büyük lojistik var bu şovun arkasında. Kostüm, enstrüman ve sahne ekiplerimiz. 120 çalışanım var. 60’ı orkestra ve koro üyeleri.Geçen seneki konserinizin sonunda Katibim’i, Hatırla Sevgili’yi ve Kasap havasını çaldınız. Bu yıl da sürprizleriniz olacak m?Evet, bu yıl da size Kasap havasını, Katibim’i, Hatırla’yı çalacağım. Hadi gelin, hep birlikte oynayalım. Bir de şunu söyleyebilirim, bu yılın konserleri bir müzikal yolculuğu ve yeni bir şov olacak. En çok bilinen ve sevilen şarkılardan Dark Eyes, Granada, Carmina Burana’dan O Fortuna, Astar Piazzola’dan the Libertango, You Never Walk Alone, Shostakovich’in ünlü Second Waltz’ı ve elbette klasikler, The Beautiful Blue Danube ve Franz Lehars’ın güzel valsi Gold and Silver’ını çalacağız.Yeni albümünüz ‘Venedik’te Aşk’ 3 Kasım’da çıktı. Neler var albümde?Italy like Volare, Azzurro, Santa Lucia, O sole mio, Mamma, Ai Marie gibi en popüler ve romantik şarkıları kapsayan ve kalbime yakın hissettiğim parçaları seçmeye büyük bir hassasiyetle dikkat ettim. Yeni bestelerimi de bulacaksınız. Venedik’te Aşk, La Gondola ve Bella Tarantella gibi Venedik’e ithaf ettiğim şarkılar. Eşim Marjoire ve ben İtalya’yı çok seviyoruz ve hemen hemen her yıl gidiyoruz. Bu yönüyle çok özel, umarım sizler de beğeneceksiniz.Sahneye balon ve kar yağdırmıştıYandaki kare Andre Riue’nin geçen yıl Sinan Erdem Spor Salonu’nda verdiği ve ağzına kadar dolan ilk konserinden. ‘Valslerin Kralı’ olarak da bilinen Rieu, izleyicileri “Merhaba İstanbul” diyerek selamlamış ve 2 saat süren konserinde hakikaten bir şov yapmıştı. 80 kişilik Johann Strauss Orkestrası’yla sahneye çıkan sanatçı, konserin ortasında sahneye balon ve Snow Walts’ı (kar valsi) çalarken de kar yağdırınca ortaya ilginç görüntüler çıkmıştı. Şaşkınlığa uğrayan dinleyicilerin komik halleri salondaki büyük ekranlara yansıyınca kahkahalar alıp başını gitmişti. Rieu’nun bu yıl Anadolu ve Avrupa yakasında olmak üzere iki konser vermesinin nedeni, aslında bir özür mahiyetinde. Çünkü geçen yıl Anadolu yakasından gelen dinleyiciler, trafik nedeniyle konserin ikinci yarısına yetişmişti.

21 Kasım 2014 Cuma

Haftanın filmleri VİZYONDAKİLER'de; Yeter ki 'yüz'süz olmasın devrim

Açlık Oyunları serisinin final bölümünün iki bölüme ayrılması, bir koyundan kaç post çıkarırsak kârdır anlayışının yansıması. Nitekim, bu anlayışın izleri Alaycı Kuş Bölüm 1’de açıkça görülüyor. Sahneler ve diyaloglar yayıldıkça yayılıyor. ‘Devrim ateşinin’ filmin atmosferine yansımasındaki sorunlar da cabası.Son birkaç yıldır gençlik filmlerinin ısrarlı bir şekilde ‘isyan’ teması üzerinde durmasının ardında hangi lobilerin izini sürmeliyiz? Malum, ülkemizde yaşanan her olumsuz olayda yeni bir lobinin varlığını öğreniyoruz. Eğer birileri bugüne kadar adını koymadıysa, sinema üzerinden gençleri isyana teşvik eden bu sinsi kalkışmaya ‘isyan lobisi’ diyebiliriz. Ya da bugün yeni filmiyle gösterime giren Açlık Oyunları serisinden hareketle ‘Katniss Everdeen lobisi’! Son iki yılda gençlerin hem kurban hem kurtarıcı olduğu distopik filmleri hatırlayalım: Labirent: Ölümcül Kaçış, Uyumsuz, Uzay Oyunları, Sinyal, Dünya: Yeni Bir Başlangıç... Bunlar arasında Açlık Oyunları, Suzanne Collins’in çoksatan kitabının da rüzgarıyla diğerlerinden birkaç adım öne çıktı ve kısa sürede seriye dönüştü. Finalin ilk bölümünde Katniss Everdeen (Jennifer Lawrence), 13. Bölge’de uyanır. 13. Bölge’nin başkanı Coin (Julianne Moore) ile eski oyun kurucu Heavensbee (Philip Seymour Hoffman) Katniss’e ‘devrimin yüzü’ olmayı teklif eder. İlk başta tereddüt eden Katniss, Panem’i yöneten Başkan Snow’un (Donald Sutherland) 12. Bölge’yi yerle bir ettiğini görüp Peeta’nın kendisini suçlayan açıklamalarını da televizyondan izleyince teklifi kabul eder... Üç kitaplık Açlık Oyunları’nın dört film halinde sinemaya uyarlanması, bir koyundan kaç post çıkarırsak kârdır anlayışının yansıması. Nitekim, bu anlayışın izleri final bölümünde görülüyor. Sahneler ve diyaloglar yayıldıkça yayılıyor. Başkan Coin’in bitmeyen konuşmaları, Katniss’in tekrar tekrar komuta odasına çağırılması ve uzatmalı tereddütleri filmin ritminde aksamalara yol açıyor. ALGI OPERASYONU MU, PR ÇALIŞMASI MI? Filmin devrim bahsindeki çiğliği ayrı bir konu. 12 bölgenin halkını kurtuluşa ulaştıracak devrim, tamamen bir PR (Halka İlişkiler) çalışması olarak yürütülüyor. Barry Levinson’ın yönettiği Başkanın Adamları’nı (1997) -ya da bugünün Türkiye’sini- hatırlatan medya üzerinden bir algı savaşı izliyoruz. Arap Baharı’yla birlikte kitlesel olaylarda medyanın çekingen tavrının yanında sosyal medyanın ne derece etkin bir mücadele aracı olduğu görülmüştü. Açlık Oyunları’nda ise sosyal medyanın yerini eski usul tek sesli medya alıyor. Esasen, bir ideali ve hedefi olmayan Katniss Everdeen’in anlık öfke patlamalarından besleniyor devrim. Heavensbee’nin “Bize bir yüz gerek” ifadesinde kendini gösteren strateji için Katniss’e yaralıları ziyaret ettirmek ya da yaşadığı bölgenin nasıl yıkıldığını göstermek gerekiyor. Tıpkı Başkan Snow’un Peeta’yı kukla yapması gibi, Katniss de isyancıların kuklası. Bir farkla; Katniss gönüllü, Peeta’nın ise beyni yıkanmış! Bu ilkel ve kaba konumlandırma serinin iki filmdir hazırladığı distopik atmosferi, baskıcı ve totaliter rejimlere, eğlence dünyasına ve gençliğin ‘uyuşturulmasına’ karşı söylemlerini yerle bir ediyor. Film, söyleme yansıyan isyan ruhunu ve bunun halklardaki karşılığını perdeye yansıtmakta başarısız. Belki de sinekten yağ çıkarma anlayışının etkisiyle filmdeki isyan coşkusu sadece Başkan Coin’in ‘ulusa sesleniş’lerinde havaya kalkan eller ile sınırlı. Bu yönüyle film, karakter ve hikâyenin yanı sıra atmosfer anlamında da kendi alanını daraltıyor. Geçtiğimiz aylarda hayatını kaybeden Philip Seymour Hoffman’a bir parantez açmadan olmaz. Heavansbee rolündeki Hoffman, bir sahnede “Yeri doldurulamayacak kimse yoktur.” diyor. Fakat perdede onu bir kez daha izleyince bu cümlenin sinema için geçerli olmadığını anlıyoruz.

20 Kasım 2014 Perşembe

Şinasi ve Akün sahnesi gelecek sezonda yok

Devlet Tiyatroları’nın Şinasi ve Akün sahneleri olarak kullandığı iki binanın satışı ile ilgili tartışmalar devam ediyor. Emek AŞ’ye ait olan ve Emir Sarıgül ile Ahmet Meriç ortaklığındaki Maritza İnşaat’a satılan sahneler bu sezon sonuna kadar faaliyetlerine devam edecek, yeni sezonda ise boşaltılacak. Böylece Ankara’da sahne sayısı 9’a inecek.Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2015 yılı bütçe görüşmeleri önceki gece yapıldı. Muhalefet millekvekilleri, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’e “tiyatroda sansür, özel tiyatrolara verilen desteklerin muhalif veya yandaş diye ayrılması, sanat kurumlarının mülgasını içeren TÜSAK yasa taslağı, Akün ve Şinasi sahnelerinin satışı, Fazıl Say konserinin CSO programından çıkarılması...” gibi sanat gündemine dair konuları sordu.Bakan Çelik, Şinasi ve Akün sahnelerinin satışı ile ilgili değerlendirme yaparken, bu iki sahnenin yıl sonuna kadar faaliyetlerini sürdüreceğini söyledi. Çelik, konu ile ilgili daha fazla açıklama yapmazken, iki sahnenin de Emek AŞ tarafından Emir Sarıgül ile Ahmet Meriç ortaklığındaki Maritza İnşaat’a satıldığı öğrenildi. Çelik, Devlet Tiyatroları dâhil Kültür Bakanlığı’nın mülkiyetinde taşınmazın bulunmadığını, Bakanlığın tüm sahne ve salonları tahsisli olarak kullandığını açıkladı. Milletvekilleri, Çelik’e Akün ve Şinasi örneğinin bu durumda diğer sahnelerde de yaşanabileceği endişesini dile getirdi.Milletvekillerinin endişe ve soruları konusunda Bakanlığın tasarruflarını anlatan Çelik, özel tiyatrolara desteğin muhalif tiyatrolara gitmemesi ile ilgili de konuştu. ‘Destek alanların yıllardır hep aynı isimler olduğunu ve bu sistemin çoğulculuk adına değişmesi gerektiğini’ savunan Çelik, “Özel tiyatrolara sahnesini oturtması ve oyunun seyirciyle buluşmasına imkân sağlamak için destek veriyoruz, ancak 10 yıldır aynı tiyatrolar destek almış. Peki, ben genç insanlara kaynak aktarmayacak mıyım? 10 yıldır sahnesini oturtamamış birine sırf ideolojik sebeplerle destek vermeye devam mı edeceğim? Niçin ona destek veriyorum da diğerine vermiyorum, diye bir soru sorulduğunda bunun mantıki izahı ne olacaktır? Bunun sebebi şudur: Bir tiyatroya destek verirsiniz, 3 sene geçer, 4 sene geçer sahnesini oturtuyorsa oturtur, oturtamıyorsa arkadan gelen yeni insanlara bu kaynağı aktarmak zorundayız. Bu yapıldığı zaman ‘10 yıldır destek alıyorum, 11 yıl daha 20 yıl daha alacağım’, olmaz. Ben İstanbul’daki gençlere de, yeni tiyatrolara da, Hakkâri’dekine de, Trabzon’dakine de destek vermek zorundayım.”‘Ayrımcılık ve şiddet içeren oyunları sahnelemeyiz’Çelik, özel tiyatrolara destek ve Devlet Tiyatroları’nda oynanacak oyunlarla ilgili kriterlerin olduğunu söyledi. Kürtler, Ermeniler veya herhangi bir grupla ilgili ayrımcılık, cinsel şiddet, soykırım iddiaları gibi konular içeren oyunları sahnelemeyeceklerini, oyuncunun-yazarın siyasi eğiliminin değil, bu kriterlerin önemli olduğunu dile getirdi. Çelik, şimdiye kadar Devlet Tiyatroları’nda Necip Fazıl oyununun oynanmamış olmasının da bir tür ayrımcılık olduğunu, bu hali ile tiyatronun bugüne kadar toplumun her kesimine hitap etmediğini, bir düşüncenin dışlandığını ifade etti. Şimdi Necip Fazıl’ın sahnelenmesinin tiyatroda muhafazakarlaşma değil normalleşmeye işaret ettiğini belirten Çelik, bu konudaki eleştirileri doğru bulmadığını dile getirdi. Aynı eleştirilerin o zaman da yapılmamış olmasına dikkat çeken Çelik, TÜSAK ile ilgili olarak ise eksik bilgilerin olduğunu, içeriğin bilinmeden yorum yapıldığını söyledi.Shakespeare’in Machbet isimli eserinin sansürlendiği iddialarına da değinen Çelik, “Shakespeare oynanmayan bir ülke yok ülkedir. Öyle bir ülkenin ne varlığından ne isminden bahsedilir. Ben kişisel olarak da Shakespeare’i çok severim. Bu bakanlığın perspektifi içinde de çok merkezî bir rol alır Shakespeare. Macbeth isimli oyunun kaldırılması gibi bir şey söz konusu değil.” dedi.‘Mayısta Fazıl Say konseri var’Milletvekillerinin Fazıl Say konserinin CSO programından çıkarılması konusundaki eleştirilerine ilişkin olarak da Çelik, Say’ın kendisinden önceki iki yılda CSO’nun programlarında hiç yer almadığını belirtti. Mayıs ayında Say’ın bir konserinin olacağını söyleyen Çelik, “Yapılan tüm açıklamalara, yayınlanan tekziplere rağmen hâlâ eserin sahnelenmediği iddia ediliyorsa bu reklam kampanyasıdır. Ama bunu hem sanatçı hem onun arkasından siyasi arkadaşlarımız iddia ederse biz buna şaşırır ve üzülürüz. Benden önceki senelerde 2 sene üst üste hiç oynanmadığı halde bununla ilgili ne kendisi ne siyasiler hiçbir şey gündeme getirmemiş. Şimdi oynandığı halde sansürden bahsediliyor. Buradaki manipülasyonu herkesin takdirine sunuyorum.” dedi.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Geleneksel sanatlar yarışmalarında jüri rahatsızlığı

Geleneksel sanatlar camiası bugünlerde harıl harıl yarışmalara hazırlanıyor.Çünkü 2015 yılı içinde başta hat olmak üzere İslam sanatlarıyla ilgili beş yarışma var. Fakat bu kadar çok yarışmanın aynı yıla denk gelmesi aynı yoğunlukta tartışmalara neden oldu.2015'te gerçekleştirilecek yarışmalardan en eskisi Albaraka tarafından 4 yılda bir düzenlenen Uluslararası 4. Hat Yarışması. Diğerleri ise daha yeni. Geleneksel Sanatlar Derneği'nin düzenlediği ‘Geleceğin Ustaları' yarışması bu yıl ikinci kez yapılacak. İstanbul Antik Sanat'ın düzenlediği Uluslararası Hilye-i Şerif Yarışması da ikinci senesinde. Üsküdar Belediyesi ve Klasik Sanatlar Derneği ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nın düzenlediği sırasıyla ‘7tepe7sanat Uluslararası İstanbul Klasik Sanatlar Yarışması' ve ‘Kur'an-ı Kerim Kitabeti Hat Müsabakası' ise ilk kez düzenleniyor. Aslında yarışmaların en eskisini 1986'dan beri, üç yılda bir olmak üzere İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırmaları (IRCICA) düzenliyor. IRCICA Uluslararası Hat Yarışması'nın onuncusu 2015'te ilan edilip 2016'da dereceye girenler açıklanacak. Yani önümüzdeki iki yıl içinde altı yarışma söz konusu.Yarışmaların hepsi tek bir amaç çerçevesinde birleşiyor: İslam sanatlarının korunması, teşviki ve geliştirilmesi. Peki gerçekten öyle mi? Üstatların öğrencisi olan bazı sanatçılar yarışmaların amacına hizmet etmediğini düşünüyor. Eleştiriler üç soru etrafında şekilleniyor: Neden tüm yarışmalarda neredeyse aynı isimler jüri ve neden ödül alanlar genellikle aynı hocaların/jürilerin öğrencileri? Bu sanatları desteklenmenin başka yolu yok mu? Neden icazet geleneği olan bu sanatlarda ustalar yarışmayla seçiliyor/yarıştırılıyor? Tartışmaların boş yere çıkmadığını, jürisini henüz açıklamayan ‘7tepe7sanat Uluslararası İstanbul Klasik Sanatlar Yarışması’nın kararı/tedbiri doğruluyor: “Şu ana kadar yapılan ve yapılmakta olan sanat yarışmalarından çıkarılan sonuçlar, jüri konusunda farklı bir uygulamanın doğru olacağını göstermektedir. 7tepe7sanat Uluslararası İstanbul Klasik Sanatlar Yarışması'na son katılım tarihinden sonra yarışma sekretaryasının hazırlıklarını tamamlamasını takiben 1 hafta içerisinde jüriler belirlenecektir. Jürilerin oluşturulmasındaki temel kural; jüride gerek Üsküdar Belediyesi ve gerekse Klasik Türk Sanatları Vakfı yöneticisi, çalışanı, hocası, talebesi yer almayacaktır. Yalnızca gözlemci bulundurulacaktır.” Geleneksel sanatlar çevrelerinde bu tartışmalar yaşanırken, biz taraflara söz hakkı vererek konuya katkı sağlamak istedik. Sanatçılar görüşlerini paylaşırken, jürilerde yer alan ustaların çoğu konuşmaktan kaçındı. İddialara cevap vermek isteyenlere sayfamız açık.Beğenmiyorsanız yarışmaya katılmazsınızSavaş Çevik/Hattat, üç yarışmada jüri: “Dünyanın her yerinde yapılan yarışmalara itirazlar olur. Jüri üyelerine, seçilen eserlere vs. Ben ilk defa bu yarışmalarda jüri üyesi olacağım. Kimin jüri olacağına uzmanlar karar verir. Yarışmacı eğer jüri üyesini beğenmiyorsa yarışmaya katılmaz. Yarışmanın teşvik edici özelliğini kabul etmeyen zihniyeti asla kabul edemem. Ayrıca eser satın alınarak da sanatçılara destek veriliyor. Türkiye'de IRCICA bu işi başlatmış, bütün dünyaya yaymıştır. Yarışmaların sanatlarımızın gelişmesindeki rolünü inkâr etmek kadar basiretsizlik olamaz. Normal şartlarda jürinin, yarışmacılardan hiçbirinin eserini önceden görmemesi ve bilgi edinmemesi gerekir. Eğer böyle değilse, görüyor ve yarışmaya katılacağı bilgisi varsa, bu tabii ki gayri ahlaki ve gayri insanidir. Ama bu soyut bir iddia. Kanıt var mı, yok. İcazet geleneği olan bu sanatlarda, yarışma yapılması ise neden yanlış olsun? Her icazet alan sanatçı, ‘usta sanatçı', ‘uzman' anlamına gelmediği gibi, yarışmada birinci seçilen kişi ‘usta' anlamına asla gelmez. Ben hiç kimsenin eserini bilmeden kendi bilgi ve görüşlerime göre eserleri değerlendireceğim. Ama yine sonuçlara itiraz olur. Bunun önüne geçilemez.”Jüri aynı, derece alanlar aynı, eserler aynıMuhammed Mağ/Hattat-müzehhib: Türkiye’de geleneksel ya da İslam sanatlarına destek adı altında yapılan yarışmalar amacına hizmet etmemektedir. Bir işi ya da herhangi bir şeyi tanıtmak ya da toplumun ilgisinin bu iş üzerine çekmek için yarışmalar düzenlenir. Fakat bizde 7 yıldır yapılan yarışmalar, tanıtım ya da destekten ziyade birilerinin maddi kazancı haline gelmiştir. Destek verilmek istenilirse bunun yolları vardır. Mesela kurumlar kendi koleksiyonlarını oluşturabilirler. Sanatkarlara ve de camiaya bir faydası olur. Kişilerden ziyade toplumun geneline faydası olur. Görülüyor ki toplumdan ziyade kişilere tekelleşmeye hizmet ediliyor. Bu da kültürle birikimle alakalıdır. Sanat taklit ya da tekrardan ibaret değildir. Her zaman kendini yenilemeli, fakat yarışmalara baktığınızda jüri aynı, koşullar aynı, derece alanlar aynı, eserler aynı. Demek ki taklit ve tekrarla devam ediyor. Birileri geleceğin ustası adı altında yarışma yapıyor. İcazet geleneği olan bir sanat camiasında usta seçilmez. Ustaya toplum ve tarih karar verir. En üzücüsü de icazet geleneğini savunan ustalarımızın, yarışmaya karşı olan ustalarımızın bu yarışmada jüri olmasıdır. Bu yıl içinde 5 yakın yarışma var. Hepsinin önsözünde İslam sanatlarının tanıtılması ve destekten bahsedilir. Tasvip etmesem de mahallelerde bile kursları açılıp eğitimi verilirken ne tanıtımından bahsedilir anlamış değilim. Bu sanatlarla uğraşanları hipodruma sokup yarıştırmanın bir anlamı yok. Yarış atı değil, nesiller yetiştirilmesine önem verilmelidir. Şu anki toplumumuzda kültür yok ama sanat zirvede! Kültür-sanat birbirini tamamlayan anahtar kilit gibidir. Kültürsüz sanat, sanatsız kültür olmaz. Yarışmalar miadını doldurmuştur. Şahsım da talebelerimin de yarışmalara iştirak etmelerine sıcak bakmıyorum. Boşluğu doldurmak için değil, boşluğu doldurulmayacak işler yapılmalı.Yarışmalara güven kalmadıHanifi Dursun (Hattat): Geleneksel Türk el sanatları yarışması sanatçıyı ve sanatı destekler amacından uzaklaşmaktadır. Çünkü jüri değerlendirmesinde doğal olarak kendi tarzına yakın olan eseri seçmektedir. Bu olay yarışmaların şeffaflığına gölge düşürmekte. Belki puanlama sistemi ve birkaç jüri olsa da yarışmalar belirli gruplar dışına çıkamıyor. Bu durum sanatı geliştirmek yerine tekelleştiriyor. Eğer şeffaf bir yarışma yapılmak isteniyorsa, sanata, sanatçıya, yeteneğe destek verilecekse yarışmalar jüri önünde canlı performans şeklinde yapılmalıdır. IRSICA’nın hat yarışmasına ilk yıllardaki katılımla son yıllardaki katılım sayısına bakın, çok düştüğünü göreceksiniz. Bunun sebebi yarışmaya güvenin kalmaması. ‘Bu yarışmanın sonucu belli’ deyip artık hiç katılmayanlar var. Yarışma olmadan birinci belli oluyor, neden? Hoca öğrencisinin yaptığı esere oy veriyor çünkü.Yalnızca tesadüfle açıklanabilir mi?Mahmud Şahin (Hattat, Bab-ı Nun Gelenekli Sanatlar ve Kültür Dernek Bşk.): Gelenekli sanatlarımızın yaygınlaşması ve tanıtılması amacıyla düzenlendiği iddia edilen yarışmalara her zaman karşı olmuşumdur. Gelenekli sanatlarımız yarışma mantığı ile bir arada kullanılmamalıdır. Biz gelenekli sanatların maneviyatını da üstatlarımızdan öğreniriz, bunun içinde de hayırda yarışma vardır. Kur’an-ı Kerimde Rabbimiz şöyle buyuruyor “Ey müminler!) Siz hayır işlerinde yarışın.” Bakara suresi 148. Eğer yine de bir denli yarışma yapılıyorsa bunun eşit şartlarda aynı günde ve belli binalarda daha önceden verilmemiş metinlerle olmalıdır. Siz üniversite sınavına evde çözdüğünüz sorularla katılamıyorsanız ve evde çizdiğiniz bir resimle güzel sanatların sınavlarına katılamıyorsanız ve hatta konservatuara evde kayıt ettiğiniz demoyla giremiyorsanız, evde şu tarihler arasında yazdığınız hüsn-i hat eseri veya tezhiple nasıl katılabiliyorsunuz. Bazı arkadaşlarımız o kısa sınav süresinde eserin çıkamayacağını iddia ediyorlar. Aynı fikirdeyim lakin jüri üyeleri o gün verilen metnin kenarındaki istifinden tashihsiz yazısından ve bir harfin tashihinden o sanatçının neler yapabileceğini anlayabilir. Sair uygulamalarda her zaman bir şaibe olacaktır. Çünkü benim yazdığım bir eserle benim öğrencim adına katılmadığımı kim tespit edecek. Yazılan eserde bilgisayar programlarının kullanılmadığı nasıl tespit edilecek. Geleneksellik yalnız mürekkep ve kâğıdın aharlı olup olmamasıyla tespit edilmemelidir. Ben genel polemiklere girmek istemem. Üstatlarımızın hepsinin önünde saygıyla eğilir ellerini öperim. Yalnız önceki yarışmalarda jüri üyelerinin öğrencilerinin yarışmalarda hep üst sıralarda olması yalnızca tesadüfle açıklanabilir mi? Yarışmaya katılmayan kişilerin yurtiçi ve yurtdışı etkinliklere çağrılmaması ve bir bakıma ‘yarışmıyorsanız sizleri tanımıyoruz’ bakış açısı ne kadar hoş görülebilir. Az öncede belirttiğim gibi yarışmalara iştirak etmeyen ama bu sanatı hiçbir menfaat beklemeden hat imzalarındaki metinlere sadık kalarak yapan fisebilillah cami tekke dergâh yazıları yazan sanatçıların haklarının yenmesi olarak görüyorum. Buyurun hep beraber hayırda yarışalım diyerek sözlerime son veriyorum.YARIŞMA TAKVİMLERİ VE TÜM YARIŞMALARIN JÜRİLERİAlbaraka Uluslararası 4. Hat Yarışması: Son katılım 2 Mart 2015, sonuçların açıklanması 20 Nisan 2015. Jüri: Uğur Derman, Hasan Çelebi, Mehmet Özçay, Davut Bektaş, Ali Toy, Prof. Dr. Hüsrev Subaşı, Savaş Çevik.Geleceğin Ustaları, Geleneksel Sanatlar Yarışması: Son katılım 20 Aralık 2014. Sonuçların açıklanması 26 Aralık 2014. Hüsn-i hat Jürisi: Muhittin Serin, Yrd. Doç. Dr. Savaş Çevik, Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Gündüz, Hasan Çelebi, Ali Toy. Ebru jürisi: Fuat Başar, Hikmet Barutçugil. Yılmaz Eneş. Tezhip: Prof. Dr. Çiçek Derman, Prof. Dr. Faruk Taşkale, Semih İrteş. Kaat'ı jürisi: Dürdane Ünver, Nimet Kalkan, Ersin Yıldızhan. Minyatür jürisi: Özcan Özcan, Orhan Dağlı, Dilek Yerlikaya. Çini jürisi: Prof. Dr. Sitare Turan Bakır, Yrd. Doç. Dr. Vedat Kaçar, Mehmet Koçer.II. Uluslararası Hilye-i Şerif Yarışması: Son katılım Haziran 2015. Jüri: Osman Özçay, Savaş Çevik, iki de İranlı hattat yer alıyor.Kur'ân-ı Kerim Kitâbeti Hat Musâbakası: Son katılım 4 Mayıs 2015. Sonuçların açıklanması Haziran 2015. Jüri: Hafız Osman Şahin, Prof. Dr. Uğur Derman, Hasan Çelebi, Hüseyin Kutlu, Mehmet Özçay, Davut Bektaş.7tepe7sanat Uluslararası İstanbul Klasik Sanatlar Yarışması: Son katılma tarihi: 1 Nisan 2015, sonuçlar 1 Haziran 2015'te açıklanacak. Jüri henüz açıklanmadı.IRCICA Uluslararası Hat Yarışması: Yarışma ilanı 2015. Jüri: Hasan Çelebi, Fuat Başar, Davut Bektaş.

18 Kasım 2014 Salı

Edebiyatımızın karikatür hali

Edebiyat öğretmeni Said Coşar, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi dergi ve gazetelerindeki edebiyat konulu karikatürleri, ‘Karikatürün Aynasında Edebiyatçılar’ kitabında bir araya getirdi. Kitapta Tevfik Fikret, Refik Halit, Falih Rıfkı, Yahya Kemal ve Orhan Veli’nin de aralarında bulunduğu yazar ve şairlerin karikatürleri yer alıyor.Edebiyat tarihini basmakalıp bilgilerin soğukluğundan kurtarmak biraz da araştırmacıların gayretiyle mümkün. Yazar ve şairlerin birbirine yazdığı mektuplar, tuttuğu günlükler ya da ‘itiraflar’ının yer aldığı notların yanı sıra tozlu dergilerde kalmış, ‘evrak-ı perişan’da unutulmuş anekdotları günışığına çıkaran araştırmacılara çok şey borçluyuz. Aksi halde sınav sorularındaki yazar-eser eşleştirmelerinden başka ne kalırdı elimizde?Said Coşar, bu soğukluğu kıran araştırmacılardan biri. Afyonkarahisar Sandıklı’da edebiyat öğretmenliği yapan Coşar, Karikatürün Aynasında Edebiyatçılar (Kapı Yayınları) adlı çalışmasında edebiyat tarihinin saklı kalmış bir yüzüyle karşı karşıya getiriyor okuru. Has edebiyat okuru, Said Coşar’ın bu çalışmasının nüvelerini son dört yılın Türk Edebiyatı sayılarında görmüştür muhakkak. Aynı zamanda karikatürist olan Coşar, araştırmasında edebiyatçıların gazete ve dergilerin karikatür köşelerinde hangi özellikleriyle, hangi tartışmaların odağında, hangi halleriyle yer aldığının izini sürüyor. Kitapta Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret, Refik Halit, Yakup Kadri, Ahmet Rasim, Falih Rıfkı, Nurullah Ataç, Yahya Kemal ve Orhan Veli’nin de aralarında bulunduğu 14 yazar ve şairin karikatürleri yer alıyor.Dönemin karikatürleri, şair ve yazarların edebiyat tarihlerine hatta biyografilere bile yansımamış bazı özelliklerini de belgeliyor. Bu yönüyle günümüz okuruna değerli bir alan açıyor. Kitabın hikâyesi de kendisi gibi ilginç. Said Coşar, 1998’de Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde henüz birinci sınıftayken okuduğu bir köşe yazısından yola çıkarak, yıllar sonra bu kitabı hazırlıyor. 24 Ekim 1998’de Zaman’da çıkan ‘Karikatür ve Edebiyat’ başlıklı köşe yazısında Beşir Ayvazoğlu, “gözü kara” bir araştırmacının eski gazete ve dergileri tarayıp “Karikatürlerle Edebiyat Tarihi” hazırlayabileceğini yazar. Said Coşar, işte o gözü kara araştırmacı! Tanzimat sonrası Osmanlı mizah dergilerinin tamamını tarayan Coşar, Cumhuriyet dönemi mizah yayınlarının da büyük bir çoğunluğunu incelemiş.EDEBİYAT İLE MİZAH NE ZAMAN AYRILDI?İlk mizah dergimiz Diyojen’den (1870) Oğuz Aral’ın Gırgır’ına (1972) kadar birçok dergide edebiyatçıların izini görüyoruz. Coşar’ın kitabı, edebiyat ile mizahın bir zamanlar ne kadar ‘sarmaş dolaş’ olduğunu ortaya koyuyor. Diyojen’den itibaren edebiyatçıların sadece mizahın konusu olmadığı, aynı zamanda mizah dergilerinde yönetici, yayıncı veya yazar olarak yer aldığı görülüyor. Hatta bizzat karikatür çizen yazarlardan bahsediyor Coşar. “Cevat Şakir Kabaağaçlı, Aka Gündüz, Ref’i Cevat Ulunay, Zahir Sıtkı Güvemli gibi. Abdi İpekçi’nin karikatür çizdiğini bilir miydiniz, ya Orhan Veli’nin? Bu iç içelik tabii ki edebî hadiselerin de karikatüre malzeme teşkil etmesini sağlıyor. İncelediğim gazete ve dergilerde Türkiye’de son yüzyılda yaşanan değişimi karikatür üzerinden okuma fırsatı da buldum.” diyen Coşar, Beşir Ayvazoğlu’nun tavsiyesini bu kez tarihçilere uyarlıyor: Gözü kara bir tarihçi çıkarsa ‘Karikatürlerle İnkılap Tarihi’ kitabını yazmak mümkün olabilir.Dönemin karikatürlerinde edebiyatçıların fiziksel yanları ya da bazı özellikleri öne çıkıyor. Mesela Yahya Kemal çoğunlukla şişmanlığı, dalgınlığı ve tabii bir de kendisi dışında büyük bir şair tanımayışıyla, Abdülhak Hâmid zarafeti ve kadınlara olan ilgisiyle, Ahmet Rasim ise ‘demlenmesiyle’ karikatürize edilmiş. Refik Halit, Milli Mücadele’deki olumsuz tutumuyla, Hüseyin Cahit ve Falih Rıfkı Atay ise ünlü polemikleriyle yansıyor karikatürlere.Geçmişteki gazete ve dergilerine yansıyan bu karikatürler, dikkatli gözlere sadece o günlerin edebiyat ve mizah ortamı ya da güncel tartışmaları hakkında değil, bugünün basın ve mizah dünyasına dair de önemli bilgiler veriyor. Düşünsenize, bugünün ünlü yazar ve şairleri hakkında hangi edebiyat dergisinde yahut ulusal gazetede tartışılacak, üzerine konuşulacak bir ‘çizgi’ çıkıyor! Bugün ‘matbuat âlemi’ndeki karikatürlerin bütünüyle siyaset alanında ürün verdiği düşünülünce edebiyatın ve edebiyatçıların nasıl mizahın dışında kaldığı daha net görülüyor. Said Coşar’ın eseri, en çok da günümüzdeki bu edebiyat-mizah arasına giren korkutucu mesafeyi gözler önüne seriyor.

15 Kasım 2014 Cumartesi

‘Fotojenik eserler’ fuarı

Çağdaş sanat fuarı 9. Comtemporary İstanbul (CI) yarın sona eriyor. Başta 300 koleksiyoner olmak üzere çarşamba akşamından bu yana pek çok sanatsever koştura koştura CI’yi gezdi, gezmeye devam ediyor.Kapıya dizilenleri görünce bunu daha iyi anlıyorsunuz. Fuar 11.00’de açılmasına rağmen erkenden gelip sıraya girenlere, saat 10.00’da açıldığını zannedip yataktan kalkar kalkmaz yola düşenlere ve uçağa yetişmek için, ‘bi koşu eser satın almaya’ gelen koleksiyonerlere fuarda rastladığımız doğrudur. Dokuz yıldır yapılan fuar, çağdaş sanatı merak edenler için artık vazgeçilmez oldu. Bugün ve yarın ise son pazarlıklar, alışverişler yapılacak.Fuar izleyicisinin en belirgin özelliği, kimsenin telefonunu elinden bırakmaması. Her an herkes, eserlerin fotoğrafını çekiyor, çünkü CI’daki eserler çok fotojenik. Hem hepsinin fotoğrafı güzel çıkıyor, sosyal medyada işe yarıyor, hem de yayınlanınca ilgi çekiyor! Bu nedenle izleyiciler, fuarın CI Editions gibi sanat dünyasına yeni koleksiyonerler ve sanatseverler kazandırmak amacını da hedefleyen bölümlerden ziyade ilginç eserlerin önünde uzun vakit geçiriyorlar. İtalyan Aron Demetz’in (Barbara Paci Art gallery) ahşabı yontarak yaptığı heykelleri, Gama Gallery’deki Marco Verones’in ‘Who will be the next?/Bir Sonraki Kim Olacak’ adlı ölümü simgeleyen ayaklardan oluşan duvar yerleştirmesi, New Yorklu Emmanuel Fremin Gallery’nin sanatçıları Drew Tal’in fotoğrafları ve Melis Mızraklı’nın imajları, Yaşam Şaşmazer’in sırt sırta dönerek uyuyan iki insanı anlatan “Either you or I, but both together is out of teh questions (Dostoyevski) adlı işi, Opera Gallery’deki Lita Cabellut’un The Secret Behind (Peçenin Arkasındaki Sır) eseri bunlar arasında.Almanya Baden’den gelen Galerie Frank Pages sanat galerisinin sanatçısı Hossein Edalatkhan’ın “Freedom Fighters” adlı eseri ise perşembe sabahı galerinin ortasındayken öğleden sonra ön saflara çıkan işiydi. Tesbih, namazlık, takkenin yer aldığı, secdeye oturmuş gaz maskeli adamdan oluşan heykele tabii ki kimse kayıtsız kalamıyor.Alinur Velidedeoğlu’nun 2003 tarihli “Everbody Walks” adlı, dünyaca ünlü ayakkabı markalarından oluşan eseri ile eşi İnci Nur Velidedeoğlu’nun başörtüsü standından oluşan eseri, birbiriyle hiç ilgili olmasa da sırt sırta durdukları için, hangi görüşten olursa olsun modern zaman kadınına yapılan eleştirileri hatırlatıyor. Çünkü iki ürünün de alıcısı kadın. Fakat kiminin aksesuarı çok başörtüsü, kiminin çok ayakkabı!Videoart, ses enstalasyonları, dijital sanat ve tasarım işlerinin yer aldığı ‘yeni medya sanatları’ bölümünde en merak edilen soru ‘Yeni medya koleksiyonerliği nasıl yapılacak, bu eserler geleceğe nasıl kalacak?’ oluyor. Yarın sergi alanında saat 14.00’te bu sorulara cevap veren birkaç oturum peş peşe yapılacak.Gezi Parkı olayları, tarihi Haydarpaşa Garı yangını gibi her fuarda/sergide rastladığımız işler burada da eksik değil: Güneş Çınar’ın Panorama’sı, Seyit Mehmet Buçukoğlu’nun Tarihi Baltalamak eseri ve Andipa Gallery’deki Slinkachu Gezi’nin sembolü haline gelen kırmızılı kadını anlatan Fez’i gündemden süzülenlere üç örnek. Adının telaffuzu kadar, 108 galerinin yer aldığı fuarı gezmek çok zor ve yorucu, ama eğlenceli. Fakat Contemporary Istanbul Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli’nin dediği gibi CI’ın, İstanbul’u çağdaş sanat dünyasının ve ekonomisinin merkezlerinden biri haline getirdiği bir gerçek.

14 Kasım 2014 Cuma

Türk edebiyatının yaşayan ustası Yaşar Kemal'e ‘fahri doktora'

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının usta kalemi, İnce Memed, Ağrıdağı Efsanesi, Yer Demir Gök Bakır, Yılanı Öldürseler gibi onlarca kitaba imza atan Yaşar Kemal'e İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından fahri doktor unvanı verildi.Üniversitede dün “Yaşar Kemal Onur Günü” etkinlikleri kapsamında gerçekleşen takdim törenine 91 yaşındaki Yaşar Kemal, sağlık sebepleri ile katılamadı. Yerine ödülü eşi Ayşe Semiha Baban aldı. Gün boyu pek çok akademisyen ve yazarın Yaşar Kemal'i ve eserlerini tartışıp konuştuğu sempozyumu nazara veren Baban, “Bir yazarın ve romanının böylesine kapsamlı bir programla, farklı disiplin ve bakış açılarından ele alınması bir ayrıcalık, akademik geleneğin canlılığının önemli bir örneğidir.” dedi. Baban ayrıca törene doktorları izin vermediği için katılamayan Yaşar Kemal'in teşekkür mesajını da okudu: “Bilgi Üniversitesi'ne çok teşekkür ederim, bana büyük bir mutluluk yaşatıyorsunuz. Buraya bugünümü paylaşmaya gelen tüm dostlarım, hepiniz sağ olasınız.” Baban, sözlerine usta yazarın mesajını okuyarak devam etti: “Bizim çağımızda romancıların başları beladadır. Çünkü insanları en çok yalana, zulme, bütün kötülüklere karşı roman uyarır. Bugün tüketim toplumu diye bir doyumsuzlar toplumu yaratılıyor. Tüketimciler topluma bütün değerlerini aşındıran bir yapay kültür benimsetmeye çalışıyorlar, insanları birer obur canavar haline getirmek istiyorlar. Roman, bu toplumu isteyenler için bir tehdittir. Onun için de romanı, ‘bestseller' denilen bir yapaylıkla boğmaya çalışıyorlar. Roman, böyle bir toplum isteyenler için bir tehlikedir, çünkü roman insanlara insan olduklarını söyler. Onca acıyı, zulmü, savaşı, doğa kırımını romanda yeniden yaratarak yaşayan insan, insan gibi yaşamayı özler, değerlerine sahip çıkar.” Ara Güler, Türkan Şoray, Ali Kırca, Altan Öymen gibi onlarca davetlinin katıldığı santralistanbul Kampüsü'ndeki tören Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydın Uğur'un açılış konuşmasıyla başladı. Uğur, Yaşar Kemal'e Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nün talebi ile başlayıp sonuca bağlanan süreci kısaca anlattıktan sonra usta yazara üniversitenin fahri doktor unvanı verme gerekçesini şöyle açıkladı: “Fahri doktor unvanı, İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından insanlığa, bilim, felsefe, düşünce, kültür ve sanat alanlarındaki eser veya çalışmaları ile eşine az rastlanır nitelikte katkıda bulunmuş, ülke ve dünya barışına yönelik istisnai çabaları olmuş, çalışmaları ile insan hakları ve demokrasinin yaygınlaşmasına öncülük etmiş kişilere, akademik kurul kararı ile takdim edilir. Yaşar Kemal'in hayatı ve eserleri, hem üniversitemizin genel misyonu hem de fahri doktora yönergesinde dile getirilen insanlık idealleri ile mükemmel bir uyum içindedir.” ‘Yaşar Kemal bizi ödüllendirdi' Tören Nebil Özgentürk'ün “Yaşar Kemal Efsanesi” adlı kısa portre filminin gösterimi ile devam etti. Ardında sahneye çıkan Doğan Hızlan, sözlerine Adalet Ağaoğlu'nun tebrik mesajını okuyarak başladı. Yaşar Kemal'in bütün ödüllerinde bulunduğunu ifade eden Hızlan, “Yaşar Kemal'le ilgili her konuşmamdan sonra yazarlık yaşamıma bir onur belgesi daha katmış olurum, edebiyata mensup olmanın mutluluğunu yaşarım.” dedi. İstanbul Bilgi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Remzi Sanver ise Yaşar Kemal'in bir ödülü kabul etmesinin o ödülü veren kurum için onur olduğunu, kendisine ödül vererek onu taltif etmek düşüncesinde hiçbir zaman olmadıklarını belirtti. Bilgi Üniversitesi tarafından bugüne kadar yalnızca üç kişinin (Fransa Kültür Bakanı Jack Lang, Güney Afrika'nın ve insanlığın sembolü Nelson Mandela ve Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schultz) bu ödüle layık olduğunu ifade eden Sanver, “Yükseklerde tutmaya çalıştığımız bu ödülün, Torosların zirvesine kadar yükseleceğini belki düşünmemiştik, ama bugün o mertebeye çıktı.” dedi. ‘Al Gözüm Seyreyle' Yaşar Kemal Onur Günü, “Binbir Kültürün Elçisi Yaşar Kemal” başlıklı sempozyum ile başladı. Bugüne kadar roman, öykü, şiir, röportaj, deneme, derleme türlerinde kaleme aldığı elliye yakın eserle dünya edebiyatına eşsiz katkılarda bulunan yazar için düzenlenen “Yaşar Kemal Onur Günü” etkinlikleri iki farklı serginin açılışına da ev sahipliği yaptı. Sanatçı Güneş Karabuda'nın fotoğraflarından oluşan “Al Gözüm Seyreyle” adlı fotoğraf sergisi ile Yaşar Kemal'in kitaplarının ilk basımlarıyla birlikte farklı dillere çevrilen ve yazar hakkında yazılanlardan oluşan kitap sergileri de İstanbul Bilgi Üniversitesi Çağdaş Sanat Müzesi'nde açıldı.

13 Kasım 2014 Perşembe

Yazarak geçinmek daha da zorlaştı

Yayınevlerinin çok satan yazarlara odaklanması sadece yazarak geçinmeyi güçleştiriyor. Kanada Yayıncılar Birliği’nin son araştırması bu duruma dikkat çekerken, Man Booker Ödülü’nün bu yılki sahibi Richard Flanagan’ın “Ödülü almadan önce kömür madeninde çalışmaya hazırlanıyordum.” açıklaması da, yazarlıktan geçinmenin zorluğunu yeniden gündeme getirdi.İngiltere’nin en saygın edebiyat ödülü Man Booker’ın bu yılki sahibi, geçtiğimiz ay Avustralyalı yazar Richard Flanagan oldu. The Narrow Road to the Deep North isimli romanıyla bu ödüle layık görülen yazara 50 bin sterlin para ödülü verildi. Flanagan, bu yüksek miktardaki ödülü almadan önce, kömür madeninde çalışmaya hazırlandığını dile getirmiş ve yalnızca kitap yazarak geçinmenin gittikçe daha da zorlaştığı bir çağa girdiğimize dikkati çekmişti. Flanagan’ın bu açıklamasının ardından Kanada Yazarlar Birliği’nin yeni yayımladığı rakamlara göre ülkede bir yazarın yıllık kazancı 12 bin dolara kadar düşmüş durumda. Bu miktarla geçinmenin çok güç olduğuna değinen araştırma, yazarların başka işlere yöneldiğini belirtiyor.Kanadalı yazarlar, geçtiğimiz yıl Alice Munro’nun Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasının ülkedeki edebi üretime bir nebze olsun dikkatleri çekse de bunun yeteri kadar faydalı olmadığını düşünüyor. İngiltere’nin önemli gazetelerinden Guardian ise geçtiğimiz aylarda yazarların yıllık kazancının son sekiz yılda yaklaşık % 30 gerilediğini belirterek, 20 bin dolara yaklaştığını dile getirmişti. Edebiyat dünyası bu gelişmelerden sonra, yazarak geçinmenin zorluğunu yeniden tartışmaya başladı. Yalnız Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında sadece yazma eylemiyle uğraşan pek çok yazarın yüzleştiği bu acı gerçek, özellikle son dönemlerde daha da sorunlu bir hal almış durumda. Bu gelişmeleri kimi eleştirmenler yazarın ölümü olarak tanımlarken, entelektüel üretimin günlük hayatın maddi telaşıyla imtihana girdiği görüşünde.Bir tarafta çok satan listelerine girmenin zorlu yarışı, öte tarafta geleneksel yayıncılığın yerini alan e-kitap ve sesli kitap endüstrisi, yayın dünyasında tutunmayı güçleştiriyor. Dünyada en çok satan yazarlardan biri olan Stephen King’in para ile yazmak arasındaki ilişki sorusuna cevabı, yayın dünyasındaki bu işleyişi kısaca açıklar nitelikte: “Bence yaptığınız işin karşılığını almalısınız. Her sabah çalar saatimle uyanıp bacak egzersizleri yapıyorum ve sonra bilgisa­yarın başına oturuyorum. Öğle zamanı sırtım ağrıyor ve yorul­muş oluyorum. Hâlâ eskisi kadar, hatta eskisinden daha çok çalışıyorum, onun için karşılığını almak isterim. Ancak temel­de bu geldiğim noktada aldığım para bu işin heyecanı. Artık yapmayı hiç istemediğim tek şey ise müthiş avanslar almak. Böyle birkaç avans almıştım. Bu büyük avanslar bir bakıma yazarın, ‘bütün parayı baştan alırım, eğer kitap satılmaz raflarda kalırsa bir kuruş bile geri vermem’ demesi gibi bir şeydir.” “Hayat pek çok yazar için zor”Büyük yayınevlerinin yeni yazarlara vakit ayırmaktan öte, para getirecek lokomotif yazarlara odaklanması yazarların gündelik hayatını sürdürebilmeleri için başka işlerle uğraşmasına neden oluyor. Üniversitedeki yazarlık bölümlerinde dersler vermeye yönelenler, reklam işine girenler, üniversite öğrencilerine tezlerine yazmada rehberlik edenler ve daha pek çok farklı iş, yazarların rağbet ettiği ek işler arasında. Geçinecek kadar para kazanmakta zorlanan yazarın, hayatını idame ettirmesi için sürekli çeşitli mecralarda yazması da metinlerin kalitesini tartışmaya açıyor öte taraftan. Gelecek endişesi ile kuşatılmış bu yazarların tüm enerjisini yazma işine verememesinin yanı sıra bunun karşılığını hemen aldıklarını söylemek zor, Flanagan’ın ödüle değer görülen romanına son halini vermeden önce beş farklı metni yaktığını hatırlatalım.Yazarlığın günümüzde para kazanmak için zor bir uğraş haline geldiğini söylemek zor değil. Pek çok ödülün sahibi İngiliz yazar Rupert Thomson (60), geçtiğimiz günlerde bu yaşına rağmen haftanın yedi günü geçimini sağlamak için yazı masasının başına gömülmek zorunda kaldığını dile getirmişti. Kafka ve Ballard gibi yazarlarla kıyaslanan Thomson, günümüz edebiyat dünyasında kendini maddi güvende hissetmediğini de eklemişti. Pek çok isim Thomson gibi bir yazar olarak hayatta kalmanın yolunu arıyor günümüzde.Dünyadaki pek çok örneğin yanı sıra Türkiye’de de sadece yazarak geçinen pek çok isim var. Orhan Pamuk, Adalet Ağaoğlu, Yaşar Kemal, Selim İleri, Füruzan, Latife Tekin, Murathan Mungan, Ahmet Ümit, Lale Müldür, Elif Şafak, Ayfer Tunç, Küçük İskender, Ayşe Kulin ve Buket Uzuner bu isimler arasında sayılabilir. Bunun yanı sıra reklam işine girip bir yandan da yazı hayatını devam ettiren şairlerimiz de var Haydar Ergülen ve Vural Bahadır Bayrıl gibi... Yazarlara bu yoğun emek gerektiren işlerinin karşılığını hakkıyla aldıklarını söylemek mümkün değil, Flanagan’ın ödül konuşması dediği gibi “Hayat pek çok yazar için zor” galiba...

12 Kasım 2014 Çarşamba

Çağdaş sanat fuarından müzayedecilere sitem

Çağdaş sanat fuarı 9. Contemporary İstanbul (CI), yarın başlıyor. Fuarın yönetim kurulu başkanı Ali Güreli, dünkü basın toplantısında, hafta sonu yapılacak iki çağdaş sanat müzayedesinin sahibine sitem etti. “Birlikte yol almalıyız. Birbirimize rağmen değil. Sotheby’s bile bize destek veriyor.” dedi.Sevinç Özarslan iSTANBUL-İstanbul’un, çağdaş sanat dünyasının takvimine girmesine önemli katkıları bulunan 9. Contemporary İstanbul (CI), yarın Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde başlıyor. Dört gün sürecek olan fuara 23 ülkeden 108 çağdaş sanat galerisi katılıyor. 300 üzerinde koleksiyoner, on yedi ülkeden 36 gazeteci de CI’yi görmeye geliyor. Hafta sonu ise yani fuarın son iki gününe denk gelen cumartesi, pazar İstanbul’da iki çağdaş sanat müzayedesi yapılacak. Biri Antik AŞ’nin 283. müzayedesi, diğeri Beyaz Müzayede’nin düzenlediği 29. çağdaş ve modern sanat müzayedesi. Contemporary İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli, dün fuar mekânında yapılan basın toplantısında önce fuarla ilgili bilgi verdi, sonra iki müzayedeyi düzenleyen şirketlerin sahipleri sırasıyla Turgay Artam ve Aziz Karadeniz’e sitem etti. Güreli, “Türkiye’de bir çağdaş sanat pazarı var, biz bu pazarı devamlı büyütmeye çalışıyoruz ama ne kadar büyütürsek büyütelim pazar belli. Bu müzayedelerin yapılmasındaki amaç, o pazarın fuara ayrılan kısmından pay kapmak. ‘Oraya harcama bana harca’ mesajı var. CI bütün dünyadaki sanat haritasında ve takviminde yerini aldı. VİP koleksiyoner programımızı önceden ilan etmemize rağmen son bir ayda katılım için ciddi talep geldi. Aslında bu doğal. Yıllardır büyük bir enerjiyle tüm zamanımızı CI’ya ayırıyoruz. Fakat fuarın son iki gününde iki müzayede yapılmasını üzülerek karşılıyoruz. Gala gecemizin sponsoru İngiltere’nin ünlü müzayede evi Sotheby’s. Düşünün dünyanın en ünlü müzayede evi bize destek veriyor. Tüm çağdaş sanat programlarını bir masanın etrafına oturarak birlikte planlamalıyız. Üst üste gelmemeli, çakışmamalı. ‘İstanbul’da bu pazarı daha fazla nasıl büyütebiliriz?’ diye düşünmeliyiz. Birlikte yol almamız lazım. Birbirimize rağmen değil. Ancak böylelikle marka bir şehir ve ülke olabiliriz.” diyor.Fuarda 520 sanatçının eserleri yer alıyor. Bunlar arasında en dikkat çeken eser, merkezi Paris’te olan ve 11 ülkede galerisi bulunan Opera Gallery’nin getirdiği Fransız sanatçı Gerard Rancinan’ın Press Power (Basın Güç) adlı fotoğraf çalışması. Eski bir gazeteci olan 1953 doğumlu Rancinan’ın işleri Paris Match, Life Magazine, Stern and the Sunday Times Magazine’e kapak olmuştu. İstanbul’da üç yıl yaşayan, bankacılık yapan ve aynı zamanda koleksiyoner olan galerinin menajeri Sylvain P.Gaillard, son bir yıldır Türkiye’deki basının durumunu bildiği için böyle bir eseri sergilemek istediklerini söylüyor. www.contemporaryistanbul.comCI’da neler var?Sotheby’s Yönetim Kurulu başkanı konuşacakFuarın ‘CI Dialogues’ adlı konferans programı bu akşam Mehmet Güleryüz ve Levent Çalıkoğlu ile Li Xin ve Philippe Piguet’nin açılış konuşmaları ile başlıyor. Öne çıkan konuşmacılar arasında Sotheby’s Yönetim Kurulu Başkanı Robin Woodhead var. Woodhead’in konuşması, 14 Kasım Cuma günü saat 13.00’te fuar alanında başlayacak.‘Yeni medya’ sergileriMedya sanatı deyince akla video sanat işleri geliyor. CI kapsamında bu yıl ikincisi yapılan Plugin İstanbul Yeni Medya Bölümü’ndeki sergilerde, sadece video art işleri değil, ses ve ışık enstalasyonları, etkileşimli ve jeneratif sanat işleri, iç mekân mapping projeleri, robotik tasarımlar yer alıyor. Bu bölümün küratörü Ceren Arkman, bu dönemin sanatının yeni medyalarla üretilen işler olduğunu söylüyor.90 dakikada sanat şovFuarda üç küratöryal sergi düzenleniyor. Bunlardan biri Hasan Bülent Kahraman’ın hazırladığı Nuri Bilge Ceylan fotoğraf sergisi. Paul McMillen’ın küratörlüğündeki iCI Editions adlı ikinci sergide, 12 galeriden 17 sanatçı CI’ya özel 30 eser üretti. Üçüncüsü ise CI 90 Minute Shows. CI Program Direktörü Dr. Marcus Graf’ın hazırladığı bu yeni sergide, her 90 dakikada bir, bir sanatçının solo şovu kurulup sunulacak, tartışılıp kaydedilecek.Yeni sanat dergisi: CI MagazineFuarla birlikte yeni bir sanat dergisi de çıktı. CI Magazine, çağdaş sanat ortamına odaklanarak, sanat ortamının aktörlerini, koleksiyonerlerini ve sanatçılarını kişisel röportajlarla tanıtmayı amaçlıyor. CI Magazine’in ilk sayısı, Contemporary Istanbul’daki Yayınlar Alanı’nda görülebilir.

11 Kasım 2014 Salı

“Topkapı Sarayı’nın restorasyonuna cebimden para eklerdim”

Ekrem Hakkı Ayverdi, ölümünün 30. yılında bir sergiyle anılıyor. Mimarlık, koleksiyonerlik ve restoratörlük olmak üzere Ayverdi’nin üç yönünü ele alan sergide, onun restorasyon projelerinden, koleksiyonundaki eşsiz hat sanatı örneklerine kadar pek çok eser yer alıyor.Beyoğlu Tepebaşı’ndaki Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde (İAE) geçen hafta açılan sergi, kültürümüzü merak eden herkesi ilgilendiriyor ama Fatihlileri daha yakından ilgilendiriyor. Dikkatli semt sakinleri, Fatih’in ana caddesinde ya da Koyunbaba Parkı’nda Ayverdi soyadına mutlaka rast gelmiştir. Peki Fevzipaşa Caddesi’ndeki müze ev hiç dikkatinizi çekti mi? Kapısındaki tabelada “Bu evde mütefekkir-yazar Samiha Ayverdi ve ailesi yaşadı.” yazan o evin mimari ve içindeki sanat eserlerinin, kıymetli eşyaların sahibi, abisi yazar Ekrem Hakkı Ayverdi idi. Her gün önünden geçtiğiniz evdeki nadide eserleri orada görmek mümkün değil ama 28 Mart 2015’e kadar İAE’de ziyaret edilebilirsiniz.Ekrem Hakkı Ayverdi’nin, ülkemizin kültür adamlarından biri olduğunu söyleyebiliriz fakat o kadar çok kaleme sahip ki! Osmanlı mimarisinin üstadı, sekiz ciltlik mimarlık tarihi kitabı dillere destan, restoratör ve tabii ki koleksiyoner. Sergide bu üç yönü de ele alınıyor. Topkapı Sarayı başta olmak üzere, İstanbul, Edirne ve Bursa’da 1940’lı-50’li yıllarda yaptığı restorasyonlar sayesinde pek çok eser ayakta kalmış. Serginin bizce en dikkat çeken belgeleri de bu döneme ait. Topkapı Sarayı’nın restorasyon öncesindeki perişan halini gösteren fotoğraflar ile yine sarayın restorasyonu için 1942’de devlet tarafından kendisine ödenen 52 bin Türk Lirası’nı belgeleyen matbu (üstte küçük kare) dikkat çekiyor. Osmanlı’nın son zamanlarda sarayı ne kadar ihmal ettiğini bu belgelerden anlamak mümkün. Hırka-ı Saadet Dairesi, Arz Odası ve Hazine dışındaki tüm bölümler hazin vaziyette. “Ekrem Hakkı Ayverdi, Mimarlık Tarihçisi, Restoratör, Koleksiyoner” adlı serginin küratörü, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Bilim Kurulu Başkanı ve aynı zamanda Ayverdi ailesi ile çocukluğundan beri tanışan Prof. Dr. Baha Tanman, kendisinden duyduğu bilgiyi şöyle aktarıyor: “Restoratör olarak işinizi yaparsınız, o kolay. Ama ben kendisinden dinledim, ‘Ödenek yetmeyince cebimden para eklediğim olurdu.’ derdi. İşe sırf tüccar mantığıyla bakmamış, sevgiyle bağlanmış.”Sergideki koleksiyonun ağırlık merkezini hat, tezhip, cilt gibi Osmanlı kitap sanatları oluşturuyor. Bunların yanı sıra Selçuklu ve Osmanlı çinileri ile Batı tarzında resim yapan Şeker Ahmet Paşa, Hoca Ali Rıza gibi ressamların eserleri yer alıyor. Tanman’ın anlattığına göre 1940’lı yıllarda bizim o zamanki elitlerimiz Avrupa imalatı biblo biriktirirken Ekrem Hakkı Bey ve birkaç kişi bu eserleri toplamaya gayret etmişler. Tek kaygıları var; eserler yaban ellere düşmesin. Ekrem Hakkı Ayverdi’nin kendi yaptığı Fatih’teki evi, 1939. Sergideki koleksiyon, müze evden süzülen sadece bir damla. Ayverdi’nin öğrencilik zamanında yaptığı cami çizimleri, Karahisari’nin hatları, Mimar Sinan’ın biyografisini ve eserlerinin dökümünü yazdırdığı ünlü eseri Tezküretü’l-Enbiye’nin bir nüshası, III. Sultan Selim’in Tur-i Sina Manastırı’nın vergiden muaf ve Osmanlı’nın himayesinde olduğunu gösteren tek vesika ve daha pek çok eser ilginizi bekliyor. Temennimiz, Ayverdi’nin Kubbealtı Vakfı’na bağışladığı koleksiyonunun tamamını ileride Pera gibi ‘toplumsal hafızaya girmiş’ müzelerden birinde izlemek…

10 Kasım 2014 Pazartesi

‘Edebiyat dergiciliğinde yeni bir dönem başlatıyoruz’

Genel Yayın Yönetmenliğini şair Bülent Parlak’ın yaptığı ve ilk sayısı 2008’de yayımlanan aylık edebiyat kültür sanat dergisi İzdiham, yeni yayın dönemine 20 bin baskı yaparak girdi. Edebiyat dergilerinin az sattığı günümüz için oldukça cesur bir baskı sayısı. Bülent Parlak ve genç şairlerden oluşan ekibi, edebiyat dergiciliğine yeni bir soluk getirmek istiyor.İzdiham internet portalı olarak ne zaman kuruldu? Basılı yayına ne zaman geçti?izdiham.com, 2007 yılının şubat ayında yayına başladı. 2008 yılının ağustos ayında ise matbu olarak ilk sayısını çıkardık. İzdiham Dergisi ile izdiham.com birbirinden aslında metinler anlamında bağımsız ama ruh olarak aynı şekilde devam etti bugüne kadar. Geçtiğimiz günlerde matbu olarak 15. sayıya ulaştık.Tek seferde 20 bin baskı yapmak nasıl bir duygu?Ben de şaşkınım. Benim değil dergi çıkarmak, dergi demeye bile takatim yoktu aslında. Anladım ki Allah diler ve siz anlamasanız da, yaptığınız işe şaşırsanız da olacak olan olur.Türkiye'deki çoğu edebiyat dergisinin 500-1000 civarında sattığı düşünülürse 20 binlik satış hedefi için umutlu musunuz?İnanmasak böyle iddialı bir rakamla çıkmazdık ama her şeyden önce nasip olarak görüyorum. Arkadaşım Güven Adıgüzel’in bir sözü var; “nasip güzel bir ihtimaldir.” diye. Öncelikle bunun bir nasip meselesi olduğunu söylemeliyim. Türkiye’de yanlış hatırlamıyorsam 100’den fazla edebiyat dergisi neşrediliyor ve birçoğu dediğiniz rakam aralığında satılıyor. Aslında ben meseleye tiraj olarak çok bakmıyorum. Bütün edebiyat dergileri bu kirli dünyada temiz kalmak için iyi bir neden. Düşünsenize seksen milyon insan yaşıyor bu topraklarda ve yaptığınız, emek verdiğiniz, çaba gösterdiğiniz çalışmanız ancak 50-100 kişiye hitap ediyor. Ya deli olmanız lazım ya da büyük bir idealist. Ben dergi çıkaran birçok kişiyi tanıyorum ve hepsi de idealist. Ama biz İzdiham olarak bu çemberden sıkılmıştık. Birçok arkadaşımla emek veriyoruz; dağıtım sıkıntısı, sattığınız dergilerin ödemelerini çoğu zaman geri alamama sıkıntısı derken yeni bir dönem başlatmamız gerektiğine karar verdik. Bir de güzel tarafı şu ki hiçbir kurum, kuruluştan destek almadan, kendi imkanlarımızla İzdiham’ı çıkarıyoruz. 20 bin tirajla ve tüm Türkiye’de var artık.Bir yerlerde saklanmış edebiyat tutkunları kollarını açıp İzdiham'ı bekliyor mudur?Bekleyenler vardı elbette. Çıktığımız gün birçok bayide derginin tükendiği haberleri geldi. Üçüncü gün takviye yaptık o bayilere. Ağrı Dağı’nı arkasına alıp İzdiham Dergisi’yle fotoğraf çektirip bize ulaştıranlar oldu. Bitlis’te öğretmenliğinin ilk senesinde anaokulu öğretmeni bir arkadaşımız sınıfına İzdiham Dergisi götürmüş, küçücük çocuklar İzdiham’a bakıyor. Fotoğraflarını çekip bize ulaştırıyor. Sizce bundan büyük bir beklemek var mı? Beklemeyenlerin ayağına da gazete bayilerinde yer alarak biz gittik zaten."Türkiye'de edebiyat dergisi az satılıyor, az okunuyor, az basılıyor" diyenlere ne cevap verirsiniz?Bizim amacımız bütün bu yargıları yıkmak ve edebiyatta yeni bir dönem başlatmak. Ben hep şunu söyledim. Edebiyat yoksulların sırtında yükseliyor. Yoksul olmak sefalet demek değildir. Yoksul olmak aslında asil olmaktır. Dünyaya direnmektir. Biz edebiyat dergiciliğinde bunu başlatan olmak istedik. İstiyorum ki bütün dergiler en az 20 bin satsınlar, 40 bin satsınlar. Biz bu anlamda geri kalmaya razıyız. Bizi geçmelerini gerçekten isterim. Çok da seviniriz arkadaşlar olarak. Geride kalmak her zaman çirkin değildir.20 bin baskılı dergi 81 ilde de satışa sunuluyor mu?Hakkari’nin Şemdinli İlçesi’nden tutun Artvin’in Yusufeli’ne, Samsun’un Terme İlçesi’nden tutun Malatya’nın Hekimhan İlçesi’ne kadar dergi satan bütün gazete bayilerinde İzdiham artık bulunabilir.Derginin hazırlık aşaması "aylar" sürdü diye yazılmış, tanıtım yazısında. Tam olarak kaç ay sürdü bu çalışmalar ve kaç kişilik bir ekip bu çalışmaya katkı sundu?Öncelikle şirketleşmemiz gerekiyordu. Şirketleştik ve hem de yayınevi olduk. Çünkü İzdiham gençler için bir okul olmaya başladı artık. Şu anda İzdiham Dergisi’nde ve izdiham.com’da yazılar yazarak, şiirler yayınlayarak kitabı olan yaklaşık 10’a yakın arkadaşımız oldu. Bu senenin sonuna kadar üç kitap daha basmayı düşünüyoruz. Çok heyecanlı şeyler anlatıyorum, farkında mısınız? Şirketleşme sürecinden dergi çıkana kadar 5 ay uğraştık. Halil Öztürkci, Özer Turan, Berkan Ürgen, Fatma Şengil Süzer, Tarık Taş, Beyazıt Bestami, Güven Adıgüzel, Yasin Kara, Seda Bilici, Çağrı Oruk, Onur Bayrak, Yavuz Türk, Fatih Mutlu, Yağız Gönüler, Seydi Özçal, Enes Aras, Merve Çetin, Barış Cem Kaya mutfaktan destek olanlardı. Bir de dışarıda olup her zaman bizi destekleyenler oldu. Atakan Yavuz, Ali Ayçil, Ayşe Kara, İsmail Demirci.İzdiham'ı neden okuyalım?Dünyada kendinize bir yer bulamıyorsanız İzdiham’ı okumanız gerek. Duvar diplerinde her akşam buluşarak, oradan büyük bir edebiyat macerasına nasıl çıkıldığını görmek için İzdiham okumanız gerek. Hiçbir kurum ve kuruluştan destek almadan kendi imkanlarıyla böyle bir serüvene çıkanlara şahit olmanız için İzdiham okumanız gerek. Edebiyatın yenilmekten geldiğini düşünenlerin dergisiyle karşılaşmanız için İzdiham okumanız gerek. Sadece iyi metin yayınlamak kaygımıza şahit olmanız için İzdiham okumanız gerek.Derginizin en sevilen yanlarından biri sloganı. “Hepimiz ölecek yaştayız.” Niye bunu seçtiniz? Oysa ne güzel yaşıyorduk.Çünkü hepimiz ölecek yaştayız. Bu motto 2009 yılında çıkan İzdiham Dergisi’nin 3. sayısının kapak sloganıydı. Yaşamak güzel elbet ama öleceğimizi ve esas vatanımıza gideceğimizi unutmamak gerek.İzdiham dergisinin bildiğim kadarıyla hatırı sayılır bir okur kitlesi var, nereye giderseniz gidin sizi yalnız bırakmıyorlar. Bu birliktelik, uhuvvet nasıl sağlandı?Çünkü samimiyiz ve birlikte oturduğumuzda kimse benim genel yayın yönetmeni, Berkan Ürgen’in garson, Tarık Taş’ın yazı işleri müdürü olduğunu fark edemez. Biz, bizi takip edenlerle aramıza mesafe değil samimiyet koyduk. Evlerine şiir okumaya bile gidiyoruz.İzdiham kültür sanat ve edebiyat dergisi olmasının yanı sıra aynı zamanda yaşam dergisi özelliği de taşıyor. Mesela dergideki muavinlerin meslek anıları, cisimler ve “en son ne zaman şiir yazdınız”, köşeleri ilginç.İzdiham öğretici ve dayatmacı bir dergicilikten çok sunan bir dergi ve hayatı edebiyata dahil eden bir dergi olmaya gayret ediyor, edecek. Muavinleri, şoförleri ve tantunicileri edebiyattan ayrı düşünmüyoruz İzdiham olarak.Dergide güncel meselelerle ilgili yazılar da var. Genelde edebiyat dergilerinde pek görmüyoruz. “İyi Bir İnsan Olursak Marmaray’daki Balıkları Görebiliriz” ile “Bizi TOKİ Mahvetti” yazıları nasıl, hangi fikirle yazıldı?Marmaray’a binmeyenler şunu soruyor. Balıkları görüyor muyuz Marmaray’a binince? Biz de kendi aramızda konuşurken şöyle bir cümle geçti. İyi insan olursak Marmaray’dan geçerken balıkları görebiliriz. İnanıyoruz ki görecekler. İyi olunca mutlaka görecekler. Tıpkı Şirinler’i görebileceğimiz gibi.‘Edebiyatın magazini’ diyebileceğim bir bölüm bulunuyor İzdiham'da. Şairler, yazarlar Mustafa Kutlu’nun masasını anlatmış. Bu köşeden neyi murat ettiniz? Gelecek sayıda kimin masası/sandalyesi/gözlüğü olacak.Mustafa Kutlu benim çok sevdiğim, saydığım ve yanından uslu durabildiğim ender şahsiyetlerden biri. Onun edebiyata katkıları asla unutulamaz. Ben en son kuşak Dergah Dergisi şairlerinden biri olarak Onun yanına her gittiğimde masasındaki sadelik benim çok dikkatimi çekiyor. Sanki orası dünya değil, sanki orası başka bir yer. Onun masasını görmeyenlere de bir nevi anlatmak, onlar da bilsinler istedik. Önümüzdeki sayı ise Ece Ayhan var. Sorumuz şu oldu: Ece Ayhan’ın devletle alıp veremediği neydi?İzdiham kültür sanat ve edebiyat dergisi olmasının yanı sıra aynı zamanda yaşam dergisi niteliği taşıyor. Mesela muavinlerin meslek anıları, cisimler ve “en son ne zaman şiir yazdınız”, köşeleri gibi güzel dosyalar hazırlanmış.İzdiham öğretici ve dayatmacı bir dergicilikten çok sunan bir dergi ve hayatı edebiyata dahil eden bir dergi olmaya gayret ediyor, edecek. Muavinleri, şoförleri ve tantunicileri edebiyattan ayrı düşünmüyoruz İzdiham olarak.Yunus Emre ve Jean Paul Sartre karşılaştırdığınız bölüme gerek var mıydı? Neden böyle bir karşılaştırmaya ihtiyacımız olsun ki…Dünyada yeri olan düşünür, şair ve yazarlar ile kendi topraklarımızın görüşlerini mukayese yapmak istedik. Karşılaştırmaları önemsiyorum çünkü masanın iki tarafında oturmadan birbirimizi anlamamız pek mümkün değil.'EVET İSKAN' ŞİİRİNDE İNŞAAT SARHOŞLUĞUNA İSYAN ETTİMİlk şiir kitabınız Sevgili Huzursuzluğum’dan sonra ikinci kitabınız Ricakeş de yayımlandı. Ricakeş ne demek? Huzursuzluğunuzla barıştınız mı?Elimde olsa bütün kitaplarımın adını Sevgili Huzursuzluğum koymak isterim. Bende geçmeyecek bu huzursuzluk biliyorum. Rica etmek acıklı bir durumdur aslında. Ricakeş kelimesi Türkçe’de hiç kullanılmamıştı bugüne kadar. Bizlerin görevi bazen de Türkçe’ye kelime kazandırmaktır ya da unutulmaya yüz tutmuş güzel bir kelimeyi gündelik hayata hatırlatmak. Kitaptaki bir şiirde de zaten “ricakeş” kelimesi geçiyor.Bazen sosyal medyada okurlarınızı şaşırtan tartışmalara giriyorsunuz. “Sen beni attığın yerleri bilmedin/ben düştüğüm rakımları/nasılsın...” dizesini yazan bir şairin okurlarıyla ‘bulaşık makinesi' tartışması yapması biraz tuhaf değil mi?Ne yaparsam içimden geliyor. Gelgitlerimiz, tutarsızlıklarımız biziz zaten. Bulaşık makinası konusunda yine aynı şeyi söylerim. Bir kadının sevdiği adamla yediği yemeklerin bulaşıklarını yıkamak istemesi bana büyük bir incelik geliyor.‘Evet, İskan’ şiiri İsmet Özel’in Evet İsyan şiirini hatırlatıyor. İskan için şu güzel ülkede neler neler talan ediliyor değil mi?Talan eden varsa talan edenlerin şiirini yazan da çıkar. Ben de Evet İskan şiirinde itiraz ettim bütün bu olan biten inşaat sarhoşluğuna. Ak Parti 12 yılda büyük hamleler, iyi işler başardı ama estetiğe, inşaata, sanata dair kötü hatıralar bıraktı. Ben şiir yazarak düzelteceğimize inanıyorum. Şiir yazarak kendi lisanımla itiraz ettim. Çünkü Bursa’nın girişinde TOKİ evlerini gördüğünde şaşkınlığımdan ve üzüntümden kendi evimin yolunu o akşam bulamadım.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Çocuklar, Bakü’de tiyatro ile şendi

14 yılda Türkiye’nin 81 ilini 8 kez gezen ETİ Çocuk Tiyatrosu’nun Kıbrıs ve Üsküp’ten sonra yurtdışındaki üçüncü durağı Bakü oldu. 5 Kasım’da sahnelenen “Kral Çıplak” adlı oyunu, 600’den fazla Türkiyeli ve Azerbaycanlı çocuk izledi.ETİ Çocuk Tiyatrosu, bundan 14 yıl önce yollara düştü. Yollara düştü diyoruz çünkü bildiğimiz tiyatrolar gibi arada turneye çıkan yerleşik bir tiyatro değil o. Rakamlara dökecek olursak daha net anlaşılabilir: 14 yıl boyunca tüm Türkiye’yi 8 kez, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ise 6 kez dolaşarak 2 bin 600’den fazla gösterim yapmışlar. Bugüne kadar 1,6 milyon çocuğa ulaşan tiyatro, bir sosyal sorumluluk projesi. Türkiye’nin 81 ilini gezen ETİ Çocuk Tiyatrosu, “artık kabına sığmadığını” fark ederek 2010 yılında rotasını Türk nüfusun, dolayısıyla da Türk çocuklarının yoğun olduğu ülkelere çevirme kararı almıştı. Bu kapsamda geçtiğimiz yıllarda önce Kıbrıs’ta daha sonra da Makedonya’nın başkenti Üsküp’te gösterimler yapan tiyatronun üçüncü yurtdışı durağı Azerbaycan’ın başkenti Bakü oldu. 5 Kasım’da Bakü’nün merkezindeki onlarca tiyatrodan biri olan Bakü Genç Temaşacılar Tiyatrosu’nda aynı gün iki kez sahnelenen “Kral Çıplak” adlı oyunu, 600’den fazla Türkiyeli ve Azerbaycanlı çocuk izledi. Gösterimlere Bakü Türk Anadolu Lisesi’nin ilkokul bölümünde ve 6 Sayılı Mektep’te öğrenim gören çocuklar öğretmenleri eşliğinde katıldı. Gösterim öncesi Bakü Hilton’da yapılan toplantıda basın mensuplarına bilgi veren ETİ Gıda Yönetim Kurulu Üyesi Gülden Kanatlı Derbil, tiyatronun 14 yıla neler sığdırdığını kısa istatistiklerle anlattıktan sonra her şeyi şu cümle ile özetledi: “Bundan 14 yıl önce henüz ilkokul sıralarındayken oyunlarımıza gelen çocuklar bugün artık birer yetişkin oldu.”ETİ Çocuk Tiyatrosu’nun yurtdışında bir sonraki durağı için Bakü’nün en uygun şehir olacağını düşündüklerini ifade eden Derbil, Bakü’de çocuklarla buluşan ‘Kral Çıplak’ oyunu ile Türkiye’nin 45 il ve ilçesinde yaklaşık 120 bin çocuğa ulaşmayı hedeflediklerini söyledi. Oyunun yönetmeni Tuncay Özkan ise sahnelenen oyunların seçiminden bahsetti. Dünya klasiklerini tercih etme nedenlerinin ‘çocuklara daha kolay ulaşmak’ olduğunu söyledi. Oyunları sadeleştirip daha da yumuşattıklarını belirten Özkan, “Çünkü pek çok masalda şiddet var. Adam öldürme, kesme, kavga… Özellikle şu günlerde iyiliğe daha çok ihtiyaç var. Biz de oyunlarla çocukları iyiliğe ve güzelliğe yönlendirmek amacındayız.” dedi. Özkan, Kral Çıplak oyunu ile Türkiye’de 120 bin çocuğa ulaşmak istediklerini fakat hiç tiyatro izlememiş daha fazla çocuk olduğunu söyledi.Sorularımızı cevaplayan ETİ Gıda İcra Kurulu Başkanı Hakan Polatoğlu, ETİ Çocuk Tiyatrosu ve diğer sosyal sorumluluk projeleri hakkında bilgi verdi. ETİ Çocuk Tiyatrosu’nu farklı ülkelerdeki Türk çocuklarına götürmeye devam edeceklerini belirtti. ETİ Yönetim Kurulu Başkanı Firuzhan Kanatlı ise oyun öncesi yaptığı konuşmada, “Doğup büyüdüğümüz ve içinde yaşadığımız topluma karşı sorumluluğumuzun Türkiye sınırları dışında yaşayan Türkler için de geçerli olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle bugün, kardeş ülkemiz Azerbaycan’ın başkenti Bakü’deyiz.” dedi.

7 Kasım 2014 Cuma

Yüreğinin götürdüğü yere git; Haftanın Filmleri ZamanTV'de

Christopher Nolan’ın ilk kez bilim-kurgu evrenine daldığı Yıldızlararası / Interstellar, temelde Kubrick’in klasik filmi 2001: Uzay Macerası’ndan beslense de farklı bir yol izliyor. Filmi IMAX haliyle izlemek, sinemaseverler için bulunmaz bir deneyim.2000 sonrası için söylersek, filmleriyle seyirciyi heyecanlandıran sayılı yönetmenlerden biri Christopher Nolan. Onun filmlerinde, oyuncu kadrosu veya hikâyeden ziyade Nolan ismi seyircide belli bir beklentiye yol açıyor artık. Henüz ‘Nolan sineması’ diyebileceğimiz bir külliyata ulaşmasa da kendine özgü bir anlatım dili olduğu şüphe götürmez. İllaki bir niteleme gerekirse, sinemanın gerektirdiği derinlik, katman ve felsefî unsurları ihmal etmeden ‘gişe canavarı’ (blockbuster) filmler çeken bir anlatım ustası denebilir Nolan için. Erken ve biraz da aleyhine işleyen bir şekilde Stanley Kubrick ile kıyaslanması ise onun talihsizliği. Bu olumsuz kıyaslama sebebiyle Hollywood’da açtığı alan, seyirciyi heyecanlandıran bir yönetmen olması, anaakım sinemaya getirdiği yeni soluk gibi çok önemli özellikleri göz ardı ediliyor. Yıldızlararası / Interstellar ile Christopher Nolan, ilk kez bilim-kurgu sularına yelken açıyor. Yakın bir gelecekte dünya üzerindeki hayat sona ermek üzeredir. Tarım alanları giderek yok olduğu için insanlar açlık tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu yüzden, bütün teknolojik yatırımlar durdurulur ve tarıma ağırlık verilir. Eski bir uzay pilotu olan Cooper (Matthew McConaughey) da bu sebeple devlet tarafından çiftçiliğe yönlendirilmiştir. Küçük kızı Murph’ün (Mackenzie Foy) odasındaki garip işaretlerin izini süren Cooper, gizli bir bilim üssü keşfeder. Burada, bir zamanlar birlikte çalıştığı Prof. Brand (Michael Caine) ile karşılaşır ve kamuoyundan gizlenen bir uzay projesinde yer alması için teklif alır. İnsanları taşımak için uzayın derinliklerinde yaşama uygun yeni gezegenler araştırılmaktadır. Cooper, ailesini kurtarmak için bu keşif gezisine pilot olarak katılmayı kabul eder ve yıldızlararası yolculuk başlar. CHRISTOPHER NOLAN’IN 2001’İ Yıldızlararası, açık bir şekilde Kubrick klasiği 2001: Uzay Macerası’nı temel alıyor, ondan besleniyor. Fakat bu bir taklit ya da özenti değil; Nolan kendi 2001’ini çekmeye soyunuyor. Bunu yaparken Kubrick’in azaltmaya, sağaltmaya çalıştığı ne varsa köpürtüyor, kabartıyor. 2001’in aksine, çok geveze bir film Yıldızlararası. Eh, 21. yüzyılın Uzay Macerası’ndan da bu beklenir! Kara deliğin içinden geçip başka bir galaksiye giderek orada yaşanabilir yeni bir dünya keşfetme fikrini seyirciye kabul ettirmek için o kadar çok ve mükerreren bilimsel argüman öne sürülüyor ki, artık bir noktadan sonra “Tamam, inandık!” demek zorunda kalıyorsunuz. Ne yazık ki bu teslimiyet, bir ikna değil, icbar hali. Halbuki Kubrick, daha Ay’a çıkılmamışken (1968), neredeyse hiçbir bilimsel açıklama yapmadan ama bilimsel gerçeklere uygun bir şekilde Ay’a gidileceğine, hatta bir karadelikten geçileceğine insanları inandırmıştı. Nolan’ın fazlaca kullandığı bir başka ‘tutkal’ ise sevgi. 2001’de Kubrick’in bir sahne ile üzerinden geçip gittiği uzaydaki bilim adamının dünyadaki kızı ile görüşmesi, Yıldızlararası’nın ana malzemesi, hatta teması olup çıkıyor. Kubrick’in ısrarla uzak durduğu özdeşleşme, Nolan’ın vazgeçemediği bir yöntem. Film, baştan sona Cooper ile kızı Murph’ün duygusal bağına, oradan Amelia’nın (Anne Hathaway) sevdiği adamın peşinden gitmesine uzanıyor. Bilimde ne kadar ilerlesek, uzayın derinliklerini keşfedip karadeliklerden geçsek de bizi hayata bağlayan şeyin sevgi ve hayatta kalma içgüdüsü olduğunu salık veriyor film. Bu gözle bakınca, duygusal dozu ve Hollywood söylemine teslim olan yapısıyla Kubrick’ten ziyade Spielberg’in sinemasına daha yakın duruyor Yıldızlararası. Bu ‘fazlalıkları’ söylerken şunu da unutmamak gerek; Christopher Nolan’ı sevdiren ve onu aranan bir yönetmen yapan özellikler aslında bunlar. Memento’da bellek üzerine çetrefil bir bulmaca hazırlayan, Başlangıç’ta rüya üzerine bir evren kurup seyirciyi avucunda tutan, Insomnia’da akıl oyunlarına yönelen, Prestij’de illüzyon vasıtasıyla hipnoza girişen ve Batman üçlemesinde karaktere varoluşsal bir arıza ekleyip dünya konjonktürüne dair söylemler katan da aynı yönetmendi. Yıldızlararası’nda yaptığı da farklı değil: Paralel evren, zaman ve sevgi kavramlarını son kertesine kadar eğip büküyor, iç içe geçmiş bir yapbozun içine atıyor ve küçük ipuçlarıyla seyirciye çözdürüyor. Nolan filmografisi açısından Yıldızlararası, Başlangıç’ın gerisinde. Seyirciyi şaşırtmayı ve avucunda tutmayı seven Nolan’ın bu ‘zaafı’ filmi 2001’in uzağına düşürüyor. Diğer taraftan, 21. yüzyılın 2001’i de olsa olsa böyle olur. Alfonso Cuaron’un Yerçekimi de böyleydi; artık bilim-kurgudan ziyade; uzayda geçen, Hollywood söyleminin taşıyıcısı filmler izliyoruz. Sinema teknolojisinde bir eşik sayılan Avatar’ın bile bu türden olduğu düşünülürse sanırım artık insanlığa dair çetin soruları olan, düşündüren, felsefî bilim-kurguların devri geride kaldı. Artık, sadece bu zamanın insanına uygun bilim-kurgular var. Yıldızlararası da bunların göz alıcı, hipnotize edici bir örneği. Bütün bunların ötesinde, Yıldızlararası’nı -mümkünse- IMAX haliyle izlemek, sinemaseverler için bulunmaz bir deneyim olacaktır.

6 Kasım 2014 Perşembe

Yazarları kıskanan ressam

Çağdaş resim sanatının önemli isimlerinden Alman Anselm Kiefer’in Londra’daki Royal Akademi’de retrospektif sergisi açıldı. Eserlerinde Paul Celan ve Ingeborg Bachmann’ın şiirlerine sık sık göndermeler yapan Kiefer, Alman tarihinin karanlık yüzüne odaklanırken hafızayı yeniden konuşturuyor.Edebiyattan beslenen her sanat dalı izleyiciye sonsuz bir dünya vaat eder. Sevdiğiniz şairin, yazarın eserlerinin bir ressamın elinde başka hallere bürünmesi bir çeşit akrabalıktır. Çağdaş resim sanatının önemli isimlerinden Alman Anselm Kiefer’in Londra Royal Akademi’de açılan sergisi, bu sıcak ilişkinin bir göstergesi. Resim, heykel ve enstalasyonun yer aldığı sergi, kuşağının bu kışkırtıcı isminin kırk yıllık sanat hayatına odaklanıyor.Paul Celan ve Ingeborg Bachmann’ın şiirlerine sık sık göndermeler yapan Kiefer eserlerini balçık, kül, kurşun, bez, saç, saman ve kurumuş bitkiler gibi basit malzemelerle üretiyor. Celan ve Bachmann gibi şairlerin eserlerinden etkilenmesi resim diline lirik ve huzursuz bir ses katıyor. Alman tarihinin karanlık yüzü, mitoloji, felsefe, tarih, din ve mistisizmle hesaplaşan işler üreten Kiefer, bu kavramlarla sıkı bir yüzleşme içerisine giriyor. Kavrulmuş ve harap olmuş manzaraları üretmek için boyayı katman katman kullanan sanatçı, bu yaklaşımla verdiği duyguyu derinleştiriyor. NAZİ DÖNEMİYLE YÜZLEŞME: KONUŞ HAFIZA!Kiefer 1945’te, kimi zaman bombaların yağdığı Almanya’nın güneyindeki Donaueschingen kentinde dünyaya gelir. Anne-babasının bombardıman gürültüsünü duymaması için kulaklarına balmumu tıkadığı sanatçı, savaşın neden olduğu yıkıntıların kuşattığı bir çocukluk geçirir. Üniversitede hukuk eğitimi alır ve daha sonra resim sanatına yönelir. Yaptığı kışkırtıcı işler nedeniyle sanat ve akademik dünya kendisini topa tutar. Çareyi, 70’li yıllarda sık sık görüştüğü bir başka muhalif Joseph Beuys’a sığınmakta bulur. Kiefer, Beuys’un sanatından etkilenir ve tıpkı onun gibi, sanat üretiminde pek çok farklı malzeme kullanır.“Benim özgeçmişim, Almanya’nın özgeçmişidir” diyen Kiefer’in eserlerindeki metafor yoğunluğu ve malzeme çeşitliliği arasında sıkı bir ilişki var. Karlar üzerindeki kırmızılar ve yanmış ayçiçekleri bunlardan biri. Kiefer’in sergisi, tarihî olayların detaylarına girerek, onları etkileyici bir anlatımla birleştiren Nabokov’un “Konuş Hafıza” adlı kitabını hatırlatıyor bir taraftan. Kiefer’in görsel malzemelerle konuşturduğu bu görsel hafıza, Nabokov’un aksine neşeli olmaktan öte sarsıcı bir dile sahip, zira bu yaklaşım Almanya’nın Nazi geçmişiyle hesaplaşma üzerine kurulu. Bu hafızayı konuşturma eylemi Kiefer’in sanat yaşamında önemli bir yer tutuyor. “Sanatın sorumluluk üstlenmesi ama sanat olmaktan da vazgeçmemesi gerektiğine inanıyorum.” diyen Kiefer’in kurşun levhalara olan düşkünlüğünden de söz etmek gerek. Bu basit malzeme onun elinde kitabın sayfalarına dönüşüyor, kimi zaman da resmi için bir tual oluyor. Galerinin hemen girişindeki üst üste yığılmış kurşun kitaplar ve kenarlarındaki kurşun kanatlar dikkat çekici bir eser. Kiefer’in serginin tek bir odasına yayılan ve bitmemiş tuvallerin üst üste yığılmasıyla, aralarına demir ayçiçeklerin yerleştirildiği Ages of the World (2014) isimli enstalasyonu da Nazi döneminde zarar verilen sanat eserlerine bir gönderme.Orhan Pamuk’un hayranlığıSon dönem işlerinde daha çok küçük ebatlı eserlere, defterlere ve çizimlere yönelmiş sanatçı. Yine kelimelere sığınan bir ressam olarak önümüze çıkıyor. Kiefer, kimi zaman şair ve yazarları kıskandığını dile getiriyor: “Sanatçı olarak bazen seçiminizi yaparken zorlanıyorsunuz. Diğer imkanlardan yararlanamıyorsunuz. O nedenle bazen yazarları kıskanıyorum; çünkü kalem-kâğıt dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor, istedikleri zaman ve mekanda üretebiliyorlar. Ben ise atölyeme, aletlerime ve diğer unsurlara ihtiyaç duyuyorum.” Kiefer’in devasa işlerinin yer aldığı sergiyi görünce, onun bu sözlerine hak vermemek elde değil.Türkiye’deki izleyicilerin Kiefer ile çeşitli karşılaşmaları var. Orhan Pamuk’un büyük bir hayranlıkla izlediği ve İletişim Yayınları’nın kimi dünya klasiklerinin editörlüğünü yaptığı dönemde bu seriden çıkan kitapların pek çoğunda Kiefer’in eserlerini görmek mümkün. Bunun yanı sıra, 30. İstanbul Film Festivali kapsamında eserlerinin üretim sürecini konu alan Çimler Örtsün Üzerinizi adlı belgesel gösterilmişti. İstanbul Modern’in de geçtiğimiz yıl bir Kiefer sergisi açacağı söylentileri duyulmuştu fakat henüz bir gelişme yaşanmış değil. Kiefer’in Britanya’daki bu ilk retrospektif sergisi 14 Aralık’a kadar sürecek.

5 Kasım 2014 Çarşamba

Gazetelerde aptalca eleştiriler görüyorum

Bir haftadır Türkiye’de olan Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Genel Sekreteri Dr. Michel Vais, İstanbul’da üç oyun izledi. Geçtiğimiz pazar günü Zorlu Center’da “Tiyatro Eleştirisinde Meslek Etiği”ni anlatan eleştirmenle, söyleşi sonrasında oyunlar hakkında konuştuk.Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (IATC) Genel Sekreteri Dr. Michel Vais ve Nasrettin Hoca üzerine araştırmalar yapan, masal anlatıcısı eşi Françoise Crete bir haftadır Türkiye’deydi. Dün Fransa’ya dönen çift, önce Kapadokya’yı gezdi, sonra İstanbul’da üç oyun izledi. Michel Vais, geçtiğimiz pazar günü ise Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi Şehir Sahnesi’nde “Tiyatro Eleştirisinde Meslek Etiği” başlıklı bir sunum yaptı. Söyleşi pazar sabahı saat 10.00-12.00 arasında olmasına rağmen Vais’i dinlemeye gelenler az değildi. Vais, konuşmasında iki hafta önce Çin’de yapılan ve kendisinin de katıldığı Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’nin son kongresinde konuşulanlardan, tüm dünyadan 30 bin üyesi bulunan birliğin işleyişinden bahsetti. Söyleşi bittikten sonra Vais’e izlediği üç oyun hakkındaki fikrini sorduk. Oyunlardan ilki Devlet Tiyatroları’nın beşinci sezonuna giren, başrollerinde Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler’in oynadığı Profesyonel. Diğerleri ise cumartesi akşamı Beyoğlu Şermola Performans’ta Kürtçe olarak ilk kez sahnelenen Samuel Beckett’in Krapp’ın Son Bandı ile Tiyatro Boyalı Kuş’un Melek oyunuydu.Geçtiğimiz hafta Çin’de birliğin uluslararası kongresi yapıldı. Orada neler konuşuldu?Çinli yeni bir başkan seçildi. 8. kez ben genel sekreter olarak tekrar seçildim. 10 üyeden oluşan yürütücü kurulumuzda ilk kez bir Afrikalı üye yer almış oldu. Bu Afrikalı delege Pekin’e gelemedi çünkü ona vize verilmemişti. Çin’e bu konuda bir uyarı mektubu yazıldı. Üye, bir sonraki toplantımıza davet edildi.Eleştirinin etiği konusunda öne çıkan fikir neydi kongrede?Tabii ki internet çağında tiyatro eleştirmenliğinin durumu üzerine konuşuldu. ‘yesilgazete.org’dan Kızıltan Yüceil’e de anlattım bunu: “İnternet hem tiyatroyu hem de tiyatro eleştirmenliğini değiştiriyor. Yazılı basının medya içindeki payı giderek azalırken, eleştirilerini internet mecrası üzerinden ifade edenler hızla artış gösteriyor. Bu kişilerin bir kısmı meslektaşlarımız olmakla birlikte, diğer bir kısmı eleştirmen gibi görünenler. Tam bir karmaşa ortamı oluşmaya başladı. Gerçek bir eleştirmen bu kalabalığın içinde ne tarafta kalıyor? Tiyatrolar değiştiği gibi tiyatro eleştirmenleri de değişmek zorundalar.”Bir metnin eleştiri olup olmadığını nasıl anlayabiliriz?Bunu belirlemek oldukça zor tabii. Bazen gazetelerde kendilerine eleştirmen diyenlerin son derece aptalca yazılar yazdığını görüyorum. Bazen internette bloglar da yazan kişilerin görüşlerini okuduğumda yüzeysel ve gereksiz olduğunu düşünüyorum ama bazen de yararlı ve bilgilendirici olduğunu görüyorum.Kime eleştirmen diyebiliriz, sizin kriteriniz ne?Bir eleştirmenin muhakkak bir eğitimi bir formasyonu olması gerekiyor. Kendimi bir örnek olarak göstermek istemiyorum ama ben 17 yaşında tiyatro ile ilgilenmeye başladım, hiç tiyatro izlemeden sahneye çıktım ve 6 yıl boyunca oyunculuk yaptım. ‘Bir Tiyatro Eleştirmeninin Yolu’ adlı bir kitabım var. Tiyatro üzerine eğitim aldım ve daha sonra tiyatro üzerine yazılar yazmaya başladım. Çok büyük tereddütlerle ancak yavaş yavaş eleştiriler yazmaya başladım ve çok büyük bir tereddütle kendime eleştirmen demeye başladım.“Melek hakkında yazmazdım”“Kızıltan Yüceil’e anlatmıştım: Oyuncu (Yeşim Koçak) hızlı geçişlere sahipti ve oldukça zengin bir palette performans sergiledi. Bu açıdan etkileyiciydi. Oyunun akışı metinden ziyade oyunculuk, mizansen gibi daha kolay takip edebileceğim unsurlardan besleniyorsa, izlediğim performansa dair duygusal reaksiyonlar vermem daha mümkün olabiliyor. Bu nedenle, bir eleştirmen olarak (Melek hakkında) yazmayı çok uygun bulmazdım. Elbette, bunda ne oyun yazarının ne de oyuncunun bir kusuru yok, sadece dil engeli (oyunu Türkçe izledi) benim için çok yüksekti. Gözlemlerim somut bir yargı oluşturabilmem için yeterli gelmezdi.”“Başrolü çok beğendim”“Daha önce tabii ki bildiğim bir oyundu. Sanırım üç kez gördüm. İlki 25 yıl önceydi. Oyunu çok iyi tanıyorum, zaten doktoramı Beckett üzerine yaptım. Ayrıca birkaç oyununun da yönetmenliğini yaptım. Emre Erdem’in yönettiği Krapp’ın Son Bandı’nda beni şaşırtan, oyunun sahneye konma biçimiydi. Dekorun ve kostümün plastikten olması şaşırtıcıydı. Naylon kostüm, başroldeki karakter, astronot, kozmonot gibi fütüristik bir kişilikmiş gibi izlenim oluşturdu bende. Bir hayli tuhaftı. Olumsuz olan nokta, önümdeki plastik perdeydi. İngilizce altyazıları bu nedenle okumakta zorlandım. Başroldeki oyuncu çok içten bir oyunculuk sergiledi, çok beğendim ve oyunu izlerken ona bağlandığımı hissettim. Biraz müzik fazlaydı. Volümü yüksekti, ayrıca çok sert ve militer bir müzikti. Açıkçası neden bu müzik seçildi diye merak ediyorum. Krapp son derece dağınık, düzensiz yaşayan, kaotik bir karakterdir. Ama öte yandan çok titizdir. Küçük küçük kasetleri kutulara koymuş, onları arıyor, 30 yıl önceki kaseti buluyor. İki ucu olan bir karakter. Bu yüzden kutudaki sahneleri düşürmesi gerekmeyebilirdi.”“Oyundan çok etkilendim”“Oyunculuklar harikaydı. İkisinin de (Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler) oyunculuk gücü mükemmeldi. Daha önce bu metinden bahsedildiğini duymuştum ama okumamıştım metni. Oyundan çok etkilendim. Tek eleştirim; biraz fazla komediye kaçılmasıydı. Halbuki çok acı ve derin bir oyun.