27 Şubat 2016 Cumartesi

Picasso ve Dali'nin ustası geldi

Metafizik sanatın kurucusu Giorgio de Chirico'nun “Dünyanın Gizemi” sergisi, geçtiğimiz çarşamba Pera Müzesi'nde açıldı. Chirico, 1919'da bir dergide yayımlanan yazısında “Geleceğin resminin amacı ne olacaktır?” diye sorup şöyle demişti: “Şiirin, müziğin ve felsefenin amacı neyse o.” Dünyanın Gizemi, ressamın bu sözünü görünür kılıyor.

Giorgio de Chirico, ilginç bir sanatçı. Bir kere, Picasso ve Dali gibi ustalara ilham vermiş sıra dışı bir usta. Bir başka ilginç konu da Chirico'nun ailesinin İtalyan olmakla birlikte, köklerinin Osmanlı topraklarına uzanması. De Chirico'nun büyükbabası Bab-ı Âli'de Rus çarlığı adına resmi tercüman olarak çalışmış. Babası Evaristo, İstanbul'da dünyaya gelmiş, Londra'da öğrenim görmüş bir inşaat mühendisi ve önce Türkiye'de, daha sonra Yunanistan'da demiryolu yapımında çalışmış. Annesi Gemma Cervetto ise büyük ihtimalle İzmir doğumlu…

Giorgio de Chirico, Hektor ile Andromakhe (1970)

Pera Müzesi, hem resim tarihi için büyük önem taşıyan, hem de yaşadığımız topraklarla bağı bulunan, 20. yüzyılın sıra dışı sanatçılarından, metafizik sanatın kurucusu Giorgio de Chirico'yu (1888-1978) ağırlıyor. Roma, Giorgio ve Isa de Chirico Vakfı işbirliğiyle İstanbul'a getirilen sergi, sanatçının yaklaşık 70 resim, 2 litografi serisi ile 10 heykelini bir araya getiriyor ve sanatçının 1909 tarihli erken dönem eserinden 1970'lerin ortalarına, son dönem yapıtlarına dek geniş bir panorama sunuyor. Sanatçı bu sergi vesilesiyle, ölümünden yıllar sonra, babası Evaristo de Chirico'nun doğduğu kent olan İstanbul'u ziyaret ediyor.

Davud'un Eliyle Metafizik İç Mekan

Giorgio de Chirico, 1888'de, Yunanistan'ın Volos şehrinde doğdu. Çocukluğu Yunanistan'da geçti ve Yunan miti, de Chirico'nun estetik bakış açısının en sürekli ve en belirleyici özü oldu. Münih Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğrenim gören de Chirico, Nietzsche ve Schopenhauer'in felsefelerine ilgi duydu. Metafizik dönem resimleriyle, Rene Magritte, Paul Delvaux, Man Ray, Pierre Roy, Salvador Dali gibi sürrealistler üzerinde etkisi oldu. Serginin küratörü Fabio Benzi, de Chirico'nun sanatsal serüvenini aktarırken, onun 1910'da geliştirdiği ve “metafizik sanat” olarak nitelendirdiği bakış açısına değiniyor ve şunları söylüyor: “Bu bakış açısı, Picasso, Matisse, Kandinsky, Balla ve Malevich'in bakış açılarıyla birlikte, çağdaş sanatın en önemli payandalarını oluşturur.”

Merkurius'un Derin Düşünüşü

De Chirico 1919 yılında bir dergide yayınlanan yazısında “Geleceğin resminin amacı ne olacaktır?” sorusunu sorup şöyle cevaplamıştı: “Şiirin, müziğin ve felsefenin amacı neyse o.” 1 Mayıs'a kadar devam edecek olan Dünyanın Gizemi, ressamın bu sözünü görünür kılıyor. (www.fondazionedechirico.org, www.peramuzesi.org)

Sağdan sola Huma Kabakçı, Pera Müzesi Müdürü Özalp Birol, Esra Aliçavuşoğlu

Farklı kuşakların koleksiyonerliğe bakışı

Pera Müzesi'nde “Dünyanın Gizemi”yle birlikte açılan bir diğer sergi, merhum Nahit Kabakçı'nın, kızının adını vererek oluşturduğu Huma Kabakçı Koleksiyonu'nda bir seçki sunan “Anı ve Süreklilik: Huma Kabakcı Koleksiyonu'ndan Bir Seçki”. Küratörlüğünü Huma Kabakçı ve Esra Aliçavuşoğlu'nun birlikte yaptığı sergi, farklı kuşakların koleksiyonerliğe bakışına da ışık tutuyor. İki kuşak tarafından sürdürülen, modern ve çağdaş sanat eserlerini içeren nitelikli bir özel koleksiyonu ele alıyor. Türkiye'den ve dünyadan 45 sanatçının 70'e yakın yapıtını bir araya getiren sergide Aliye Berger, Sabri Berkel, Mübin Orhon, Sarkis, Canan Tolon, Fahrelnissa Zeid, Ferruh Başağa, Canan Dağdelen gibi dikkat çekici pek çok isimin yanı sıra Joseph Beuys, Damien Hirst, David Hockney, Max Ernst gibi çağdaş sanatın önde gelen imzaları var.

26 Şubat 2016 Cuma

Sanatta ‘dijital devrim'in tarihçesi

Avrupa'nın önemli sanat merkezlerinden Barbican Centre'ın düzenlediği Digital Revolution (Dijital Devrim) sergisi Londra, Stockholm ve Atina'nın ardından İstanbul'a taşındı. Yuri Suzuki, Pasha Shapiro ve Ernst Weber gibi sanatçıların yeni çalışmalarının yer aldığı sergi, önceki gün Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde açıldı.

Günümüzden yaklaşık bir asır önce Amerikan Patent Dairesi Başkanı Charles H. Duell, “Artık yeni bir şey yok. İcat edilecek her şey icat edildi.” sözünü söylerken şüphesiz ki bugün ulaştığımız teknolojik imkânları tahmin etmiyordu. Sadece son 15 yılda dijital dünyada kat edilen mesafe, hayatlarımıza her anlamda yön verdi. İnternet, sosyal medya, dijital müzik, görsel efektler, yapay zekâ, 3D baskı ve giyilebilir teknolojiler gibi çok sayıda yeni kavramlarla tanıştık.

Bizi çevreleyen teknolojik dünyanın 70'li yıllardan bu yana sanatla birlikte yaşadığı dönüşüm geçtiğimiz aylarda Avrupa'nın önemli sanat merkezlerinden biri kabul edilen Barbican Centre'da ‘Digital Revolution' (Dijital Devrim) adlı sergide bir araya getirildi. İlk ana bilgisayarların bulunduğu dijital arşivden ödüllü interaktif tasarımlara kadar çok sayıda bölümün yer aldığı sergi Londra, Stockholm ve Atina'nın ardından İstanbul'a taşındı. Zorlu Holding'in ana sponsorluğunda Zorlu PSM'de önceki gün açılan sergiyle ziyaretçiler bugüne kadar Türkiye'de gerçekleşmiş en kapsamlı teknoloji sergilerinden birine tanık olacak.

GERÇEKLİĞİ YENİDEN BELİRLİYOR

Serginin basın toplantısına Zorlu PSM Genel Müdürü Murat Abbas ile Zorlu Holding CEO'su Ömer Yüngül konuşmacı olarak katılırken, Barbican Centre'ın uluslararası temsilcisi Neil McConnon görüntülü bağlandı. McConnon, küratörlüğünü yaptığı sergi için “Dijital Devrim, gerçeklik kavramını yeniden belirleyen ve bunu deneyimlemek için yeni yollar bularak izleyicisine ilham veren bir sergidir. Bu çalışmada, kısa tarihine rağmen dijital dünyanın odak noktasındaki önemli figürlerle çalışma fırsatı bulduk.” diyor. Dijital Devrim, hayal gücünün sınırlarını zorlayan birçok sanatçının tasarımına ev sahipliği yapıyor. Teknoloji ile sanatı buluşturan sanatçılar arasında film yapımcısı, mimar, tasarımcı ve müzisyenler yer alıyor.

ERNST WEBER'DEN U2'NUN KLİP YÖNETMENİNE...

Umbrellium (Usman Haque ve Nitipak Samsen), Universal Everything, Yuri Suzuki, Pasha Shapiro ve Ernst Weber gibi sanatçılardan gelen yeni çalışmalar ve DevArt adlı dijital sanat işlerinin bulunduğu serginin en ilgi çeken bölümlerinden birinde Chemical Brothers, U2 ve Kanye West gibi isimlerin video klip yönetmenliğini yapan Chris Milk'in imzası var. Sanatçı ‘Treachery Of Sanctuary / Mabede İhanet' adını verdiği interaktif çalışmasında katılımcıların kendi bedenlerinin yansımalarını kullanarak doğum, ölüm ve başkalaşım hikâyesini anlatıyor.

Christopher Nolan'ın Inception ve Alfonso Cuaron'ın Gravity filmlerindeki dijital teknolojinin görsel efektlerin yapım aşamasındaki etkisi izlenebilirken uygulamalı olarak da tecrübe edilebiliyor. Sergi ayrıca will.i.am, Yuri Suzuki, Pasha Shapiro ve Ernst Weber tarafından gerçekleştirilen analog ve dijital müzik arası ‘Pyramidi' adlı çalışmayı da ağırlıyor. Serginin dikkat çeken deneysel çalışmalarından biri de Zach Lieberman'ın ‘Play The World / Dünyayı Oynat' eseri. Ayaklı hoparlörlerden oluşan bir çemberin ortasındaki 88 tuşlu klavye ile dünyadaki tüm radyo istasyonlarına bağlanabilen sinyaller yayan çalışma müziğin dijital konumunu gösteriyor.

25 Şubat 2016 Perşembe

Duayen galericiler sanat piyasasını değerlendirdi: 'Tehlikeli bir sanat ortamındayız'

22 Şubat 2016, TEM Sanat ve Mine Sanat, galericilikte 30 yılı geride bıraktı. Galeri Baraz geçen yıl, Maçka Sanat ise bu sene 40. yılını dolduruyor. Türkiye'de özel galerilerin tarihi çok eski değil, sayıları da az. “Ben sanatseverim, tüccar değilim” diyen Besi Cecan (TEM Sanat), "Tehlikeli bir sanat ortamındayız." diyen Mine Gülener (Mine Sanat) ve artık Kurtuluş'taki merkezinde sergi açmayan, Anadolu'ya yönelen Yahşi Baraz, galericiliğin geldiği noktayı değerlendirdi.

Sanat galericiliğinde 30 yıl az değil. Hele, Türkiye gibi henüz yolun başındaki bir sanat ortamı için iyi bir istikrar sayılır. Mart 1985'te kurulan Mine Sanat, bir yıldır sergileriyle ve hazırladığı üç ciltlik kitapla 30. yılını taçlandırdı. Geçen hafta açılan, İstanbul'daki yeni ve yedinci yerleri ‘7 MEKAN' ile de galericilikteki istikrarını sürdürmeye devam ediyor. 18 Ocak 1986'da kurulan TEM Sanat ise otuzuncu yaş gününü, açılışını aynı güne denk getirdiği 'Devabil Kara' sergisiyle kutluyor.

Kurtuluş'taki mekânında 300'den fazla sergiye ev sahipliği yapan Yahşi Baraz ise artık burada sergi açmıyor. 40. yılını da sessiz sedasız geçirdi. Baraz, epeydir ‘Anadolu şehirlerinde sanatı geliştirmek' için işbirliği içinde. Sakarya Sanat Galerisi'ne sergiler hazırlıyor, danışmanlık yapıyor. Görüştüğümüzde 29 Mart'ta açacakları karma serginin hazırlığı içindeydi.

1980'ler, Türkiye'de özel galericiliğin yavaş yavaş hareketlendiği yıllardı. Adalet Cimcoz'un 1950'lerin sonunda Beyoğlu'nda açtığı Türkiye'nin ilk özel sanat galerisi Maya'nın kısa serüveninden sonra kimse özel galeri açmaya cesaret edemedi. Galeri Baraz (1975), Maçka Sanat (1976), Bakraç Sanat'ın (1979) girişimleri ve 80'lerin başlarından itibaren banka galerilerinin artması Cimcoz gibi 'sanatsever', 'sanatçı dostu' galerilere cesaret verdi. TEM Sanat, Mine Sanat, Galeri NEV, Doku Sanat, Urart Sanat galerilerinin kuruluşu bu yıllara denk geliyor.

Türkiye'de çağdaş sanat ortamı artık çok gelişti, ilerledi. Sergiler, fuarlar, galeriler arttı fakat farklı bir hava hakim. Eskiden sanatçı-galerici ilişkisi daha çok özveri üzerine kuruluydu. Galerilerin şekli bile bu amaca hizmet ederdi. TEM Sanat gibi daha çok eşyası; perdesi, masası, aile albümü olan, birkaç kedisi bulunan, sıkılmayacağınız, oturup çay kahve içebileceğiniz daha samimi yerlerdi galeriler. Yenileri, bir pazar alanı olarak tasarlanıyor.

“Ben sanatseverim, tüccar değilim.” diyen Besi Cecan (TEM Sanat), "Tehlikeli bir sanat ortamındayız." diyen Mine Gülener (Mine Sanat) ve "Yanlış yatırımlar yapılıyor." diye Yahşi Baraz (Galeri Baraz) gibi ‘sanat ve sanatçı dostu' galeri sahiplerinin de nesli tükeniyor. Onlara kulak vermek lazım:

Besi Cecan (TEM Sanat Galerisi'nin kurucusu): ‘Ben sanatseverim, tüccar değil'

"O yıllarda ben bir şirkette dış ilişkiler müdürüydüm. Devamlı seyahat ediyorum, kamyon ve treyler satıyorum. Emekli olduktan sonra, ailemden de bir miktar miras kalınca kendimi sanata verdim. Çünkü ben sanatseverim, tüccar değil. İlgilendiğim sanatçılar vardı. Mesela 30 kuşağı sanatçılarından Ali Avni Çelebi'nin perişan hali beni çok üzmüştü. Büyük bir usta oysa. Fındıkzade'de beş katlı asansörsüz bir binada oturuyordu. Eşi de Parkinson hastası. 80 yaşındaydı o zaman. Galerilere resim yapıyor ama hiçbir zaman karşılığını alamamış ve artık resimden nefret eder hale gelmişti. Odun taşıyor, kömür taşıyor, kahvehanede pişti oynuyordu. Beni galeri açmaya iten sebeplerden biri budur.

İlk etapta yurt dışına gitmeye karar verdim. Elimde fotoğraf makinemle yedi şehri dolaştım. Paris, Berlin, Torino, Floransa… Buralardaki galerileri etüt ettim, notlar aldım. Edindiğim izlenimlerle Nişantaşı'nda TEM Sanat'ı açtım. Zincirli asma sistemini İtalya'dan aldım. Sonra, ben burada perdenin üzerine resim asıyorum. Avrupa'da bütün galeriler o zaman öyleydi. Bu benim işime geldi. Çünkü dört duvar arasında yaşayamam, bütün günümü burada geçiriyorum. Benim ilk amacım satmaktan ziyade sanatı sevdirmek. 30 sene ayakta kaldığıma göre demek ki satmışım ve sanatçılara destek olmuşum da…

Resim alan önce sanatsever olacak, sonra koleksiyoner. Ben sanatsever üretmeye çalışıyorum. Piyasamızda toplayıcılar var. Onlar benden resim almazlar. Çünkü pazarlık yapmam. Bu onlara uymaz. Sanatçımı korumak zorundayım. Pazarlık bizde bir spor gibi. Benim sanatçımla da, koleksiyonerle de aramda dürüstlük vardır. Fahiş fiyatla hiçbir zaman resim satmadım. Satsaydım burada olmazdım. 30 yıldır Nişantaşı gibi bir yerde mekanımı korudum. Dayandım. Her ay mutlaka bir sergi açtım. Yazın da açığız. 12 ay sanatçılarıma hizmet veriyorum.”

Mine Gülener (Mine Sanat Galerisi'nin kurucusu): ‘Acı bir yozlaşma yaşanıyor'

“Türkiye'de tarihini bir kitapla anlatan bir-iki galeri var. Biz onlardan biriyiz. İlk galerimi Altıyol'da açtım. Anadolu yakasında çağdaş sanat galerisi yoktu o yıllarda. Burası kültür faaliyeti daha az olan bir bölgeydi. Dolayısıyla direndik. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin hocaları da bana çok destek oldu. Kuruluşumda büyük katkısı olan Özdemir Altan, Adnan Çoker, Mustafa Ata, Yusuf Taktak, Zekai Ormancı olmazsa Mine Sanat olamazdı. Onlar da Türkiye'de çağdaş sanatın köprüyü geçmesini istiyorlardı.

Altıyol'dan sonra Bahariye, Caddebostan'dan derken Nişantaşı'na geldik ve artık buradayız. Biz tamamen idealist düşüncelerle galericilik yaptık. Bir arkadaşım bana ‘şövalye' adını koymuştu. O dönemde resim hiç satılmıyordu. İnsanları galeriye sokabilmek için kapıda dururduk. Nedir, ne değildir, ücretli mi, girelim mi, girmeyelim mi diye bir çekimserlik vardı. Zorla içeri alırdık insanları ve saatlerce anlatırdık yaptığımızı. Galeri zaten bir eğitim kurumu benim gözümde. Bir kişiyle 4-5 saat konuştuğum olurdu. Koleksiyoner de yetiştirdik. Tamamen amatör ruhla başladık, hep galeriye masraf ettim. İlk on yıl hiç resim satamadım. Eşimin müzik mağazası Melodi Müzik bizi ayakta tuttu. Bugüne kadar çizgimden hiç ödün vermedim. Fakat bir zamanlar müzikte yaşanan yozlaşma artık plastik sanatlara bulaştı. Acı bir şekilde yozlaşma yaşanıyor. Maalesef sahte resim piyasası gelişti. Tehlikeli bir sanat ortamındayız. İnsanlar hangi sanat eserini alacağını yarı biliyor, yarı bilmiyor. Bir geçiş dönemi yaşıyoruz.”

Yahşi Baraz (Galeri Baraz'ın kurucusu): 'Büyük bir kaos var'

"1970'li yıllarda Amerika'da bir galeride çalıştım, çok sevdim bu işi ve Türkiye'de yapayım dedim. Ama Türkiye sanatta daha yolun çok başındaydı. Müzeler, sanat galerileri açılmamıştı, birkaç koleksiyoner vardı, resim alım satımı yok gibiydi. Basın, sergilerle hiç ilgilenmezdi. Bir Akademi'nin (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) içinde sanat ortamı vardı. Bir de Taksim Sanat Galerisi. İnsanlar da sergilere ilgisizdi. Atölyesini Akademi'nin dışında kurmuş ressam yoktu. Sadece hocalık yapan ve o şekilde ayakta duran birtakım sanatçılarımız vardı. Hepsi benden 35-40 yaş büyüktü. Galeriyi açtığım zaman 30'lu yaşlardaydım. Ressamlar, hiçbiri de galeriyle çalışmamıştı. Dolayısıyla diyalog kurmak zor oldu. Çoğu resim yapmayı bırakmıştı. Resim yapın, sergi açalım diye yönlendirmeye çalıştık. Sabri Berkel'ler, Mahmud Cuda'lar, eserlerine ne kadar değer biçeceklerini bilemezdi. Mesela Neşet Günal 800 Dolar'dı, bugün 1 Milyon Lira'ya bulamazsınız.

Son on yılda yurt dışında Türkiye'yle ilgili büyük bir reklam yapıldı. Türkiye çok büyük bir gelişme içinde diye. Ekonomi gelişti, milli gelir arttı. Şimdi dursa da bu dönemleri gördük. Bu propagandanın etkisini ben yaşadım, yurt dışında Türkiye'den geldiğimi duyan bizi milyoner zannetti. Amerikalılar, Avrupalılar… Bu galericilerin de hoşuna gitti ve burada pazar araştırması yaptılar. Buraya gelen galericilerin hiçbiri Türk ressamıyla, Türk resmiyle ilgilenmiyor, bir-iki tanesi hariç. Poul Casmin var, Taner Ceylan'ı satıyor, bir Fransız galerisi var, Ramazan Bayrakoğlu'nu satıyor. Yani kendi ressamlarını pazarlamaya çalışıyorlar.

Bizim için dezavantajları oldu bu durumun. Birçok koleksiyoner, yıllarca topladığı resimleri sattı, o parayla yabancı resim aldı. Ve bu devam ediyor. Yabancı galerilerden milyonlarca dolarlık resim alındı. Bu durum Türk sanatçılarını çok etkiledi; biz mahvolacağız, bütün para yabancılara gidiyor, pazarımız bozuldu diye endişeleri oldu. Bu olabilir fakat şöyle bir gelişme oldu. Belirli ressamların dışındaki; Burhan Doğançay, Erol Akyavaş, Ergin İnan Fahrelnisa Zeyd, Nejad Devrim, beş altı ressam daha sayabiliriz bunların dışındaki birçok ressam şu an ekonomik krizde. Hiçbir şey satamaz durumdalar. Türk alıcılar belirli ressamlara para yatırıyor, diğerlerini yok farz ediyor. Bu bir süre devam edecek.

Bugünkü bir tehlike şu aslında: Yeni açılan galeriler, bir seçki yapmadan, hangisi sanatçıdır diye düşünmeden, herkese sergi açtırıyorlar. Bu bir kaos yarattı. Galerileri idare edenler de sanat kültüründen yoksun. Bunun getirdiği de başka bir kaos var. Çok aldatıcı sergiler açılıyor, yanlış yatırımlar yapılıyor. 20 sene sonra bugün açılan sergilerin hiçbirinin adını dahi duymayacaksınız. 2-3 kişi zor kalır.

Türkiye'nin son bir yıldır yaşadığı siyasi durum da bizi çok etkiledi. Satışları aşağıya çekti. Bütün sanat piyasası böyle. Bazı açık artırma merkezlerinde her şey satıldı gösteriyorlar ama öyle olmadığına yüzde yüz inanıyorum. Piyasayı canlandırmak için söylenir böyle şeyler. Gerçekliği pek yoktur. Şu anda sanat piyasası çok sıkışık, daha da sıkışacağını tahmin ediyorum. Bugünler yine çok iyi günler."

23 Şubat 2016 Salı

Alabama'nın bülbülü sustu

Bülbülü Öldürmek'in yazarı Harper Lee, dün hayatını kaybetti. 1961'de Pulitzer Edebiyat Ödülü'nü kazanan yazar, ikinci ve son romanı Tespih Ağacının Gölgesinde'yi 14 Temmuz 2015'te yayınlamıştı. 55 yıl sonra kitap yazan Lee, son münzevi yazarlardandı.

Harper Lee, bir gün otobiyografisini yazarsa adını ‘Where My Possessions Lie' (Eşyalarımın Olduğu Yer) koyacaktı. Hayatında iki evi ve iki kitabı vardı. ‘Alabama'nın başkenti' olarak da anılan Monroeville'de ablası Alice ile birlikte kalıyordu. Monroeville ile New York'taki küçük dairesi arasında yaptığı tren yolculukları, son kitabı Tespih Ağacının Gölgesinde (Go Set A Watchman) kitabına da yansır.

1926'da Nelle Harper Lee adıyla doğan 1961 Pulitzer Ödülü sahibi yazar, dün hayata gözlerini yumdu. 89 yaşında bu dünyadan ayrılan Lee, 1960'ta yayımlanan Bülbülü Öldürmek adlı romanıyla çağdaş Amerikan edebiyatının en ünlü yazarlarından biri olmuştu. Edebiyat tarihinin ‘tek kitaplık yazarlar' sınıfından geçen yılın temmuz ayında ayrıldı. Bülbülü Öldürmek'in 20 yıl sonrasını konu alan Tespih Ağacının Gölgesinde, Lee'nin sadık okurunda küçük çaplı bir şok etkisine neden oldu. İlk kitapta ırkçılığa karşı mücadele eden Atticus'un sonraki yıllar Ku Klux Klan toplantılarına katılan bir karaktere dönüşmesi okurları düş kırıklığına uğratmıştı. Bülbülü Öldürmek'in devamı olarak pazarlansa da aslında Tespih Ağacının Gölgesinde, ilk kitabın bir ‘taslağı' sayılabilir. Hikâye malum, Bülbülü Öldürmek'in yayıncısı J.P. Lippincott'un editörü Tay Hohoff, Lee'ye “Sen bu karakterlerin geçmişini yaz.” dediğinde Bülbülü Öldürmek ortaya çıkar ve Tespih Ağacının Gölgesinde yazarın çekmecesinde yıllarca bekler.

GÜNEY ALABAMA'NIN JANE AUSTEN'I

1960'tan sonra yıllarca inzivaya çekilir Harper Lee. Bu sürede röportaj tekliflerini geri çevirir. Chicago Tribune'den Marja Mills'in hazırladığı Komşu Evdeki Bülbül: Harper Lee ile Yaşam (The Mockingbird Next Door: Life with Harper Lee) adlı kitap, yazarın münzevi hayatına ilişkin yazılmış gerçeğe en yakın metin. Bülbülü Öldürmek yayımlandıktan dört yıl sonra, 1964'te “Umarım yazdığım her kitap bir öncekinden daha iyi olur. Tek istediğim Güney Alabama'nın Jane Austen'ı olmak.” der Harper Lee.

Düzenli olarak kazları ve ördekleri beslemeye giden, balık tutan yazar, uzun yıllar beraber yaşadığı kardeşi Alice ile birlikte fotoğraf çektirmek istemezdi. Çünkü kendilerinden uzakta yaşayan diğer kız kardeşleri Lousie'nin fotoğrafı görüp kendini kötü hissedebileceğinden endişe ederlerdi. On yıl öncesine kadar elektronik bir daktilosu yoktu Harper Lee'nin. Uzakta olduğunda kız kardeşiyle telgrafla, nadiren de telefonla iletişim kuruyordu.

Yazarın 1960'tan sonra tam da şöhretinin doruğundayken 55 yıl boyunca sessizliğe gömülmesinin nedenleri vardır elbette. Bu karara varmadan önce yeni şeyler yazmayı dener ama bir yandan da çevresindekilere, zirveye çıktıysan sonra gidebileceğin tek yön aşağıya doğrudur, diyerek suskunluğunun ilk sinyallerini vermeye başlar. Bülbülü Öldürmek'i ithaf ettiği, kendisinden 15 yaş büyük ablası Alice de, “Bir kere doruğa ulaşmışsanız, artık yazmak konusunda ne hissedebilirsiniz? Kendinizle yarışıyormuşsunuz gibi gelmez mi?” diye açıklar kız kardeşinin suskunluğunu. Basının ilgisinden de rahatsızdır; “kitabın adını bile doğru yazamayan kendisi hakkındaki yarım yamalak gerçeklere dayalı haberler”, inziva kararında etkili olur. Bülbülü Öldürmek'ten sonra neden kitap yayımlamadığını şöyle açıklar Lee: “Birincisi Bülbülü Öldürmek'le gelen baskı ve tanıtımı bir daha yaşamak istemiyordum. İkincisi, söylemek istediğimi zaten söylemiştim, bir kere daha asla söylemeyecektim.”

İki kitaplık büyük kariyer

Alabama doğumlu yazar Harper Lee, Huntington Koleji ve Alabama üniversitelerinde okudu. Bir süre Alabama'nın Oxford kentinde eğitim gördükten sonra, Eastern Air Lines'ta işe girdi. Birkaç kısa hikâye yazan Lee, 1960 yılında ünlü Bülbülü Öldürmek romanını yazdı. 1961 Pulitzer Edebiyat Ödülü kazandı, kitap bir yıl sonra Gregory Peck'in başrolünü oynadığı aynı adlı filmle beyazperdeye aktarıldı ve üç Oscar ödülü kazandı. Romanın başarısında olayların çocuk ruhuna ve hayal gücüne uygun bir şekilde değerlendirilmesi etkili oldu. 55 yıl boyunca inzivaya çekilen yazar, Tespih Ağacının Gölgesinde (Sel Yayıncılık) adlı ikinci ve son romanını 14 Temmuz 2015'te yayımladı. Truman Capote'nin çocukluk arkadaşı olan Harper Lee, Capote (2005) filminde bu rolüyle Oscar adayı olan Catherine Keener, Infamous'ta ise Oscar ödüllü Sandra Bullock tarafından canlandırıldı. Bülbülü Öldürmek romanı Türkiye'de uzun bir süre Altın Kitap Yayınevi tarafından basıldı. Roman, 2014'te Ülker İnce çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından basılmaya başlandı.

Kitap Zamanı'nda yayınlanan 'Harper Lee ile yaşamak' başlıklı yazı için: http://kitapzamani.zaman.com.tr

1960'ta yayımlandığında Pulitzer'le ödüllendirilen ve eşine az rastlanır bir ilgiyle karşılanan Bülbülü Öldürmek'in yazarı Harper Lee'nin, 55 yıl sonra Kasım 2015'te yayımladığı ikinci ve son romanı Tespih Ağacının Gölgesinde' kitabı için http://kitapzamani.zaman.com.tr

20 Şubat 2016 Cumartesi

Politik nedenler, Doğu ve Batı sanatını birbirinden ayırıyor

ZERO'nun kurucularından Heinz Mack, 85. yaşını ve sanatta 60 yılını SSM'de bugün açılan “Mack: Sadece Işık ve Renk” sergisiyle kutluyor. Sanatçı, kendine hep şu soruyu sormuş: “Doğu sanatı, bütün dünyada Batı sanatı kadar ne zaman tanınacak?”

Sakıp Sabancı Müzesi'nde, Eylül 2015'te açılan “ZERO: Geleceğe Geri Sayım” sergisinin devamı diyebileceğimiz “Mack: Sadece Işık ve Renk” sergisi bugün aynı mekanda açılıyor. Alman modernizminin öncülerinden Heinz Mack'ın 1950'lerden 2015'e kadar yaptığı resim, heykel ve kinetik eserlerinden 120 seçki, beş ay boyunca SSM'de görülebilecek.

Sakıp Sabancı Müzesi'nde dün yapılan basın toplantısına (soldan-sağa) serginin küratörü Royal Academy of Arts Londra eski Sergiler Direktörü ve sanat tarihçisi Sir Norman Rosenthal, Heinz mack, S. Ü. Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer ve Tahincioğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Özcan Tahincioğlu katıldı.

Sergi, ZERO'nun devamı, çünkü Mack, II. Dünya Savaşı'ndan sonra ‘bir umut' diye ortaya çıkan ve etkisi on yıl devam eden bu sanat akımının, Otto Piene ve Günther Uecker ile birlikte kurucusu. Mack, geçen yıl müzenin terasına yerleştirilen altın renkli 9 sütundan oluşan “Dokuz Sütun Üzerindeki Gökyüzü-The Sky Over Nine Columns” eseriyle aklımızda yer etmişti. Land art (arazi sanatı) alanında, 1960'tan beri ürettiği bu ve benzeri eserler, yeni serginin merkezinde yer alıyor. Müzenin ortasına çöl kumlarıyla yapılan iki yerleştirme, Mack'ın Sahra Çölü'ne diktiği heykellerin bir uzantısı. Farklı malzemelerden yaptığı anıtsal heykeller, ışık objeleri, rotorlar, rölyefler ve “Kromatik Takımyıldızlar” adını verdiği büyük boyutlu tablolar da diğer çalışmaları.

İSLAM SANATLARINI YAKINDAN TAKİP EDİYOR

Heinz Mack, İslam sanatlarını yakından takip ediyor. 1960'larda Sahra Çölü'ne, Kuzey Kutbu'na keşif gezileri yapmış. Mezar taşlarımızı hatırlatan taş heykelleri, kubbe formlu mermerleri ve Avrupa'da son yıllarda ilgi gösterilen ‘İslam sanatlarının geometrisi'ni anımsatan çalışmaları var. S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer de sanatçının Düsseldorf'taki atölyesine bir ay önce yaptıkları ziyareti anlatırken bu konuya dikkat çekiyor: “Mack, sanat yaşamında Doğu ve Batı kültürlerinin peşinde koştu. Aralarındaki ilişkiyi, birbirlerinden nasıl beslendiklerini eserlerinde dile getirdi. Öğrencilik yıllarında yaptığı eserlerde bile; özellikle eski Doğu kültürünün Batı sanatına etkilerine rastladık. Sergimizde onlara yer verdik. Terasımızdaki 9 sütunu Doğu ve Batı kültürlerinin buluştuğu yerlerde sergileyebilmek için yaptığını söylemişti bana. 2014'te Venedik Bienali'nde sergilendi, şimdi bizde.”

Türkiye, ZERO ile birkaç ay önce tanıştı. Heinz Mack sergisiyle biraz daha yakınlaştı. Çünkü karşımızda, kendisine hep “Doğu sanatı, bütün dünyada Batı sanatı kadar ne zaman tanınacak?' diye soran bir sanatçı var.

Heinz Mack: “Doğu sanatı, bütün dünyada

Batı sanatı kadar ne zaman tanınacak?”

“ZERO akımı, sanat dünyasında yeniden gündeme geldi. New York'taki ZERO sergisini 200 binden fazla kişi gezdi. Hollanda'daki sergiyi 282 bin ziyaretçi etti. Berlin'deki sergiyi ise 60 bin kişi gördü. Bütün dünyadaki ZERO sergilerini aşağı yukarı 700 bin kişinin gördüğünü söyleyebilirim. Berlin'deki sergiye Doğu ile Batı arasındaki geçiş adını verdim ben. Bütün sanat anlayışım bu sergide dile getirilmiştir. Dünya sanatının Doğu kısmını bu sergide belgelemek istemiştim. SSM'deki sergi, bu açıdan harika bir yanıt oldu. Kendime hep şu soruyu sordum: Doğu sanatı, bütün dünyada acaba Batı sanatı kadar ne zaman tanınacak? İki kültürün birbiriyle karşılaşması çok önemli ama ne yazık ki, -büyük bir terbiyesizlik olduğunun da altını çizerek söylüyorum- politik nedenler, coğrafi sınırlar bu sanatları birbirinden ayırıyor. Ben hiçbir zaman coğrafi sınırlarla ilgilenmedim. Eserlerimi, olağanüstü kültüre sahip bu ülkede göstermekten dolayı gurur duyuyorum.”

17 Şubat 2016 Çarşamba

İngilizler ‘Diriliş'i seçti Oscar yarışı kızıştı

İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi (BAFTA) Ödülleri'nde ipi Diriliş / The Revenant göğüsledi. Film, yönetmen, erkek oyuncu, görüntü yönetimi ve ses dallarında ödüle uzanan Diriliş, Oscar öncesi ‘burun' farkıyla öne geçmiş görünüyor.

Türk basınında ocak-şubat aylarının iki değişmezi vardır. Birincisi zam haberleri, ikincisi de ‘Oscar'ın habercisi' haberleri. En az beş farklı ödül ‘Oscar'ın habercisi' tamlamasıyla haber yapılır. Gelenek yine bozulmadı elbette. Söz konusu ‘haberciler' içinde en kayda değeri İngilizlerin verdiği BAFTA Ödülleri'dir. Önceki akşam 69. kez verilen İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi (BAFTA) Ödülleri'nde ipi Diriliş / The Revenant göğüsledi. Film, yönetmen, erkek oyuncu, görüntü yönetimi ve ses dallarında ödüle uzanan Diriliş, Oscar öncesi ‘burun' farkıyla öne geçmiş görünüyor.

OSCAR'IN BÜTÜN HABERCİLERİ!

BAFTA, son 10 yılda 7 kez Oscar ile aynı filme ödül verdi. Geçtiğimiz yıl Boyhood'u tercih ederek, Birdman'i ödüllendiren Oscar'dan ayrılan BAFTA, bu yıl Alejandro G. Inarritu'yu seçti. Diriliş, yarışta öne geçmiş görünse de Oscar habercilerinin verdiği işaretler biraz karışık.

Aslında her şey, Toronto Film Festivali'nde başlıyor. Oscar'lık projeler, eylül ayında Toronto'da sezonu açıyor. Burada ödül alan filmler Oscar yarışına önde başlıyor. Geçtiğimiz eylül ayında Toronto izleyicisinden en iyi film ödülü alan Gizli Dünya / Room, beklendiği gibi, en iyi film dâhil dört dalda Oscar'a aday gösterildi.

BAFTA'dan sonra en çok gözde ‘haberci' Altın Küre. Bu yıl Altın Küre'de en iyi film ödülü Diriliş'e gitti. Fakat zannedildiğinin aksine Altın Küre, sık sık Oscar ile ters düşüyor. Son 10 yılda Altın Küre'de En İyi Film seçilen sadece 3 yapım Oscar'a ulaştı. Yani, Altın Küre biraz ‘yalan haberci'!

Oscar'ın en güçlü habercisi, hiç şüphesiz PGA (Yapımcılar Birliği Ödülleri). Son dokuz yıldır Hollywood ‘patronları'nın ödüllendirdiği yapımlar Oscar'ı da alıyor. Yapımcılar, bu yıl 2008 ekonomik krizini tane tane anlatan Büyük Açık'ı seçerek şaşırtıcı bir hamle yaptı. Eleştirmenler Birliği ise yapımcılardan önce davranıp Spotlight'ı Oscar yarışında iddialı hale getirdi. Yönetmenler Birliği, tercihini Diriliş'ten, yani Inarritu'dan yana kullanırken; senaristler ibreyi yeniden Spotlight'a çevirdi. Senaristler Birliği Ödülleri'nde (WGA) özgün senaryo dalında Spotlight, uyarlama senaryoda ise Büyük Açık ödüle ulaştı.

‘Haberciler' bu kadarla da bitmiyor. Oscar ödüllerini belirleyen Akademi'nin 6 bini aşkın üyelerinin çoğu oyunculardan oluşuyor. Oyuncular Birliği (SAG), her ne kadar Diriliş'teki performansıyla Leonardo DiCaprio'yu ödüllendirse de Toplu Performans dalında Spotlight'ı seçti.

Oscar habercilerinden gelen sinyaller, yarışın Diriliş, Spotlight ve Büyük Açık arasında geçeceğini gösteriyor. Son tahlilde, Oscar tarihi, en iyi film seçiminde hikâyenin filmin sinemasal ve estetik değerinden önemli olduğunu gösteriyor. Akademi üyelerinin teamülü 28 Şubat akşamı da tekrar ederse en iyi film ödülü Diriliş'e değil; Spotlight'a ya da Büyük Açık'a gidecektir.

69. BAFTA Ödülleri

Film: Diriliş 


Yönetmen: Alejandro G. Inarritu (Diriliş)


Erkek Oyuncu: Leonardo DiCaprio (Diriliş)


Kadın Oyuncu: Brie Larson (Gizli Dünya)


Yardımcı Erkek Oyuncu: Mark Rylance (Casuslar Köprüsü) 


Yardımcı Kadın Oyuncu: Kate Winslet (Steve Jobs)


Orijinal Senaryo: Tom McCarthy, Josh Singer (Spotlight)

Görüntü Yönetimi: Emmanuel Lubezki (Diriliş)

Belgesel: Amy

İngiliz Filmi: Brooklyn

Uyarlama Senaryo: Adam McKay, Charles Randolph (Büyük Açık)

Animasyon Filmi: Ters Yüz

Yabancı Dilde En İyi Film: Asabiyim Ben / Relatos Salvajes

Yapım Tasarımı: Colin Gibson, Lisa Thompson (Mad Max: Fury Road)


Görsel Efekt: Chris Corbould, Roger Guyett, Paul Kavanagh, Neal Scanlan (Yıldız Savaşları: Güç Uyanıyor) 


Makyaj ve Saç: Lesley Vanderwalt, Damian Martin (Mad Max: Fury Road)


Kostüm Tasarımı: Jenny Beavan (Mad Max: Fury Road)


Ses: Lon Bender, Chris Duesterdiek, Martín Hern·ndez, Frank A. Montaño, Jon Taylor, Randy Thom (Diriliş) 


Müzik: Ennio Morricone (The Hateful Eight)

14 Şubat 2016 Pazar

'Fotoğraf çekseydim, objektif olamazdım'

Fotoğraf tarihi üzerine yaptığı araştırmalarla tanıdığımız Engin Özendes “Türkiye'de Fotoğrafa Modern ve Çağdaş Yaklaşımlar” isimli yeni bir kitap hazırladı.

Fotoğraf, Özendes'in 40 yıldan fazla bir zamandır profesyonel işi. Buna rağmen fotoğraf çekmiyor. Bütün meşgalesi ve ilgisi fotoğraf üzerine düşünmek, okumak, yazmak ve konferanslar vermek. Kurulduğu 2004 yılından 2012'ye kadar İstanbul Modern Sanat Müzesi'nin fotoğraf sergileri küratörlüğünü yaptı. Ayrıca, Osmanlı dönemi fotoğrafı ile ilgili geniş bir koleksiyona sahip. Engin Özendes ile dünden yarına Türkiye'de fotoğrafı konuştuk.

Fotoğraf, icadından kısa bir süre sonra Osmanlı'ya geldi ve benimsendi. Bir Doğu toplumu olan Osmanlı'da fotoğrafın bu kadar hızlı yayılmasını nasıl yorumlarsınız?

Bir sultan hatta halife ile yönetilen Doğu ülkesi olma durumu, Batılılar için büyük bir merak. Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı topraklarına gelen ilk fotoğrafçılar, mimarlar, arkeologlar, ressamlar merak ettikleri yerleri görmek, gördüklerini saptamak için geliyor. Üstelik saraydan büyük ilgi görüyorlar. Hal böyle olunca, burada Batı eğitimi görmüş Ermeniler, Venedik ruhban okulunda resim eğitimi almış olanlar ve daha başkaları da fotoğraf ile ilgilenmeye başlıyor. İstanbul'da ilk stüdyolar böyle doğuyor.

İsimler üzerinden gidecek olursak, kimler öne çıkıyor bu ilk dönemde?

İstanbul'da ilk stüdyosu olanlar Kargopoulos, Abdullah Biraderler, Sébah Joaillier. Dikkat ederseniz onların fotoğraflarında hep İstanbul'un güzel görüntüleri, sokakları, caddeleri, yani Batı'da olmayan sosyal yaşam var. Turistlere satılıyor çekilen fotoğraflar.

Cumhuriyet'le beraber fotoğrafın tarihsel seyri nasıl oluyor?

Fotoğrafın sanatsal ve ticari olarak ayrılması Cumhuriyet dönemindedir. Sanatsal olarak Othmar Pferschy ve ondan sonra gelen kuşak gibi, Ara Güler'den diğerlerine kadar fotoğrafın tamamen sanat ve belgesel olarak tanımlanması Cumhuriyet ile başlar.

Fakat sonrasında Türkiye'de fotoğraf, gazetecilik disiplininden çok, gezi ve turizm bağlamında gelişiyor...

Fotoğrafçıya iş verilen bir gazete yok ki! Bir basın-foto ajansı kuruluyor, Müeddep Erkmen, Hilmi Şahenk, Selahattin Giz var işin içinde. Bu adamlar bir gazeteye bağlı çalışmıyorlar, öyle bir kadro yok çünkü. Büyük bir otobüsün arkasını karanlık odaya çevirip gündüz şehre dağılıp fotoğraf çekiyor, gazetelere servis yapıyorlar. Gazetelerden talep olmayınca başladığı gibi bitiyor o iş.

1950'lerden alırsak, ‘sanat fotoğrafı' disiplinin gelişimi nasıl oldu?

Ozan Sağdıç'ın çok güzel bir lafı vardır, “Othmar bize fotoğrafa bakmayı öğretti.” der. Cumhuriyetin daha başında Othmar Pferschy'nin devreye girmesi farklı bir fotoğraf anlayışını Türkiye'ye getirdi. Ondan sonra Ara Güler dönemi var, hâlâ kapanmış değil. Ardından Ozan Sağdıç, Gültekin Çizgen, Ersin Alok geliyor. 1970-1980 arası 6 fotoğrafçı sayabilirdik. Okulların gelişmeye başlaması, ders olarak okutulması, başta Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olmak üzere diğer üniversitelerde bölümlerin açılması fotoğraf sanatını çok etkiledi. Yeni bir nefes, yeni bir bakış ortaya çıktı.

Fotoğrafın Türkiye macerasında İstanbul Modern'in ve sizin oradaki misyonunuzun önemi de büyük.

İstanbul Modern kurulurken Şakir Eczacıbaşı benden rica etti, ‘Fotoğraf bölümünün başında olur musun?' diye. Daha inşaat devam ederken başladım çalışmaya. İlk sergiyi evden hazırladım. Kuruluş aşamasında Mehmet Kısmet, Ara Güler, Bülent Erkmen, Şakir Eczacıbaşı, Ali Akay ve ben vardık. Önce bir araya gelip arşiv oluşturduk. 400 küsur fotoğraf topladık ve müzenin açılışında ilk sergimizi açtık. Oradaki koleksiyonu sürekli geliştirdim; 312 fotoğrafla başladığımız koleksiyon ben ayrılırken 7.308'di.

Fotoğraf tarihinde inanılmaz katkılarınız var, ama son kitabınızda fotoğrafın geçmişinden çok, geleceğine odaklanmışsınız...

Fotoğraf benim dünyam. Bunun arasında seçim yapmıyorum. 1999'da Pamukbank'ın benden rica ettiği bir kitap vardı, yazdım. O aslında bu kitabın başlangıcı niteliğindeydi. Orada dönemin fotoğrafçılarını görürsünüz, bu kitapta ise bütün dönem fotoğrafçıları var, bu çok daha kapsamlı bir çalışma oldu.

Türkiye'de fotoğrafın geleceği ile ilgili öngörünüz nedir?

Öyle bir öngörü söyleyemem. Bugün hangisi fotoğrafçı hangisi çağdaş sanatçı ayırmak kolay değil. Medyanın bu kadar karıştığı yerde çok daha çağdaş, çok daha farklı işler çıkıyor. Ama basın fotoğrafçılığının belli bir görevi var, olayı aktarırken en iyi biçimde anlatabiliyorsa başarılıdır.

İnsanların kişisel gelişimlerini doğru yönde götürecek yol ve kurumlar neler? Ajanslar, yayınlar, galeriler, müzeler mi; kendi bağlantıları mı?

İlk başta kendi bağlantıları, ardından okumak. Fotoğrafla ilgiliyse resim de okuyacak, heykeli de okuyacak, enstalasyonu da okuyacak; müzik dinleyecek, Batı müziği ya da Türk müziği, hep farklı sanat kollarıyla fotoğrafı ilişkilendirebilecek, sinemayı bilecek. Öncelikli olarak kişisel beslenme. Sonra tabii ki sergileri izlemek çok büyük yardımcı ve öğretici yollardan biri.

40 yıldır fotoğraf araştırıyorum

“Hiç fotoğraf çekmedim, özellikle çekmedim. Çocukluğumdan beri fotoğrafa ilgim vardı. 1976'da araştırmaya başladım, o tarihten beri fotoğrafı araştırmaya devam ediyorum. Fotoğraf çekiyor olsaydım benim bir bakış açım olacaktı, objektif olamazdım. Objektif olmayı seçtim ve bugün 19. yüzyıldan kalma Abdullah Frères'in sokak fotoğrafı da, Serkan Taycan'ın Marmara'dan Karadeniz'e yaptığı yürüyüşlerde çekilen fotoğraflar da benim için çok önemli.

13 Şubat 2016 Cumartesi

‘Birilerini rahatsız etmeyeceksek dergi çıkarmanın bir anlamı yok'

Dergi raflarındaki ömrü daha birkaç ayla sınırlı olsa da Pulbiber dergisi kısa zamanda kendine bir yer edindi ve okur kitlesini oluşturmayı başardı. İsmiyle Didem Madak'a selam gönderen Pulbiber'in yazarları arasında Mine Söğüt, Nermin Yıldırım, Gonca Özmen gibi isimler var. Derginin hikâyesini yayın yönetmeni Deniz Durukan ile konuştuk.

Piyasada çok satan güçlü rakipler varken, Pulbiber'i çıkarmaya nasıl cesaret ettiniz?

Bir derginin gücü ve etki alanı satış rakamıyla orantılı değildir. Elbette derginin yaşaması için belli bir tiraj gerekiyor ama biz daha büyük bir hedef koyduk önümüze…

Evet, aslında dergi kısa sürede kendine bir alan açtı ve okurunu buldu, bunu nasıl başardı?

Okurlar dergiyi sahiplendi çünkü bu dergide kendilerini buldular. Yazarların hepsi çok samimi, hesapsız kitapsız kullandı kalemlerini. Bu enerji okura da yansıdı.

‘MAHALLENİN SAKİNLERİ ÇOĞALDI'

Peki, Pulbiber ismi nereden çıktı, kimin fikriydi, birilerinin ağzına biber sürmeyi de düşündünüz sanırım…

Dergi fikri oluştuğunda birçok isim düşündük ama hiçbiri içimize sinmedi. Pulbiber'i arkadaşlarıma önerdiğimde herkes benimsedi. Üstelik çok sevdiğimiz şair arkadaşımız Didem Madak'ın Pulbiber Mahallesi'ne de gönderme olacaktı. Biz zaten o mahallenin sakinleriydik. Zamanla o mahalle sakinleri çoğaldı. Biber sürme meselesine gelince, söylediklerimizden rahatsız olanların ağzını yakacak tabii ki...

Popüler dergiler arasında diğerleriyle hem bir benzerliği var, hem de onlardan bariz bir şekilde ayrılıyor Pulbiber. Bu anlamda dergi, okuruna ne vaat ediyor?

Benzerliği farklı sanat disiplinlerinden isimlerin yer alması, farkıysa tavırda ve üslupta ortak bir duruş göstermesinden kaynaklanıyor. Yani biz popülist söylemi bertaraf ederek çıktık ve bunu popüler bir alanda yaptık. Başka bir farkı da, bağlamlı yazıların yanı sıra estetik kaygıyı da dert edinen bir dergi olması. Var olan popülizmi yeniden üretmemek gibi bir amacımız var. Bu bizim kırmızı çizgimiz.

Kürtaj, sansür, mülteciler, moda ve beden algısı... Birilerini rahatsız edecek kapaklar ve içerikle çıkıyorsunuz. Günümüzde bir şey söylemenin, dert anlatmanın etkili yollarından biri de bu mu?

Cevap sorunun içerisinde aslında. Rahatsız etmeyeceksek, var olan algıyı çoğaltacaksak dergi çıkarmanın ve yazmanın bir anlamı yok. Ancak böyle farkındalık yaratılabilir. Gerçeğin yozlaşması, çarpıtılması bizim rahatsız olduğumuz şeyler. Sistem gerçeği yozlaştırmaktan çekinmiyorsa, biz de bunu dile getirmekten, reddetmekten çekinmiyoruz.

‘CİNSİYETÇİ DEĞİL, BİRLEŞTİRİCİYİZ'

“Kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve ağaçlar için hayat çok zor. Biz bunu kolaylaştırmaya geldik.” gibi bir iddianız da var. Bunu nasıl başarmayı umuyorsunuz ve ilk işaretler ne yönde?

Çıkış iddiamızda yukarıdakine ek olarak “Bize ayrılan süre yeni başlıyor” da dedik. Yani bize ayırdığınız süre ve kota ya da uygun gördüğünüz yaşam biçimi bizim kabulümüz değil. Eril anlayışa karşı çıkıyoruz. Sözünü ettiğimiz anlayış sadece kadını değil, erkeği de eziyor. Bir iktidar dili oluşturup insanlığı tehdit ediyor. Bu anlamda cinsiyetçi değil, birleştiriciyiz. Mağdur dili kullanmıyoruz, biat etmiyoruz, eril anlayışın getirdiği şiddeti de onaylamıyoruz. Daha çok yeni bir dergi Pulbiber ama şimdiden kabul gördü, kendine kemik bir okur kitlesi yaratabildi. İlk işaretler, bunun gittikçe gelişeceğini, Pulbiber'in ciddi bir platform oluşturacağını gösteriyor.

Peki, bundan sonra hangi alanları ‘kurcalamayı' düşünüyorsunuz?

Hayata ilişkin her şey Pulbiber'in konusu aslında. Ama sıradanlığın ve yaygın anlayışın dışından bakıyoruz her konuya. Mesela bu ayki sayımızın dosya konusu aşk. Bu konu bizim farkımızı daha belirgin biçimde gösterecek; çünkü en çok yağmalanan ve prim yapan bir konudur aşk. Aşka, insanlardaki aşk eğilimini sömürmeden yaklaşılabileceğini de gösterebildiğimizi sanıyorum bu dosyayla.

10 Şubat 2016 Çarşamba

Klasiklerin sözcükleri uçup giderse...

Amerikalı genç tasarımcı Nicholas Rougeux, dünya edebiyatının klasiklerinden kelimeleri çıkarıp kitapta kullanılan noktalama işaretlerini gösteren posterler tasarladı. Ulysses, Moby Dick ve Uğultulu Tepeler gibi kitapların olduğu posterler, yazarın noktalama işaretleriyle kurduğu o derin ve gizli ilişkinin görsel bir hali.

Her yazarın noktalama işaretleriyle gizli bir ilişkisinden söz edilebilir. Metnin dokusunu ele veren bu irili ufaklı işaretlerin az ya da çok kullanılması eleştiri konusu olabilir. Edebiyat tarihinde yazarların noktalama işaretleriyle olan ilişkisine dair pek çok örnek var. Saramago, noktalama işaretlerini trafik işaretlerine benzetirken, onların çokluğunun ‘yolculukta' dikkati dağıtma gücü olduğundan bahseder. Proust'un o benzersiz kitabı Kayıp Zamanın İzinde ise yazarın noktalama seçiminden dolayı kimi yayınevleri tarafından geri çevrilir.

KLASİKLERİN GÖRSEL HARİTASIBeckett ise farklı bir yerde durur. Türkçede Acaba Nasıl? adıyla yayımlanan 152 sayfalık kitabında büyük harf ve noktalama işareti kullanmaz. Roman paragraflar halinde ilerler. Yusuf Atılgan da ilk iki romanında bu işaretleri göz ardı eder. Faulkner, Ses ve Öfke'de kimi paragraflarda, uzun cümlelere rağmen noktadan başka bir işaret kullanmaz. Noktalama işaretlerinin her yazara göre konumu farklıdır. Sadece bu açıdan bakıldığında ortaya oldukça şaşırtıcı görsel bir okuma çıkıyor. Amerikalı genç tasarımcı Nicholas Rougeux, dünya edebiyatının klasiklerinden kelimeleri çıkarıp kitapta kullanılan noktalama işaretlerini gösteren posterler (70*100 cm) tasarladı. Rougeux'un noktalama işaretlerini çıkardığı kitaplar arasında Ulysses (James Joyce); Tom Sawyer'in Maceraları (Mark Twain), Alice Harikalar Diyarında (Lewis Carroll); Aşk ve Gurur (Jane Austen); Moby Dick (Herman Melville) ve Bir Yılbaşı Öyküsü (Charles Dickens) var. Kelimeler Arasında (Between the Words) adını verdiği poster serisi; nokta, virgül, noktalı virgül, ünlem, kısa çizgi gibi noktalama işaretlerine birer övgü niteliğinde. Her poster, yazarın noktalama işaretleriyle kurduğu o derin ve gizli ilişkinin görsel halini sunarken, metnin bu işaretlerle nasıl inşa edildiğini ortaya çıkarıyor.

Rougeux, hazırladığı bu posterleri www.c82.net adlı internet sitesinde paylaşıyor. Çeşitli programlar sayesinde kitaptaki sözcükleri, noktalama işaretlerinden ayıran Rougeux, posterleri, daha sonra elde ettiği bu işaret yığınlarını içeriden dışarıya doğru akan bir daire şeklinde yan yana sıralayarak tasarlamış. Posterlerde virgül ve tırnak işaretinin çokluğu dikkat çekiyor. Noktalama işaretlerinin bu klasik metinlerde nasıl kullanıldığı ve yazarın bu işaretlerle kişisel ilişkisi, metne görsel okuma imkanı sağlıyor.Noktalama işaretlerinin sıklığı yahut azlığı, yazarın dili kullanma biçimi ve metni inşa etmesiyle ilgili. Kişisel zevki ortaya çıkaran bu kullanım, yazar için hayati önem taşıyabilir. Truman Capote bunlardan biri. “Ben bir öykünün bozuk bir ritimden – özellikle de öykünün sonuna doğru olursa – veya paragraf kurarken bir yanlışlıktan, hatta yanlış noktalama işaretleri yüzünden mahvolabileceğine inanıyorum.”METNİN RİTMİNİ KORUYAN İŞARETLERRougeux'un, edebi metinlere bakışımızı değiştirebilecek bu posterleri, noktalama işaretlerinin armağan ettiği ritm ve ahenkle, sözcüklerle olan ilişkimizi nasıl kurduğumuzu da gösteriyor. Hem okur hem de yazar noktalama işaretlerinden bir beklenti içindedir. Moby Dick posteri bu anlamda önemli bir örnek. Her ne kadar yazar kitabını bitirmenin vaktinin geldiğine zor karar verse de her metin bir yerde noktalanmak zorunda. Belki bu yüzden noktanın en sevilen işaret olduğu söylenebilir. Manguel'in ‘nokta'ya övgüler dizdiği metninde dediği gibi “O olmasa, genç Werther'in acılarının sonu gelmez ve Hobbit'in seyahatleri de tamamlanmazdı.”

7 Şubat 2016 Pazar

Zero'nun kurucusu Heinz Mack Sabancı Müzesi'ne geliyor

Sakıp Sabancı Müzesi, ‘Zero Geleceğe Sayım' sergisinin ardından Zero akımının yaşayan kurucusu, Alman ressam ve heykeltraş Heinz Mack'ın kişisel sergisine ev sahipliği yapacak. 18 Şubat'ta başlayacak sergi öncesinde, sanatçının Düsseldorf'taki atölyesini bir grup gazeteciyle gezdik.

Almanya'nın yaşayan en önemli sanatçılarından ressam ve heykeltıraş Heinz Mack (1931), Sabancı Müzesi'ne konuk oluyor. Mack, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya'daki Nazi karanlığını ve kasvetli ortamı dağıtmak üzere ortaya çıkan ve bütün kalıpları kıran “Zero” (Sıfır) akımının Otto Piene ile kurucusu. Alman modernist akımının bu önemli ustasının eserleri yakın zamanda Sabancı'daki ZERO sergisindeydi. 18 Şubat'ta açılacak ‘MACK. Sadece Işık ve Renk' adlı sergiyle, sanatçının 60 yıllık sanat üretiminden heykeller, ışıklı sütunlar ve rölyefler sunulacak. Son nesil klasik Avrupa sanatçılarından biri olan Mack'ın Almanya'nın Düsseldorf kentindeki atölyesini, sergi öncesinde bir grup gazeteciyle gezdik.Düsseldorf'a vardıktan sonra ilk durak Mack'ın eserlerini sakladığı, sanayi bölgesindeki deposu oldu. Sanatçı bizi kapıda karşılarken, ilerlemiş yaşına rağmen enerjisi ve hayat dolu olması göze çarpıyor. Günlerdir soğuk ve yağmurlu havanın etkisinde olan Düsseldorf, güneşli bir güne başlamıştı. Bahçedeki heykelleri işaret edip, “Bakın hava güneşli olunca eserler böyle ışıklanıyor.” diye heyecanla konuşuyor. Heykellerinde, demir, kum, tahta, cam ve seramik gibi çeşitli materyaller kullanan Mack ışığa olan tutkusuyla biliniyor. Atölyesindeki yüzlerce eser bu ışık dilini hep birlikte konuşuyor.

17 Temmuz'da sona erecek olan ‘Mack Sadece Işık ve Renk'te sanatçının heykelleri, ışıklı sütunları, tabloları ve çizimleri yer alacak.

Hemen atölye turuna başlayan Mack, paketlenmek ve müştelerine gönderilmek üzere malzemelerini depoda biriktiren bir fabrikayı andıran kocaman iki atölyesiyle herkesi şaşırtıyor. Bu depoların elektriğinden ısıtmasına kadar her şeyiyle ilgilenen Mack, gözü gibi baktığı eserlerinin sayısını kendisi bile hesaplamakta zorlanıyor. Sanatçının bu düzeninin ardında her ikisi de sanat tarihçisi olan karısı Ute ve kızı Marie-Valeria yer alıyor. Mack'in, piyasada çokça görülen ve eleştirilen asistanlar ordusuyla çalışan (Anish Kapoor, Damien Hirst ve Antony Gormley) gibi isimlerden uzak bir sanat pratiği var. Depo gezisinin ardından ikinci durak, Mack ile 17. yüzyıldan kalma hem atölye hem de ev olarak kullandığı alçakgönüllü çiftlik evi oluyor. Bahçedeki heykeller ve kendi tasarladığı atölyesini göstererek, “Buradaki heykelleri, tabloları hep kendi ellerimle yaptım, ben elleriyle çalışan bir sanatçıyım.” diyor.‘Sanat zulme ve acımasızlığa karşı bir sestir' Doğu ile Batı kültürlerinden beslenen ve İslam sanatlarına ilgisini sık sık dile getiren Mack, bu atölye turundan sonra bir basın toplantısı düzenledi. Mack'ın sanatçı, felsefeci kimliğiyle gazetecilere söyleyecek çok şeyi var. İstanbul'daki sergi için çok heyecanlı olduğu her halinden belli. Doğu-Batı buluşmasına önem veren Mack, “Eserlerimde ideoloji yok. Kendi bireyselliğimi derinlerde tecrübe ediyorum.” diyor. Gölge ve ışığa önem verdiğini belirten Mack, “Her materyalin kendi dili var, onu öğrenmek lazım” diye de öğütlüyor. Sanatçı ve ideoloji ilişkisine değinen Mack, “Sanatçı politik olanla yakınlık kurduğunda özgürlüğü elinden alınır. Bu tarih boyunca öyle olmuştur. Ben özgür bir sanatçıyım, hiçbir politik güç bana ne yapmam gerektiğini söyleyemez. Bu yüzden kendi eserlerimle Türkiye'deki sanatçılar üzerinde bir etki veya ilham kaynağı olabilme temennisi içindeyim.”diyor. Nazan Ölçer'in deyişiyle bilge bir sanatçı olan Mack, sanat piyasasının maymunu değil. Hatta kimi zaman piyasadan kendi eserlerini satın alacak kadar da işlerine düşkün. Ticari beklentinin yüksek olduğu bir dönemde sanatçının özgürlüğüne sıklıkla işaret ediyor. Bir sanatçı olarak umudunu asla yitirmediğini dile getiren Mack, “Matisse, karısını ve kızını elinden alan Nazi döneminde bile resmi bırakmadı çünkü sanat zulme ve acımasızlığa karşı bir sestir.”şeklinde konuşuyor.İstanbul'a gelecek eserlerin seçiminde çok az müdahalesi olduğunu söyleyen Mack, kendi sergisinin İstanbul'da ziyaretçisi olacağını söylüyor. Küratörlüğünü S. Ü. Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer ile Royal Academy of Arts Londra eski Sergiler Direktörü ve sanat tarihçisi Sir Norman Rosenthal'in üstlendiği sergi Tahincioğlu Holding katkılarıyla 17 Temmuz'a kadar görülebilecek.

6 Şubat 2016 Cumartesi

Orhan Pamuk: Herkes bir kurtarıcı 'baba'ya inanmak istiyor

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk okurlarına bir sürpriz yaptı ve 14 ay gibi kısa bir zamanda yeni kitabı Kırmızı Saçlı Kadın'ı (Yapı Kredi Yayınları) yayımladı.

Bir kuyucu ile çırağı üzerinden babalık, otoriterlik gibi duyguları ele alan yazar, binlerce yıllık baba-oğul ilişkisini Oidipus ve Rüstem ile Sührab efsaneleriyle yeniden gündeme getiriyor. Pamuk ile romanı ve Türkiye'yi konuştuk.

Geçen yılki röportajımızda “Defterimde daha 11 romanın planı var. Hepsini yazamayacağım, o kadar ömrüm olmayacak ne yazık ki.” demiştiniz. Orhan Pamuk'un bir yılda roman yazdığı çok görülmüş değil. Bu acele neden? Zamanın daralmasından mı endişe duyuyorsunuz?

Zamanın daralmasından endişe ediyorum. Unutmayın, 40 yıl oldu artık romancılığım her sene 200 sayfa tuttururum ben. 14 ayda 200 sayfa normal, zaten düşündüğüm bir şeydi. Evet, daha önümde yazmak istediğim 10 roman var. Eskiden Kara Kitap'ı, Cevdet Bey ve Oğulları'nı yazdığım zaman günün yarısında romanımı yazar, yarısında şu etrafımda gördüğünüz kitapları okur, kendimi geliştirirdim. Artık daha az okuduğumu itiraf edebilirim. Ama bir telaş halinde ve zevk halinde kendime de, aklımdaki romanları yazmak istiyorum.

Kırmızı Saçlı Kadın'ı söz gelimi Kafamda Bir Tuhaflık'la kıyaslayacak olursak, değindiği bazı meseleler itibariyle pekâlâ 480 sayfa olabilecek bir roman. Neden 200 sayfada sınırlı tutmayı tercih ettiniz?

Evet, ama 480 sayfalık düşünce romanı okunmaz. Bu roman, düşünce, efsaneler, çadır tiyatrosu gibi anlatılan şeyler bakımından yer yer kültür tarihi ve denemeye yaklaşıyor. Bundan daha fazla olursa okur söylenir ve yapı çöker diye düşündüm. Siz bu kitabı, ne bileyim, müzelere gidiyoruz, resimlere bakıyoruz, İran'a gidiyoruz, siz onu neden neden diye okuyorsunuz. Ama 600 sayfada onu yapamazsın. Bu, Beyaz Kale gibi bir kitap.

Bu içerik olarak da hacim olarak Beyaz Kale'ye en yakın romanınız sanırım.

Evet, ikisi de doğu-batı romanı, bir tane daha yapayım, sonra onları tek bir ciltte birleştireyim diye düşünüyorum. Yani nedir, düşünce romanı, elbette doğu ve batı üzerine ham, kaba genellemeler de var kimi zaman. Belki kabul edilmesi zor ama düşünmek için o genellemeleri de yapmak zorunda. Öte yandan çok üzerine düşündüğüm bir konu. Yazdığım için memnunum. 18. yüzyılın Diderot'nun, Voltaire'in romanları gibi hem roman olarak çalışıyor; gerçek, Türkiye'de kuyu kazma ayrıntıları bunun için önemli, hem de felsefi sorular soruyor, normal bir romanın kaldıramayacağı kadar, üst üste edebi, felsefi, sosyolojik, sorunları açıyor.

Yaklaşık 30 yıl önce bir kuyucu ve çırağı ile yaptığınız röportajdan yola çıktığınızı biliyoruz. Peki, bu yeterli miydi size bir kuyucu hikâyesi yazdırmaya?

Bir yazar, bir konuyla neden ilgilenir? Yazarın duyargaları günlük hayatın her türlüsüne açıktır. Gazetedeki bir haber de bizi ilgilendirebilir, seyahate gitmişken bir yerde gördüğüm eski bir kale, kervansaray, yıkıntılar da... 1988 yılında yan bahçede bir kuyucu ustasıyla çırağı kuyu kazıyorlardı. Kendimi tanıttım ve bir röportaj yaptım. 30 yıl kafamın bir köşesinde ben bununla ne yaparım diye düşündüm. Hep bakıyorum. Defterde bir tek 'kuyu' yazıyor, ertelenmiş. Romancılıkta anlatmak istediğimiz çoğu zaman yaşadığımız, entelektüel nedenlerle ilgilendiğimiz, ilgimizi çeken konular, odak noktaları, sinir uçları vardır. Bir de o sinir uçlarını, atmosferi bağlayacağımız, hepsinin üzerinden geçeceğimiz hikâyeler... Biraz ayrı şeylerdir bunlar. Belki de babalık, otoriterlik, efsanelerin gücü, ilk gençlikten çıkıp sorunlu olgun kişi olma, annenin sevgisini kazanma, var olmayan babayla mücadele gibi konuları bir kuyu hikâyesi üzerinden yazabileceğimi anladım. Ama tek başına bir kuyu hikâyesi benim için ilgi çekici değildi.

Orhan Pamuk kuyuyu nasıl içselleştiriyor. Ne ifade ediyor kuyu sizin için?

Dünyaya açılmamızın sınırını bizim hayal gücümüz belirliyor ama unutmayın, çocukluğumda bahçelerde her zaman kuyu vardı. ‘Yaklaşma, düşme!' Esrarengiz bir kuyu fikri çocukluğumda vardı. Kara Kitap'ta da kuyu vardır ya da apartman aralığı dediğimiz tersine konmuş kuyudur. Sarnıçlar, kuyular, yazları özellikle bunlar İstanbul'da bir çocuğun hayal dünyasında yeri vardır. Ama öte yandan, evet, nasıl bir sokak satıcısı ya da kuyu kazan bir usta benim dünyamda değilse, bir uzaklığım da var ama bütün konularım için de bu geçerli. Burada kahramanıma Mevlut'tan çok daha yakınım. En sonunda unutmayın o bir ‘küçük bey'.

Kitabın girişinde, okuru, baba ve oğul olmanın sırlarına sürükleyeceğinizi söylüyorsunuz. Bundan muradınız neydi?

Baba oğulun sırlarından çok duyguları demek daha doğru belki ama o güzel bir cümle olmazdı. Kitap iki düzlemde çalışıyor bana kalırsa, bir kuyu kazma hikâyesi üzerinden Sophokles ve Firdevsi, Oidipus ve Rüstem ile Sührab hikâyesi, otoriterlik, bireysellik konularını irdelemeye yarayan bir araç, bir yandan da duygusal bir çizgi. Babası etrafta olmadığı için özgür olan çocuk, otoriter babayı keşfetme, babasızlık duygusu, baba olmak, anneyle arkadaşlık, babaya öfke duymak, çok önemli bir şekilde bütün kitapta alttan alta işleyen suçluluk duygusunun kendisi. Temelde kahramanım Cem'in, babasının solcu, siyasete bulaşmış, düşünceleri için fedakârlık yapmış olmasına karşın oğulun para kazanmak, iyi bir hayat yaşamak istemiş olması, babasının onu solcu olarak yetiştirmemiş olması... Hayatta babasının beğeneceği biri olmak istemesi. Bir yandan bunu olamadığı için içi içini yemesi... Bunlar tanıdığım duygular. Benim babam Cem'in babası gibi değildi, belki Cem gibiydi. Güzel bir hayat yaşamak istemişti, bense 'daha idealist', edebiyatla uğraşmış, siyasi dertlerle uğraşmış biriyim. Babam evde kitap okurdu ve o kitaplardan iyi bir şekilde bahsederdi. Ben de ondan etkilenip o kitapları yazmış olmak isterdim. Bunlar sevdiğim konular... Toplumsal olarak, popüler olarak bilinen aile baskısı, devlet baskısı, okul, sınıf baskısı, mahalle baskısı, gibi şeyler de otoriteyle ilişkili, özgürlükle, karşı çıkmayla ilgili konular. Bütün bunlar bir paket. Rüstem ve Sührab'ın hikâyesi Oidipus'un hikâyesi bu ağır konuları anlamamıza yarayan birer model hikâye.

BİR KURTARICIYA İNANMAK İSTİYORUZ

O zaman şunu soralım, Kırmızı saçlı kadın Cem'e “Sen de kendine başka bir baba bul. Herkesin babası çoktur bu ülkede. Devlet baba, Allah baba, Paşa baba, Mafya babası... Burada kimse babasız yaşayamaz...” diyor. Baba, hem kadar otorite sahibi ve ondan kurtulmak istiyoruz hem de neden bu kadar arzuluyoruz?

Babayı hem arzuluyoruz, hem de isyan ediyoruz. Bunlar yan yana. Hem öldürmek istiyoruz, hem de öldürdükten sonra, Batı'da, büyük suçluluk duyuyorlar. Ya da baba hem oğlunu çok sevdiğini söylüyor hem de pat diye kafasını kesip başında hüngür hüngür ağlıyor. Bunlar karşıtıyla birlikte var olan duygular. Babayı çok önemsiyoruz, çünkü bana kalırsa otoriteye ihtiyaç duyan, çok fazla özgürlükçü olamayan, dayatarak işlerin yapıldığı geleneksel toplumlarda babaya ihtiyaç duyuluyor. Otorite ihtiyacı da çaresizlikten anarşi, kaos korkusundan geliyor. Bu kitabı son olaylara tepki diye yazmadım ama en son birinci seçim ile ikinci seçim arasında toplumumuzun verdiği tepkiler de ne yazık ki hâlâ otorite ihtiyacını gösteriyor. Demirel'e yıllarca 'baba' demiş bir toplumdayız. Kemal Atatürk baba, Demirel baba, herkes baba, bir kurtarıcıya inanmak istiyoruz. Kaostan korkuyoruz. Ve kötü de davransa babaya evet diyor seçmenimiz.

BİR KADININ AĞZINDAN ROMAN YAZMAK İSTİYORUM

Mahmut Usta, Akın, Cem, Enver… Kitap aslında bir erkekler romanı ama kitaba ismini veren bir kadın. Kırmızı Saçlı Kadın'ı bu kadar önemli kılan ne?

Benim erkek olmam, erkek dünyasından bilinçli bir şekilde dışarı çıkmak istemem... İki tane efsane buluyorum, yaşadığımız topluma bu efsaneler üzerinden, karşılaştırarak bakıyorum. Bir de bakıyorum ki, yahu bu efsaneler amma erkek merkezli! Her hikâyede kadınlara düşen ise uzaktan ağlamak. Yaşlandıkça daha çok feminist olmak istiyorum. Bu hikâyeye bir kıvrım daha atayım diye kadın bakış açısından da bakmak istedim.

Peki, bundan sonra bu feminist yaklaşım ne getirecek?

Bundan sonra yapar mıyım, yapabilir miyim bilmiyorum ama birinci tekil şahısla bir kadının ağzından 600 sayfalık herkesin çok inanacağı bir kitap yazmak. Orhan Pamuk da kadın mıymış dedirtmek istiyorum. Öyle bir kitap yazmayı çok isterim.

Kırmızı Saçlı Kadın'ın sizin tanıdığınız âlemden küçük izler taşıyan gerçek kişiliklerle ilişkisi var mı?

Yok ama Nilüfer Göle yakın arkadaşımdır ve kırmızı saçlıdır. Yazıştık. Böyle bir roman yazıyorum dedim, bir toplantıda geçen, kırmızı saçlı bir kadın ile saçları doğal kırmızı olmayan kadın arasındaki konuşmayı Nilüfer'den dinledim. Ve kadının monoloğunun başına koydum.

‘UNUTMAK İNSANI MODERNLEŞTİRMİYOR'

“Biz Türkler geçmişimize sahip çıkamadık” vurgusu iki üç yerde var. Bu konu Cem gibi sizi de dertlendiriyor mu?

Doğru ama o ifadeyle değil. İran'a gitmiş herkes, ‘vay be, İranlılar da amma geleneksel kültürlerini tutmuşlar. Şairlerini Hafız'ı, Mevlana'yı hepsini tıkır tıkır söylüyorlar.' diyor, doğru. Biz Batılılaşmak adına geleneksel kültürü unutmaya açıkça karar verdik, ilan ettik ve maşallah da unuttuk. Ama onlar unutmadılar. Bunun iyi sonucu, kötü sonucu beni ilgilendirmiyor. Orada etkilendiğim bir şey oluyor. Ben Türk batılılaşmasının unutmakla değil, eski hikâyeleri modernleştirmekle, değiştirmekle olmasını isterim. Eski hikâyeleri alıyorum, biraz değiştiriyorum. Onları karşılaştırıyorum, kahramanların hikâyeleriyle ilişkilendiriyorum. Bunları yapmayı seviyorum. Modernleşme, geçmiş kültürü unutma değil, onu iyice bilip, Batı kültürünü bilip, Tanpınar'ın yaptığı gibi yeni, üçüncü bir şey yapma. O daha cazip. Unutmak, işte Kundera'nın unutması gibi oluyor. Unutmak insanı modernleştirmiyor, yalnızca unutmuş oluyorsun.

Sizce okur 30 sene bir baba katili gibi yaşayan Cem'i, Oidipus'u, Rüstem'i affetmeli mi?

Affetmeli, çünkü kitabın tonu cezalandırıcı, ayıplayıcı değil. Kitap Cem'in babası gibi solcu ve fedakâr, işkencelerden geçmiş adam tipi olamamasını ayıplayalım demiyor. Cem gibiler para düşünüyor, yüzeysel bir hayatı var ama o kadar da değil, kültüre de meraklı. Türk edebiyatında entelektüellere, Cihangir'de ya da Nişantaşı'nda oturanlara, ya da daha genel söylersek okumuş yazmışlara insan gibi bakmayı Oğuz Atay icat etti Tutunamayanlar'da. Onlara ‘vay bunları biliyor, köklerinden kopmuş ya da köklerine fazla bağlı, fazla gerici' diye bakmaz, insan diye bakar. Bu kitapta ben de bu kadar yüksek hikâyelerle, efsanelerle meşgul olmama rağmen kahramanlarıma aslında Oğuz Atay gibi, Çehov gibi insan gibi bakmaya çalışıyorum. Bu efsanelerle, para kazanmakla, baba öldürmek ya da oğlunu tanımakla ilgili Cem, ama bir yandan da küçük insanın dertleri gibi de görebiliriz.

Siz metaforik de olsa, babanızı öldürmek istediniz mi?

Babam herhalde Freud okuduğu için, Freud'un anlattığı baba olmadı. O yüzden istemedim. İstemişsem çok az istemişimdir. Neden? Bana otorite dayatmadı, 'sen bilmiyorsun, yapamazsın, bunun doğrusu budur, yasaklıyorum' demedi, elini sürmedi, azarlamadı. Ne yapsam ‘çok akıllısın' dedi. Notum kötü olsa ‘bu aptal hocalar seni anlamıyor evladım' oldu söylediği. Bilmem anlatabildim mi! Böyle bir babayı öldürmek istemezsin.

‘CAN DÜNDAR GİBİ ARKADAŞLARIMIZIN İŞİ ZOR'

Yurtdışındaki dostlarınız size Türkiye'ye dair en çok ne soruyor? Onların sorularına cevap vermekte zorlanıyor musunuz? Örneğin demokrasi ve düşünce özgürlüğü konusunda…

Mesleki olarak çeşit çeşit dostlarım var. Sorular değişiyor. Yavaş yavaş diyelim, iktidar partisinin otoriterliği unutuluyor, daha çok göçmen sorunu... Yazdan beri, göçmen ve IŞİD sorunu konuşuluyor. Demokrasimizle benim istediğim kadar ilgilenmiyorlar. Ben ‘yahu gazeteciler hapse giriyor' filan deyince kulak arkası ediyorlar. Batı Türkiye'nin dostluğunu istiyor, ki IŞİD'le savaşında yardım etsin. İstenmeyen göçmenlere de kapıyı tutsun.

Yani demokrasi konusu batılıların umurunda değil mi?

'Zaten ne kadar olur Türk'ün demokrasisi' diyorlar. Demokrasinin daha iyi olduğu dönem de vardı, onlar bu farklarla fazla ilgili değiller. Onun için Can Dündar gibi arkadaşlarımızın işi de zor.

Akademisyenler olayına tepki geldi ama...

O akademisyenler dayanışması içerisinde oldu zannediyorum. Ama son altı aydır batıda, ‘Türkiye'de düşünce özgürlüğü şöyle gerilemiştir' diye büyük bir cümle, ifade yok. Her zaman işleri düşünce özgürlüğü olan insan hakları kurumları, demokrasi kurumları, akademik kurumlar bunlar konuşuyor ama o düzeyde kalıyor. Çünkü en sonunda burada belirleyici olan siyasetçilerin sözleri, gazetelerin Ortadoğu, Türkiye, dünya sayfalarında ise göçmen ve IŞİD krizi ele alınıyor. Batının IŞİD'in terör eylemlerinden korkusu Türkiye'deki demokrasiden çok daha önemli. En sonunda batının siyasetçisini de suçlayamıyorum çünkü orada demokrasi var, batı diyelim tipik bir Avrupa ülkesinin seçmeni ‘bana ne Türkiye'deki demokrasiden, bu göçmenleri buraya getirme ey Angela Merkel, Paris'e de IŞİD bomba atmasın, Türkler dostunsa onları hallet.' diyor.

Chomsky gibi insanlar da çıkıyor...

Chomsky özel, istisnai bir adam. Onu var eden koşullar önemli.

‘GAZETELER GİTTİKÇE DANDİKLEŞİYOR'

Türkiye'de git gide bağımsız aydınların, entelektüellerin konuşabileceği medya kalmıyor. Bu nasıl bir sonuç doğuracak?

Azalıyor ne yazık ki, yalnız bu konuda çok kötümser değilim, en sonunda web siteleri var. Gazeteler gittikçe mantarlaşıyor, dandikleşiyor.

Gazete okuyabiliyor musunuz peki?

Okuyorum, gazete almayı severim. Ama satışları düşüyor. Herkes kendi gazetesini, kendi köşe yazarını okuyor. Düşünce özgürlüğüne iki türlü saldırı var. Bir açıkça Ahmet Hakan'a olduğu gibi, adam dövmek, tehdit etmek, mahkemeye çağırıp ifadesini almak, dava açmak sonra da hapse atmak gibi, bir de kontrol ederek, gazete sahiplerinin başka işleri var, o işler üzerinden, vergi üzerinden kontrol etmek... Olumlu görmemiz gereken bir gelişme de var. Onlar da web siteleri. Ne kadar Hasan Cemal'i işten atarsanız atın, Hasan Cemal yine de bir şekilde yazıyor. Ve merak ediyor, okuyorsun.

Siteler toplumun sadece bir kesimine hitap ediyor. İktidara yakın kanalların yayınlarındaki öfke ve nefret dilini de biliyoruz.

Ama onların o kadar da gücü yok. Hükümetin kontrol ettiği haberleri insanlar oturup çok da izlemiyorlar diye düşünüyorum. Evet, cumhurbaşkanına ne desen hakaret oluyor. Adını vermeden de söylersin aynı şeyi. Yasak olan yerde edilen sözün de kıymetli oluyor. Sen de bahsetme, resmini basma, söyleyeceğini yine söyle. Utanç verici bir baskı var ama karamsar değilim.

'KUTUPLAŞMADAN MEDET UMUYORLAR'

Artık sokakta insanlar ölmüyor dediniz ama Güneydoğuda kahvaltı sofralarında hayatını kaybedebiliyor insanlar. Türkiye'nin buradan görünmeyen başka bir gerçeği de yok mu?

Aynı şey değil. Orada bir savaş var. Orada iki tane ordu oluşmuş durumda. Hem Türk askerleri, hem de oradaki yerel savaşçılar ölüyor. Bunlar için üzülüyoruz, barış gelmesini istiyoruz. Bu konu ayrı, 70'lerde sokakta adam öldürülmesinden kastım, bugün PKK ile savaşırken ya da Güneydoğudaki ölümler gibi ölümler değil, bilmediğin sebepten dan dun seni öldürüveriyorlar işte. O başka bir şey.

Şu anda aslında iki Türkiye var. Bu nasıl bir yarılmaya yol açar? Ve yarın bunu nasıl çözeceğiz; teavisi mümkün mü?

Eskiden İngiltere'de meşhur bir İngiliz düşünürün söylediği bir şey var, ‘iki millet vardır İngiltere'de, yukarı sınıf, aşağı sınıf.' Bizde de şimdi kutuplaşma var. Ne yazık ki devletin en tepesindeki kişiler de, köşe yazarları da kutuplaşmadan medet umuyor. Ben bundan memnun değilim. Türkiye'nin çok yüksek potansiyeli var. Kutuplaşmayla değil, bir ütopyayla, inançla… Zenginleşme önemli bir şey ama tek bir ideal de olamaz bu. Zenginleşmenin yanında özgürleşme, kültürel çeşitlilik, birey haklarına saygı, düşünce özgürlüğü bunlar da önemli.

'AKADEMİSYENLERİN EZİLMESİNİ YANLIŞ BULUYORUM'

Çok gündem oldu, akademisyenler bildirisiyle ilgili siz ne düşünüyorsunuz?

Akademisyenler bana kalırsa kusuru olan bir bildiriye imza attılar. Ben kendim de pek çok bildiriye imza attım, önüne bir şey geliyor, hepsini okumuyorsun, tıklıyorsun işte. Akademisyenlerin barış olsun diye kusuru olan bir bildiriyi imzalamasına "Ben sana bunun hesabını soracağım, bunu nasıl yaparsın, burada bunu mu kast ediyorsun, bunun hizmetine girmişsin" gibi vatan haini diyerek onların aşağılanmasını, ezilmesini yanlış buluyorum. Ayrıca bu üniversitelere herkesin çocukları gidecek. Çok da para kazanmıyorlar, öğretim üyesi olacağım diyen insanın daha gençliğinde bir idealizmi var, kitaplarla bilgiyle yaşayacak. Şimdi onun burnunu sürteceksin. Senin ona yaptığını o da öğrencisine yapacak. Böyle otoriter toplumda, o buna vurur, bu ona vurur. Böyle bir toplum mu istiyoruz? Yoksa böyle bir şey olmuş, geç, üzerinde durma, idare et, daha hoşgörülü ol, daha geniş ol, kendine güven. İşte seçimi kazanıyorsun, yüzde 50 aldın, daha ne istiyorsun, daha kimi döveceksin!.. Bilakis bu kadar baskıcılıkla artık yavaş yavaş oy kaybedersin. Biraz daha gülümser olsan, yumuşak olsan oyun düşmez. Ama bunu da artık ben mi söyleyeceğim.

3 Şubat 2016 Çarşamba

İngilizler ‘Masumiyet' gezmesinde

Orhan Pamuk'un 2011'de İstanbul'da açtığı Masumiyet Müzesi'nden 13 vitrin, geçen hafta Londra'ya taşındı. Tarihî; Somerset House binasında iki galeride açılan sergiyi Londra'dan Musa İğrek gezdi ve yazdı. Müzenin ilk yurtdışı seyahatine, İngilizlerin ve Çinlilerin ilgisi büyük.

Orhan Pamuk'un, ‘kendimi en yakın hissettiğim romancı' dediği Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, eşya ile ilişkisi biraz karmaşık ve derin. Abdullah Efendi'nin Rüyaları'ndaki, eşyaya karşı bu büyülenmenin izleri sarsıcıdır: “Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağı idi. Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep aynı kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkânsızdı. Eşyanın açık dost, her zaman için güvenilir çehreleri!…”

‘ANILARIN MASUMİYETİ' İLE BAŞLIYOROrhan Pamuk'un eserlerinde, Tanpınar'ın eşya ile kurduğu irtibattan izler öne çıkar. 2011'de İstanbul'da açtığı ve ilhamını aynı adlı romanından alan Masumiyet Müzesi bu ilişkinin en büyük alametidir. Kitabın 83 bölümüne tekabül eden 83 vitrin ve kutuda, romanda anlatılan kahramanların kullandığı eşya ve biriktirdikleri sergilenirken, İstanbul üzerine pek çok malzeme yer alır. Romanın kahramanı Kemal'in Füsun için kurduğu müzeyi, Çukurcuma'da açan Pamuk'un koleksiyonundan 13 vitrin geçen hafta İngiltere'nin başkenti Londra'ya taşındı. Tarihi Somerset House'un ihtişamlı binasında, iki galeriye yerleştirilen sergi, İngiliz yönetmen Grant Gee'nin prömiyeri 2015 Venedik Film Festivali'nde yapılan Innocence of Memories (Anıların Masumiyeti) adlı filminden kesitlerle başlıyor. Serginin en önemli bölümü ise Pamuk'un roman taslaklarının yer aldığı kısım. Londra'daki sanatseverler ve edebiyat meraklılarının ilgi gösterdiği sergi, müzedeki eserlerin ilk yurtdışı seyahati.Pamuk'un vitrinleri ve kutuları, Amerikalı sanatçı Joseph Cornell'in (1903-1972) bir düş atölyesini andıran kutularına benziyor, -bu sayfanın okurları Londra'da 35 yıl aradan sonra açılan Cornell sergisiyle ilgili değerlendirmeyi hatırlayacaktır.- Sergideki roman taslaklarından da, kurduğu müzenin ilham kaynaklarından biri olarak Cornell'den bahsettiğini görmek mümkün. Pamuk, bir müze ve kitap fikrinin ayrı tutulmaması gerektiği üzerinde sık sık dururken, biraz da gelecek eleştirilere cevap veriyor. Bunun yanı sıra müze için “Eşyalara yoğunlaşmamın, onlar üzerinden bir hikâye anlatmanın, kahramanlarımı, Batı romanlarının kahramanlarından daha farklı, daha İstanbullu ve daha gerçek kılacağını seziyordum.” demişti.

‘PAMUK'UN NOSTALJİSİNDE KENDİMİ BULDUM'İstanbul'daki gündelik hayat üzerine pek çok detayı barındıran 13 vitrin, Londra'da büyük ilgi çekiyor. Sergiyi gezerken bir yandan da etrafımdaki ziyaretçilerin konuşmalarına kulak verdim. Sorular sorup kısa cevaplar aldım. Çinli öğrenciler, yazarın Çinceye çevrilen kitaplarından haberdar oldukları için yollarını buraya düşürmüş. Roman taslaklarını titizlikle incelerken, Türkçe elyazmalarından anlayabilecekleri kelimeler bulmaya çalışan öğrencilerin imdadına, yazarla yönetmen Gee'nin yaptığı bir söyleşi yetişiyor.Nobel ödülü almasına rağmen Pamuk'un ismini daha önce duymadığını aktaran Diana Smith, edebiyat ile sanatın bu yakınlığından duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Royal Akademi'de açılan Cornell sergisini de gezen Peter Douglas isimli ziyaretçi ise iki isim arasındaki yakınlığa dikkat çekerek, “Bana ait bir kültürden olmamasına rağmen, Orhan Pamuk'un oluşturduğu nostaljide kendimi bulmak önemli bir tecrübe oldu.” derken, romanın taslaklarından yakaladığı Cornell ismini işaret ediyor.Sergide yer alan saatler, kartpostallar, aynalar, fotoğraflar, oyuncaklar ve benzeri irili ufaklı nesne bir zamanların İstanbul hayatının izlerini alıp Londra'ya getirmiş gibi. Pamuk'un müze fikri ve eserlerindeki sıkça görülen eşya tutkusu, Tanpınar'ın şikayet ettiği, Türk romancılarının çevrelerindeki eşyayı görme ve anlatma konusundaki isteksizliğine bir cevap niteliğinde değerlendirilebilir. Elif Şafak'ın dediği gibi, İstanbul'un ruhuna açılan bir pencere olan sergi, 3 Nisan'a kadar görülebilir.