25 Kasım 2014 Salı

"Erk, adaleti öğütlerken cehaleti müesses hale getiriyor"

Son dönem şiirimizde özge bir damar açıp her atılımıyla bu damarı daha da derinleştiren Cem Yavuz'un yeni şiir kitabı 20 Ölümsüz Şarkı ve‛s-Samt (Est&Non) yayımlandı.İlk kitabı Ayn'da (1999), sentaksın imkânlarını en küçük ses ve anlam birimlerine değin zorlayıp insan-âlem denklemini nazım bağlamında yeniden üreten şair; sonraki kitapları Seyr' ile Seyr'engiz'de (2006) bu defa mensur şiirin sınırlarında gezinirken, resim ve müzik yordamıyla hayâli/hayâlde seyrediyordu. Uzunca bir dönemdir dergilerde görünmemek yönünde bir tutum benimseyen Yavuz, (yine) daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış şiirlerinden oluşan 20 Ölümsüz Şarkı ve‛s-Samt başlıklı yapıtında ise şarkı formunun türevlerini ve müziğin çağrışım yükünü esas alarak düşünceyle dil arasındaki şuur bağını izhar eden çarpıcı örnekler sunuyor. Bilhassa “ayrıksı basar” sahibi okuyucu açısından önem arz ettiğine inandığımız birtakım soruları şair Cem Yavuz'a sorduk…20 Ölümsüz Şarkı ve‛s-Samt'taki şiirlerin farklı inanış, gelenek ve kültürlerde trobar, motet, od, urtin duu, küğ, varsağı gibi kisvelere bürünen müzik ve şarkı formlarına atıflarla örgülendiğini görüyoruz. Yine Ortaçağ Avrupa'sında son derece özgün bir tarz geliştirmiş trubadurların lirikleri ile gigua, lavta, rebek, morin khuur gibi kimi çalgılar da beliriyor yer yer. Kitabı kuşatan şarkıya yönelik vurgunun, bu formun imkânlarını ve çağrışım yükünü aşan hususi bir anlamı var mı? Elbette var; ama evvela şunu söyleyeyim: Bu kitap, öncekinin işaret noktasından geriye doğru bakarak antik dönemin rhapsodelarından abdallara uzanan bir seyr'engiz'le açılıyor. Ve yol boyunca ortaçağ şarkılarından Orta Asya şarkılarına, taşları çiğneyenlerin uğultusundan duvar yalayan çocukların yakımlarına dek pek çok perdeye uğruyor. Şu halde biz de biraz geriye dönüp o hususi anlama doğru seyredelim…Sizin de andığınız; Homeros destanlarından pasajlar söyleyen rhapsodeların tabii vârisleri sayılabilecek trubadurlar, binli yılların başından itibaren antik Yunan ve Roma'nın etkilerinden nispeten azade, orijinal bir edebiyat janrı ortaya çıkarmıştı. Modern liriğin tohumlarını atan bu turfanda tarzın, Ortaçağ Avrupa'sında aydınlığı temsilen adı anılabilecek yegâne geleneğin (irfan) palimpsesti üzerinde ifadeye kavuştuğunu hatırlatalım. Bu bağlamda, mesela trubadur şarkısı manasına gelen trobar kelimesinin Arapça tarab (müzik yoluyla esrime) filinden türetilmiş oluşu, söz konusu edebi üslubun Endülüs'e uzanan ilham köklerini işaret etmesi bakımından da hayli dikkat çekici.Senyörler tarafından himaye edilen trubadurlar, çoğunlukla şiiri yazan kişiler olarak beliriyor; onları taklit eden yahut onların şiirlerini icra eden kişilere ise jonglör adı veriliyordu. Has şair geleneğinin çöküşüyle giderek sahneden çekilen trubadurların yerini zamanla, latince jocus/joculatör (şaka/şakacı) tabirinden de anlaşılacağı üzere, hayâl âlemini vulger bir seyirliğe çeviren jonglörler aldı. Doğrusu vasatın'ın tabiatı uyarınca, bilhassa şiir bahsinde evvel ahir hakiki olan yerine kalp olanın ikame edildiği düşünülürse, söz konusu evrilmenin (trubadur » jonglör) hiç de şaşırtıcı olmadığı söylenebilir!Trubadur janrı serpilip gelişmesini önemli ölçüde bölgenin din ve dünya kavrayışına borçluydu. Katharcılık olarak adlandırılan bu anlayış, özü itibarıyla teslisi reddediyor; Hz. İsa'nın sadece İlahi kelâmı insanlığa ulaştırmak için seçilmiş bir elçi olduğunu kabul ediyordu. Yaratıcıyla insan arasına kimsenin giremeyeceğini; hiyerarşik ya da kurumsal herhangi bir otoritenin inanç alanına hükmedemeyeceğini savunan bu monoteist siret, 10. asırdan itibaren önce Bogomil suretiyle Balkanlar'da, ardından da Katharos (Arınmış) ismiyle Katalunya'da yayılıp kök salmaya başlamıştı. İşte Katharcıların yoğun olarak yaşadığı İspanya-Fransa sınırında kümelenmiş bu düzen tutmaz âşıklar, son büyük trubadurlardan Figueira'nın deyişiyle “Engerek Roma” tarafından 1200'lerde başlatılıp 35 yıl sürdürülen haçlı seferleri sonucu, hâmileriyle birlikte engizisyonun alevleri içinde küllenip gitti. Arkalarında ise hâlâ bazı ‘algın ala tazılar'ın bir vezin türü zannettiği; halbuki hayâlin yırı nitelemesini hak eden özgür koşukkaldı.Başka bir iklimde Hallac'la yekinmiş o özgür koşuğu, trubadurlardan yaklaşık 100 yıl sonra yine aynı akıbete uğrayacak olan Nesimî tamamlıyordu!..Sanırım bu kadarı, şarkıların artanlam alanına dair bir vuzuh sağlayacaktır.Bu kitaptaki şiirlerde ağaçlara ilişkin göndermelerin yoğunlaştığı; giderek ağacın bir imge olmanın ötesinde bir yer tuttuğu görülüyor… Öyle... İbn Arabi, gizli-açık bütün âlemi bir ağaca benzetir. Hakikaten de bizim ağaç diye andığımız varlık kökü, dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri ve hatta yeni bir hayatı doğuran çekirdeği ile kendi türü içerisinde en yetkin birliği temsil etmektedir. Bu anlamda, insanın kendini yetkinleştirmesi açısından da bir ibret vesilesi olmalıdır. Bodhi, Sefirot, Sidre; hangi isimle anılırsa anılsın metafor düzeyinde bir sonsuzluk eşiğini imleyen ağaç, bugün bulunduğumuz noktada “insan insan” oluşun metonimik ifadesi haline gelmiştir!..Çoğul okumalara açık olmak, çok katmanlılık kimi şairler açısından hayli önemsenen bir durumdur. Sizinse 20 Ölümsüz Şarkı'da daha direkt, hatta zaman zaman politik bir tutum aldığınızı duyumsadım. Özellikle de erkin dilini eleştiren dizelerde bu vurgu çok belirgin. Bu noktayı biraz açabilir misiniz? Bizde bu gibi kavramların, bilhassa da şiir söz konusu olduğunda doğru biçimde temellendirildiği ve yerli yerinde kullanıldığı kanısında değilim. Bakın mesela hüdayınabit bir İslami sanat (ne demekse!) gurusu, çoğul okumayı bir tür grup etkinliği zannediyor! Ya da herze şiir akımının öncüsü bir ba'rur, etrafa saçtığı kazuratın kokusuyla hayâlin ölümünü ilan ediyor. Öyle ya; ustaları hayâle lanet edip rüyaya talip olan bir jonglör eskisi değil mi?!.Riffaterre, Kristeva, Bloom, açık yapıt, metinlerarasılık, çoğul okuma; esasen bunlar şairden çok okuru alakadar eden meseleler. Şiir zaten varlığını dil içerisinde ayrıksı yan, alt ve artanlam katmanları açabilmiş olmasına borçludur; yani kitaptaki bir şiirin ismiyle söylersem: içindediriçindediriçinde… Şu halde şiirde bilkuvve mevcut bu anlam alanlarının çoğul okumaya açık olup olmayışı, simge, gösterge ve göndergelerin okuyucuda ne ölçüde karşılık bulduğuyla ilintilidir daha ziyade. Aksi, şiiri eşeğin kuyruğuna boncuk dizme derekesine düşürmektir. Bu hususu Seyr'engiz'den bir alıntıyla bağlayalım: “Şiirde üçüncü boyut, görsel ve akustuk hâyali yeniden kuran ‘ötekiler'le de organik bir ilişki içindedir. Sesi duyan ve duyuran olarak şairle, görsel hayâle akustik açıdan ortak olan ötekiler arasında oluşması muhtemel varlık ve anlam bütünlüğü, yankının gücüyle olduğu kadar okuyanın kaygı birliği ve deneyim talebiyle de koşuttur…”Doğrudan ya da sizin deyiminizle politik olma ve erkin dili mevzuuna gelince: Her türden erk, adaleti va'z ve emrederken, güya “ordo” adı altında cehaleti müesses bir hale getirir, getirmekte. Kötürüm lonca şairleri neyse ne de, şimdi biz buna “ámín” mi diyelim!..Şiirin, dilin mi, yoksa düşüncenin mi hesabına yazıldığı konusunda neler söylersiniz? Geçenlerde müheykel bir tarihçimiz, şiirin öyle düşünceyle müşünceyle bir işi bulunmadığını; esas vazifesinin dili süsleyip zenginleştirmek ve bedii, keyif veren, san'atlı söz üretmek olduğunu yumurtlayıverdi! Blake, Rilke, Pound, T.S.Eliot, Bonnefoy, Dağlarca, Babits, Siamanto, Holan, Ekelöf bir yana, doğrusu hazretin meftunu olduğu Rus edebiyatının Puşkin'den Yesenin'e, Ahmatova'dan Mandelştam'a pek çok önemli ismi, bu mesnetsiz vargıyı gülünç kılmaya kâfi... Düşünceden azade bir dil yahut dille biçimlenmeyen bir düşünce var mı? Bakışımlı iki yapı olarak düşünce ve dil, birbirlerinin hafızası-yankısı işlevine sahiptir; bu açıdan hem birbirlerini içerir hem de birbirleri tarafından üretilirler. Evet, dil düşüncelerimizi ifade etmeye çalıştığımız bir araç; ancak belli bir dilin icbar ettiği sınırlar içerisinde yaşayan bizler de dilin izin verdiği ölçüde düşünebilen araçlarız. Hasılı, kudemanın “şairi ve nâzımı” bir arada, birlikte kâmil bir varlık addetmesi gibi, ben şair yerine daha çok düşünce-yırlayandiyorum ya, işte şiir onun hesabına yazılır!..Şiir gibi “kendi hakkında söylenenlerin önünden giden bir şey” söz konusu olduğunda bunu sormak güçleşiyor, ama son olarak 20 Ölümsüz Şarkı'nın ve‛s-Samt'ı ile neyi murad ettiğinizi sorayım… Samt'ın sözlük anlamı malum; susmak. Kitabın son şiirinin son kelimesi ve's-samt; ilk şiirin sonunda yer alan “suyla balçık arasında kalakalalım” dizesine bağlanarak döngüsel bir bütünlük içinde okunabilir. Fazla lafa hacet yok; açılış sayfasındaki alınlık meramımı ifade edecektir:“seyr içre karşılaştığın vahşi yaratıklar ve haşeratla konuşma, çünsusulduğunda söylenenle söze dökülen kâlpte aynı anda vár olamaz...”idiokrasi anıtı için 100 kelime…iki çöpten birini seçsarıl iki golemden birinesenden iyi bilemez kimsenerde nasıl çürüneceğinihızla geç gırtlağındaki boğumları⎼ıslatılmış somunla doludur çünkü kuşların kursağı⎼hızla karışıp köpüklereulusun dilince çağlasınEnlil‛in tohumları!ubi nullus ordone′muru bil adl!anlamı pul pul dökülenonca sebeple dişlerin yumruğundakavlan bir ağacın kabuğundakara taştan bir ağacıninanıştan bir ağacınyaprağı baharda misafirkökleri kıştan bir ağacınnice kargışla taşırdığınsağnakla suyun uğultusundakana dönüşürkenki sesi varkutlu yanılışlarınah min-el ezel mucizebüyürken gözevlerinderikkatle başını gövdesindenayırıverdiğin karıncanınbodhi sefirot sidrebelki sürgünü olursunyeni baştan bir ağacınám í n

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder