24 Kasım 2015 Salı

Öykü ve roman yazarı Faruk Duman: Karşıt görüşten bir yazarın iyi olduğu bile söylenmiyor

Öykü ve roman yazarı Faruk Duman'ın ikinci deneme kitabı “Tom Sawyer'ın Kitap Okuduğu Kulübe” (Can Yayınları) yayınlandı. Duman'la yeni ve klasik edebi metinlerden, yazarlardan, eleştirilerden, anılardan oluşan kitabını konuştuk…

Trenler, eski elişi meslekler, doğa; hıza ayak uyduramadığınızdan da bahsediyorsunuz. Nostalji sever bir yanınız var mı?

Yeni şeylere adapte olamayan bir yanım var elbette. Hayatımıza yeni giren şeyleri reddetme anlamında değil de kendime küçük hayatın, küçük bir çevrenin yettiğini düşünüyorum. Mesela otururum, basit bir deftere yazarım. Tutup da yazı yazmak için çok şık bir defter peşinde koşmam. Yazmak yetiyor. Onun gibi. Nostalji tutkunu bir yanım var, diyemem. 80'den sonra Türkiye çok hızlı değiştiği için, aslında hepimiz kıyaslama yapıyoruz. Neydi, ne oldu; nereden nereye geldi; iyi mi oldu, kötü mü oldu. Ben de tabii kişisel olarak trenlerden bahsetmekten mutluluk duyuyorum çünkü benim babam demiryolcuydu. O dönem yaşadığımız hayatın verilerine bakıyorum ve şöyle bir şey görüyorum: Küçük memur ama bir lojmanı var, çocukların gittiği iyi bir okul ama parasız bir okul… Bunu eskiyi övmek anlamında söylemiyorum. Yalnızca biz nasıl yaşadık, çocukluğu nasıl geçirdik, nasıl hikâyeler dinledik, nasıl oyunlar oynadık... Bunlar, benim tarafımdan anlatılsın, beni okuyanlar bilsin, istediğim bu.

Kitapta “Yazardan Ne Bekleriz” diye bir denemeniz var. Bu beklentiyi karşılayabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Aslında bu yazdıklarımın bugünkü edebiyat ortamında pek bir anlamı kalmadı. Çok dar bir çevreyi ilgilendiren şeyler bunlar maalesef. Yazarın yapması gereken tek şey, yeteneği varsa, edebi anlamda ve estetik anlamda kendi en beğendiği yazarları aşmak. Ortaya çıkan şeyin ne olduğuna tabii ki edebiyat tarihi ve okur karar verecek ama öncelikle yazarın hitap edeceği kişi, önemli bulduğu, kendinden önceki yazarlardır. Bu sayede ancak edebiyat bir yapı gibi üst üste yükselebilir, gelişebilir. Uzunca bir süredir yazarın, eleştirmenin bütün dikkati piyasaya yönelmiş durumda. Dolayısıyla Türkiye'de bu bahsettiğim kriter işlevsiz hale gelmiş, öyle görünüyor. Benim esasında yapmak istediğim de, bu söylediğim işte. Çok beğendiğim yazarların yaptıklarının yanına bir şey koymak. Üstüne bir şey koymak biraz iddialı olur ama estetik anlamda onlar gibi yazabilmek.

Dil konusuna da sık sık değiniyorsunuz. Türkçeye inanan bir yazar olarak dil üstüne dönen tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkçe, çok büyük bir dil. Aydınımızda, sadece dil konusunda değil her konuda, özellikle Batı'ya karşı bir aşağılık kompleksi var. Dönemin başbakanı ne demişti: ‘Türkçeyle felsefe yapılmaz.' Bu bir aşağılık kompleksi ve benim görüşüm şu ki, hiçbir dil öbür dilden üstün değildir. Dil ihtiyaca göre büyür, dolayısıyla da toplumsal ihtiyacınız neyse diliniz de o kadardır. Bir de şöyle diyen bir grup var: ‘Dil devrimi oldu, bir gecede biz tarihimizden koptuk.' Bu yanlış çünkü bizim dil kompleksimiz Osmanlı yazarlarında da vardı. Onlar da öyle düşünüyorlardı. Bu kompleks genel, çok eskiden beri bizde var olan bir şey.

Ama alfabenin değişmesinin bir gecede okur-yazarlığı etkilediği bir gerçek.

Tam tersi aslında, bunları Niyazi Berkes de yazdı, Melih Cevdet de. Dil devriminden sonra okuma-yazma oranının nasıl fırladığına bakabilirsiniz. Çok bariz farklar var. Ama mesele o değil. Benim orada değindiğim, çok net bir kompleksimizin olduğu. Bu dille felsefe yapamıyorsanız, bu dille edebiyat yapamıyorsanız o zaman Yaşar Kemal'e, Orhan Kemal'e, Nermi Uygur'a ya da Oğuz Atay'a hakaret edersiniz.

“Kişisel özgürlüğümüzü sağlayamazsak sanatsal özgürlüğümüzü de sağlayamayız.” diyorsunuz bir yerde. Bir yazar-editör penceresinden baktığınızda yazarın düşünsel özgürlüğü ne anlama geliyor?

Bana göre bir düşünceye, bu siyasi olmak zorunda değil, bir alışkanlığa çok fazla bağlıysanız, yaratımınız da sınırlı olur. Çünkü aslında sanat eseri, düşüncenin bir ürünüdür. Dolayısıyla siz oraya bağımlı kaldığınız zaman, onun çerçevesi içinde yaratabilirsiniz. Çok kabaca, ben gerçekçi romanlar yazacağım diye tutturursanız yazdıklarınız çok gerçekçi olmayabilir. Bu tabii ki üretme zevkine sahip olmamak değil ama bu kafada belli sınırları aşmış olmak lazım. Hem kişisel olarak içinizden gelen reflekslere cevap vermek, hem de dışarıdan söylenenlere kulak tıkamak... Ben yazımı yazdığım zaman yanımda kimse yok, orada olmayanın görüşünü önemsememek lazım gibi geliyor.

“Bu parçalanma bizi infilaka götürür”

‘Zorbanın Sonu' bölümünde Zweig aracılığıyla baskılara sitem ediyorsunuz...

Şöyle diyor Zweig: “Halk genelde kendisine başlangıçta birtakım avantajlar sağlayan baskıcı iktidarların nelere yol açtığını geç fark eder.” Çok doğru. Şimdi Türkiye'de tabii ki baskıcı bir iktidar var ama galiba bu bizim gibi ülkelerin biraz da dışarıya fazla bağımlı olmalarıyla ilgili. Bana öyle geliyor ki, bizim sınıfımızdaki ülkelerde aslında sonuca biraz emperyalizm karar veriyor. Hep bir yanılsama içindeyiz. Türkiye'nin düşünce özgürlüğüne, hoşgörüye ihtiyacı var. Ben siyasetçilere hitap etmenin artık gereksiz olduğunu düşünüyorum, uzun zamandır böyle. Siyasetçilerle anlaşılamayacağını ve aydınlar arasındaki tartışmanın da sonuç vermeyeceğini düşünüyorum. Maalesef. Çünkü herkes çok fazla politize olmuş, kamplaşmış durumda. Bu hatta o kadar kötü bir halde ki, eğer karşıt görüşten bir yazarsa, insanlar onun iyi yazdığını bile söylemiyor. Hâlbuki söyleyin. Adam sağcıdır ama iyi şiir yazıyordur. Solcudur ama müthiş yazıyordur. Şimdi bu durumdayız. Bunu bile söyleyemeyecek kadar kamplaştık. Tabii benim en çok üzüldüğüm, halk arasındaki kamplaşma. Her gün sokakta tanık oluyorum. İnsanlar siz, biz diye konuşmaya başladılar. Bu korkunç bir şey. Bu bizi parçalanmaya değil, infilaka götürür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder