15 Temmuz 2015 Çarşamba

‘Yeni ufuklar'dan yeni hikâyelere...

NASA'nın projesi “New Horizons” (Yeni Ufuklar) isimli insansız uzay aracı, bugün Plüton'a en yakın noktaya ulaşmış olacak. 2006'da dünyadan ayrılan araç, Plüton'la ilgili bilgiler toplayıp bize gönderecek ve güneş sisteminin en uzağındaki bu ‘cüce' gezegenle ilgili yeni şeyler öğreneceğiz. Peki, bu keşif edebiyat ve sinema yoluyla anlatılan hikâyeleri nasıl etkileyecek?

NASA'nın projesi “New Horizons” (Yeni Ufuklar) isimli insansız uzay aracı, bugün Plüton'a en yakın noktaya ulaşmış olacak. 2006'da dünyamızdan ayrılan araç, Plüton'la ilgili bilgiler toplayıp bize gönderecek ve güneş sistemimizin en uzağındaki bu “cüce” gezegenle ilgili yeni şeyler öğreneceğiz. Peki, hiç düşündünüz mü, bu keşif edebiyat ve sinema yoluyla anlattığımız hikâyeleri nasıl etkileyecek? Ya da soruyu şöyle sorayım: Juliet, kendisini sadece kısa süreliğine ölü gibi gösterecek o iksiri içtiğini, Romeo'ya WhatsApp'tan haber verebilseydi, Shakespeare'in edebiyatında neler değişirdi?

İki yıl önce gösterime giren Gravity isimli film, teknolojinin bizi hangi hikâyelere hazırladığına dair önemli bir zihin jimnastiği imkânı sunmuştu. Gravity, bilimkurgu sınıfına girmeyen bir uzay filmi olarak tasarlanmıştı ve iki astronot arasında geçen konuşmalara dayalıydı. Bir uyduyu tamir etmek üzere orada bulunuyorlardı ve pekâlâ yüksekçe bir iskelede çalışan iki inşaat işçisi de olabilirlerdi. Filmde, fütüristik göndermeler yahut bilimkurgu ögeleri yoktu. Kabaca, insanlığın en eski meselesi olan varolma ve hayatta kalma meselesini ele alıyordu. Amerikalı yazar Walter Kirn'ün aynı isimli romanından uyarlanan Up in the Air (Aklı Havada, 2009) isimli film de yine “teknoloji” ile mümkün olabilen bir hayatın sırlarına nüfuz edebilmeyi denemişti. Kahraman, işi gereği sürekli Amerika'da eyaletler arası uçuş yapan ve bu “yalnızlığın” tadını çıkardığını düşünen birisidir. Ta ki, kendince kurduğu bu “kusursuz hayat” çatırdamaya başlayana kadar. Uçaklar, havaalanları, mil kartları, oteller… Ve bütün bunların insan hayatına etkileri… Tıpkı Elif Şafak'ın Araf (2004) romanında bir CD çaların karaktere dair çok fazla şey anlatması gibi.

Teknoloji ve bilimsel keşifler, sadece hayatlarımızı değiştirmiyor, anlattığımız hikâyelerdeki yapıyı da kırıp geçebiliyor. Odysseus'un yolculuğu ile bilimkurgu filmlerindeki uzaylıların galaksiler arası yolculuğunu benzetmek işin sadece bir yönü. Dahası, yeni bir icat, yeni bir keşif, hikâyede pasif bir alegorik malzeme olmaktan çıkıp kendince başlı başına bir yer edinebiliyor. Sözgelimi Tolstoy'un, kimilerine göre, başyapıtı Anna Karenina'yı (1873-1877) trenler olmadan düşünemeyiz. Ancak mesela Shakespeare'in trajedilerinde trenler olsa, hadiselerin bambaşka sonuçlanacağını da düşünebiliriz. Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası (1898) da, hakeza, arabanın sadece metafor olarak kullanımından öte, toplumdaki yapısal dönüşüme katkısını tartışıyor. Tanpınar'ın unutulmaz eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961) de bu kâbilden değerlendirilmeyi gerektiriyor. Eşyalar da, teknoloji sayesinde, tıpkı insanlar ve toplumlar gibi değişip gelişiyor ve anlattığımız hikâyelerin yapısal çerçevesini dönüştürebiliyor.

Ancak kurgusal hikâyelerde teknolojiyi yakalamak her zaman mümkün değil. Belki sinema bu konuda daha avantajlı. Ancak çağımızın önemli yazarlarının önemli bir kısmı, kendi gençliklerini, yani teknolojik patlamanın henüz yaşanmadığı 1990'lar öncesini yazıyor. Sözgelimi Orhan Pamuk'un romanlarında cep telefonu görmek mümkün değil. Umberto Eco, nadiren de olsa günümüze yakın tarihlerde yaşanan hikâyeler anlatabiliyor (örneğin; Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi, 2004) ancak o da kendi geçmişinden, (bahsi geçen kitapta çizgi romanlardan ve çocuk kitaplarından) bahisler açıyor. Bunun anlaşılabilir sebepleri var elbette. Bir açıklama şöyle olabilir: Bu yazarların çoğu entelektüel birikimlerini teknoloji patlamasından önce yazılmış hikâyelerle doldurdular ve “şimdi”yi değil belki de o “tarih”i anlamaya çalışıyorlar. Eco'dan, Pamuk'tan ya da “klasikler” arasına girmiş herhangi bir yazardan Facebook evrenini, Twitter'daki sanal klanları anlatmasını beklemek belki bir yirmi sene daha imkânsız.

“Hikâye akışı için cep telefonundan daha kötü bir şey yoktur” diyor sözgelimi Amerikalı bir yazar, The New York Times'ın pazar ekinin bu konudaki soruşturmasında. Çünkü cep telefonu, bir karakterin kaybolma ya da zor durumda kalma ihtimalini düşürüyor. Aynı soruşturmada birkaç yazar daha bu konudan mustarip olduğunu belirtiyor. Bir başka yazar, 19. ve 20. yüzyıllarda insan hayatının bir “hikâye” ya da “anlatı” özelliği taşıdığını fakat internetle birlikte artık yedi milyar birimlik bir yığının içinde tek bir birim olduğunu anlatıyor. Bütün bunlar, karakter inşasında yaşanacak sıkıntılara birer işaret aslında. Elbette teknolojinin sadece araçları değiştireceğini ama anlatılan hikâyelerin benzer olduğunu söyleyenler de var.

Bilimkurgu romanın zirve eserlerinden Biz'in (1920) yazarı Yevgeni Zamyatin, “yaşayan bir edebiyatı” şuna benzetiyor: “O, seren direğine çıkmış bir gemici gibidir: Direğin tepesinden batan gemileri, buzdağlarını ve yaklaşan fırtınaları görür; güvertedekiler ise bunlardan habersizdir.” İnsansız bir aracın Plüton'a seyahatini organize edebildiğimiz bir dünyada yaşıyoruz, hikâyelerimiz neden “yeni ufuklar” bulmasın ki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder