11 Kasım 2015 Çarşamba

'Büyüklerimden dinlediklerimi kayıt altına almak istedim'

Nazan Bekiroğlu'nun son romanı Mücellâ, Timaş Yayınları'ndan çıktı. Hayatı annesinin kontrolündeki fanusta geçen Mücellâ, günün birinde üniversite öğrencisi Nazan'a ‘Bir gün benim hayatımı yaz' demese belki şimdi böyle bir roman olmayacaktı. Bekiroğlu ile Mücellâ'yı konuştuk.

Mücellâ'nın öldüğü yaşı geçtiniz, o yüzden gençliğinizin Mücellâ teyzesi, Mücellâ oldu… Onu bu kadar hissetmenize sebep olan şey neydi?

Mücellâ'daki vasiyete benzer o sahneyi yaşadım ben. O cümleleri söyleyen teyze bunu bana gerçekten inanarak mı söylemişti? Böyle bir ümidi bir anlık bile olsa var mıydı sahiden? Bunu bugün, Mücellâ romanı ortaya çıktığında bile bilmiyorum. Ama neticede bir şey gerçekleşti. Bunun için de ben ve Mücellâ'nın, kurgunun dünyasında, her türlü hitabın temsil ettiği kayıtlardan sıyrılmış, daha özgür bir ilişkinin tarafları olarak birbirini bulması gerekti.

Mücellâ, inanılmaz bir titizlikle büyütülüyor. O kadar korunaklı bir hayat ki bir yerde şöyle bir cümle geçiyor: “Bir şeyden korunmak, onunla hiç karşılaşmamakla mümkün olabilirdi en fazla.” Mücellâ fanusunda gerçekten de korunabildi mi sizce?

Mücellâ'yı anlamak için uzun sayfalar boyunca Neyyire Hanım'ın bahçesine bakma gereğini hissettim. Çünkü Mücellâ bir yanıyla, Neyyire Hanım'ın baskıcı zihniyetinin eseri. Korumakla baskılamak arasında fark var oysa. Korumak, gerekli bir ebeveyn davranışıdır. Fakat asıl önemli olan genç bireye kendisini korumayı öğretmektir. Neyyire Hanım'ın yanılgısı abartılı koruma vazifesini tek yöntem olarak üstlenmesi. Mücellâ korunabildi mi? Bunun için onun sonuna bakmak lâzım.

Neyyire Hanım vasıtasıyla kadın konusunu derinlemesine inceliyorsunuz. Gelenekten beslenen toplumun bakış açısı kız çocuklarını baskılıyor. Geldiğimiz noktada gelenekler sizce kadına bakışı nasıl etkiliyor?

Geleneğin değer ölçüleriyle “mahallenin namusu” kavramını ayırmak gerek. Gelenek kendi içinde tutarlı bir organizmadır. Bu bütünün bütün organları arasında uyumlu bir ilişki vardır. Geleneği bir yaşama biçimi olarak seçersiniz veya seçmezsiniz, o ayrı bir mesele. Benim itirazım mahallenin namusu gibi arızalı bir kavramın geleneğin değerlerine sirayet etmesi, onların yerine kendisini ikame etmesi. O zaman ortaya aldatıcı, tutarsız bir sistem çıkıyor ve bunun farkında olmak çok kolay değil.

Mücellâ, ara sıra güzel bir kadın olmanın, beğenilmenin, kendisine mektuplar yazılmasının nasıl duygular olduğunu merak ediyor. Bu yönleriyle ele alırsak Mücellâ için eksik, tamamlanmamış bir kadın diyebilir miyiz?

Mücellâ'yı bir roman kişisi olarak inşa eden etkenler birden fazla. Bunların bir kısmı dışsal kaynaklı. En başta annesi ve onun temsil ettiği baskıcı zihniyet. Bir kısmı da doğrudan Mücellâ'nın kendisinden kaynaklı. Korkak ve özgüvensiz Mücellâ. Kendi kaderine sahip çıkacak bir yapısı yok. İlk duygusal uyanışında uğradığı ihanetin ardından annesinin ona çizdiği yolun emniyetine karar veriyor çabucak. Eksik bir kadın mı Mücellâ? Ben buna birey olamamış kadın diyorum.

Kozadaki Mücellâ kendi gençliğini, gençlik heveslerini, evlilik heyecanı, evlat sahibi olma gibi duyguları hep dayısının kızı Filiz üzerinden yaşıyor. Mücellâ haksızlığa uğruyor mu sizce?

Filiz, Mücellâ'nın yaşamak istediği fakat yaşayamadığı ne varsa hepsine sahip. Hem de bütün bunlar Filiz'e neredeyse o hiçbir çaba sarf etmeden sunuluyor. Üstelik mahallenin namus bekçilerine hiç aldırmadığı halde. Mücellâ adına trajik bir haksızlık.

Mücellâ'nın en büyük engellerinden biri de karayemiş. Bu küçük ağaç sanki bizim kendi kendimize koyduğumuz sınırları da temsil ediyor. Özlemler ve sınırlar arasındaki ilişki hangi düzeyde olmalı?

Doğrular ve yanlışlar olduğu sürece sınırlar da geçerliğini koruyacaktır. Ama romandaki karayemiş, nedeni nasılı tartışılmayan, tümden gelimci yasağın simgesi. Özlemlerle sınırlar arasındaki mesafenin değerler eğitimiyle, bilinçle, makuliyet doğrultusunda çizilmesi gerektiğini düşünürüm ben.

Cumhuriyet'in ilanından günümüze doğru bir panorama çizmiş gibisiniz. Özellikle kaybolan kelimeler, nesneler, ifadeler listeler halinde kendine yer buluyor. Mücellâ gibi onları da mı kayıt altına almak istediniz?

Bugün artık çoktan maziye karışmış ayrıntıların Mücellâ'da kurgunun izin verdiği ölçüde yer bulması biraz da benim mazi özlemimden. Mazinin tülü güzelleştirir, munisleştirir. En azından benim bildiklerimin, büyüklerimden dinlediklerimin kayıt altına alınmasını istedim. Diğer yandan böyle bir hikâye dönem dokusu olmadan eksik kalırdı benim anlayışıma göre.

Savaş yıllarına dair hatıralar da paylaşıyorsunuz. Kendi büyüklerinizden dinlediğiniz anıların ne kadar etkisi oldu?

Nar Ağacı'nda bana göre dedeler kuşağının hikâyesi vardı. Mücellâ'da daha çok anneler ve babalar kuşağının. Biraz da benim kuşağımın. Annem ve babam II. Cihan Harbi sürerken nişanlanmışlar, savaş bittiği yıl evlenmişler. O yıllara ilişkin anıları çok canlıydı. Evimizde anlatılırdı bunlar yarı hüzün yarı ironiyle. Kuru üzümle çay içmiş, korniş bulamadığı için paslı demir teline perde germiş bir nesil.

Zaman zaman yer verdiğiniz siyasi atmosferde de günümüzle çok benzer yanlar görülüyor. Örneğin, karşıtların bir tarafı diğerini vatanı batırmakla, öbür taraf ise bu tarafı vatan hainliğiyle suçluyor. Ya da bir yerde basın özgürlüğü konusuna da değinmişsiniz... Meseleler hep başa mı sarıyor?

Mücellâ için de Nar Ağacı kadar olmasa da ciddi bir hazırlık dönemi geçirdim. 40'lı, 50'li, 60'lı, 70'li yıllara dair okuma, fotoğraf bakma, gazete koleksiyonlarını karıştırma vs. ile geçen bu süreçte fark ettim ki meseleler her devirde benzermiş ve herkes demokrasi adına kendince iyi niyetliymiş. Asıl şaşırtıcı olan, herkes aynı iyi niyete sahipken nasıl farklı şeyler görebilmişiz?

Bugün ülkemizde yaşananlar mutlaka sizi de bunaltıyor, örseliyordur, kendinizi nasıl koruyorsunuz olup biten karşısında, umudu koruyabiliyor musunuz?

Yaşamanın bizatihi kendisi çok sert bir eylem. Her şeye rağmen umutluyum. Yeter ki vicdan, ahlâk ve evrensel doğrulara duyulan güven kaybolmasın. İnsaniyet adına gayretten vazgeçmemek gerek. Veremli Yusuf Ziya'nın penceresi önünde açan leylâkların Mücellâ'ya öğrettiği gibi, hayat her yerdedir ve her şeye rağmen değerlidir. Uğrunda mücadeleye değer.

Şehirleşmeye, müteahhit talanlarına da açıkça bir serzenişte bulunuyorsunuz. Bugün İstanbul'un ya da hemen bütün şehirlerimizin başına gelenler hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bu konuda ne düşündüğümü denemelerimde yazmaktan ben artık yoruldum. Mücellâ'da bu mesele elli yıllık süreç içinde gösterdi kendisini. Şehir, mahalle, sokak, doğal ve tarihi dokunun kaybolması; bunun başlangıcı bizde hayli eskiye gidiyor. Mesele bilinçsizlik, cehalet, gaflet, kolaycılık, kurnazlık, paragözlük ile kartopu gibi büyümüş ve acı meyvesini vermiş. Yenilik ve değişim kaçınılmaz. Buna itirazım yok. Kimsenin de olamaz. Değişirken, yenilenirken değerleri kaybetmekten söz ediyorum ben. Kaybolan bahçe bir zihniyetin kaybolması demek. Hepimiz bahçemizi kaybettik.

Son olarak denemeci Nazan Bekiroğlu romancı olan Nazan Bekiroğlu'na ne diyor, kıskanıyor mu onu? Ya da tam tersi?

Denemelerim ile romanlarım arasında hoşça bir uyum var. Romanın meselelerini araştırırken, hissederken bir tür taslak gibi denemeler çıkıyor. Romanlarımın yazılış süreci denemelerim üzerinden izlenebilir. Denemeler romanlarımın gizli günlüğüdür bir bakıma.

Diğer romanlarınıza bakarak bu romanınızda daha sade bir diliniz var. Sizi roman dilinizi yalınlaştırmaya iten sebepler neler?

Kendiliğinden gelişen bir süreç bu. Dilim, kendi içinde bir seyir izledi. Belki böylesine yalınlaşmak için o kadar çalkanmak gerekmişti. Sadeliği sevdim ama sığlığı değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder