30 Mart 2015 Pazartesi

Korsan oyunların peşine düştü

Özgecan Aslan’ın katledilişi ve benzeri kadına şiddet olayları, son bir ayda tiyatro sahnelerinde duyarlılığa vesile oldu. Özellikle genç tiyatrocular, oyunlarında güncel sorunları işleyen Nobel ödüllü İtalyan yazar Dairo Fo’nun oyunlarını keşfetti. Fakat, oyuncu Füsun Demirel’den hepsine itiraz geldi.

Dünya Tiyatro Günü kimi oyuncular için şarkılı türkülü, kimileri için de adliye önünde geçti. Oyuncu Füsun Demirel ise bu özel günde başka bir konunun gündeme taşınmasını istedi ve sosyal medya dostlarına “Dünya Tiyatro Günü’nde biraz da eser sahiplerinin haklarını, telif haklarını, korsan oynayan tiyatroları gündeme taşıyın.” diye seslendi. Her alanda olduğu gibi tiyatroda da telif hakları sorunu çıkabiliyor. Özellikle genç tiyatrocular bu konuda dikkatsiz, biraz da tecrübesizliklerinin kurbanı oluyorlar.

Geçtiğimiz şubat ayında Mersin’de bir cinayete kurban giden Özgecan Aslan olayı, genç sanatçılarda kadın oyunlarına yönelik bir hassasiyet oluşturdu. İlk keşfettikleri isim ise 1997 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan İtalyan yazar Dario Fo ve onun oyunları oldu. Genç tiyatrocular, eserlerinde yolsuzluk, organize suçlar, politik cinayetler, savaş gibi güncel olayları anlatan Fo’nun, eşi Franca Rame ile birlikte yazdığı ‘Kadın Oyunları’ adlı eseri sahneye taşımak istedi. Son bir ayda Antalya Kırmızı Kalem Tiyatrosu, Yalova Gri Sanat Tiyatrosu, İstanbul Cadılar Tiyatrosu iyi niyetlerle yola çıktıkları amaçlarına ulaştılar. Ankara Kent Sahnesi ile İstanbul Proje İmalat Merkezi’nin 23 Mart’ta ve 10 Nisan’da sahneleyeceğini duyurduğu oyunlar ise Füsun Demirel’in girişimiyle iptal edildi. Çünkü Demirel, Dario Fo ile Franca Rame’nin 27 oyununu İtalyancadan Türkçeye kazandıran, telif hakkına sahip ülkemizdeki tek isim. 1995’te eşiyle kurduğu, FN Ajans ve Açılım Yayınları çatısı altında 30 yılını bu işe verdi. Demirel, oyunlarla ilgili afişleri ve ilanları gördükçe sosyal medya hesabından gençlere şöyle seslendi: “Sevgili gençler tam 1983 yılında bu oyunlar birer birer Türkçeye kazandırıldı. 1985 yılında sevgili Deniz Türkali sahneye taşıdı ilk kez. Ama izinsiz, sorgusuz, sualsiz alıp korsanlık yapmak ne demek... Bir tiyatro oyununa karar verdiğinizde yapılacak ilk adım yazar iznidir. 30 sene mücadele ettik. FN Ajans küçük bir telif ajansıdır. Sadece Dario Fo ve Franca Rame’i temsil eder. Fikir sanat eserlerine tecavüz edilmez. Neredeyse 30 senemi verdiğim, beni benden almış olan emeklerimin böyle heba edilmesi, onlara gaddarca davranılmasına göz yummayacağım. Bilmiyordum, haberim yoktu demek çok ayıp oluyor, üzüyorsunuz, yoruyorsunuz, aramız açılıyor. ”

Farklı kültürel ve sosyal çevrede bulunan 5 kadının öyküsünü anlatan Kadın Oyunları, Fo ve Rame’in en ünlü oyunlarından biri. Fo’nun ayrıca ülkemizde Ödenmeyecek Ödemiyoruz, Sıradan Bir Gün, Klaksonlar, Borazanlar ve Bırtlar oyunları sahnelendi. 1990’lı yılların sonunda sahnelenen ve çok sevilen ‘Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’nü İstanbul Devlet Tiyatrosu sekiz sezon sahneye taşıdı. Ankara Sanat Tiyatrosu ise Fo’nun ‘Tesadüfen Kadın Elizabeth’ adlı oyununu bu sezon sahneliyor.

GRİ SANAT TİYATROSU

Genç tiyatroculara çok kızdım, çünkü...

“Dario Fo’nun eserlerini orijinal dilinden ben çevirdim, daha önce Almancadan yapılmış çeviriler vardı ve onlar oynanıyordu. Ama onlar da korsan ve izinsizdi. 1983’te İtalya’dan döndükten sonra Dario Fo ve eşiyle görüşmeye devam ettik. Konuşmalarımızın birinde bana, ‘Oyunlarım en çok üç ülkede kaçak oynanıyor, Çin, Rusya ve Türkiye.’ demişlerdi. Ta o yıllarda bu sorun vardı. Aslında tabii ki bu çevirileri, gençler, amatörler ve genç profesyoneller oynasın diye de yaptım. Hatta ‘Kadın Oyunları’nın önsözünde ‘Amatörler için el kitabı’ diye yazar. Öncelikle hedefimiz bu gençler ancak bunların karşılıklı diyalogla, izinle olması gerekiyor. Hangi şehirde, kim oynuyor bu oyunu bilmek istiyoruz. Bunca yıl geçti, telif kültürü ülkemizde oturur diye umutlandım ama tam tersi oldu. Herkes izinsiz oynadığında, profesyonel tiyatrolar oyunu sahnelemek istediklerinde sorun olabiliyor. Gençlerden zaten çok fazla telif istemiyoruz. Tiyatronun durumuna göre değerlendiriyorum bunu. Eğer bakanlıktan destek almamışsa, gişesi yoksa, zaten bir şey almıyoruz.”

27 Mart 2015 Cuma

İstanbul tiyatrolar mezarlığı

Bir Dünya Tiyatro Günü’nde daha değişmeyen tablo ile karşı karşıyayız. 2008’de kapanan ve akıbeti belli olmayan Atatürk Kültür Merkezi için ‘AKM’deyiz İnisiyatifi’ bugün saat 10.30’da Çağlayan Adliyesi’nde suç duyurusunda bulunacak. Nedeni, 1830’dan bugüne birçok tiyatroya mezar olan İstanbul’a bir mezar daha kazılmaması...

Çünkü 1830’dan bugüne İstanbul’da 450’nin üzerinde tiyatro açıldı. Önemli bir kısmı yandı, yıkıldı, yok edildi. Biz aşağıya tiyatro tarihi açısından ilkleri barındıran, kültür tarihi açısından hafıza işlevine sahip, korunması elzem olduğu halde yok edilen tiyatroları aldık. Kültür mekânlarının dün olduğu gibi bugün de kıymetini bilmeyen zihniyete belki ibret olur...

Bugün Dünya Tiyatro Günü. Ülkemizde ve dünyada bu özel gün çeşitli etkinliklerle kutlanıyor, oyunlar ücretsiz sahneleniyor. Bildiriler çoktan yazıldı, okundu, okunacak. Hemen her yerde oyunların sahneleneceği bugün, biz kendini ‘yapı polisi’ olarak tanımlayan mimar Hasan Kuruyazıcı’nın kılavuzluğunda tiyatro tarihimiz açısından önem taşıyan, yok olmaması gereken tiyatrolara baktık. Kuruyazıcı, yıllardır Beyoğlu’nda nerede kültür sanata hizmet etmiş tarihi bina varsa onların izini sürüyor. Geçtiğimiz salı akşamı da PERA FEST kapsamında Halep Pasajı'nın içindeki Maya Cüneyt Türel Sahnesi'nde yapılan “Yitirilen Kültür Mirasımız: Beyoğlu'nun Tiyatro Yapıları” adlı panele katıldı ve İstanbul'un yakılan, yıkılan, yok olan tiyatrolarını anlattı. Konuşmasının odak noktası ‘Bu tiyatrolar neden yıkılmamalıydı?' sorusuydu. İstanbul'da tiyatrolar ilk 1830'lu yıllarda yapılmaya başlıyor. O günden bugüne 450'nin üzerinde tiyatro binası inşa edilmiş. Türk tiyatrosu açısından ilkleri barındıran önemli tiyatroların çoğu bugün ortada yok. Pek çok tiyatroya mezar olmuş bir şehirde yaşıyoruz. Kentin kültürel hafızasını taşıyan bazı sahneler de bugün benzer akıbetle karşı karşıya: Yedi yıldır kapalı duran AKM, 2012'de kapatılan Muammer Karaca Tiyatrosu, Ankara'daki Akün ve Şinasi sahneleri… Kuruyazıcı’nın “Eski tiyatrolar neden yıkılmamalıydı?” sorusuna verdiği aşağıdaki cevaplar, kültür mekânlarının dün olduğu gibi bugün de kıymetini bilmeyen zihniyete belki ibret olur.

PERA FEST kapsamında Beyoğlu Halep Pasajı'nın içindeki Maya Cüneyt Türel Sahnesi'nde yapılan “Yitirilen Kültür Mirasımız: Beyoğlu'nun Tiyatro Yapıları” adlı panele (sağdan sola) mimar Hasan Kuruyazıcı, yönetmen, dekoratör Metin Deniz, yazar Vecdi Sayar, oyuncu Orhan Alkaya ve yönetmen Yücel Erten katıldı.

BU TİYATROLAR YOK OLMAMALIYDI, ÇÜNKÜ...

Elhamra Tiyatrosu (1831-1999):İstanbul'daki ilk tiyatro binalarından biriydi. Yaşar Kemal'in romanından aktarılan Teneke, Nazım Hikmet'in Ferhat ile Şirin, Gogol'ün Palto'su, Genco Erkal'ın Bir Delinin Hatıra Defteri gibi önemli oyunlar ilk burada oynandı. Mustafa Kemal Atatürk İstanbul'a geldiği zaman bu salonda film izlerdi. Sururi Topluluğu, İstanbul Opereti, İstanbul Tiyatrosu bu mekânı kullandı, Toto Karaca, Muzaffer Hepgüler gibi isimler burada sahneye çıktı.

Naum Tiyatrosu (1838-1870): 1870'teki büyük Beyoğlu yangınında yok olan Naum Tiyatrosu, İstiklal Caddesi'nden Balık Pazarı'na giren sokağın başındaydı. Naum, Osmanlı döneminin en ünlü tiyatrosuydu, dönemin padişahı Sultan Abdülaziz buraya opera ya da tiyatro izlemeye gelirdi. İstanbul'u ziyarete gelen Galler Prensi, Fransa İmparatoriçesi Eugenie, Avusturya Macaristan İmparatoru Franz Joseph gibi yabancı devlet büyükleri de bu tiyatroda gösteri izlemişlerdi.

Dolmabahçe Tiyatrosu (1859-1937): Sultan Abdülmecid'in yaptırdığı saraya ait tiyatroydu. O dönemin en güzel salonlarından biriydi. Şinasi, ünlü Şair Evlenmesi oyununu bu tiyatroda oynanması için yazdı.

Gedikpaşa Tiyatrosu (1861-1884): Türk tiyatro tarihi açısından önem taşıyan pek çok olay Gedikpaşa Tiyatrosu'nda gerçekleşti. Güllü Agop'un kurduğu Osmanlı Tiyatrosu'nun sahnelediği aslı Ermenice olan Sezar Borcia adlı oyun 1868'de Türkçe olarak burada sahnelendi. Fuzuli'nin Leyla ile Mecnun'undan uyarlanan ilk telif oyun yine burada oynandı. Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistire adlı dramının ilk temsili de yine burada izleyici karşısına çıktı.

Apollon Tiyatrosu (1873-1961): Kadıköy'deki en eski tiyatro salonuydu. Güllü Agop'un Osmanlı Tiyatrosu, Dikran Cuhacıyan'ın Opera Tiyatrosu, Benliyan Efendi'nin Milli Osmanlı Operet Kumpanyası, Celal Sahir'in Sahir Opereti, Mınakyan Efendi'nin Osmanlı Dram Kumpanyası, burada yıllarca temsil verdi. Afife Jale, Hüseyin Siret'in Yamalar oyununda burada sahneye çıktı.

Odeon Tiyatrosu (1875-2006): Şimdiki Yeşilçam Sokağı'nın köşesindeydi. Yanan Dram Tiyatrosu, Ortaoyuncular Tiyatrosu ile birlikte Odeon Tiyatrosu, o dönemin en önemli üç tiyatrosundan biriydi.

Tepebaşı Dram Tiyatrosu (1880-1971):

Tepebaşı Dram Tiyatrosu, Darülbedayi'nin kalbi sayılacak tiyatroydu. 1916-1970 yılları arasında Şehir Tiyatroları tarafından kullanılan mekânda İ.Galip Arcan, Talat Artemel, Behzat Butak, Neyyire Neyir, Hüseyin Kemal Gürmen, Hazım Körmükçü, Kemal Küçük, Bedia Muvahhit, Raşit Rıza, Cahide Sonku ve Vasfi Rıza Zobu gibi efsane oyuncular, Ceza Kanunu, Bir Kavuk Devrildi, Lüküs Hayat, Bir Adam Yaratmak, Kibarlık Budalası, Deli Saraylı, Ahududu gibi ünlü oyunları sahneledi.

Tepebaşı Komedi Tiyatrosu (1889-1957): Yazları kullanılmak üzere yapılmış, üstü açık bir tiyatroydu. 1942'den itibaren Şehir Tiyatroları kullanıldı. 1958'de yıktırıldı. Hasan Kuruyazıcı, “Neden yıkıldığını anlamadık. Çünkü yıllarca otopark olarak kullanıldı.” diyor.

Yeni Komedi Tiyatrosu (1923-2013): İstiklal Caddesi'ndeki binayı, Şehir Tiyatroları Yeni Komedi Bölümü adıyla 20 yıl kullandı. Kira anlaşmazlığı nedeniyle 1975'te son temsil yapıldı.

Şan Tiyatrosu (1953-1987): Münir Nurettin'in yönettiği klasik Türk müziği konserleri burada verildi. Yedi Kocalı Hürmüz, Hisseli Harikalar Kumpanyası, Sait Hop Sait, Müzikal Kahkaha, Sezen Aksu Aile Gazinosu, Hababam Sınıfı Müzikali, Şen Sazın Bülbülleri, Bin Yıl Önce Bin Yıl Sonra gibi 1980'lerin ünlü müzikalleri burada sahnelendi.

Cep Tiyatrosu (1955-2011): Apartman içine yapılan küçük tiyatroların ilk örneğiydi. Haldun Dormen'in girişimiyle kuruldu. Erol Günaydın, İlhan İskender, Metin Serezli, Altan Erbulak gibi oyuncular burada yetişti.

Karaca Tiyatrosu (1955-2012): Ünlü komedyen Muammer Karaca tarafından yaptırılan tiyatroda Cibali Karakolu 16 yıl boyunca 3 bin temsilden fazla sahnelendi. Gülriz Sururi, Güzin Özipek, Adile Naşit, Turgut Boralı gibi oyuncular burada sahneye çıktı. Ankara'dan İstanbul'a gelen Yıldız ve Müşfik Kenter ilk oyunları Salıncakta İki Kişi'yi burada oynadı. Keşanlı Ali Destanı, Gülriz Sururi ve Engin Cezzar Topluluğu'nca 1964'te ilk kez burada sahnelendi.

Kibritçi Kız Müzikali

Bugün tüm oyunlar ücretsiz

- İstanbul Şehir Tiyatroları'ndaki tüm oyunlar ücretsiz izlenebilir.

- Devlet Tiyatroları'nın da bugün tüm oyunları ücretsiz.

- Aydınlık Bir Gelecek İçin adlı müzikli çocuk oyunu 28-29 Mart'ta Üsküdar Koza Tiyatrosu'nda 13.00'te.

- Kadıköy Tiyatro Ak'la Kara'nın Kelebekler Özgürdür oyunu bugün 20.30'da.

- Tiyatro Açıkça'nın Musakka oyunu bugün 27 Mart 20.30'da Öykü Sahne'de.

- Bizim Tiyatro'nun Eski ve Yeni Tüfekler oyunu bugün saat 20.30'da Barış Manço Kültür Merkezi'nde.

- Enis Fosforoğlu Tiyatrosu'nun İkinci Baskı oyunu bugün 20.30'da Kartal Halis Kurtça Kültür Merkezi'nde.

- Kabare Dev Aynası'nın Vatan Kurtaran Şaban oyunu yarın 15.30'da Barış Manço Kültür Merkezi'nde.

- Bosch Çevre Çocuk Tiyatrosu'nun “La Fonten Orman Mahkemesinde” oyunu 28-29 Mart'ta Kırşehir İl Kültür Turizm Müdürlüğü Kültür Merkezi Salonu'nda saat 12.00 ve 14.00'te.

- Kibritçi Kız Müzikali, Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde, 28 ve 29 Mart'ta saat 12.00'de.

- BAU İleri Oyunculuk Öğrencileri'nin sahnelediği Anton Çehov'un Tütünün Zararları (30 Mart, 13.30), William Shakespeare'in Soneler (30 Mart, 17.30), Nikolay Gogol'ün Bir Delinin Hatıra Defteri (31 Mart, 17.00), Melih Cevdet Anday'ın Mikado'nun Çöpleri (1 Nisan, 18.00), Bahçeşehir Üniversitesi Fazıl Sahnesi'nde.

* Oyunlara gitmeden önce rezervasyon yaptırmayı unutmayın.

21 Mart 2015 Cumartesi

Ahmet Altan, Zaman'a konuştu: Darbenin de hırsızlığın da olduğunu biliyorlar ama yalan söylüyorlar

Dil kullanımını önemsediğinizi ve edebiyatınızda öne çıktığını biliyorum. Öncelikle bunu konuşmak isterim...

Kelimeler, yazarın elindeki tek alet. Hayatı, insanları, çelişkileri, her türlü duyguyu kelimelerle anlatıyorsun. Anlattığın her olaya, duyguya, iklime uygun düşecek bir kelime seçimin olması gerekir. Yazarın kelimelerle ilişkisi okur tarafından tam görülemez ama okurken belli bir melodiyi o kelimelerin içinde hisseder. Bence hissetmeli de, bu yazının lezzetini artırır, okuyana ulaşmasını ve yazının birçok kanaldan hafızaya yerleşmesini sağlar. Kelime seçimini önemserim. Okuduğun yazarlardan, kelimeleri kullanış biçiminden sana bir şeyler kalır.

“Her romanın kendi sesini beklerim demişsiniz”. Ya o ses gelmezse veya yanlış gelirse?

O ses gelmeden yazmaya başlamam. Gençliğimde şartlardan dolayı daha parçalı çalışırdım, zamana yayardım. ‘Kılıç Yarası’ndan sonra bir daha öyle olmadı. O ses belli bir istekle geliyor zaten, o vakit dayanılmaz bir yazma arzusu hissediyorum. Yeryüzünde ondan daha önemli hiçbir şey kalmıyor ve yazmaya başlıyorum.

Bu tarihi romanları yazmayı tercih etmeniz, bu tarzın klasik roman anlatımına imkân vermesiyle ilgili olabilir mi?  

Evet, insanı merkeze alan, ilişkilerini, duygularını, hayatın görünmez kaosunu anlatan romanlara çocukken de hayrandım. Yazarken de mümkün olduğunca hayatın genişliğini kucaklayan bu anlatımı seviyorum. Bu kitap, bu klasik anlatıma imkân veriyor, Osmanlı’nın çökmeye başladığı, çok hareketli, çelişkili, acı, keskin bir dönemi içeriyor ve insan ilişkileri de çağa uygun bir biçimde keskinleşiyor. Romancı için zengin bir malzeme, dil itibarıyla da geniş bir yol açıyor, hayatın bütün kuytularına sızabiliyorsun.

Romanın anlatıcısı, kaderin tohumlarının serpilişini ve bunun kahramanlarının geleceğini nasıl belirlediğini de gösteriyor. Bu açıdan okurla ilişki kuran bir anlatı, öyle değil mi?

Kader, gelecek ve belirsizlik gibi temalar çok ilgimi çekiyor. İnsanların düşünceleri ve hayalleriyle hayatın örgüsü arasındaki çelişkiler çarpıcıdır. Bazen bir şeyin çok iyi olduğunu düşünüyorsun ama o senin felaketin oluyor.

Her şeye rağmen edebiyata güvenmek zorundayız

Romanın en önemli kahramanlarından biri olan Şeyh Efendi, hayatı daha geniş kucaklayan, tevekkül sahibi  olgun bir kahraman. Onu bu romanda daha yoğun kullanmanız tesadüf değil...

Büyük dedem şeyh. Bu romandaki kahramanları yaratırken ailemden esinlendim zaten. İnançlı bir insan değilim ama din ilgimi çekiyor çocukluğumdan beri. Benim bir Müslümanlık anlayışım var ve bunu seviyorum. Belki bu yüzden bugün pek çok Müslüman’ın yaptığına kızıyorum. İnançsız bir adamın bunlardan bahsetmesini bağışlasınlar ama ben dinin Tanrı’dan bir şeyler talep etmeye dayanan kısmının din adına biraz utanç verici olduğunu düşünüyorum. Şeyh Efendi aslında bunu anlatan bir karakter, şuna inanıyor: “O beni yarattı ve ben beni yaratanı memnun etmeli, onu utandırmamalıyım.” Şeyh Efendi’nin beklentisi cennete gitmek değil, onun tek düşüncesi kendisini yaratanı utandırmamak. Fakat onun da zaafları var, bunun farkına vardığında büyük bir acı çekiyor. Bana kalırsa dinin temeli bu. İnsan yaratılırken çelişkilerle ve zaaflarla yaratılıyor. Ve hayatı, bu zaaflarla mücadele etmekle geçiyor. Şeyh Efendi, tüm zaaflarından arınacak bir noktaya varmak istiyor, bu neredeyse imkânsızdır. Bir dindar bence şunu bilmek zorunda; mutlak bir iyilik yok, kötülük de içinde var ve seni yaratan tarafından oraya kondu. Şeyh Efendi’nin dediği gibi dışarıdan gelen bir şeytana ihtiyaç yok, o senin içinde. İçindeki zaafları görmek ve yenmek zorundasın. Bu zaafları inkâr etmek din açısından eksiklik gibi görünüyor bana. Zaafları kabul etmek ve o zaaflardan kurtulmak için mücadele etmek sanırım asıl imtihan.

Kahramanlardan Hikmet Bey, “Abdülhamit dini nasıl istismar ettiyse, İttihat ve Terakki de ‘medeniyeti’ öyle istismar etti.” diyor. Neden bu toplum hâlâ yüz sene sonra aynı çıkmazda?

Birkaç nedeni var; bu toplum hak eden bir toplum değil. Dürüst olmak için bir iş yapacaksın, hak edeceksin ve hakkını isteyeceksin. Yaratıcılık, özgürlük hep tehlikeli görünmüş burada. Hep baskı altında kalmış toplum. Yaratamamış, üretememiş, hak edememiş, dolayısıyla hak etmenin dışında bir kavga başlamış. ‘Devleti ele geçirelim ve onu paylaşalım’ fikri, çeteleşmeye dönmüş. Şimdi bir kez daha görüyoruz aynı kavgayı. Bu seferki din motifinin etrafında oluyor. Halbuki dinin temel kuralı, hak ettiğinden fazlasını istememektir. Yanılıyor olabilirim ama şunu Müslümanların tartışmasını isterim: Müslümanlık kendi ahlakını yaratabildi mi? Eğer yaratabilmiş olsaydı bugün Türkiye’de bu kadar çok hırsız Müslüman olabilir miydi? Hırsız Müslümanlar var karşımızda ve bu ahlak tartışılmıyor. Tam tersine hırsızlık için fetva verenler var.

Bu romanda Balkan Savaşı’nın ve Bâb-ı Âli baskınının pek bilinmeyen yönleri de var. Edebiyatın bu anlamda somut bir işlevi yok belki ama toplumsal bakışa faydası olabilir mi?

Edebiyat esas itibarıyla tarihten daha dürüsttür. Tarih daima galipler tarafından kendi bakış açılarıyla yazılır. Herhangi birine Cumhuriyet’i kim kurdu diye sorsam, herkes Atatürk, der. Peki tek bir adamın cumhuriyet kurması mümkün müdür? Başka kimse yok muydu? Cumhuriyet kurulurken Mustafa Kemal’in Anadolu’da örgütlenmesini kim sağladı. İttihatçılar sağladı, sonra onlara ne oldu? Mustafa Kemal hepsini temizledi. Hapse attı, idam etti, korkuttu, dahası birlikte yola çıktığı bütün arkadaşlarını siyasetin dışına sürdü. Hepsini cezalandırdı ve sonunda bir soru ve bir cevapla kaldık: “Cumhuriyet’i kim kurdu? -Atatürk!”. Kazım Karabekir 3. Ordu’nun komutanıydı ve Milli Mücadele sırasında tek ciddi ordu onun emrindeydi. Eğer Mustafa Kemal’le birlikte savaşmasaydı, başarı ihtimali düşüktü. Karabekir hayatının son döneminde o zamanki istihbarat örgütünün yirmi dört saat takip ettiği, sürekli rapor edilen, kurulmasına yardım ettiği devlet tarafından izlenen ve evine hapsedilen bir adam haline geldi. İnsanlar bunları sadece tarihten değil, edebiyattan da öğreniyor. Gerçekler tarih kalabalığının ardında saklıdır; edebiyat, o gerçekleri nerede araman gerektiğini söyler.

Daha önceki romanınıza dair 31 Mart eleştirileri vardı. Muhtemelen buna da siyasi düşüncelerle itiraz edenler olacaktır. Kutuplaşma yüzünden kitaplarınızın okunmaması sizi üzer mi?

Her şeye rağmen edebiyata güvenmek zorundayız. Türkiye çok siyasallaşmış bir yer, kavgalar bugün edebiyatın önüne geçmiş gibi görünüyor. Her zaman yaşadığın anın bir toz dumanı vardır, sonra o toz duman dağılır ve edebiyat ait olduğu yerde durur. Ne olursa olsun iyi edebiyatı kimse yok edemez. Buna kimsenin gücü yetmez.

Bu romanda ‘yarını’ önemseyen bir münevver tarifi var. Bu aydınlık bakış genellikle bütün romanlarınıza yansıyor. Peki yüz yıl evvel yaşadığımız baskının ve sıkıntıların benzerini hâlâ yaşıyorken sizi bu kadar iyimser kılan nedir?

Kötümser insandan iyi bir mücadeleci çıkmaz. Mücadeleci bir adam acısını çeker, yenilenebileceğini de kabul eder ama bir yarın olduğunu da hep bilir. Ben iyimser bir adamım, mücadeleden hiç kaçmadım, en güçlü dayanağım da iyimserliğimdir. Ümit ve güven beni en çok koruyan özelliklerim, edebiyata da siyasetten çok inanırım.

Kişisel hınçla yazılanlar bir yana, eleştiriden etkilenir misiniz?

Burada iyi eleştiri çok azdır, romancıların çoğu büyük siyasi kavgaların içindedir aynı zamanda. Türkiye siyasi kavgaları aşıp estetik lezzete kavuşan bir noktaya pek gelemedi ama her şeye rağmen edebiyatı gerçekten sevenler var. Allah’tan var, varlığımızı böyle sürdürebiliyoruz. Siyasi kavga edebiyatın üzerini örttüğünden, edebi eleştiri kılıfında siyasi öfkelerin ortaya çıktığı yazılar oluyor. Yazarlık bizim mesleğimiz, bir yazıya baktığımda onu yazanın niyetini ilk satırdan görürüm. Ben çok aldırmam. Yazarların kendi etrafına ördükleri ve insanları kızdıran bir dokunulmazlık zırhı vardır, ben bunu kendi iyimserliğimle ve güvenimle örüyorum.

Bu romanı okurken kahramanların duygularını büyüteçle gösteren yazarın, zaaflarını pek göstermekten hoşlanmadığını hatırladım. Yazarlar biraz da kuytularındakini gizlemek için mi yazar?

Yazarken elindeki bütün enerjiyi, gücü, dikkati yazdıklarına verirsin. Ne yaptığını gözetleyemezsin. Zweig diyor ki: “Bir yazara daha sonra sorsan o an ne yaptığını anlatamaz.” Haklı... Anlatamaz, çünkü bilmiyor. Kendini gözetleyemiyor. Başka biri oluyor. Gördüğün hiçbir yazar, o yazıları yazan adam değildir, onun hayat içindeki dublörüdür.

Yazı olmasaydı hayatınızda nasıl biri olurdunuz diye düşünüyorum, siz coşkuyla yazı, edebiyat anlatırken…

Bir hiç olurdum. Yazabilmenin dışında hiçbir özelliğim yok. Sıradan bir adamım ben. Sadece bazen roman yazıyorum.

‘Hata yaptığıma inandığımda söylerim’

Bugün size yapılan saldırılara ve boykot girişimlerine bakınca gazeteciliğin romancılığınıza zarar verdiğini düşünüyor musunuz?

Evet, o anlamda verdi, doğal okurum olacak pek çok insan, gazeteci olarak düşüncelerimden ve yaptıklarımdan dolayı düşman oldu.

Bu düşmanlığın arkasında “Ahmet Altan hata yaptığını kabul etsin” dayatması var galiba. Hata yaptığınızı düşünüyor musunuz?

Hata yaptığımı düşünmüş olsaydım özür dilerdim. Taraf Gazetesi’nde hatalar da yaptık ve derhal özür diledik. Ama hırsızlarla darbeciler el ele vererek gerçekleri saptırmaya kalktıklarında, yalancılar sürüsüne katılmam. Ben hayatım boyunca doğru olduğuna inandığımı söylemekten vazgeçmedim, bu yaşıma geldikten sonra hiç vazgeçmem. Onlar yalan söylüyorlar. Darbe olduğunu da, hırsızlık olduğunu da biliyorlar ama zorbalıkla bu gerçeğin inkâr edilmesi için insanlara baskı yapmaya uğraşıyorlar. Bunu bilmek beni daha da öfkelendiriyor. Baransu’yu haksız yere tutuklamaları da öfkemi daha artırıyor.

Sanki toplumu askeri vesayet mücadelesinin boşuna olduğuna dair bir ikna çabası da var. Başa mı döndük?

17-25 Aralık’ta hırsızlar yakalanınca AKP kendine yeni bir ittifak aradı ve darbecileri buldu. Onlarla ittifak yapabilmek için kendi geçmişini inkâr etti. Hırsızlık cezasından kurtulmak için bu yola saptı ve iktidardaki muhafazakârların büyük bir kısmıyla, darbeciler bir araya gelince askeri vesayetle ilgili ‘her şey yalandı’ algısı yaratılmaya başlandı. Biz, Ergenekon diye 17 bin kişiyi öldürene diyoruz. Ergenekon yok diyenler binlerce faili meçhul cinayeti kimin işlediğini anlatsınlar da dinleyelim.

Peki yargı aşamasında hiç haksızlık olmadı mı?

Türkiye’de herhangi bir siyasi davada haksızlık yoktur diye baştan hüküm vermek yanlış olur. Yargılanma aşamasında çok büyük bir ihtimalle haksızlıklar oldu. Buradaki sahtekârlık iki ayrı gerçeği bir paket içine koymaları. Yargılamadaki hataları, darbeciliğin ve binlerce insanı faili meçhullere kurban eden Ergenekon’un varlığını saklamak için kullanıyorlar. Balyozcuların yaptıkları o korkunç konuşmaları, Ergenekon’un öldürdüğü binlerce insanı yok sayıyorlar. Balyoz darbelerinin ordunun kozmik odalarından çıktığından söz etmiyorlar. Orduya, “Bu belgeler sahteyse neden içindeki sahtekârları yakalamıyorsun?” diye sormuyorlar. “Balyoz da yoktu, Ergenekon da yoktu” diye bağırarak askeri vesayeti ve bugünkü iktidarın hırsızlığını aklamaya çalışıyorlar. “Balyoz da vardı, Ergenekon da vardı ama yargılamalar sırasında bazı insanlar haksızlığa uğradı.” dediklerinde aramızda bir tartışma kalmaz. O zaman sadece şu soruyu sorarım: “Neden bu ahlaksız hukuk sistemini değiştirmek için parmağınızı kımıldatmıyorsunuz? Neden hukuk sistemini daha da korkunç hale getiriyorsunuz?”

‘Kirli bir isim çabuk ölür’

Romanda Balkan Savaşı’nı izlemek için gelen Lausanne isminde bir gazeteci var. Onun kendi gazetesine geçtiği haberler sayesinde Osmanlı’da sansürlenen gerçekleri öğreniyoruz. Bugün de gerçeklerin üstü örtülüyor. Medyadaki bu kirlilik neden hiç değişmiyor?

Bu da tercihle ilgili. Eğer fani bedenini iyi yaşatmak istiyorsan bazen adının kirlenmesine razı olman gerekir ve kirli bir ad çabuk ölür. O ismi temiz tutmak istiyorsan ve senden sonra gelenlere, yok olduğunda bile temiz bir isim bırakmak istiyorsan bazen bedeninden vazgeçersin. Bu biraz nasıl yetiştiğinle, eğitiminle de ilgili. Edebiyat da din gibi ahlakı besler, orada gördüğün dürüst, cesur, güçlü insanlara benzemek istersin. Türkiye’de ahlakın böyle çürümesinin bir nedeni de edebiyatın kahramanlarını güçlü bir şekilde sunamaması.

]]

20 Mart 2015 Cuma

En iyi filmler Ankara’da

Toz Ruhu, festivalden çekildi

Festivale başvuru yapan ve ön jüri tarafından kabul gören Nesimi Yetik’in Toz Ruhu filmi ise yarışma jürisinin belirlenmesinin ardından festivalden çekildi. Jüri başkanı Onur Ünlü’nün Toz Ruhu’nun tamamlanmasına destek vermiş olması nedeniyle filmin yarışmada yer almasının etik olmayacağını düşünen yönetmen Nesimi Yetik, festival yönetimini arayarak filmi yarışmadan çekmek istediklerini belirtti. Yarışmaya başvuran filmler En İyi Film, Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü ve En İyi Yönetmen Ödülleri dahil olmak üzere 18 ayrı ödül kategorisi için yarışacak. 26. Ankara Uluslararası Film Festivali programında yarışma filmleri dışında ulusal uzun filmlere de yer veriliyor. Gece (Erden Kıral), Beni Sen Anlat (Mahinur Özmen) ve Kuzu (Kutluğ Ataman) özel gösterimlerle seyirciyle buluşacak. Yarışma ödülleri 2 Mayıs’ta Ankara Üniversitesi DTCF’de düzenlenecek tören ile sahiplerine verilecek. (www.filmfestankara.org.tr)

Türkiye’nin ilk komedi festivali

Türkiye'nin ilk komedi festivali de nisan ayında Ankara'da gerçekleştirilecek. 1 Nisan Dünya Şaka Günü'nde başlayacak ve 12 Nisan'a kadar sürecek olan 1. Ankara Uluslararası Komedi Festivali'nde Ayşen Gruda, Ferhan Şensoy, Bülent Kayabaş, Ece Ercan, Levent Tülek, Erkan Taşdöğen, Vedat Özdemiroğlu, Erkan Can, Cem Davran, Zeki Kayahan Coşkun, Serdar Gökalp, Nihat Sırdar, Alpay Erdem, Muhsin Omurca gibi isimlerin yanı sıra Mahşer-i Cümbüş ve Tiyatro Kılçık, Ankaralılarla buluşacak. Festivalde ayrıca, Kemal Sunal da unutulmayacak. Kemal Sunal'ın anısına düzenlenen sergide, Sunal'ın film kostümleri, özel eşyaları, film afişleri ve mektupları yer alacak. (www.ankarakomedifestivali.com)

]

19 Mart 2015 Perşembe

Haldun Taner ile bir asır...

Türk tiyatrosunun, öykücülüğünün köşe taşlarından Haldun Taner, 100. doğum yılında anılıyor. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ve Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi (CKM), yazarın 100. doğum günü vesilesiyle bir sergi açtı. “Bir Güçlü Yazar, Bir Güzel İnsan: Haldun Taner 100 Yaşında” sergisi, sanatçının fotoğrafları, özel eşyaları ve kitaplarının yanı sıra ilgi alanlarını ve edebî yolculuğunu izleme fırsatı sunuyor.Bundan tam bir asır önce, takvimler 16 Mart Salı’yı gösterirken İstanbul Çemberlitaş’ta gözlerini dünyaya açtı. Devletler hukuku profesörü Ahmet Selahattin Bey ve Seza Hanım’ın biricik oğlu… Henüz beş yaşındayken babasını kalp krizinden kaybetti. Devlet ona kollarını açtı ve Galatasaray Lisesi’nde parasız yatılı okudu. 1935 yılında mezun olduktan sonra burslu olarak Almanya’nın Heidelberg Üniversitesi’nde ekonomi ve siyaset bilimi öğrenimi görmeye gitti. Burada vereme yakalandı. Üç yıl sonra, eğitimini yarım bırakarak yurda döndü. Bu, Haldun Taner’in hikâyesi… Haldun Taner, Türk öyküsünün ve tiyatrosunun yapıtaşlarından biri. Öyle ki daha 60’lı yıllarda eserleri yabancı ülkelerde okunup sahnelenmeye başladı; Rusya, Almanya, İngiltere… Geçtiğimiz salı günü ise Taner’in 100. doğum günüydü. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ve Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi (CKM) bu özel gün için bir sergi hazırladı: “Bir Güçlü Yazar, Bir Güzel İnsan: Haldun Taner 100 Yaşında”. Küçük yaşlarından, vefat ettiği 1986 yılına kadar yüzüne yerleşen muzipliğin yansıdığı fotoğraflar, daktilosu, eldiveni, şapkası, ödülleri, diplomaları, öğrenci belgesi, kimlik kartları ve kitaplarının farklı yayınevlerinden çıkan baskıları… Taner’in yazıyla şekillenmiş, öyküye, oyuna adanmış ömrü bu vesileyle yeniden gözler önüne seriliyor. Serginin açılışının yapıldığı pazartesi akşamı, Haldun Taner’in büyük bir sevgiyle bağlandığı eşi Demet Taner de oradaydı. Haldun Taner’in eserlerinin ve bu sergiyle birlikte hayatının topluma mal olmasından duyduğu mutluluğu paylaştı Demet Taner. Yaklaşık otuz yıldır Feneryolu’ndaki evlerinde hiçbir eşyanın yeri değişmediği için sergilenecek eşyalarını seçmek de hiç zor olmamış.Dört yıllık bir tedavi sürecine girmişti Taner. Yazıya da bu zorlu süreçte başladı. “Yazı yazmayı ilk kez uzun bir hastalık süresinde dört duvar arasında mahkûm olduğum zaman aklettim. Güzel bir avuntu olabilirdi.” demiş, sonraları yazarlık nedir sorusuna ise şöyle bir cevap vermişti: “Bir hüsranın avuntusu. Bütün hüsranların avuntusu.” İlk skeçlerini işte bu süreçte 1938 ile 1942 yılları arasında Ankara Radyosu için yazar. Yayımlanan ilk öyküsü “Töhmet” ise 1946 yılında Haldun Yağcıoğlu imzasıyla Yedigün Dergisi’nde çıkar. Yazdığı hikâyelerin, oyunların kabul ve değer gördüğünü fark ettiğinde de artık Haldun Hasırcıoğlu, Can Enişte gibi takma isimlerini kullanmaz. 1945’ten 1983 yılına kadar süren hikâyeciliğinin ilk yılları oldukça verimli geçer. İlk hikâye kitabı “Yaşasın Demokrasi” 1949’da, 1951 yılında okurla buluşan “Tuş”, iki yıl sonra “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” ile 1954’te yayımlanan “Ayışığında Çalışkur” ve “Onikiye Bir Var”dan sonra 15 yıl yeni bir öykü kitabı yayımlamaz. Tiyatro yazarlığından çok daha fazla sevdiği öykücülük hayatına 7 kitap, 56 hikâye sığdırır. Orhan Kemal, Ahmet Kutsi Tecer, Aziz Nesin, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, Necati Cumalı, Arthur Miller ve Pablo Neruda dostları arasındadır. Yakın dostlarından Behçet Necatigil, Haldun Taner için şöyle diyecektir: “Taner, gücünü gözlem, mizah ve yergiden alan; konuları büyük şehrin tipik ve türedi yaşamlarından gelme hikâyeleriyle tanındı.”EN ÇOK OYNANAN OYUNLARIN YAZARIKendisi her ne kadar hikâyeyi bütün türlerin önüne koysa da Haldun Taner yaşarken de şimdi de en fazla tiyatro eserleriyle tanınıyor. Türkiye’de ilk epik tiyatro örneği kabul edilen Keşanlı Ali Destanı, gerçekçi yaklaşımla kaleme aldığı Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Zilli Zarife, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı en fazla oynanan oyunları olur. Bu süreçte Aristophanes’ten devraldığı ‘düşünce güldürüsü’ onun bütün eserlerinde kendini gösterir. Daha sonra Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Ahmet Gülhan ile birlikte 1967 yılında, Türkiye’nin ilk kabare tiyatrosu olan Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nu kurdu. On yıllık birliktelik Taner’in gişe kaygısının eserlerin özelliğine yansıdığı düşüncesiyle sona erer. Buradan ayrılır ve Münir Özkul’la birlikte “Bizim Tiyatro’yu kurar. Taner’in öyküye ve tiyatroya adanmış, güzel dostluklarla gönenmiş, ödüllerle süslenmiş ömrü, 71 yaşında, kaldırıldığı Haydarpaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde son bulur. Haldun Taner’in ölümünün üzerinden 29 yıl geçmesine rağmen eserlerinde dert edindiği konular bugün de tazeliğini koruyor. Bugün onun eserlerini okuyanlar, temiz bir toplum ve insan sevgisi idealinde birleşecektir. Sergisi ise nefes alıp veren anılar arasında, ‘bütün hüsranların avuntusu’ yazının vazgeçilmezliğini bir kez daha hatırlatıyor.

18 Mart 2015 Çarşamba

"Ahlaksızlığın egemen olduğu bir şiddet toplumuna doğru gidiyoruz"

Yazar ve müzisyen Zülfü Livaneli, İsveççe'ye çevrilen “Serenad” romanının tanıtımı için geçtiğimiz hafta Stockholm'e geldi. Livaneli ile İsveç'te yaşadığı yıllar, dostu Yaşar Kemal ve yeni romanı 'Konstantiniyye Oteli'nden, Türkiye'nin demokratik ve ahlakî gidişatına, Türk toplumundaki şiddetli bölünmüşlüğe, medya, seçimler ve çözüm süreci gibi konulara uzanan geniş oylumlu bir söyleşi gerçekleştirdik.12 Mart askerî muhtırasının ardından, bir dönem yattığınız hapisten çıktıktan sonra, başka bir isim ve sahte pasaportla İsveç'e siyasi mülteci olarak sığınıyorsunuz. Arzu ederseniz o yıllarınızdan başlayalım söze… Evet, başka bir isimle, sahte bir pasaportla ilk defa 1973 yılında İsveç'e geldim. Daha önce yurtdışına hiç çıkmamıştım. 1971 yılında Türkiye'de askeri darbe oldu. Bu darbeden sonra bir arkadaş grubu olarak bizi tutukladılar ki bu arkadaş grubu içinde Altan Öymen, Uğur Mumcu, Erdal Öz, Emin Galip Sandalcı vardı. Okuyan, yazan insanlar… Çok vahşi bir dönemdi. Sistematik işkencelerin yapıldığı, insan haklarının ayaklar altına alındığı bir dönemdi. Ben de hapisteydim. Ağır suçlamalar yapıyorlardı ama ellerinde delil yok. Yani bizim alakamız olmayan suçlamalar yapıyorlardı. Sonra baktım ki yaşama şartları kayboldu; çünkü suçsuz bulunuyorsun, bırakılıyorsun sonra tekrar içeri alınıyorsun. Yani hayatınızı yok etmeyi planlamışlar. Bir de işkenceler var. Çıkınca tekrar aranmakta olduğumu öğrendim. Türkiye'de yaşama şansı kalmayınca dışarı çıkmaya karar verdim. İsveç'e gelmeye karar veriyorsunuz. Niye başka bir ülke değil de İsveç? Hep İsveç'e gitmek istedim. Çünkü İsveç'in imajı bende çok güzeldi. Daha ortaokuldayken Ankara Devlet Tiyatrosu'nda August Strindberg oyunlarını seyretmiştim. Knut Hamsun'un Göçebe romanı gibi birçok İskandinav yazarının kitaplarını okumuştum. İsveç gözümde güzel ormanlar, nehirler, tertemiz, insan hakları bakımından iyi yeri olan bir ülke idi. Bana bambaşka bir yer gibi geliyordu. Geldik ve burada güzel bir hayat kurduk. İSVEÇ, HAKİKİ SİYASİ MÜLTECİ ÜLKESİYDİ İsveç'te tanıdığınız kimse var mıydı? Buraya gelince nerede kaldınız? Heykeltıraş İlhan Koman vardı, bir gemide yaşıyordu. Arkadaşlar ona göndermişlerdi. M/S Hulda isimli o gemide bir süre kaldık. Sonra eşim geldi. O gemi şimdi Türkiye'de müze oldu. O zaman İsveç'te çok az mülteci vardı. Ama hakiki politik mülteci idiler. Ekonomik sebeplerle mülteciliği kullanıp buraya gelenler değillerdi. Mültecilere yönelik çok iyi bir politika vardı ve biz gayet güzel buraya yerleşebildik. Bir de benim bir şansım oldu. Ben müzisyen olduğum için hemen İsveç televizyonuna film müzikleri yapmaya başladım. Gelir gelmez İsveçli yazar ve yönetmen Barbro Karabuda'nın Yaşar Kemal'den “Bebek Hikâyesi” filminin müziğini yaptım. Sonra İşçi Eğitim Merkezi'nde (ABF) müzik hocası oldum. İsveççe kurslarına gittik. Eşim de çok ilginç bir şekilde İsveççeyi o kadar çabuk öğrendi ki, o da bir yıl sonra yabancılara İsveççe öğretmeni oldu. Çok da güzel maaş alıyordu. Ve dolayısıyla herkes soruyor ‘İsveç'te diska städa yaptınız mı?' (bulaşık yıkadınız mı) diye, yapmadık. Daha sonra konserler, turneler falan... İsveç'te ne kadar kaldınız? İlk gelişte beş yıl kaldık. Daha sonra 12 Eylül oldu, o zaman ben Fransa'daydım; gene buraya geldik, iki sene kaldık. 82 yılında da Paris'e göçtük, üç sene de Paris'te yaşadık. Yani toplam 11 yıl gurbette kaldık. YAŞAR KEMAL, 'KORKMA, SENİ ORADA YALNIZ BIRAKMAYACAĞIM' DEMİŞTİ Hayatınızda çok önemli bir yeri olan Yaşar Kemal ile burada da birlikteliğiniz olmuş. İsveç'e birlikte mi gelmiştiniz? Yaşar Kemal benim 44 yıldır en yakın dostumdu. Onun da en yakın dostu bendim. Biz her gün buluşur, görüşürdük. Onun buraya gelmesi de öyle oldu. Ben hapisten sonra buraya gelince bir süre ayrı kaldık. Fakat ben 76'da yani üç yıl sonra Türkiye'ye dönmek istedim. Çünkü af çıkmıştı, ben de normal pasaport almıştım. Vatanı özlemiştim, döneyim dedim. Bütün bu eleştirilerime rağmen ben Türkiye'den ayrılamıyorum; çünkü Türkiye'yi seviyorum ve orası benim ülkem. Niye böyle kötü diye şikayet ediyorum, daha güzel olsun diye söyleniyorum. 76'da döndüm ama ülke çok karışık, günde 20-30 kişi öldürülüyor. Cinayetler var. Polis şiddeti, faili meçhuller. Ülke korkunç bir durumda. Bir-iki de ihbar geldi; burası tehlikeli dediler. Ben istemeye istemeye 5-10 gün sonra buraya geri dönmek zorunda kaldım. İstanbul'da Yaşar Kemal'de kalıyordum. Bir gün o ve eşi Tilda beni SAS uçağına bindirecekler. Ama öğlende Kör Agop'un lokantasına gittik, balık yedik. Orada türküler falan söyledik, benim gitmek istemediğimi, zorla döndüğümü biliyorlar. O kadar üzüldüler ki Yaşar abi "Korkma ben orada seni yalnız bırakmayacağım, ben de geleceğim" dedi. Tilda ile orada karar verdiler tak diye geldiler. Ama Yaşar Kemal burada uzun kalmadı… Yaşar abi burada iki yıla yakın kaldı. Her gün çıkar yürürdük beraber; türkü söylerdik. Ben bestelerimi yapardım. O “Merhaba'nın sözlerini yazdı, ben bestesini yaptım. Çin lokantalarına giderdik. Çok güzel günler yaşadık burada. İki yıl boyunca burada hep yazdı. Romanlarına çok önem veriyordu. Hep yeni projelerini anlatıyordu bana. Bu son senelerde çıkan “Bir Ada Hikâyesi”ni bana ta o zamanlar Stockholm'deyken anlatmıştı. Dolu dolu yaşadı. Dolu yazdı. Türkiye'nin ve dünyanın büyük bir şahsiyetiydi. Cenaze törenini biz düzenledik. Halkın çok büyük bir saygısı vardı. Çıkarken halk ‘Sen bizim onurumuzsun' diye bağırdı. Bu kaç kişiye nasip olur? Cenazesinde Türkiye'yi birleştirdi. Türkiye'de kitaplarınızın neredeyse hepsi çok satanlar arasında. Almanya başta olmak üzere bazı başka ülkelerde de kitaplarınız büyük ilgi görüyor. İsveç'te de aynı ilgiyi bekliyor musunuz? Belli olmuyor. Bazı ülkelerde daha değişik gidiyor. Mesela Amerika'da da benim Serenad kitabım çok satmıştı. Hatta geçenlerde bir üniversite beni davet etti; okulun her bölümüne yeni giren 1500'den fazla öğrenciye ders kitabı olarak vermişler. Kitabı okuttular ve ondan yarışma düzenlediler. Dereceye girenlere ödüllerini verdik. Sınıflarda dersler yaptım, çok enteresan bir hafta yaşadık. Bir üniversitenin yeni giren bütün öğrencilerine okutmak çok ilginç. Amerika'da New York Times başta olmak üzere basın da çok ilgi gösterdi. Almanya'da benim kitaplar her zaman iyi gidiyor. Çok enteresan, Çin'de bestseller oldu. Yani bazı ülkelerde oluyor, bazı ülkelerde olmuyor. İsveç'te ne olacağını bilmem. HEP EDEBİYATLA MÜZİK ARASI BİR YERDE DURDUM Onurunuza verilen kokteylde büyükelçi sizi misafirlerine tanıtırken, ilgilendiğiniz birçok alan saydı. Müzik, sinema, edebiyat, köşe yazarlığı, politika vs… Bu kadar farklı alanlarda iş yapmak genelde odaklanamama problemi oluşturur. Ama siz el attığınız her şeyi başarıyla yapıyorsunuz. Nasıl yapıyorsunuz bunu? Çocukluğumdan itibaren düşündüğüm alan hep edebiyattı. Yani kitap okumaktan deliye dönmüş bir çocuk tasavvur edebilirsiniz. Bütün eğitimim de edebiyattı. Fakat İsveç'e geldiğim zaman, 12 Mart'ta öldürülen Deniz Gezmiş'ler ve diğerleri için şiirler yazdım ve bunları türkü biçiminde söyledim. Bu albüm burada çıktı. Bunu da görev olarak yaptım. Askerleri eleştirmek ve bu kurbanlar için ağıt yakmak… Sonra ben normal yazıma çizime devam ettim. Kitap yazıyordum burada; fakat bir sene sonra kardeşim geldi. O zaman Türkiye ile İsveç arasında bu kadar iletişim yok. Oradaki gelişmeleri duyamıyorsunuz. Dedi ki bana, bütün Türkiye'de öğrenciler senin parçalarınla yürüyor, on binlerce kişi... Ne demek benim parçalarım? Vallahi öyle ama, dedi. Sonra öğrendim ki öyleymiş. O albüm Türkiye'de Bakanlar Kurulu tarafından yasaklandı; hâlâ yasak. Ondan sonra benden yeni bir albüm istediler. Yeni bir albüm, yeni bir albüm, sonra konserler derken müziğe zorla çekip aldılar. Ama hep edebiyatla müzik arası bir yerde durdum. Ben şarkı yazardım. Pür müzisyen yaşamadım, kitaplarımı da yazdım. Odaklanma meselesi… Şimdi artık konser yapmıyorum. Müzikte de bir şey yapmıyorum. Tamamen kafamdaki hikâyeler, romanlar… YENİ ROMANIMIN BAŞINA HZ. MUHAMMED'İN HADİSİNİ ALDIM Yeni bir roman var mı? Evet, ‘Konstantiniyye Oteli'. Bitti, yayınevine verdim. Konusu İstanbul'da geçiyor. İstanbul'da bir Bizans sarayının kalıntıları üstüne Rus oligark ve İstanbul zengin sermayesiyle çok lüks bir otel inşa edilmiş. Onun açılış gecesi. 300 davetli var. İstanbul'un bütün burjuvaları, zenginleri falan. Onların içerisinde tipler var, kadın ve erkek… Bir de orada çalışan garsonlar var. Mesela biri Roboski'de kardeşini kaybetmiş. Biri ordan, biri burdan… Biri para biriktiriyor, IŞİD'e gitmek istiyor. Yani toplumun panoraması… Konstantiniyye Oteli'nin başrolünde İstanbul var. Şimdi bazı milliyetçiler diyecek ki ‘Efendim niye İstanbul değil de Konstantiniyye?' Kitapta bu da tartışılıyor. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u aldığında adını değiştirmiyor. Osmanlı'da resmen Konstantiniyye idi. İstanbul daha Yunanca. Kitabın başına, Hz. Muhammed'in “Konstantiniyye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne kutlu ordudur.” hadisini aldım. Şimdi bir kere, Peygamber'in hadisinde bir harfi değiştirmek günah; o Konstantiniyye diyor. O öyle diyorsa biz nasıl onu değiştirebiliriz!? İkincisi de Napolyon'un bir sözü. Diyor ki, “Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti muhakkak Konstantiniyye olurdu.” Kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde bağladım. Hadise mi karşı gelecekler! (Gülüyor).ERDOĞAN'DAKİ YETKİ, PADİŞAHLARDA BİLE YOKTU Biraz da Türkiye'yi konuşalım… Malum, Türkiye 17/25 Aralık yolsuzluğunu yaşadı ve ardından operasyonlar geldi. Sizin için ne ifade ediyor bunlar? Ben ilk defa 1993 yılında Sabah gazetesinin köşe yazarı iken dedim ki Türkiye üçe bölünüyor. O zamana kadar hep sağ-sol olarak anlaşılıyordu. Ben dedim ki, sağ-sol dağılıyor. Türkiye üç kutuplu bir Türkiye'ye gidiyor. Daha böyle din referanslı hareketler, laik milliyetçi ve Kürt kutup. Türkiye bu şekilde ayrılıyor dedim. Ve sahiden de maalesef o şekilde gitti. Türkiye'de eğer sağ ve sol dünya demokrasilerinde olduğu gibi merkez sağ ve merkez sol olsaydı daha sağlıklı bir demokrasi olacaktı. Hâlbuki etnik ve dini temellere bölünüyor. Şu anda Türkiye'de yapılanın siyasetle ilgisi yok. Bu bir rejim mücadelesi idi. Ama şu anda o da kalmadı. Şu anda tek kişinin mücadelesi haline geldi. Tayyip Erdoğan Türkiye'de kendisi ve ailesi için bir düzen kurmak istiyor. Kendisini garantiye almak istiyor. Ve bu konuda gene kendisi ile ilgili istekleri, beklentileri olan Öcalan'la işbirliği yapıyor ve şu anda bu iki kişinin kendileri için neler planladığıyla ilgili koca ülke… Görüyorsunuz partiler, konuşmalar, sözcüler yok; MİT'ten aldım, MİT'e koydum, hiçbirinin önemi yok. Sadece tek kralın ağzından çıkan laflar ki Osmanlı padişahlarında bile böyle bir yetki yoktu. En azından Şeyhülislam'dan fetva almaları lazımdı. Bakalım nasıl sonuç verecek? Ben Türkiye'de tek adam yönetiminin olamayacağına inanıyorum. Ve bu sistemin çatırdadığına inanıyorum.Hukuk devleti krizde mi yani? Kesinlikle krizde. Hukuk devleti kalmadı. Zaten her zaman hukuk askıya alınırdı. Bizde maalesef hukuk yönetimlerin üstünde değil, her zaman rejimin emrinde. Askeri dönemlerde de hukuk askıya alınmıştı. Ama bu sefer çok kör parmağım gözüne. Yani kendilerine bağlı bir medya yaratarak ve orada her şeyi tersine çevirmeye çalışarak gülünç olmak pahasına Türkiye'ye korkunç bir dönem yaşatıyorlar. Ama ben bu kadar geçmişi olan koskoca bir ülkenin buna layık olduğu ve buna tahammül edeceği kanısında değilim. Bence rejimin çatırdamalarını hissediyoruz, duyuyoruz.17 Aralık'tan sonra emniyet ve yargı bürokrasisinde yapılan değişikliklerle hükümet ne yapmak istedi sizce? Hükümet demeyelim. Hükümet diye bir şey yok. Soru “Tayyip Erdoğan ne yapmak istiyor?” olmalı. Şu anda herkes hükümetin göstermelik olduğunu görmüyor mu? Orada makamlar dolu; ama ne oluyor? MİT başkanlığından istifa etti, milletvekili adayı oldu. Yok ben bunu istemem, geri dönsün. E peki ne oldu? Döndü, gene koyduk oraya. Bunlar olacak işler mi Allah aşkına, çocuk oyuncağı gibi. Onun için Sayın Erdoğan ne düşünüyor, ne istiyor. Etrafına ne söylüyor… Onun iradesi hilafına yaprak kıpırdayamaz AKP'de. Ve dolayısıyla Türkiye de böyle gidiyor maalesef.Sizce ne oldu da AK Parti ilk yıllarda ısrarla vurguladığı hukuk devleti hedefinden saptı? İlk yıllarda gayet iyi gidiyorlardı… Bana hiç öyle gelmedi. Ben hiçbir zaman öyle düşünmedim. Öyle düşünen arkadaşlarımızla da orada yollarımız ayrıldı. Zaten söylemleri belliydi. Şematik bir şekilde düşünüldü. Özellikle Batı, Amerika ve Avrupa şöyle düşündü. Türk ordusunun şöhreti malum: İnsanları hapseder, öldürür, darbe yapar, demokrasinin gelişmesine izin vermez… Doğru. “Ee şimdi birileri çıktı, bu ordunun gücüne karşı bak bir şeyler yapıyorlar. E, o zaman biz bunları destekleyelim.” Bu çok naif bir düşünceydi. Türk aydınlarında da böyle oldu. Buralarda böyle oldu. Yahu evimdeki yangını söndürmek için sele muhtaç olmam iyi bir şey mi? İtfaiye isterim o yangın söndürülsün; ama ben ordu diktası yerine kendi diktamı geçireceğim diyen bir hareket ki başından beri düşünceleri buydu. E, ben böyle bir harekete niye destek vereyim? Şimdi ondan sonra döndü arkadaşlar, en sert muhalefeti yapıyorlar ama biraz da geç kaldılar. Onlar onu meşru hale getirdi. Onlar Batı'ya anlattılar, aman çok demokrat adam, çok iyi adam diye. Ya daha önce söylediği lafları bilmiyorlar mıydı?TÜRKİYE'DE DİNİ, AHLAKİ, TOPLUMSAL DEĞERLER YOK OLMUŞ DURUMDAPeki sizce bu gidişat nereye? Uluslararası kuruluşların insani değerler raporlarında da Türkiye sürekli geriye gidiyor… Valla Türkiye çatışmaya gidiyor. İç çatışmaya, bölünmeye gidiyor. Toplumun bölünmesi en korkunç şeydir. Çok bölündük, insanlar birbirlerinden nefret ediyorlar artık. Bu toplumsal mesele beni daha çok kaygılandırıyor. Hükümet gider. Herkes gibi Erdoğan da gider. Ama bu hasar nasıl giderilecek? Bu toplumdaki kan davası nasıl gidecek? Beni esas endişelendiren bu. İkincisi de, ahlaksızlık arttı. Toplumu koruyan değerler, buna din de dahil, -ahlak din kökenlidir; dini değerler, ahlaki değerler, toplumsal değerler yok olmuş durumda. Onun için her türlü tehlikeye açık, ahlaksızlığın egemen olduğu bir şiddet toplumuna doğru gidiyoruz. Beni en çok bu toplumsal çürüme kaygılandırıyor.Önümüzde, 7 Haziran'da seçimler var. Nasıl bir tablo ortaya çıkar sizce? CHP'yi, HDP'yi nasıl buluyorsunuz seçim sürecinde? CHP'de çok büyük kabahatler var. Ben CHP'den istifa ederken bütün düşüncelerimi yazdım, hatta 'bu parti vakıf olsun' demiştim. Çünkü normal bir siyasi parti gibi değil. Dolayısıyla şimdi HDP öne çıkıyor. Barajı geçecek herhalde. Çünkü insanlar hep ona doğru yöneliyorlar. Seçimden sonra AKP'nin biraz zayıflaması ve belki de ancak hükümet kuracak noktaya gelmesi, belki de kuramaması, koalisyona ihtiyaç duyması gibi noktaları görmek sürpriz olmaz. Çözüm sürecinden somut bir sonuç beklentiniz var mı? Tarafları samimi buluyor musunuz? Samimiyet yok. Çok tehlikeli bir süreç. Fakat Kürt hareketi amacına daha bilinçli bir şekilde yöneldi. Oraya doğru gidiyor. Hükümet de şu anda onları oyalamak derdinde; ama kendi başkanlık sistemini geçirmek için. Yani ben size bazı haklar veririm, siz de beni başkan olarak seçin diyor; ama ben bunun yürüyebileceğini zannetmiyorum. Samimiyet yok çünkü.Medyanın bugünkü genel durumunu nasıl buluyorsunuz? Felaket. Felaket!.. Ben Vatan gazetesinin yazarıydım. 30 senedir köşe yazıyorum. Fakat bu son hükümetin baskılarından sonra, gazetecilerin atılmasından sonra hükümeti protesto ettim, ‘artık yazmıyorum' dedim. Felaket!..

17 Mart 2015 Salı

Film yıldızı değil şovmenim

X-Men, Sefiller gibi Hollywood filmlerinde rol alan fakat daha çok X-Men'deki Wolverine karakteriyle tanınan Avustralyalı oyuncu Hugh Jackman, önceki gün İstanbul'a geldi.Bugünden itibaren dört akşam "An Evening With Hugh Jackman" (Hugh Jackman'la Bir Gece) müzikaliyle Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi'nde sahneye çıkacak. Zorlu Center PSM Sky Lounge’ta gazetecilerin sorularını cevaplayan Jackman, Türkiye'ye ikinci kez geliyor. İlk 19 yıl önce, Fethiye'ye balayı tatili için gelmiş ve eşiyle birlikte 18 saat otobüs yolculuğu yapmışlar. Jackman'a bu akşamki gösterisinde 32 kişilik orkestra, dans ekibi ve adı açıklanmayan bir Türk sanatçı eşlik edecek. Sahnede iki buçuk saat kalacak olan sanatçı, ‘Singin' in the Rain' ve ‘Guys and Dolls' gibi Broadway'in klasikleşmiş, en başarılı müzikallerinden 26 parça seslendirecek. Basın toplantısında Elves Presley'in 'Fever' şarkısından çok az bir bölüm seslendiren Jackman'ın konuşmasından öne çıkan başlıklar…Sefiller filminden de şarkılar olacakŞovum aslında benim hayatımı anlatıyor. Bu nedenle benim için farklı anlamları olan parçalar söyleyeceğim. Gösteride tiyatro oyunum Oklahoma, Sefiller filmi, sevdiğim rock and roll şarkıları olacak. Ayrıca biliyorsunuz Broadway şovlarında rol alıyorum, klasikleşmiş Broadway şarkılarını da söyleyeceğim.Türkçe şarkı söylememem sizin hayrınıza olurŞovu ilk kez 2011'de San Francisco'da sahnelemeye başladım. Sonra Toronto'da, Broadway'de ve birkaç şehirde daha sahneledim. Zorlu Center PSM'den davet aldığımda çok heyecan duydum. Daha önce sahnelemediğim yeni sahneler var şovumda. Özel bir sürprizim de olacak size. Hayır, Türkçe şarkı söylemeyeceğim, bu sizin hayrınıza olur zaten. Keşke söyleyebilseydim. Belki hafta sonuna doğru bir şeyler öğrenebilirim. Bir Türk sanatçıyla aynı sahneyi paylaşacağım. Umarım iyi bir ikili oluruz.Film yıldızı olmam beklenmedik bir gelişmeydiBenim için her şey sahnede başladı. Önce müzikallerde rol aldım. Profesyonel müzikal kariyerime 1996 yılında Melbourne'da sahnelenen Beauty and the Beast'in (Güzel ve Çirkin) Gaston rolüyle başladım. Sunset Boulevard'da, Summa Cabaret'te ve 1998'de Royal National Cabaret'de sahnelenen Oklahoma'da başrol oynadım. Sahne şovları en keyif aldığım işlerim. Film yıldızı olmak benim için beklenmedik bir gelişmeydi. Herkes beni Wolverine karakteriyle tanıdı ama ben ondan çok farklıyım. Hayatım boyunca yaptığım en beklenmedik şey X-Men'de oynamaktı. Ama bu müzikal, hayatımın ta kendisiyle ilgili. Film yıldızından çok, şov insanı olduğumu söyleyebilirim.Sabah uyanıp Boğaz'ı seyrettim...İşimi büyük bir aşkla yapıyorum. Bugün İstanbul'da uyandım. Dışarıya baktım, Boğaz'ı seyrettim, bu olağanüstüydü, inanılmazdı. Herhalde dünyanın en şanslı insanı ben olmalıyım diye düşündüm. Çocukken odamın duvarlarında rock and roll yıldızlarının fotoğrafları yoktu ama dünyayı gezen insanların fotoğrafları vardı. Bakın bugün ben de buradayım. Yaptığım şeyi iş gibi düşünmüyorum. Çok büyük mutluluk duyuyorum. Ailemi geçindiriyorum. Çocuklarıma iyi bir eğitim alma imkanı sağlayabiliyorum. Bütün bunlar çok büyük bir nimet. Oyuncular olarak bizler, ‘şöyle yoğunuz, böyle yoğunuz' demeye, abartmaya bayılırız. Ben aslında epeyce geziyorum da…“Son Umut" gibi bir film yapabilirimBu yılın, birlikteliği sembolize eden, uzlaşmayı yansıtan ve hep birlikte neler öğrenebileceğimizi simgeleyen çok önemli bir yıldönümü olduğunu düşünüyorum. Müzikalimin böyle bir zaman dilimine, Gelibolu'nun 100. yıldönümüne denk gelmesi güzel bir tesadüf oldu. Son Umut gibi bir film yapabilirim. Ben sadece sahnede olmanın gücüne değil, aynı zamanda bir film vesilesiyle insanlarla bağlantı kurmanın gücüne de inanıyorum. Son Umut filminde her iki tarafı anlamaya çalışıyorsunuz. Avustralya'da büyümüş insanlar olarak biz sadece madalyonun bir yüzünü biliyorduk, işte sinemanın gücü buradan geliyor. Bir şekilde kalbinizi yumuşatıyor. Tarihe ilgi duyan biriyim fakat, Osmanlı İmparatorluğu ve Atatürk ile ilgili kalın bir kitap okudum ve bunca yıl hüküm sürmüş imparatorlukla ilgili ne kadar az bilgi sahibi olduğumu görünce utandım.Birdman'i kendime çok yakın buldumWolverine karakterini 15 yıl canlandırmış biri olarak Birdman'de anlatılan hikâyeyi kendime çok yakın buldum. Burada karakterin yaptığı en büyük hata pes etmesiydi. Eğer pes etmeseydi, bence gayet yolunda olacaktı her şey. Bu rolü ölene kadar oynayacaksın dediler. Bana sorarsanız harika bir filmdi. Bir oyuncunun yaşamını anlamayan ve ondan neler beklendiğini bilemeyen insanlar işin içyüzünü çözemiyorlar. Wolverine 40 yıl daha oynamayı şu anda tahayyül edemiyorum ama ne olacağını da bilemeyiz.Her şovda 1,5 kilo kaybediyorumOyunculuğu gerçekten çok seviyorum. Bazı arkadaşlarım, ‘hiç merak etme yakında orta yaş krizi yaşarsın' diyor. Şu anda 46 yaşındayım ve öyle bir kriz henüz vurmadı beni. Her şey yolunda gidiyor, kendimi iyi ve genç hissediyorum. Performans sahneliyor olmaktan memnuniyet duyuyorum. Dans etmeye bayılıyorum. Aşağı yukarı her şovda 1,5 kilo kaybediyorum.Oyuncuların yüzde 98’i işsizYaşlanmak kaçınılmaz bir şey tabi… Yaşlanınca herhangi bir rol alamamaktan korkmuyorum.Dürüst olmak gerekirse, şu anda kariyerimin hayal ettiğimin on yıl daha ötesindeyim. Günümüzde dünyadaki oyuncuların yüzde 98’i işsiz. Türkiye’deki oranı bilmiyorum ama hayatına oyuncu olarak başlayıp oyuncu olarak bitiren insan sayısı çok az. ‘Ben 80 yaşına kadar çalışmayı hak ediyorum’ gibi düşüncelere kendinizi gark ederseniz hata yapabilirsiniz. Çünkü bu düşük bir ihtimal. Ben şu anda yaşadığım şeyi, büyük bir teveccüh olarak görüyorum.Başarı, para mutluluk getirmezTabi ki uzun yıllar oyunculuk yapmak istiyorum. Bundan 20 yıl önce eşimle tanıştığım zaman ilk tiyatro oyunumu sahneliyordum ve haftada aşağı yukarı 800 dolar kazanıyordum ve son derece mutluydum. Yani 19 yıl önce İstanbul’a geldiğimde de mutluydum, şimdi yine aynı derecede mutluyum. Nerede kaldığımızı tam hatırlamıyorum ama gecesi 25 dolar olan bir odada kaldık. Başarı, para size mutluluk getirmeyecek. Kim olursanız olun, ne öğrenmiş olursanız olun hayatınıza karşı sergilediğiniz tavırla ilgilidir mutluluk. Bir şeyin sonsuza dek süreceğiniz öngörmek sizi mutsuzluğa götürür.Kamera karşısında rahatlamam 20 yılımı aldıSahne üzerinde performans sergilemek beni daha çok mutlu ediyor. Film yapma süreci, son derece teknik bir süreç. Bütün gün çekimler sürüyor. İki dakikalık bir çekim çıkıyor sonucunda. Ama sahnede olmak da kamera karşısında olmak da beni tatmin ediyor. Bu arada film setinde (kamera karşısında) rahatlamam 20 senemi aldı. Filmler içinde en iyi performansımın Sefiller olduğunu söyleyebilirim. Kendini seyretmek çok zor bir iş, benim avuçlarım terliyor.Osmanlı torunu mu, Türk mü, değil mi?Hugh Jackman, Türkiye’ye gelmeden önce bir gazeteye röportaj vermiş ve dedelerinin Türk olduğunu, Osmanlı topraklarında yaşadığını söylemişti. Jackman dünkü toplantıda önce bu bilgiyi doğruladı ve şöyle dedi: “Avustralya’da doğdum büyüdüm ama İstanbul ile bağlantım var. Çünkü büyük büyükbabam burada yaşıyordu. Sanırım Sakız Adası’nda doğmuş ve sanırım burada bir bankada çalışmış. Babam birçok kez İstanbul’a geldi. Her zaman da bana der ki, ‘sen kısmen Türksün’. Belki o yüzden Türk kahvesine bayılıyorum. Sabahları uyanıp da bir fincan Türk kahvesi içmek kadar beni mutlu eden bir şey yok.” Jackman’a sonra tekrar aynı soru sorulunca bu kez gerçeği şöyle açıkladı: “Aslında biraz karışık bir durum. Ailemin bazıları ‘dedemiz Türk’tü, bazıları Yunan’dı diyor. Yani bilemiyorum. Ama bugün buradayken Türk diyorum. Dürüst olmak gerekirse yüzde yüz emin değiliz bundan. Dedemin sonra İngiltere’ye gidip bir İngiliz kızıyla evlendiğini biliyoruz. Yüzyıl kadar önce. Dolayısıyla tam emin değiliz.”

16 Mart 2015 Pazartesi

Edebiyatın, Çanakkale ile acıklı imtihanı

1915 yılının Haziran ayında Çanakkale Cephesi’ne bir ‘Edebi Heyet’ gönderildi. Aralarında şair, yazar, ressam ve bestekârların yer aldığı bu heyetin ‘edebi başarısızlığını’Beşir Ayvazoğlu kaleme aldı.Mehmed Emin Yurdakul, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Razi Bel, Nazmi Ziya Güran, Çallı İbrahim, Ömer Seyfeddin, Celâl Sâhir Erozan, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ahmet Yekta Madran, Müfid Râtib, Ali Cânip Yöntem, İbrahim Alâettin Gövsa, Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Hıfzı Tevfik Gönensay, Hakkı Süha Gezgin... 1915 Haziran’ının sonlarına doğru, otuz kadar şair, yazar, ressam ve bestekâr Harbiye Nezareti Karargâh-ı Umumi İstihbarat Şubesi Müdürlüğü’nden birer tezkere aldılar. Yazıda, Çanakkale’de muharebe alanlarını gezerek duygu ve düşüncelerini anlatmaları isteniyordu. Davete olumlu cevap verenler, 11 Temmuz Pazar sabahı, kollarında beyaz üzerine yeşil defne dalları işlenmiş işaretler bulunan haki keten elbiselerini giymiş, kabalaklarını başlarına geçirmiş olarak Sirkeci Garı’nda buluştular, fakat Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret, Halit Ziya, Süleyman Nazif gibi ünlü isimleri aralarında göremeyince büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Omuzlardaki yük daha da ağırlaşmıştı. Her birinden Arıburnu ve Seddülbahir cephelerini gezdikten sonra kendi sanatlarının diliyle kahramanlık ve zafer neşideleri bekleniyordu. Edebi Heyet, Arıburnu ve Seddülbahir’de on gün geçirir. Yazar Beşir Ayvazoğlu, bu geziyi, sonucunu ve bugüne kadar uzanan yansımalarını kaleme aldı. Ayvazoğlu, “Edebiyatın Çanakkale ile İmtihanı” (Kapı Yayınları) kitabının ilk bölümünde Edebi Heyet’teki isimleri fotoğraflarıyla birlikte tek tek tanıtıyor. “Kim Davet Edildi, Kim Edilmedi” başlığı altındaki ikinci bölümde Abdülhak Hamit Tarhan, Tevfik Fikret ve Mehmed Akif Ersoy’un heyette neden yer almadığını açıklıyor.Sıradan bir yolcu katarına takılan özel bir vagonla Sirkeci’den yola çıkan heyet, Uzunköprü İstasyonu’na sabah saat beşte ulaşır. Tanin yazarı, Hüseyin Cahit Yalçın heyetteki isimler arasındadır ve Uzunköprü’den itibaren Çanakkale sırtlarında gördüklerini döndüğünde gazetesinde kaleme alır. Beşir Ayvazoğlu, Yalçın’ın izlenimlerini “Tanin Yazarı Cephede” bölümünde inceliyor. Çanakkale’ye davet edilenler arasında gördüklerini uzun uzadıya anlatan tek isim, Türk Ocağı Reisi Hamdullah Suphi olmuş. Edebi Heyet’in Çanakkale’ye ziyaretini ve dönüşünü 13 bölümde anlatan Beşir Ayvazoğlu, edebiyatımızın bu konuda neden başarısız olduğunu Sonsöz’de şöyle açıklıyor: “Çanakkale’de yazılan, Mehmed Akif gibi büyük bir şairin bile bütün şairlik kudretini kullandığı halde zor anlatabildiği bir destanı, Mehmed Emin Yurdakul’dan ve gencecik, tecrübesiz –ve kabiliyetleri sınırlı- şairlerden beklemek büyük bir hata ve haksızlıktı. Başarısızlığın sorumluluğu elbette heyeti teşkil ederken yanlış kararlar verenlerindir.” Çanakkale ile ilgili bugün bile dişe dokunur bir film, tiyatro, sergi, yayın sayısının az olması acaba yine bu yanlış kararlarla açıklanabilir mi?

14 Mart 2015 Cumartesi

Gregor Samsa, bir sabah böcek olarak uyanalı böcek olarak uyanalı

Bu yıl, Franz Kafka’nın ünlü eseri “Dönüşüm”ün yayımlanışının 100. yıldönümü. Kafka’nın 1912’de yazdığı fakat 1915’te yayımlanan eseri, bugüne kadar pek çok yazarı etkiledi, ilham kaynağı oldu.“Dönüşüm” 20. yüzyılın en çok atıfta bulunulan kurgu yapıtlarından biri olarak değerlendirildi. 50 sayfalık bu kısa hikâyeyi, ilk kez genç bir hukuk öğrencisiyken okuyan Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez şöyle demişti: “İlk cümlede neredeyse yataktan düşüyordum. Hayret etmiştim… İlk cümleyi okuyana kadar kimsenin böyle yazabileceğini düşünmüyordum, eğer bilseydim yazmaya daha uzun zaman önce başlamış olurdum, böylece derhal kısa hikâyeler yazmaya koyuldum.”Türkçeye “Dönüşüm” veya “Değişim” adıyla pek çok kez çevrilen öykü, ülkemizde en çok okunan kitapların başında geliyor. Gregor Samsa’nın bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulmasıyla başlayan ve hayatındaki değişiklikleri anlatan öykü, acaba bizim edebiyatçılarımızı nasıl etkiledi? Dört yazar, bu sorumuza cevap verdi. Ayrıca Kafka’nın tüm eserlerini daha geniş bir okur kitlesine ulaştıran Cem Yayınevi’nin sahibi Ali Uğur, eserin Türkiye’deki yayın sürecini ve ismi hakkındaki tartışmaları değerlendirdi.ENİS BATUR:“İlk okuduğumda çok gençtim, her şeyi yanlış anlamıştım”“Şu an 38-39 arası ateşle yatıyorum, Samsa’dan farkım yok! Şunu söyleyebilirim: Kitabın adı Türkçeye yanlış çevrilmiştir, ‘Dönüşüm’ değil, ‘Başkalaşım’ olmalıdır. Kapakta sık sık hamamböceği kullanılmıştır, Kafka oysa yayıncısını uyarmıştır, “sakın hamamböceği koymayın kapağa” diye, çünkü-elbette-ortada böcek falan yoktur. İlk okuduğumda çok gençtim, her şeyi yalan yanlış anlamıştım.”AHMET BÜKE:“Kitabı bankın üzerine bırakıp gittim”“Dönüşüm’ü lise sona giderken Karşıyaka’da bir kitapçıda görüp almıştım. Cebimdeki paraya en uygun kitap olduğunu hatırlıyorum. Bu yüzden hep ince kitapları sevdim. Ucuz ve güzel olurlar. Hemen bir parka oturup okudum. Şuna karar vermiştim: “Yazmak benim işim olamaz.” Kitabı bankın üzerinde bırakıp gittim. Acaba benden sonra okuyan oldu mu onu?”AHMET ÜMİT:“Kitaptan etkilenip bir öykü yazdım”“Dönüşüm’ü çok gençken okumuştum. 12 Eylül öncesinde. Beni çok etkileyen bir metindir. Bunun üzerine yazdığım bir hikâye vardır. 1997-98’de çıkardığımız ‘Yine Hişt’ dergisinde yayımlanan ‘Praglı Bir Kavka Kuşu’ adlı öykü Kafka’yla yüzleşmemdir. Hikâyede Kafka ile İstanbul’da karşılaşıyorum ve sonra onun bir elektrik direği üzerine hamamböceğine dönüşmesine tanık oluyorum. Dönüşüm, modern çağda insanın ortak bir travmasını, sorununu dile getiriyor. İnsanın, insan olarak değerinin ortadan kalkmasını, metalaşmasını anlatır. Aslında Karl Marks’ın Kapital kitabında metafetişizm diye sayfalarca anlattığı konuyu Kafka bir imgeyle özetlemiştir.”SIRMA KÖKSAL:“Hayatımı beni böcekleştirmesinler diye kurguladım”“Dönüşüm’ü 13 yaşımda okumuştum ilk kez. O yaşta o güne okuduklarıma benzemeyen farklı bir şey olduğunu düşünmüştüm. İlk başta hemen her şeyi anladığımı sanmıyorum ama sürekli aklıma takıldı, birçok zaman kendimi farkında bile olmadan kitabın sahnelerinin içinde hissettiğimi hatırlıyorum. Sonra, sanıyorum bir yıl kadar sonra yeniden okuduğumda daha iyi anladım neyi anlattığını. Gençken, yaşamı tek başınıza belirleyebileceğinizi sanıyorsunuz. Samsa olmamak için her şeyi yapmaya hazırdım. Bütün hayatımı beni böcekleştiremesinler diye kurgulamaya çalıştım. Ama sonra, büyüyünce aslında bireylerin tek başlarına bu durumla baş edemeyeceğini, yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağını, bu nedenle de bireyin değil, insanın böcekleşmemesi gerektiğini düşünür oldum. Kafka’nın yayıncısı olmaktan gurur duyuyorum tabii. Ama Can Yayınları listesine baktığımda zaten sık sık “sizleri okuyarak ben oldum, aldınız başınıza belayı...” diye geçiriyorum içimden. Umarım beni ben yapmış yazarlarımın yüzünü kara çıkartmıyorumdur.Türkiye’de ilk kez 1959’da yayımlandıAli Uğur (Cem Yayınevi’nin sahibi):“Deği-şim’in ilk çevirmeni, Fransızcadan yaptığı çeviriyle, Vedat Günyol’dur. Bu çeviri 1959’da Ataç Yayınevi tarafından yayımlanmıştır. Değişim kitabını özgün dili olan Almancadan çeviren ilk kişi, Kâmuran Şipal’dir. Kâmuran Bey daha sonra Kafka’dan günümüze kalan tüm metinleri peyderpey dilimize kazandırmıştır. Şu anda Türkçede en çok çevrilen kitapların başında gelen Değişim’in ne yazık ki ikincil dillerden (başta İngilizce) yapılan çevirileri Almancadan yapılan çevirilerin önüne geçmiş durumda. Kitabın adının nasıl çevrileceği Kafka çevirmenleri, hatta okurları arasında bile tartışma konusu olmuştur. Vedat Günyol ve Kâmuran Şipal Değişim’i, Ahmet Cemal ve diğerleri Dönüşüm’ü yeğlemekteler. Çünkü Almanca özgün ad olan Verwandlung, diğer Batı dillerine kolay çevrilen bir kavram: Metamorfoz. Ama ne yazık ki, dilimizde tam bir karşılığı yok. Soranlara şaka yollu, Ovidius’un Metamorfosis adlı yapıtının Başkalaşımlar adıyla çevrildiğini ve neden Kafka’nın ünlü kitabı için bu adın düşünülmediğini karşı soru olarak yönelttiğimiz bile olmuştur.‘Değişim’ adının yeğlenmesinin nedeni ise şu: Kafka araştırmacılarının çoğu, metinde Gregor Samsa’nın böceğe dönüşmesinden çok, bu olaydan sonra ailesinin yaşadığı değişimin daha önemli olduğunu öne sürüyorlar. Metin, ilk bakışta algılandığı gibi Samsa üzerine olmaktan çok Samsa’nın ailesi üzerinedir. Bu nedenle, metnin adında ‘Değişim’ yeğlenmiştir. Kâmuran Bey’in yayınevimizde yayımlanan çevirisinin ardından gelen, metin Heinz Politzer’in bir inceleme yazısıdır. Bu konu üzerine en doyurucu açıklamayı orada bulabilirsiniz.”

13 Mart 2015 Cuma

Baharı müjdeleyen çiçekler

Selam: Bahara Yolculuk, yalanlar üzerine bir hikâye bina edip insanlara iftira atan bir film değil. 160 ülkedeki eğitim kurumlarının neden ve nasıl açıldığını, derli toplu bir şekilde anlatan, dramatik unsurları ölçülü ve gerçek olaylara dayanan bir film.İki yıl önce gösterime giren Selam filmi, gergef gibi örülen bir dantelanın nakışları arasında yolculuk yapmıştı. İnsanlığa ‘selam’ götüren öncülerin, onların kametine nispeten cılız kalacak hikâyesini izlemiştik. Kalitesinden ziyade, yollara düşenlerin hatırına sinelere basılmıştı film. Tunaboyu şehidi Ali Aytekin’in, Moğolistan bozkırında Anadolu’dan bir nişane gibi uzanan Âdem Tatlı’nın, çalıştığı okulun bahçesini mezarıyla yeşerten Erkan Çağıl’ın aziz hatıraları hürmetine… Selam: Bahara Yolculuk, ilk filmde dağınık bir şekilde anlatılan öykünün başlangıcına götürüyor bizi. 160 ülkede açılan okulların nüvesinin atıldığı Beşinci Kat’ın görüntüleri ile açılıyor film. Yaklaşık 25 yıl önce Altunizade’deki mekanda, bir külahın içinden çektikleri kâğıtta adı yazılı ülkeye ardına bakmadan giden fedakâr öğretmenlerden birinin öyküsünü izliyoruz. Kurayı çeken, nasibine çıkan ülkenin yerini bulmak için soluğu dünya haritasının başında alıyor. İsmail Bey’in nasibine Kırgızistan çıkmıştır. Bavulunu hazırlayıp ailesiyle vedalaşan İsmail, uçakta karşılaştığı Mehmet ile beklenmedik bir şekilde kader arkadaşlığı yapar.Türkiye’de işinde bazı sıkıntılar yaşayan Mehmet, alelacele yurtdışına kaçmıştır. Ortalık yatışana kadar Kırgızistan’da kalması gereken Mehmet, kendini İsmail’e yardım ederken bulur. İkili, Kırgızistan Milli Eğitim Bakanlığı’ndan okul açma iznini alıp Isık Göl kıyısındaki metruk binaya doğru yola çıkar. Bina harap haldedir, okulun açılmasına da üç ay gibi kısa bir zaman vardır. Bu sırada bölgede etkin bir adam olan Taştan’ın okul binası ile ilgili başka planları vardır.BEŞİNCİ KAT İLE BAŞLIYORSelam: Bahara Yolculuk, ilk filmin dağınıklığını unutturan bir prodüksiyon, yönetmenlik, senaryo ve oyunculuğa sahip. Erkan Çıplak’ın yazdığı senaryo, meselenin başlangıcına giderek doğru bir hamle yapıyor. Beşinci Kat’ta gezinen kamera, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin odasına kadar süzülerek, önden giden o öğretmenlerin motivasyonuna dair ‘bam teli’ne dokunan bir sahne sunuyor. Ayrıca, “Bu işi neden yapıyorsunuz?” sorusuna cevap arıyor. İsmail öğretmene, hem Mehmet hem de yerel halk tarafından bazen anlamak için çoğu zaman da şüphe ile soruluyor bu soru: “Neden geldin?” Evet, şimdilerde hayatları destan gibi anlatılan o öncüler, gittikleri yerlerde kırmızı halılar ile karşılanmadı. Senaryo, hikâyenin duygusal ve dramatik yanlarını ortaya koyarken, bu gerçekleri ve yerel halkın kafasındaki soru işaretlerini de yansıtıyor.Sinema açısından ‘mistik’ kaçabilecek unsurlar öyküden mümkün mertebe arındırılmış. Daha önce yapılan bir yanlıştan, fedakârlığın hikâyenin ana malzemesi olmasından kaçınılmış. Temelde bir okul açma hikâyesi var, fedakârlık bir motif ve karakterlerin ‘doğal’ özelliği olarak veriliyor.“BUNLARA SU BİLE YOK!”“Bunlara destek veren, çocuğunu bunların okuluna kaydettiren karşısında beni bulur. Bunlara su bile yok!” diyen Taştan’ın kimi temsil ettiği çok açık. Bu okulları kapattırmak için kıtalar dolaşan, devlet başkanlarıyla görüşen, onlara para teklif eden bir Cumhurbaşkanımız var. Paranoyalara sarılarak eğitim kurumlarını terörle ilişkilendirmeye çalışanlar, o fedakâr öğretmenleri terörist ilan edenler kendi talihsizliklerine yansın. Selam: Bahara Yolculuk’un, böyle bir iklimde vefa örneği sergileyerek okulların açılmasında ciddi katkıları olan Hacı Kemal Erimez ile Turgut Özal’ı anması ve Cengiz Aytmatov’u unutmaması kayda değer.Teknik açıdan, Hamdi Alkan’ın yönetmenliği Mahsun Kırmızıgül’ün tarzını anımsatıyor. Görsel yönden çok iyi kadrajlar var filmde, fakat bu güzel fotoğrafların hikâyeye hizmet ettiğini söylemek zor. Bu açıdan bakıldığında Mucize ile Selam: Bahara Yolculuk’un öyküsü ana hatlarıyla birtakım paralellikler içeriyor. Devamlılık hataları ve sahne geçişlerindeki sorunların göze battığı filmde senaryo kadar oyunculuklar da öne çıkıyor. Gürol Güngör’ün ölçülü performansı ve Mert Yavuzcan ile yakaladıkları kimya filmi sürükleyen bir unsur. Aslıhan Güner ve Merve Sevi de görevlerini yerine getiriyor.HAFTANIN FİLMLERİ

Sinema yazarları Kış Uykusu’nu seçti

47. SİYAD Ödülleri’ne Kış Uykusu damgasını vurdu. Sinema yazarları, Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği filme, En İyi Film ve En İyi Yönetmen dâhil altı dalda ödül verdi. SİYAD üyelerinin oylarıyla belirlenen ‘Yüzyılın 100 Filmi’ listesinin zirvesinde ise Yılmaz Güney’in Umut filmi yer aldı.Türkiye’nin en uzun soluklu sinema ödüllerinden SİYAD ödülleri 47. kez sahiplerini buldu. Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) üyelerinin oylarıyla belirlenen ‘Yüzyılın 100 Filmi’ listesinin ilk on sırası da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilen törende açıklandı. Bu yıl ödül törenine Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’ filmi damgasını vurdu. Altın Palmiye’li yapım En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil altı dalda ödül kazandı. ‘Kış Uykusu’ oyuncu dallarında da sinema yazarlarının tercih ettiği yapım oldu. Filmin oyuncularından Melisa Sözen, En İyi Kadın Oyuncu; Haluk Bilginer, En İyi Erkek Oyuncu; Ayberk Pekcan ise En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu seçildi. Filmin bir diğer ödülü ise Gökhan Tiryaki’nin elde ettiği En İyi Görüntü Yönetimi oldu.Deniz Akçay Katıksız, ‘Köksüz’ ile Mahmut Tali Öngören En İyi Senaryo Ödülü’nü alırken; bu filmin oyuncusu Lale Başar, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu seçildi. Unutursam Fısılda filmi, Kenan Doğulu ile En İyi Müzik, Soydan Kuş ile En İyi Sanat Yönetimi ödüllerine uzanırken, kurgu ödülü Sivas filmine gitti.Gecede Nebahat Çehre, Yavuz Turgul, Atilla Özdemiroğlu, Genco Erkal’a onur ve İrfan Demirkol’a da özel emek ödülü de takdim edildi.YÜZYILIN FİLMİ LİSTENİN ZİRVESİNDE ‘UMUT’ VARSİYAD, Türkiye sinemasının 100. yılı kutlamaları vesilesiyle bu yıl özel bir seçim daha gerçekleştirdi. SİYAD üyelerinin oylarıyla belirlenen ‘Yüzyılın 100 Filmi’ listesinin zirvesinde bulunan on film de törende ilan edildi. Sinema yazarlarının seçimiyle Yılmaz Güney’in ‘Umut’ filmi birinci sıraya yerleşti. ‘Umut’u sırasıyla Yol, Sevmek Zamanı, Anayurt Oteli, Vesikalı Yârim, Muhsin Bey, Sürü, Selvi Boylum Al Yazmalım, Masumiyet ve Bir Zamanlar Anadolu’da takip etti.47. SİYAD ÖDÜLLERİEn iyi film: Kış UykusuEn iyi yönetim: Nuri Bilge Ceylan (Kış Uykusu) Mahmut Tali Öngören en iyi senaryo:Deniz Akçay (Köksüz) Cahide Sonku en iyi kadın oyuncu: Melisa Sözen (Kış Uykusu)En iyi erkek oyuncu: Haluk Bilginer (Kış Uykusu)En iyi yardımcı kadın oyuncu: Lale Başar (Köksüz)En iyi yardımcı erkek oyuncu: Ayberk Pekcan(Kış Uykusu)En iyi müzik: Kenan Doğulu (Unutursam Fısılda)En iyi görüntü yönetimi: Gökhan Tiryaki(Kış Uykusu) En iyi kurgu: Yorgos Mavropsaridis (Sivas)En iyi sanat yönetimi: Soydan Kuş(Unutursam Fısılda)En iyi belgesel film: Tepecik Hayal Okulu(Güliz Sağlam)En iyi kısa film: Müjdeler Var YurdumunToprağına Taşına, ErdiSinemam 100 Şeref Yaşına! (Melik Saraçoğlu, Hakkı Kurtuluş)

12 Mart 2015 Perşembe

Altın Lale şehri gözlüyor

4-19 Nisan arasında düzenlenecek İstanbul Film Festivali’nde yirmiden fazla bölümde 62 ülkeden 204 film gösterilecek. Zeki Demirkubuz’un jüri başkanı olduğu Altın Lale Ulusal Yarışma’da genç yönetmenlerin filmleri yer alırken, uluslararası yarışmada Thomas Vinterberg’in Çılgın Kalabalıktan Uzak filmi dikkat çekiyor.Sinemaseverlere baharı müjdeleyen İstanbul Film Festivali, bu yıl 34. kez takipçileriyle buluşacak. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından on birinci kez Akbank sponsorluğunda düzenlenen festivalin programı dün İstanbul Martı Otel’de düzenlenen basın toplantısıyla açıklandı. 4-19 Nisan arasında gerçekleştirilecek festivalde dünya sinemasının yeni örneklerinden ödüllü filmlere, Türkiye sinemasının en yenilerinden klasiklerine, yeni keşiflerden başyapıtlara, yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşilerden partilere, şehrin gözü iki hafta boyunca festivalde olacak.Takipçileri için ‘okul’ olmayı sürdüren festivalde bu yıl yirminin üzerinde bölümde 62 ülkeden 222 yönetmenin 204 filminin yanı sıra ücretsiz olarak gerçekleştirilecek usta sinemacıların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları, sinema dersleri gibi etkinlikler de yer alıyor.MEKÂN SIKINTISI SÜRÜYORFestivalin ulusal ve uluslararası Altın Lale yarışmaları ile FACE Sinemada İnsan Hakları Yarışması’na bu yıl ilk kez Ulusal Belgesel Yarışması da eklendi. Yıllardır ana üssü İstiklal Caddesi olan festivalin mekân sıkıntısı bu yıl daha da belirgin bir hal alıyor. Geçtiğimiz yıllarda İstiklal Caddesi’nde beş mekânda film gösterimi yapılırken bu yıl sadece Atlas ve Beyoğlu sinemaları ile Fransız Kültür Merkezi var. Dolayısıyla Emek Sineması’nın yokluğuyla başlayan festival dağınıklığı bu yıl da sürüyor. İstiklal Caddesi’ndeki mekânlar dışında Ortaköy Feriye, İstanbul Modern ve Kadıköy Rexx sinemaları gösterim ve etkinliklere ev sahipliği yapacak.Festivalin Sinema Onur Ödülleri, bu yıl yönetmen ve yapımcı Yılmaz Atadeniz, müzisyen Cahit Berkay, oyuncu Nebahat Çehre, senarist ve yönetmen Safa Önal ve oyuncu Süleyman Turan’a verilecek. Beş ustaya ödülleri 3 Nisan Cuma akşamı Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilecek açılış töreninde takdim edilecek.Zeki Demirkubuz’un jüri başkanlığını yaptığı Altın Lale Ulusal Yarışma’da 11 film var. Sarmaşık, Nefesim Kesilene Kadar ve Kar Korsanları gibi yurtdışı festivallerinde prömiyer yapmış filmlerin yer aldığı bölümün yanı sıra 2007’de Pazar Bir Ticaret Masalı filmiyle Altın Portakal alarak tartışmaların odağına oturan İngiliz yönetmen Ben Hopkins’in yeni filmi Hasret de var. Genç yönetmenlerin filmlerinin ağırlıkta olduğu ulusal yarışmada Erden Kıral’ın geçen yıl kasım ayında gösterime giren Gece filmi de bulunuyor. Ulusal yarışmada En İyi Film’e 150 bin TL, En İyi Yönetmen’e ise 50 bin TL ödül verilecek.ÇILGIN KALABALIKTAN UZAKAltın Lale Uluslararası Yarışma, ulusal bölüme oranla daha göz alıcı. Yönetmen Rolf de Heer başkanlığındaki jüri 12 film arasından seçim yapacak. Danimarka sinemasının yıldız ismi Thomas Vinterberg’in uyarlaması Çılgın Kalabalıktan Uzak, Venedik Film Festivali’nin kapanış filmi Altın Çağ, Fransız yönetmen Cedric Kahn’ın ödüllü filmi Vahşi Yaşam, Christian Petzold’un yeni filmi Yüzündeki Sır bu bölümün öne çıkanları. Murat Düzgünoğlu’nun Neden Tarkovski Olamıyorum filmi de uluslararası yarışmada Türkiye’yi temsil edecek.Sinemaseverlerin en çok ilgi gösterdiği Akbank Galaları yine merakla beklenen yapımlardan oluşuyor. Bu bölümde 13 filmin Türkiye’deki ilk gösterimleri gerçekleştirilecek. Akbank Galaları’nda bu yıl usta yönetmenler Paul Thomas Anderson ve François Ozon’un son filmlerinden Cafer Panahi’nin Berlin’de Altın Ayı kazanan filmi Taxi’ye, modanın dev ismi Yves Saint Laurent’in hayatını konu alan filmden dokuz ünlü yönetmenin kısa filmlerinden oluşan Words with Gods’a kadar birbirinden ilginç, ödüllü, dikkat çekici yapım yer alıyor.YILANLARIN ÖCÜ YENİDENİstanbul Film Festivali sekiz yıldır Groupama işbirliğiyle sürdürdüğü “Türk Klasikleri Yeniden” projesi kapsamında bu yıl Metin Erksan imzalı Yılanların Öcü, restore edilerek sinemaya yeniden kazandırılıyor. Fikret Hakan, Nurhan Nur ve Aliye Rona’nın oynadığı 1962 yapımı Yılanların Öcü, köy yaşantısı kadar kadın-erkek çatışmasını da işleyen, sade ve gerçekçi bir anlatıma sahip. Filmin 1962’de ilk kez gösterime girmesiyle Ankara, Adana gibi bazı şehirlerde olaylar çıkmış ve bir sinema hasara uğramıştı. Filmin gösterilebilmesi ancak dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in onayıyla mümkün olmuştu.İstanbul Film Festivali’ne bu yıl yeni bölümler de eklendi. Balkanlar: Ateşin Sineması, bu özel bölgenin en iyi ve en güncel sinema örneklerini bir araya getirecek. Aile Bağları, en çok kutsanan, en çok eleştirilen, en sık sömürülen toplumsal kurum olan aile içi bağlar festivalin bu bölümünde ele alınacak. Özel Gösterim: Ufak Hakikatler ve Alman Canlandırma Sineması da festivalin yeni bölümlerinden. Ayrıca Latin Amerika’nın en gözde yönetmenlerinden Arjantinli sinemacı Lisandro Alonso’nun tüm filmleri de festivalde özel bir bölümde gösterilecek.HAFTA İÇİ GÜNDÜZ SEANSLARI 5 TLFestival gösterimleri 11.00, 13.30, 16.00, 19.00 ve 21.30 seanslarının yanı sıra artık festivalin gelenekselleşen geceyarısı gösterimleri cuma geceleri Beyoğlu, cumartesi geceleri ise Atlas Sineması’nda 24.00 seanslarında gerçekleştirilecek. Festival biletleri 28 Mart Cumartesi günü 10.30’da Biletix satış kanalları, Atlas ve Rexx sinemalarında açılacak ana gişelerden satışa çıkacak. Hafta içi gündüz seansları 5 TL, hafta içi 19.00 ve hafta sonu tüm seanslarda tam 17 TL, öğrenci ile 65 yaş ve üstü 12 TL, 21.30 seansları 17 TL;Atlas ve Rexx sinemalarında yapılacak Akbank Galaları ilk gösterimlerinin biletleri ise 20 TL. Festivalde bu yıl 28 Mart’tan itibaren gösterimlerin başlayacağı 4 Nisan tarihine kadar tüm izleyiciler biletlerini % 10 indirimli alacak.Altın Lale Ulusal YarışmaLimonata (Ali Atay)Eksik (Barış Atay)Nefesim Kesilene Kadar(Emine Emel Balcı)Kümes (Ufuk Bayraktar)Misafir (Mehmet Eryılmaz)Yeni Dünya (Caner Erzincan)Saklı (Selim Evci)Kar Korsanları(Faruk Hacıhafızoğlu)Hasret (Ben Hopkins)Sarmaşık (Tolga Karaçelik)Gece (Erden Kıral)Altın Lale Uluslararası YarışmaGerçeklik / Réalité (Quentin Dupieux) Neden Tarkovski Olamıyorum (Murat Düzgünoğlu)Altın Çağ / Huang Jin Shi Dai (Ann Hui) Vahşi Yaşam / Vie Sauvage (Cédric Kahn)Taşa Yazılmış Hatıralar / Bîranînen Li Ser Kevirî(Shawkat Amin Korki) Itsi Bitsi (Ole Christian Madsen)Star / Zvezda (Anna Melikyan) Kara Ruhlar / Anime Nere (Francesco Munzi)Yüzündeki Sır / Phoenix (Christian Petzold) Bana Bak Philip / Listen Up Philip (Alex Ross Perry) Fanusta Yaşayanlar / Vonarstræti (B. Zophoniasson)Çılgın Kalabalıktan Uzak (Thomas Vinterberg)

11 Mart 2015 Çarşamba

T.S.Eliot hiç genç oldu mu?

“Kuvartet, en iyi eserim”

Genç Eliot’un biraz ıskalanan bu dönemi, şairin yazı yolculuğunda pek çok taşı yerine oturtuyor. 26 yaşında tanıştığı Vivien Haigh-Wood ile üç ay sonra evlenen şair, sorunlu bir ilişki yaşar. Çorak Ülke’nin ilk okurlarından olan Wood, genç şairin edebi üretiminde önemli bir rol oynasa da bu evlilik uzun sürmez. Crawford, biyografide bu ilişkinin tüm ayrıntılarına değiniyor. 1957’de 68 yaşında iken evlendiği sekreteri, 30 yaşındaki Valerie Eliot, şair hakkında yeni bir biyografinin yazılmasına pek de müsaade etmez. Yazarın tüm edebi mirasına sahip çıkıp bir kısmını da elden geçiren Valerie, 2012’de ölür. Eliot’ın ailesi ve eski eşiyle mektuplaşmalarının izine rastlayamayan Crawford, şairin Yahudi düşmanlığına da odaklanarak şiir ve mektuplarında bunun izlerini arıyor. Sinirli ve çoğu zaman mutsuz bir birey olan Eliot’ın parlak bir şair olduğunun altını çizen Crawford, kalemiyle biraz silik kalan Eliot portresini renklendiriyor.

T.S. Eliot, iki yıl kadar üzerinde çalıştığı Çorak Ülke’yi bitirdikten sonra arkadaşı Ezra Pound’a gösterir. Pound, şiirin ilk taslağından tam 360 dizeyi siler. Geriye 434 dize kalır ve eser 1922’de yayımlanır. Eliot, 1948’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. Pek çok okur onu Çorak Ülke ile anarken, “Kuvartet’in en iyi eseriniz olduğuna inanıyor musunuz?” sorusuna, “Evet, her birinin bir öncekinden daha iyi olduğunu düşünüyorum. İkincisi birinciden daha iyi, üçüncüsü ikinciden daha iyi ve dördüncüsü hepsinden daha iyi. Bu da benim kendi kendime avuntum işte.” der.

Crawford eleştirmenlerden iyi not alan bu biyografinin ikinci serisini hazırlarken, 25 Mart’ta İngiltere’deki Oxford Edebiyat Festivali’nde “J.Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı”nın yayımlanmasının 100. yılı dolayısıyla çeşitli etkinlikler düzenlenecek. Harvard Üniversitesi’nde nisan ayında açılacak ve hazirana kadar ziyaret edilebilecek “Ragged Claws: T.S. Eliot’s Prufrock at 100” adlı sergide ise “J.Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı”nın ilk baskıları ve şairin bilinmeyen yönleri konuşulacak. Eliot’un, her okurda bir karşılığı olan, seneler önce dile getirdiği şu sözler, tıpkı o benzersiz şiirleri gibi hâlâ önemli: “Edebi yargı yahut değerlendirme için aynı anda keskin biçimde iki şeyin birden farkında olmamız gerekir: ‘Neyi sevdiğimizin (veya neden hoşlandığımızın)’ ve ‘Neyi sevmemiz gerektiğinin’ Çok az kimse her ikisini bilecek kadar dürüsttür.”

]]>

9 Mart 2015 Pazartesi

‘Sıradışı İnsanlar’ destek arıyor!

Onlıne imece

Yapımcılığını Nurdan Tümbek Tekeoğlu’nun yaptığı ‘Sıradışı İnsanlar’, dünyada sinema ve müzik sektöründe yaygın olan, Türkiye’de ise yeni duyulmaya başlayan ‘kitlesel fonlama platformu’ www.fongogo.com üzerinden yapılan bağışlarla çekilecek. Ali Çebi, Ali Türkeş ve Louise Westerlind tarafından bir yıl önce kurulan Fongogo, yerli projeler için bir bağış, fon toplama sitesi. Hayata geçirilmek istenen her türlü proje, deyim yerindeyse, sitede görücüye çıkıyor, isteyenler de buradan ekonomik katkıda bulunuyor. Başvuran ve kabul edilen her proje sitede 60 gün kalıyor. Bu süre içinde bağışçılara hediyeler vaat ediliyor. Mesela ‘Sıradışı İnsanlar’a 20 TL veren filmin galasına davet edilecek, 2 bin TL veren belgeselin jeneriğinde ‘yardımcı yapımcı’ olarak yer alacak. Yirmi günde belgesel bütçesinin yüzde 52’si toplanmış. 78 kişi, sıra dışı insanlara 10 bin 500 TL bağışta bulunmuş. Belgeseli desteklemek için 40 gün daha var.

Belgeselde, Giresun Kuşköy’de konuşulan ıslık dili, Çamlıhemşin’de tahta arabayla yapılan Lazralli yarışmaları ve çelik halatlarla

kayalıklara ev yapan Bilal Atasoy’un hikâyesi anlatılacak.

Sarmaşık için 27 bin TL toplandı

Fongogo’da bugüne kadar 80 projeden 23’ü hedefine ulaşmış ve toplamda bu projelere 300 bin TL bağış yapılmış. İlk başarılı proje, Tolga Karaçelik’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘Sarmaşık’. Geçtiğimiz aralık ayında bağımsız filmlerin kalesi Sundance Film Festivali’ne seçilen ‘Sarmaşık’ için bu sitede 27 bin TL bağış toplanmış. Karaçelik, filmini aslında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteklediği parayla çekmiş ama post prodüksiyon için para kalmayınca Fongogo’da kampanya başlatmış. İkincisi, yapımcı Zeynep Özbatur’un üç kısa filmden oluşan projesi ‘Gerçekler Gizlidir’. Hatice Aslan ve Alican Yücesoy gibi oyuncuların hem rol aldığı hem bağış yaptığı proje için 54 bin TL toplanmış. En çok bağış toplayan 81 bin TL ile SineMasal.

Tolga Karaçelik ve Zeynep Özbatur’un

kategori lideri olarak adlandırıldığı Fongogo, aslında Özbatur’un projesiyle sesini duyurmaya başladı. Filmin en başından itibaren, yönetmen ya da yapımcıyı izleyiciyle buluşturan, duygusal bir bağ kurmasını sağlayan Fongogo, sinemaya maddi olduğu kadar manevi katkı sunuyor.

Kitle fonuyla gerçekleşen projelere en güzel örneklerden biri İngiliz müzik grubu Marillion olarak gösteriliyor. Grup, 1997’de internette başlattıkları kampanya ile ABD’ye turne düzenlemiş. Bu olaydan sonra kitle fonlaması film ve müzik sektöründen hızlı yayılmış. Bugün pek çok alanda kullanılıyor.

]]>

7 Mart 2015 Cumartesi

St. Petersburg’da Hilmi Yavuz şiiri

DEVLET ÜNİVERSİTESİNDE ŞİİR ŞÖLENİ

Turgenyev, Mendeleev, Brullov, Stravinsky gibi isimleri mezun etmiş St. Petersburg Devlet Üniversitesi’nin o gerçekten müstesna salonunda güneşin ışıkları bir kuzey gününü henüz tam manâsıyla bir şölene dönüştürmemişken şiirin güneşi, Hilmi Yavuz için toplanan kalabalığın yüzlerini aydınlatıyordu. Üniversitenin Şarkiyat Fakültesi’nin 160., Türkoloji Bölümü’nünse 180. yılı kutlamaları münasebetiyle Türk-Rus Vakfı ile ortaklaşa düzenlenen toplantıya Hilmi Yavuz, Aydın Afacan ve Ercan Yılmaz konuşmacı olarak katıldı. Programı izleyenler arasında ünlü Türkologlar Viktor Grigorevic Gusev ve Apollinariya Avrutina ve Türk-Rus Vakfı Genel Sekreteri Ali Ertuğrul Türkeli de yer aldı.

Modern Türk şiirinin usta ismi Hilmi Yavuz adına düzenlenen ve Türk Filolojisi Bölüm Başkanı Prof. Nikolay N.Telitsin’in yönettiği panelde ilk olarak Ercan Yılmaz konuştu. Hilmi Yavuz’un, Divân şiirinin rahle-i tedrisinden geçen, Şeyh Gâlib gibi ‘tarz-ı selefe takaddüm eden’ ve ‘yeni bir lügat tekellüm eden’ bir şair olduğunun altını çizdi. Sadece Doğu’nun şiir geleneğini değil, Batı şiir geleneğini de ‘temellük’ etmeyi sahih olmanın başat şartı sayan Yavuz’un yol açıcı özelliğini vurgulayan Yılmaz, şairin Cumhuriyet sonrası Türk şiirinin mükemmellik standardı olduğunu anlattı. Varoluşunun şiir yazmakla meşrulaştığına inanan ve yeryüzünde şairane konaklayan Yavuz’u, T.S.Eliot’ın ‘Bilgelik ve şiirsel söyleyiş gibi iki erdem bir kişide bir araya geldi mi, o zaman büyük ozanla karşı karşıya bulunuyoruz demektir.’ cümlesinden hareketle ‘bilgelikle şiirsel söyleyiş’i bir araya getiren büyük bir şair olarak nitelendirdi.

Şair Aydın Afacan ise ‘Hilmi Yavuz’un Şiirine Mito-Poetik Bir Bakış’ başlıklı konuşmasında Hilmi Yavuz’u kendi mitolojisini kuran ender şairlerden biri olarak değerlendirdi. Yavuz’la St. Petersburg arasındaki benzerliğe Apollonik ve Dionysostik bağlamda dikkat çeken Afacan, şairin eserlerini Eşrefoğlu’dan Orpheus’a kadar geniş bir mitos evreni bağlamında anlattı. Mitolojinin dili ile Yavuz’un şiir dili arasındaki ortaklığa vurgu yapan Afacan, metaforlar üzerinden bir okuma gerçekleştirirken ‘ne zaman bir suya eğilip baksam/orda suyun hayâlini görürüm’ mısralarını mırıldanıyordum ben de.

Etkinlik kapsamında Nadir Sarıbacak, tek kişilik oyunu Yeraltından Notlar’ı Dostoyevski Müzesi’nde oynadı.

“SAHİH ŞİİRİN PEŞİNDEYİM”

Hilmi Yavuz, poetikasını anlattığı konuşmasına ‘St. Petersburg’da bir flaneur gibi hissediyorum kendimi, bakışlarımla estetize ediyorum bu şehri’ diyerek başladı. Şiirinin Doğu ile Batı medeniyetinin kesiştiği yerde konumlandığını söyleyerek şiir ile medeniyet arasındaki ilişkiye vurgu yapan şair, ‘sahih’ bir şiirin peşinde olduğunu, ne yaptığını bilen bir şair kimliğini önemsediğini, şiirin dil meselesi olduğuna ilişkin düşüncelerini, şairliğin zanaatkârlık yönünün göz ardı edilmemesi gerektiğini, şiir-ahenk ilişkisini poetikasının merkezinde konumlandırarak sıraladı. Retoriğe karşı lirik şiirin öne çıkarıldığı konuşmada Divan şiirinden dünya şiirinin ustalarına kadar geniş bir coğrafyada gezinen Yavuz, şiir tarihine ve Rus edebiyatına dair kuşatıcı ve kışkırtıcı tespitlerle salondakileri kâh şaşırttı kâh düşünceye sevk etti. Niokolay N. Telitsin’in Hilmi Yavuz’un Petersburglu şair Anna Ahmatova’dan tercüme ettiği bir şiiri Rusça okuması ve Yavuz’un ona Türkçe mukâbele etmesi de programın sürpriziydi. Kendi şiirlerini seslendirdikten sonra Türk ve Rus akademisyenlerin ve öğrencilerin sorularını cevaplayan Yavuz’un kitaplarını imzalamasıyla program sona erdi.

Nazım Hikmet’in Gâlib Dede’den tercüme ederek okuduğu ‘Bir şu’lesi var ki şem-i cânın/ Fanûsuna sığmaz âsmânın’ mısralarını defalarca dinleyen Mayakovski “Bizim ulaşmak için çırpınıp durduğumuz şiir idealine meğer sizin eski şairleriniz çoktan ermişler.” demekten kendini alamamıştı. Tarih tekerrürden ibarettir; Hilmi Yavuz’un kendi şiirlerini okumasından sonra benzer cümleleri işitmek ayrı bir bahtiyarlıktı. Ve gün sonunda hepimizin fark ettiği şuydu: ‘bize doğunun büyük şiiri kaldı.’

]]>

6 Mart 2015 Cuma

Gözler yalan söylemez

Büyük Gözler, yakın dönem sanat tarihinin ünlü bir intihal olayını konu alan etkileyici hikâyesine rağmen çok iyi olamayan ortalama bir biyografi-dram filmi. Amy Adams’ın performansıyla tek başına sürüklediği film, sıra dışı yönetmen Tim Burton’ın en ‘sıradan’ filmi.Sıra dışı yönetmen nitelemesini hak eden sayılı isimlerden Tim Burton, orta halli bir biyografi filmi olan Büyük Gözler’de (Big Eyes) takipçilerini biraz şaşırtıyor. Böyle bir şaşkınlığı hedeflemiş midir bilinmez, fakat Büyük Gözler, etkileyici hikâyesine rağmen, kamera arkasında baskın bir yönetmen dokunuşu taşımayan, hele ki Tim Burton imzası gördüğümüzde şaşıracağımız kadar ‘düz’ bir film.1950’lerde Amerika’da kadın olmanın zorluklarına dair birkaç kelam ile başlıyor film. Üstelik bu kadın, eli fırça tutan bir ressam. Toplumsal normlar, onun resim çizmesini bile yadırgar. Kocasından ayrılıp bir çocuğuyla ayakta kalabilmesi ise neredeyse imkansızdır. Fakat Margaret, tüm cesaretini toplayıp baskıcı kocasını terk eder ve bir arkadaşının yardımıyla San Francisco’ya taşınır. Elinde, büyük gözlü çocuk tablolarından başka bir sermayesi yoktur. Resimlerini sergilediği bir pazarda sokak resimleri çizen ressam Walter Keane ile tanışır ve kısa süre sonra onunla evlenir. İlk başta her şey iyidir; aslında bir emlakçı olan Walter, ticari kurnazlığıyla Margaret’ın resimlerini satışa çıkarır. Bir süre sonra Margaret’ın resimlere attığı Keane imzasından hareketle onun resimlerini de sahiplenir ve karısının resimlerini kendi resimleriymiş gibi pazarlayarak büyük bir üne kavuşur. Çocuğuna iyi bir hayat sağlamak için kocasının eser hırsızlığını sineye çeken Margaret, bu duruma yıllarca ses çıkarmaz. Zamanla gözünü iyice hırs bürüyen Walter, Margaret’ın içindeki mücadeleci ruhu ortaya çıkarır ve olay mahkemeye taşınır…KADIN OLMAK ZOR, AMA NASIL?Geçtiğimiz ay !f İstanbul’da gösterilen Büyük Gözler, iyi bir film olmasına rağmen yönetmen ve oyuncu kadrosunun oluşturduğu beklentinin altında kalıyor. Bunda, yönetmenin açılış sahnesinde vaat ettiklerini perdeye yansıtamamasının payı var. Yüzyılın ortalarında kadın olmak meselesine dokunup geçen film, bir süre sonra dönemin sanat dünyasına dalıyor, Margaret ile Walter’ın evliliği ise hep sisler ardında. Kadın olmanın zorlukları, açılış sahnesinden sonra finale kadar bir daha gündeme gelmezken, gelir gibi yaptığı bölümler de ikna edici değil.Filmde önce Amerikan taşrasında kadın olmanın zorluğunu görüyoruz. San Francisco’da ise ‘özgürlüğüne’ kavuşuyor Margaret. Arkadaşı DeeAnn ile birlikte ‘trendy’ mekanları bile takip ediyor. Üstelik, Hawaii’de de kadın olmanın zorluklarına dair bir emare yok. Margaret’ın kocası Walter ile yaşadığı sorun ise pek bahsedilmeyen ilk evliliğinden farklı olarak sanat hırsızlığı ile ilgili. Tim Burton, açılışta bahsini ettiği “Bir zamanlar kadın olmak çok zordu” temasını âdeta unutuyor. Eğer mesele toplumsal baskılarsa bugün de aynı sorun dünyanın birçok yerinde ve Amerika’da mevcut. Uzatmayalım, Büyük Gözler, esas meselesiymiş gibi yaptığı ‘kadın olmanın zorlukları’ konusunda esaslı ve ikna edici bir şey söylemiyor.BİR TEK AMY ADAMSGelelim sanat meselesine… Yakın dönem sanat tarihindeki ünlü intihal olaylarından birini anlatan film, büyük gözler temalı resimlerin sanatsal değerinden ziyade dönemin sanat piyasasıyla ilgileniyor. Bu bölümde de sanat âlemine dair bilinen durumları yüzeysel geçişlerle tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor yönetmen. Tamamen Walter üzerinden ilerleyen bu yolda, karakterin de ciddi boşlukları var. Quentin Tarantino’nun Hollywood’a kazandırdığı iki Oscar’lı Christopher Waltz, belki de bu yüzden Walter karakterinde kariyerinin belki de en çiğ ve yüzeysel performansını sergiliyor. Tepkileri, jestleri, mimikleri hatta bakışları o kadar klişe ki, perdede Walter Keane değil, üçkağıtçı, kurnaz bir ‘tip’ seyrediyoruz. Amy Adams ise tek başına filmin yıldızı. Karakterinin kırılgan ve naif yanlarını başarılı bir şekilde sergiliyor.Tema geçişleri çok hızlı ve keskin olan filmin teknik açıdan tek devamlılığı renkler. Büyük Gözler’in bir Tim Burton filmi olduğuna inandırabilecek tek yanı ışık ve renk kullanımı ile iki sahnede görünen göz efektleri. Bunun dışında Büyük Gözler, etkileyici hikâyesine rağmen çok iyi olamayan ortalama bir biyografi-dram filmi.

5 Mart 2015 Perşembe

Buğday ambarından arkeoloji müzesine

Ankara’nın ilk özel arkeoloji ve sanat müzesi Erimtan, tarihî Kale bölgesinde 14 Mart’ta açılıyor. İşadamı Yüksel Erimtan’ın 55 yılda oluşturduğu koleksiyonun sergilendiği müzede iki bin eser yer alıyor. Eskiden buğday ambarı olarak kullanılan müze için 12 milyon TL harcandı fakat içindeki eserlerin değeri bundan kat kat fazla.Türkiye’de 280 özel müze var, bunların sadece yedisi arkeoloji müzesi. 14 Mart’tan itibaren bu sayı sekiz olacak. Ankara’nın ilk özel arkeoloji ve sanat müzesi Erimtan, tarihi Kale bölgesinde gelecek hafta açılıyor. İşadamı Yüksel Erimtan’ın 55 yılda satın aldığı iki bin tarihî eser koleksiyonunun yer aldığı müzede, Kültepe tabletleri, Urartu kemerleri, Roma camları, Bizans damga mühürleri, Roma ve Helenistik döneme ait sikkelerin yanı sıra, dönemlere ait canlandırmalar da olacak. Üç Ankara evi yeniden yapılandırılarak (restorasyon değil) inşa edilen müzenin mimarlarından Prof. Dr. Ayşen Savaş, “Burası Ankara Kalesi’nin surdışı yapılarıydı. Büyük ihtimalle buğday ambarlarıydı. Ama artık evsizlere ev olmuştu. ‘Üç Ankara evi’ algısı vardı, onu bozmak istemedik.” diyor. İLK ÇAĞDAŞ SANAT SERGİSİ ALEV EBUZZİYA’NINErimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi’nin koleksiyonu arasında dünyadaki en eski görsel belge niteliği taşıyan Fayum Portreleri bulunuyor. Eski çağ insanlarını resmeden ve dönemin modasından güzellik anlayışına ve sosyal hayatına ışık tutan Fayum Portreleri, üst sınıf Romalılara öykünen Mısırlı kadın, erkek ve çocukların giysi, takı ve eşyalarını resmediyor. Bu portreler, müzede Ana Sergi Salonu’nda sergileniyor. Kültepe tabletlerinden Urartu kemerlerine, Roma camlarından Bizans damga mühürlerine uzanan seçki, koleksiyonun önemli bir bölümünü oluşturuyor. Müze koleksiyonunun bir diğer bölümünde ise farklı dönemlere ait sikkeler bulunuyor. Müzenin başka bir bölümünde ise mühür yüzükleri var. Müze, koleksiyon sergilerinin yanı sıra arkeolojiyle sanatı yan yana getiren özel ve çağdaş sanat sergilerine de yer verecek. Bu sergilerin ilk konuğu dünyaca tanınan seramik sanatçısı Alev Ebuziyya.HER ŞEY YÜZÜK TAŞLARIYLA BAŞLADIYüksel Erimtan, 1960’lı yıllarda Mersin’de bir avuç yüzük taşı ile başlayan koleksiyonerlik hikâyesini şöyle anlatıyor: “Josef adında bir kuyumcunun ufacık bir dükkânı vardı. O dükkâna zaman zaman uğrardım. Sahibiyle bir gün dükkânda oturup kahvemizi içiyorduk. İki köylü geldi; ellerinde ufak taşlar vardı. Josef’e ne olduklarını sorunca “yüzük taşı” dedi. Köylüler ören yerlerinde yağmurlardan sonra dolaşırlarmış. Yüzük taşı, yüzük ve bunun gibi şeyler bulurlarmış. Bu yanıt bana evde bir kâsede duran babamdan yadigâr küçük taşları hatırlattı. Bu taşları alıp Josef’e getirdim. Romalılardan beri kullanılan yüzük taşları olduğunu söyledi. Böylece, o yıllardan bugüne kadar devam eden koleksiyonerlik yolculuğum başladı.”Yüksel Erimtan (87), koleksiyonerliğinin yanı sıra Türkiye Koleksiyonerler Derneği’nin de kurucusu. Başkan yardımcısı, koleksiyoner Turgut Tokuş ile Ankara’da nerede kırık dökük yapı varsa onların restorasyonu için yıllardır koşturuyorlar. Türkiye’de arkeoloji deyince akla ilk önce ‘definecilik’ geliyor, koleksiyonerlere de kaçakçı muamelesi yapılıyor. Böyle bir algının oluşması normal. Çünkü derneğin sadece 36 üyesi var, oysa koleksiyoner sayısı 1700. Onlardan kaçının arkeoloji alanında koleksiyon yaptığı ise bilinmiyor. Tonkuş, “İnsanların köylerinde arkeolojik eser bulunca devlet müzesine getirmesi lazım. Ama başına bir şey geleceği korkusundan getirmiyor. Eserler ya kaçakçıların eline düşüyor ya da koleksiyonerlere ulaşıyor. Yüksel Erimtan gibi koleksiyonerler bu eserlerin yurtdışına çıkmasını önlüyor.” diyor. Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi, ‘definecilik’ ve ‘kaçakçılık’tan öteye gidemeyen arkeoloji algısının değişmesi yönünde olumlu adımlarından biri. Fakat ne kadar katkı sağlayacağını zaman gösterecek. Müze, 14 Mart’tan itibaren pazartesi hariç her gün saat 10.00 ve 18.00 arasında ziyaret edilebilir. www.erimtanmuseum.org Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi yetkilileri dün müzeyi basına gezdirdi. Soldan sağa: Mimar Can Aker, Erimtan Vakfı Başkanı Çağrı Erimtan Aker, mimar Ayşen Savaş ve Müze Müdürü Emin Mahir Balcıoğlu. Ankara Kalesi’ne kapı komşusu Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi, Ankara Kalesi’nin giriş kapısının karşısında yer alıyor. Arsa, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan 25 yıllığına kiralanmış. Bölgede aynı zamanda, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin de olduğu Mahmut Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han, tarihî saat kulesi, Çukur Han ve önceki yıllarda yine bir özel müzeye dönüştürülen Çengel Han Rahmi M. Koç Müzesi bulunuyor. Mimarlar Ayşen Savaş, Can Aker ve Onur Yüncü’nün tasarladığı müzenin mimarisi bölgenin tarihi göz önünde bulundurularak yapılmış. Mesela, pencereler, kale surlarındaki gözetleme kulelerindeki pencere stilinde tasarlanmış. Arkeoloji müzeciliğini 19. yüzyıl kalıplarından çıkararak, çağdaş müzeciliğin amaçlarını yerine getirmeye odaklandıklarını belirten Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi Müdürü Emin Mahir Balcıoğlu, müze ziyaretçilerinin artık sadece seyretmekle ve bilgi almakla yetinmediklerini, katılımcı ve paylaşımcı olmayı istediklerini söylüyor.

4 Mart 2015 Çarşamba

"En iyi denemeciler sürekli okunur"

Yazar, müzisyen, yönetmen ve ressam... Bu sıfatları taşıyan Mehmet Güreli, sanatın faklı alanlarında önemli eserler verdi. Alope'nin Odası, Hayaller ve Sokaklar, son olarak Bedrufi'nin Nefesi adlı yapıtların yazarı olan Güreli; Vapurlar/Blues, Cihangir'de Bir Gece, Yağmur, Odamda Yolculuk, İplerin Kopuşu gibi müzik albümlerine imza attı. Vapurlar, Bir Oyuncunun Portresi: Necdet Mahfi Ayral (Belgesel), İstanbul'a Yolculuk (Dünya Yazarlarının Gözüyle, Belgesel), Gölge (Peyami Safa'nın Selma ve Gölgesi kitabından) gibi filmleri çekti. Taraf gazetesi kültür sayfasında her perşembe köşe yazıları da yazan Mehmet Güreli, ekim ayında yazdığı veda yazısıyla gazeteden ayrıldığını duyurdu. Mehmet Güreli ile son deneme kitabı Bedrufi'nin Nefesi üzerine konuştuk.Bedrufi Nefesi'ni okurken ister istemez sormak gerekir, kimdir Bedrufi ve Mehmet Güreli'nin yazarlık serencamında nasıl bir yere sahiptir? Kierkegaard şöyle der: “İnsanların çoğunun idealleri büyük ve olağanüstüdür; asla gerçekleşmez.” Kendi hakkında ya da kendi başına düşünürken insan öyle hülyalara dalar gider ki bazen, hangi tema onun ilgi alanında onunla çok yakındır, tam anlamıyla kestiremez. Öylece bakar kalır kelimelere. İşte bir ikinci bakışa gereksinme duyduğunu haykırır bazı notlar. Üzerleri çizilmeden, önemleri vurgulanmadan bir çağrıdır bu. Yol gösterildiğinde de yürüyemezsiniz hemen. Kuşkular erimez bir anda. Boşlukta sallanırken hele hiç güvenmezsiniz adımlarınıza. Her çizgide bir tereddüt, bir şüphe, bir eritilmiş amacın gölgeleri gizlidir. Öteki dediğiniz tanınan biridir, sadece yazdığı beldeler silikleşir zamanla, yolda silinir; size ulaştığında size öğretmek için yazmadığını hemen anlarsınız. Ama boşu boşuna olmadığını da. Hayatın gördüğünüz kadarıyla ilerlediğiniz alanında küçük bir sekme, bir çelme bile sizi uyarmayabilir çoğu kez. Oysa her şeye hakim olabildiğinize o kadar inanmış mısınızdır ki? O sekmenin bir işaret olduğunu da anlamayabilirsiniz. Yoldan çıkmış olsanız bile, hatta düşseniz bile… Bir yeni ışıktır bir filozof.Bedrufi de bir gün yazılarıyla gelivermiştir öyle. Tüm birikimini sizin odanıza bırakıvermiştir. Bir gün bana şöyle demiştir: “Bildiğiniz oyunu oynayın, bilmediğinizi seyredin.” Bana, her şeye başka açılardan bakmayı göstermiştir. Zaman içinde satırlar hayat bulur onda. Sizden hiçbir şey beklemeden açar dünyasını. Düşündüklerini döker ortaya. Beklentilerinize cevap vermek için oraya geldiğini düşündüğünüzü bilir. Söyleyeceğini söyler, yazacağını bırakır gider. Bir kurtarıcıdan çok bir yardımcı gibi hisseder kendini. Gerçek adını bile tam söylemediğini düşündürür insana. Bir muamma gibi görünür; oysa bir şeyi bile çözse mutlu olacak biridir. Kaprisleri üzerine düşünen Cioran gibidir; hem uykusuz, hem dost, hem de derinlerde yüzmekten korkmayan biri… Kendi söyleyeceklerinizi Bedrufi üzerinden ifade ederken denemeye de alan açmış oluyorsunuz. Çünkü deneme, başka yazarların dediklerine de fazlaca imkân sunan bir tür, yanılıyor muyum? Deneme, bir yolculuk gibidir. Her denemeciye göre de yolu yordamı farklıdır. Bazılarıysa hiçbir yere gitmez görünürler. Oturdukları koltuktan resmederler dünyayı. Hiç yerlerinden kalkmadan sunarlar her şeyi size. Kimi romandan söz eder, kimi şiirden. Haydut, kürek mahkûmu ve sahte kuklacı, Ginesillo de Parapilla ve ayrıca Pedro Usta adlarıyla da anılan Gines de Pasamonte kendi yaşamını anlatan bir kitap yazmaktadır. “Kitap bitti mi?” diye sorar Don Kişot. Gines şu yanıtı verir: “Yaşamım bitmediğine göre kitap nasıl bitsin?” Bazıları nasıl yazdığını anlatır, bazıları nasıl okuduğunu. Hayat, denemenin ilgi alanları içinde sere serpe uzanır, öylece akar gider. Bazılarında filmler yeniden başlar akmaya. En iyi denemeciler sürekli okunur. Birden karşınıza hiç duymadığınız bir yazar ya da sinemacı çıkabilir. Ve sizi bilmediğiniz bir beldeye taşıyabilir. Carlos Fuentes okurken Kenji Mizoguçi'nin 'Yağmur Sonrasının Solgun Ayının Öyküleri' filminde bulabilirsiniz kendinizi. Deneme, prensiplerden konulara atlamak değildir. Sadece inceliklerle dolu, bilgi yüklü ve güler yüzlü geçişlerin türüdür. "Şuna inanırım, hakikat eğer varsa bir kelimeye sığar zaten." diyorsunuz. Bu biraz da yaş almanızla ilgili olabilir mi? Çünkü gençlikte hakikat bazen bir davada, bazen bir ideolojide bazen de Tanrı'da bir kelimeye sığacak kadardır. Yanılıyor muyum? Bu biraz da hakikatin saflığını, yalınlığını karşılıyor bence. Yoksa yıllar içinde yol almayla bir ilgisi yok. Size doğru gelen çizgide ilerlemenizle ilintili sadece. Bir tür prensipleri saptama meselesi. Ayrıca kendinizi korumayla da bağlantılı değil. Seçimle, davranış özelliklerinizin alanlarıyla iyi okumalar gerekiyor. Geçmiş, bize hakikate ne kadar yaklaşmış olduğumuzu gösteriyor, hatta hiç yaklaşamadığımızı da gösterebilir. Bu yüzden zaman hiçbir şey ifade etmiyor. Siz kıyaslamalarla, deneylerle sonuçlara varıyorsunuz. Saf aklınızın tarihi kaç kelimeyle yüreğinizi temiz tuttuğunuzu size söyleyecektir mutlaka. Ahmet Altan özelinde yazarın hakikate bağlılığı, rüzgâra göre yön değiştirmesi meselesi üzerine söz açıyorsunuz. Sanırım böyle yazarlar edebiyatımızda nadir olarak karşımıza çıkıyor? Evet, bazı yazarlar zor bulunur. Onların yazdıkları ise hiç kaybolmaz. Onlar hiçbir zaman unutulmazlar da. Fırtınayı da çok güzel anlatırlar, hayatın büyüsünü de. Onları okumak zevktir. Okuduğunuz bir hikâyeyi bile onlardan bir daha okusanız, yeni duygular, farklı titreşimler yaşarsınız. Ayrıca denemeler yeni denemelerin de habercisidirler. Birbirlerini çoğaltırlar, birbirlerinden beslenirler ve sizleri başka kitaplarla, yeni yazarlarla da tanıştırırlar. Maksim Gorki şöyle der: “Kitap yazmayı kendileri için bir zanaat, bir 'geçim vasıtası' olarak görenler vardır; onlar insanla ilgili yalan söylemezler, insanı olduğundan daha kötü göstermezler.” Bu yüzden de bazı yazarlar kolay yetişmez ve onlara çok az rastlarsınız. Evet, bazı yazarlar zor bulunur. "Hayatı şimdiki zamandan uzak tutmalı, onun aceleci, aç gözlü, kıskanç bakışlarından da sakınmalı." cümlenizi okurken aslında her an şimdiki zamana mahkûm olmanın çaresizliğini de hissediyor insan. Hayatı niçin şimdiki zamandan uzak tutmalı, sakınmalı?" Herodot'un sadece tarihe değil, insanın yaşamına da ilişkin bir yasasından söz etmeli: “Talih insana sonuna kadar yar olmaz.” Hayatı da çok çabuk verilen kararlardan biraz uzak tutmalı gibi geliyor bana. Hiçbir yapıt bir anda oluşmuyor. Onun zaman dilimi içinde yavaş yavaş kendini bulması gerekiyor. Bir düşünce, bir fikir için de aynı şey tabii. Kelimelerle örse de kendini bir yapıt, uzun yaşayabilmesi için çok sayıda tarih, felsefe, edebiyat okumaları yapması gerekiyor. Tarih senin hemen bir şeyler söylemeni değil, kalıcı olabilecek doğru şeyler söylemeni değerlendirir eninde sonunda. Bugün dendiğinde dün ve yarını anlamalıyız. Ve yine Herodot'la bitirelim: “Nasıl başlanacağı bilinir, nasıl biteceği bilinmez.” Denemeyle bir hayli hemhal olmuş, pişmiş bir kaleminiz var. İyi bir deneme yazısı sizce hangi niteliklere sahip olmalıdır? Denemede insanı çeken belki de büyük usta Montaigne'in, “Ruhum şöyle bir yere tutunabilse, kendimi denemekten vaz geçer, ben de kararlı bir kişi olurdum: ne yapayım ki ruhum çıraklık çağından, deneme çağından bir türlü kurtulamıyor”, sözlerinde saklı. Hayatının sadeliğinde ve kendini tanımaya harcadığı çabanın içinde gizli. Amacı da Zweig'in dediği gibi, kendinden yola çıkmak ve yine kendine varmaktır. Ve tüm bu çabalar bir anlamda okumayla başlar kuşkusuz; ikinci merhale de yazmaya hazırlık. Montaigne'in de inanmak güç de olsa Rönesans çağına kadar yazılmış her metni okuduğu söylenir. Bu da tabii denemenin temel taşları. Notlar ve biriktirmek. Sonrası ise onlar için defterler yaratmak, önemli bulduklarını yeniden hayata geçirmek. Denemenin ustalarını tanıdıkça zaten iyi denemeye ulaştığını hissetmeye başlar okur. Heyecanlandıkça, notlar aldıkça, ulaşmak istediği kitaplar çoğaldıkça yeni bir şeylerle karşılaştığını da bilir. Benim için de iyi deneme, geçişlerin, ipliklerin, bağlantı yerlerinin hissedilmediği, kişinin akışın büyüsüne kendini kaptırmasıdır. Değişik, uzak bir konuya bile insanı yakınlaştırabilmesi, sıcaklık duymayışını sağlayabilmesidir. Bir yazınızda, “Ne kadar derin, ne kadar kutsal bir şeydir bazı kişilerden sürekli söz etme ihtiyacını duymak. Onların ölümsüzlüğünü hissetmek, yapıtlarının içinde yaşamak ve dünyayı sanki onların kestiği bir camın içinden seyre dalmak.” diyorsunuz. Tam da bu bağlamda sormak isterim, yazarlık tutumunuzu etkileyen, kaleminizi besleyen yazarlar ve kitaplar hangileri oldu?“Bedrufi'nin Nefesi” bir anlamda son ilgilendiğim, yeni bulduğum yazarlar, sanatçılarla çocukluğumdan bu yana hiç vazgeçmediklerimin buluşması sayılabilir. Cervantes, Stefan Zweig, Sait Faik, Andre Suarez, Nabokov, Rilke, Robert Walser, A. Platonov, S. Birsel, Ahmet Rasim, Beckett, Thomas Bernhard, Hamsun, Refik Halid, Henri Michaux, Kafka, Panait İstrati, Georges Simenon, Borges, Poe, Primo Levi, Kierkegaard,Cioran ve niceleri… Zaten evimin bir köşesi bu yazarlara ayrılmıştır. Diğer bölümlerde de hayran olduğum sinemacılar yer alır. Hayat bu kitaplar arasında yaşamaktır bir bakıma ve geçişler çok önemlidir.