31 Mart 2014 Pazartesi

‘Balık’ izleyici ile barışık bir film oldu

Sekizinci filmi ‘Balık’ın çekimlerini tamamlayan Derviş Zaim ile filminin çekim aşaması ve sonrasına dair bir söyleşi yaptık. İstanbul Film Festivali’nden sonra gösterime girecek olan Balık, insanın doğa ile olan ilişkisine odaklanıyor.Türk sinemasının özgün yönetmenlerinden Derviş Zaim'in son filmi Balık'ın çekimleri tamamlandı. İnsanın doğa ile olan ilişkisine odaklanan filmin basın toplantısı geçen hafta oyuncuların da katılımıyla The Plaza Hotel'de yapıldı. Çekimleri Bursa Gölyazı köyünde gerçekleştirilen ‘Balık', Derviş Zaim'in jüri başkanlığını yaptığı İstanbul Film Festivali'nden sonra gösterime girecek. Zaim'le, gösterim öncesinde küçük bir söyleşi gerçekleştirdik. Başrollerinde Bülent İnal ve Sanem Çelik'in rol aldığı film, balıkçılıkla geçimini sağlayan bir ailenin küçük kızlarının hastalığı için mücadele ederken tabiatla kurdukları ilişkiyi anlatıyor. Geçtiğimiz yıl gösterime giren ‘Devir' filmi ile ilk defa insan-doğa ilişkisine eğilen Zaim, bu ilişkinin, üzerinde en fazla konuşulmaya değer konulardan biri olduğunu düşünüyor. Ona göre bundan sonra karşılaşacağımız pek çok sorun aslında bizim doğayla olan ilişkimizle de bağlantılı olacak ve eğer kendimize çekidüzen vermezsek bindiğimiz dalı keseceğiz. ‘Balık' için “İzleyici ile barışık bir film olacak.” yorumu yapan yönetmen, son filminin farklı yanları olduğunu, fakat diğer çalışmalarından bütünüyle ayrılmadığını dile getiriyor ve ekliyor: “Mesela karakterler gelenekten yararlanmayı yine kendilerine şiar ediniyorlar. Ama burada gelenekten yararlanma biçimi çayın içindeki şeker gibi görünmez. Balık'ın aksiyon çizgisi, hikâye örgüsü öteki filmlerle kıyaslandığında biraz daha yalın ama yine de filmin yapısını klasik bir yapıdan daha farklı kılmak için bazı şeyler yaptığımızı söylemem gerekiyor.” ‘Devir’ filmini çekmeye başladığında elinde yalnızca bir özet olduğunu söyleyen Zaim, senaryonun filmi çekerken tamamlandığını anlatıyor. “Filme başlarken bir fikrim vardı ama bunun tam anlamıyla nasıl olacağına dair kendimi serbest bırakmıştım. Bilmediğim şeyleri öğrenmek, görmek için ‘Devir’ filmi vesile oldu. Öyle bir açıklık şu ya da bu şekilde Balık'ta da var. Devir'deki kadar bitmemiş senaryo yoktu Balık'ta ama yine de kendimi yolda benim karşıma çıkma ihtimali olan sürprizlere açmak istedim.” açıklamalarını yapan yönetmen, sanatçının çocuk kafasını ve ruhsal esnekliğini kaybetmemesi gerektiğini söylüyor.Leylek şenliği peşinde...Derviş Zaim'in, filmin çekimlerinin büyük kısmını gerçekleştirdiği Gölyazı köyünü keşfetmesinin ilginç bir hikâyesi var. Önce Karadeniz kıyılarını ve büyük balıkçı teknelerini hayal ettiğini belirten Zaim, Gölyazı köyünü gördükten sonra senaryoyu yeniden inşa ettiğini belirtiyor. Yönetmen, Gölyazı köyünü keşfetme sürecini ise şöyle anlatıyor: “Bir gazete haberinde Bursa Uluabat Gölü'nün kenarındaki eski kıraç köyünde leylek şenliği olacağını okudum ama oraya gittiğimde köy bomboştu. Muhtar, gazeteye ilanın yanlış verildiğini, şenliğin bir ay sonra yapılacağını söyledi. Haliyle boşu boşuna geldiğim için canım sıkılmıştı ama o sayede Gölyazı'yı buldum. Küçük bir adacık, balık kooperatifi var. Mimari ve doğa da enteresan geldi. O yüzden o mekânı görünce senaryoyu da ona göre inşa ettim. Çekimin önemli bir kısmını Bursa'ya kaydırdım, bir kısmını da İstanbul'da yaptım. İyi ki böyle olmuş. Ortaya çıkan sonuçtan çok memnunum.” Başrollerini Bülent İnal ve Sanem Çelik'in paylaştığı filmde ayrıca Gizem Akman, Myroslava Kostyeva, Nadi Güler, Zafer Altun, Rıza Sönmez, Nihal Türkdönmez, İpek Zeylan, Adnan Tunalı, Ömer Naci Topcu, Levent Uzunbilek, Coşkun Tamer ve Melih Sezgin rol alıyor. Sanem Çelik, 13 yıl sonra yeniden bir Derviş Zaim filminde başrol oynuyor. Çelik, ‘Filler ve Çimen'deki rolüyle Antalya Film Festivali'nde ‘En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü kazanmıştı. ‘Balık' ayrıca Bülent İnal'ın sinemada ilk başrolü olma özelliğini taşıyor.

29 Mart 2014 Cumartesi

Kemençe üstadı Cüneyd Orhon’un arşivi açılıyor

Barış Manço’nun en sevilen şarkılarından Dağlar Dağlar’daki o yanık, içli kemençeyi çalan Cüneyd Orhon’un arşivi, ailesi tarafından İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’na bağışlandı. Arşivin tanıtımı ve sunumu, 2 Nisan’da konservatuvarın içindeki Ercümend Berker Kütüphanesi’nde yapılacak.“Barış Manço’yu İstanbul Radyosu’nda çalışan annesi vasıtasıyla tanımıştım. Ben o zamanlar İstanbul Radyosu’nda reklam programları yapıyordum. Barış, o sıralarda Belçika’da müzik yapıyordu. Görüşmelerimizde zaman zaman onun müziğini Türkiye’de tanıtmak için sohbetler yapıyorduk. Bu arada Barış Manço yavaş yavaş Türk müzik dünyasında tanınmaya başlamıştı. Bir akşam bize yemeğe geldi. Cüneyd de oradaydı. Eski bir halk türküsünü yeni bir yorumla seslendirmek istediğini söyledi. Barış nota bilmezdi. Cüneyd’e ‘Söylesem bu türküyü notaya alır mıydınız?’ diye ricada bulundu. O türküyü mırıldanırken Cüneyd kemençeyle, Barış da gitarla çalmaya başladılar. Hemen oracıkta Cüneyd türkünün notalarını yazdı. İşte bu ünlü şarkının doğduğu akşamın hikâyesi budur.”Bu hikâyeyi anlatan kişi İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı, kurucu üyeleri arasında yer alan kemençe üstadı Cüneyd Orhon’un ağabeyi Maarifi Orhon. Bahsettiği şarkı ise Barış Manço’nun Dağlar Dağlar’ı. Fakat çok az kişi “Dağlar Dağlar”ı bu kadar ünlü yapan ve sevdiren nağmeleri Cüneyd Orhon’un notaya aldığını ve çaldığını biliyor. Hocasının kıymetinin bilinmediğini söyleyen 30 yıllık öğrencisi Nermin Kaygusuz, Orhon’un Türk müziğine getirdiği yenilikleri Türk Musikisi dergisinde şöyle ifade ediyor: “Cüneyd Orhon, büyük bir cesaretle kemençeyi gitarla beraber bir hafif Türk müziği parçasında ilk kez kullanmıştır. Büyük bir cesaretle, çünkü o zamanlar Türk müziği dünyasında Türk müziği-Batı müziği kutuplaşması zirvedeydi. Bir Türk müziği çalgısının Batı müziği enstrümanlarıyla ve Batı müziği formatıyla kullanılması kabul edilir gibi değildi. Cüneyd Orhon, Barış Manço’ya bu plakta eşlik etti ve belki de Türk müzik dinleyicileri ilk kez kemençeyle bu kadar yakından tanışmış oldular.” Dağlar Dağlar’daki o yanık, içli kemençeyi çalan Cüneyd Orhon, 2006 yılında aramızdan ayrıldı, fakat geriye, Dağlar Dağlar gibi notaya aldığı, icra ettiği yüzlerce klasik Türk müziği eserini, kemençelerini, müzik kitaplarını ve 1950-60’lı yıllardaki kayıtlarını bıraktı. Kızı Nergis Orhon tarafından Moda’daki evinde saklanan bu arşivin bir kısmı İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’na bağışlandı. Arşivin tanıtımı 2 Nisan Çarşamba günü konservatuvarın içindeki Ercümed Berker Kütüphanesi’nde saat 15.00’te yapılacak. Arşivde Orhon’un kullandığı ilk kemençe ile hocası Niyazi Keman Seyhun’a ait kemençe, yüz adet müzik kitabı, 40 civarında makara, 40 kadar kaset ve hocanın el yazısıyla kaleme aldığı 252 saz eseri ile 750 sözlü eser bulunuyor. Üstadın gömlek kutularında sakladığı ve alfabetik sırayla makamlara göre düzenlediği bu notalar, hem İTÜ TMDK hem de müzik dünyası arşivine önemli bir kaynak olacak nitelikte. Arşivin tasnifini yapan Orhon’un öğrencisi Gözde Çolakoğlu Sarı, “Türk müziğinde bütün hocalar meşk silsilesi yani usta-çırak ilişkisi ile yetişmişler. 1876’dan sonra eserler notaya aktarılmaya başlanıyor. Ve her öğrenci hocasından öğrendiği notayı aktarıyor. Günümüzde bir eserin 5-10 tane farklı yazılmış notasını bulabiliyoruz. Doğruya ulaşmak zor. Bu nedenle Cüneyd Orhon, Alaeddin Yavaşça, Cüneyd Kosal gibi hocaların yazdığı notalar eğitimimiz açısından altın değerinde.” diyor. Arşivde bunların dışında hocanın şapkası, nota yazdığı kalemi, gözlüğü de yer alıyor. Orhon’un dönemin hanende ve sazendeleriyle çalmış olduğu makaralardaki kayıtları ise dijital ortama aktarılıyor. İTÜ, Cüneyd Orhon arşivini açmakla birlikte, aynı mekânda bir başka etkinliğe daha ev sahipliği yapacak. Sanatçının kızı Nergis Orhon Soydaner’in resim sergisini de sanatseverlerle buluşturacak. Nergis Orhon’un son iki yılda yaptığı resimlerden oluşan sergi, bir hafta açık kalacak. Açılış günü Cüneyd Orhon’un öğrencileri ve Orhon’un da zamanında içinde bulunduğu Türk Müziği Triosu bir resital sunacak. Orhon, arkadaşları udi Mutlu Torun ve viyolonsel sanatçısı Necati Giray, Türk Müziği Triosu adında küçük bir grup kurarlar. Orhon’un vefatından sonra bu grup dağılır. Arşivin tanıtımı vesilesiyle tekrar bir araya gelen Mutlu Torun ve Necati Giray, yanlarına hocanın öğrencilerinden Sercan Halili’yi alarak tekrar Türk Müziği Triosu’nu canlandırır. Çarşamba günü yapılacak tanıtım, bu grubun mini konseriyle sona erecek.

28 Mart 2014 Cuma

İş mi, aile mi?

Juliette Binoche’un başrolde olduğu film, bir kadın fotoğrafçının içine düştüğü ikilemi konu alıyor.Rebecca dünyanın sayılı savaş fotoğrafçılarındandır. Kabil’de bir kadın intihar bombacısının fotoğraflarını çekmek üzere görevlendirildiği sırada olayın içine girer ve ciddi biçimde yaralanır. Evine ise bir başka bomba düşer. Kocası ve kızları, onun çalışarak kendisini öldürmesi düşüncesine daha fazla dayanamazlar ve ona bir ültimatom verirler: Ya işini ya da ailesini seçecektir.

27 Mart 2014 Perşembe

Tiyatronun sıra dışı teyzesi

Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu’nun kurucusu, oyun yazarı ve oyuncusu Ümmiye Koçak, köy kadınlarının sesini tiyatro ile duyurduğu için, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü dolayısıyla Sabancı Vakfı tarafından gerçekleştirilen “Fark Yaratanlar” projesi kapsamında haftanın ismi seçildi. Koçak ile 45 yaşından sonra tanıştığı tiyatro macerasını konuştuk.Ümmiye Koçak, 45 yaşına kadar hiç tiyatro izlememiş. Hatta kendi ifadesiyle tiyatronun t’sinden bile haberi yokmuş. Ta ki 2000 yılına kadar... Bir gün köylerine bir tiyatro topluluğu gelir ve Ümmiye Hanım’ın hayatı değişir: “Tarsus Şehir Tiyatrosu köyümüze gelmişti, onları izledikten sonra yanlarına gittim. Adınız ne yavrum, diye sordum. Bana “Teyze benim adım Ali” dedi. “Kurban olduğum, az önce Veli’ydin” dedim, çocuklar güldü. ‘Teyze o benim rol ismim’ dedi. Ben de o gece eve gidince sabaha kadar çocukların oyununu kafamda canlandırdım. Kendi kendime, Ümmiye kızım, biz de bu çocuklar gibi tiyatro oynasak biz de sesimizi Mersin’e duyururuz, dedim.” O günden sonra Ümmiye Hanım, tiyatro yapmanın yolunu aramaya koyulur. Aslında anlatacak çok şey vardır, konu sıkıntısı yoktur, etrafında anlatacak çok şey vardır. “Ayşe arkadaşım kaynanasıyla yaşadığı sıkıntıları, Fatma arkadaşım da kocasıyla yaşadığı sıkıntıları anlatırken utanıyor ve başkasınınmış gibi anlatıyordu. Ben de o zaman bu çocuklar gibi bir tiyatro oyunu yazmalıyım, arkadaşlarımın yaşadıklarını başka isimlerle onlara oynatırım dedim. O zaman da kocaları yanlışlarını görür ve kendilerini düzeltirler diye düşündüm.” Eşi ve çocuklarının tam desteğiyle yola koyulur Ümmiye Koçak, ancak çevreden çok fazla olumsuz tepki alır. Bütün bu tepkilerin geleceğini bekliyor ve yapılmamış bir şeyi gerçekleştirmenin zorluklarını biliyordur. Bu yüzden ne ‘artist mi olacağız’, ne de ‘dedikodu olur’ gibi sözler onu yolundan döndüremez. Aksine o, yılmayıp sabırla anlatmaya devam eder. 40 yıllık arkadaşlarına, komşularına, eşine dostuna bir çağrıda bulunur. “Bakın kızlar” der, “yıllardır bağ bahçede çalışıyorsunuz, yıllardır dağdan eşekle odun getiriyorsunuz, evinizin işini ihmal etmiyorsunuz, peki bunun karşısında size hiç ‘Eline sağlık hanım, sağ ol gelin’ diyen oldu mu? ‘Yok valla, kimse demedi’ dediler. Ben de onlara ‘O günkü çocuklar gibi biz de bunları sahnede yapalım o zaman belki bizi takdir edip alkışlarlar’ dedim.” Kadınlar böylece ikna olur, fakat bu defa da sıra onların eşlerini ikna etmeye gelir. Ümmiye Hanım yedi yol arkadaşı bulabilmek için 40 kapı çalar, argo kelimelerle ona hakaret edenler de çıkar bu kapılarda, “Tiyatro size mi kaldı?!” diyerek kapıdan gönderenler de. Yılmadan devam eden çabası sayesinde Koçak, 2001 yılında Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu’nu kurmayı başarır. Çevre bilinci, kadına ve çocuklara yönelik şiddet gibi toplumsal meseleler, topluluğun öncelikli konuları. Hatta Ümmiye Koçak, tiyatro oyunlarının yanında kadına yönelik şiddeti ele aldığı bir film de çekti. “Yün Bebek” adlı filmin senaryosunu yazabilmek için Mersin Sinema Derneği’nden örnek bir senaryoyu yaklaşık yüz kere okuyup senaryosunu da neredeyse yirmi kez baştan yazar. Bu çabası da geçen yıl, her ne kadar imkansızlıklar nedeniyle ödülünü almaya gidemese de, New York Avrasya Film Festivali’nde “Sinemada en iyi Avrasyalı Kadın Sanatçı” ödülüyle karşılık bulur. Topluluk, kurulduğu günden bu yana geçen 13 yıllık süreçte 10’u aşkın tiyatro oyunu ve bir sinema filmini hayata geçirdi. Ümmiye Koçak, geldikleri noktayı şu sözlerle özetliyor: “İlk başladığımda da annelerin, çocukların tiyatro yolu ile bilinçlenip eğitilebileceğine inandım. Hâlâ da aynı inançtayım. Bağırarak, kalp kırarak, zorla, şiddetle hiçbir şey olmaz. İyi ve güzel şeyleri büyüklere de, küçüklere de tiyatro ile anlatmaya çalışıyoruz. Daha geniş kitlelere ulaşmak için gece gündüz çalışıyoruz.”

26 Mart 2014 Çarşamba

Deep Purple, Rum Kesimi’nin engelleme girişimine boyun eğmedi

Dünyaca ünlü İngiliz rock grubu Deep Purple, Kıbrıs Yakın Doğu Üniversitesi’nin 25. yıl etkinlikleri kapsamında 24 Mayıs’ta Kıbrıs’ta konser verecek. Fakat daha grup gelmeden konser siyasî bir boyut kazandı ve Kıbrıs Rum Kesimi, konserin iptal edilmesi için engelleme girişiminde bulundu.Dünyaca ünlü İngiliz rock grubu Deep Purple, Kıbrıs Yakın Doğu Üniversitesi’nin (YDÜ) 25. yıl etkinliklerinin kapanış konserinde sahneye çıkmak üzere 24 Mayıs’ta Kıbrıs’a geliyor. Fakat Kıbrıs’taki tüm uluslararası organizasyonlar maalesef, hâlâ siyasi bir boyut kazanabiliyor. Özellikle iki kesim arasında bugünlerde devam eden Ada’nın birleşmesine yönelik ‘Güven Artırıcı Önlemler’in konuşulduğu müzakere sürecinde böyle olayların yaşanması daha da üzücü. 25. yıl etkinlikleriyle ilgili bilgi vermek üzere önceki gün Yakın Doğu Üniversitesi Atatürk Kültür ve Kongre Merkezi’nde bir basın toplantısı düzenlendi. Türkiye’den de gazetecilerin katıldığı toplantı, grubun daha önce verdiği konser kayıtlarıyla başladı. Sahne önünden ağır ağır yükselen platformun üzerinde ortaya çıkan Deep Purple yazılı bateri, Deep Pruple maketi ve sis efekti, toplantıyı mini bir konsere çevirdi. YDÜ Mütevelli Heyeti Başkanı Yrd. Doç. Dr. İrfan S. Günsel, YDÜ Hastanesi Yönetim Kurulu üyesi Ahmet Savaşan, Mütevelli Heyeti Başkan Yardımcısı Murat Tüzünkan ve Deep Purple Temsilcisi Eyüp İblağ’ın katıldığı toplantıda konser hazırlıkları ve engelleme girişiminin ayrıntıları anlatıldı. Murat Tüzünkan, Deep Purple ile anlaşma sağlandıktan bir süre sonra gruptan e-mail aldıklarını ve gruba İngiliz konsolosluğu aracılığıyla gelen uyarıyı üzülerek öğrendiklerini söyledi. Tüzünkan, gruba Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne gelmemeleri için üç neden ileri sürüldüğünü belirtti: Kıbrıs’a uçuşların illegal yani yasal olmadığı, konserin yapılacağı üniversite topraklarının Rum Kesimi’ne ait olduğu ve Kuzey Kıbrıs’ın işgal altında olduğu; dolayısıyla grup üyelerinin can güvenliğinin olmadığı belirtilmiş. “Ancak grup, konserin gerçekleşmesine büyük önem veriyor.” diyen Tüzünkan, konserin iptal edilme ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu söyledi: “Hatta bu olay, onların tam tersi şekilde düşünmelerine neden oldu. Bir müzakere sürecinden geçiyoruz. Ada’yı yeniden birleştirme noktasında yoğun görüşmeler yapılıyor. Bu görüşmelerin temelini güven artırıcı önlemler oluşturuyor. Üniversite olarak altını çizerek söylemek istiyorum ki bu konser siyasi bir amaç taşımıyor. Konserin iptal edilme olasılığı yok denecek kadar az. Güven artırıcı önlemler konuşulurken müzik gibi evrensel dili son derece yüksek olan, siyasi amaç gütmeyen böyle bir konserin bölücü değil, tam tersine birleştirici bir yönü olduğunu düşünüyoruz. O yüzden herkes buraya gelsin, hep birlikte şarkılar söyleyelim, birbirimizi daha iyi tanıyalım, güven artıralım.” Deep Purple konseri, YDÜ tarafından yeni tasarlanan 150 bin seyirci kapasitesine sahip Park Near East’te yapılacak. 1250 metrekarelik devasa sahnenin kurulacağı Park Near East, 10 bin çeşit ağacın bulunduğu, bölgenin nefes aldığı bir park olarak tasarlandı. Sadece üniversite öğrencileri değil, tüm Kıbrıs halkı bu konseri ücretsiz izleyebilecek. Konseri izlemek isteyenler www.deeppurple.neu.edu.tr adresindeki forma adını, soyadını, telefon numarasını, e-mail adresini bırakarak şimdiden yerini ayırtabiliyor. Üniversite yönetimi, konsere dünyanın her tarafından kolayca gelinebilmesi için özel uçak seferleri de düzenlemeyi düşündüklerini açıkladı. Basın toplantısında grubun ne kadar ücret aldığı açıklanmadı fakat üniversite 25. yıl etkinlikleri için, konser organizasyonu da dahil 3 milyon TL harcadı. Türkiye’ye ilk kez 1998 yılında gelen Deep Purple, 2009’da Kuruçeşme Arena’da, 18 Mayıs 2011’de Küçükçiftlik Park’ta sahneye çıkmıştı. YDÜ’nün 17 Mayıs’ta başlayacak 25. yıl kutlamalarının diğer konukları Bülent Ortaçgil (17 Mayıs), Şebnem Ferah (17 Mayıs), Kolpa (21 Mayıs), Pinhani (22 Mayıs), Yüksek Sadakat (23 Mayıs) olacak. İllüzyonist Peter Marvey ve Moskova Devlet Balesi aynı etkinlik kapsamında üniversitenin konuğu.

25 Mart 2014 Salı

Yalan ve iftiralar kitap oldu

17 Aralık sürecinde medyada yer alan yalan, iftira ve kara propaganda örnekleri kitaplaştı. Zaman Kitap’ın yayımladığı iki kitap, bu konudaki bütün yalanları belgeleriyle tarihe not düşüyor. Gazeteci-yazar İdris Gürsoy’un kaleme aldığı ‘İstihbarat Yalanları ve İftiralar’, içinden geçtiğimiz karanlık sürecin, 28 Şubat döneminde yaşananlarla benzerliğini gözler önüne seriyor.Siyasi literatüre şimdiden ‘17 Aralık süreci' olarak geçen ve hâlen yaşamakta olduğumuz bu dönem, medya tarihimiz açısından da ayrı bir ilgiyi hak ediyor. 28 Şubat'ta sergilediği darbe yanlısı tutum sebebiyle genel olarak iyi bir sınav vermeyen Türk medyasının aradan geçen yıllara rağmen ‘genlerinden' kurtulamadığını görmek üzücü bir deneyim oldu. Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının başladığı 17 Aralık 2013'ten bu yana hükümete yakınlığıyla bilinen yazılı medyanın bu süreçte yaptığı yalan haberlere yetişmek bile muhatapları için hayli güçtü. Zira, mahkemeye de intikal eden, hükümetin adının karıştığı usulsüz satın alma işlemi iddiaları dolayısıyla adı ‘havuz medyası'na çıkan medya gruplarının son üç ayda yediği tekziplerin sayısı bile basın tarihimiz için ibretlik bir boyutta. Ne var ki, ‘gerçeğin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır' kaidesi bu dönem de kendini gösterdi. 17 Aralık sürecinde ‘haber' adı altında medyada yer alan yalanlar, iftiralar ve hedef göstermeler kitaplaştı. Zaman Kitap'ın yayımladığı iki kitap, bu konudaki bütün yalanları belgeleriyle ortaya koyuyor. Salih Sarıkaya ile Özgür Küçük'ün hazırladığı ‘Yalanlar, İftiralar, Çarpıtmalar' ile gazeteci-yazar İdris Gürsoy'un kaleme aldığı ‘İstihbarat Yalanları ve İftiralar' başlıklı kitaplar, gerçeğin üzerinin örtülemeyeceğini bir kez daha gösteriyor.'PARALEL' YALANI NEYİ ÖRTÜYOR?Gazeteci-yazar İdris Gürsoy'un ‘İstihbarat Yalanları ve İftiralar' adlı çalışması, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra yaşanan süreci ayrıntılı bir şekilde anlatmakla kalmıyor, bu süreç ile 28 Şubat arasında da keskin bağlantılar kuruyor. Böylece, yolsuzluk iddialarını, fezlekeleri, yasal dinleme kayıtlarını, imar planlarındaki değişiklikleri ‘komplo' diyerek izah etmeye çalışan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın söylemlerini de çürütüyor. Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasındaki delillerin, ‘paralel devlet, çete, örgüt, dış mihraklar' söylemi ile perdelenmek istendiğine değinen gazeteci Gürsoy, 28 Şubat'ta görülen medya karartması ve yönlendirmesinin bu süreçte yeniden aktif hale getirildiği tespitini yapıyor. Röportaj ve fotoğraflarla desteklenen kitap, dört bölümden oluşuyor. ‘Gülen'e infaz girişimi' alt başlığıyla kitabın ilk bölümünde Hizmet Hareketi'ne ve Fethullah Gülen Hocaefendi'ye yöneltilen yalan ve iftiralara somut verilerle cevap veriliyor. Gürsoy, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının yerine; varlığına dair delil gösterilemeyen ‘paralel devlet'in konuşulmasının ‘başarılı' bir algı operasyonu olduğunu söylüyor. Çalışmasının ikinci bölümünde İdris Gürsoy, ‘1999 Haziran Fırtınası' başlığı altında 28 Şubat sürecinde yaşananları hatırlatıyor. Fethullah Gülen'in 1999'da benzer bir iftira kampanyası ile hedef alındığı belirtilen kitabın son bölümü ise ‘Bir Mazlum: Said Nursi'. Bediüzzaman Said Nursi'yi hedef alan kara propaganda örneklerini de sıralayan Gürsoy, 28 Şubat sürecinde kullanılan irticanın yerini ‘Cemaat'in aldığını kaydederek, ‘Soygun şahane Camia bahane' sözüyle yaşanan süreci özetliyor.28 ŞUBAT'TAN BETER MANŞETLERSalih Sarıkaya ile Özgür Küçük'ün hazırladığı ‘Yalanlar, İftiralar, Çarpıtmalar' adlı çalışma ise bugün yaşanan sürecin fotoğrafını gazete manşetleriyle çekiyor. ‘Yeni 28 Şubatçıların Yalan Haber Dosyası' alt başlığıyla yayımlanan kitap, yıllar sonra bu dönemi araştırmak isteyen akademisyenler için arşivlik bir kaynak niteliğinde. 17 Aralık sonrası siyasette yaşanan dalgalanmaların ve keskin kırılmaların aynı ölçüde medyada da yaşandığını belgeleyen kitap, medyanın önemli bir kısmının kötü bir sınav verdiğini gösteriyor. Özellikle ‘havuz medyası' olarak anılan medya gruplarının belgesiz ve hayalî yalan haberler üreterek, karanlık odaklardan servis edilen iftira ve kara propaganda ürünlerini bu kadar rahat yayınlaması insanı şaşırtıyor. O kadar ki, kitaba konu olan yalan haberler, bir dost meclisinde işitilse "Yok canım, o kadarını da yapmazlar!" diyebileceğiniz türden. Ancak Sarıkaya ve Küçük, titiz bir arşiv taramasıyla 17 Aralık sonrası Akit, Yeni Şafak, Sabah, Star, Takvim ve Akşam gazetelerinde yayımlanan haberleri belgeleri ve gazete manşetleriyle önümüze koyuyor. Kitabın giriş yazısındaki şu ifadeler bu sürecin 28 Şubat'ı da geride bıraktığını göstermesi bakımından önemli: “Yalan, iftira ve çarpıtmaları alt alta sıraladığımızda 28 Şubat postmodern darbe sürecinde medyadaki dindarlara yönelik karalama kampanyalarının daha yoğun bir biçimde Hizmet Hareketi aleyhinde yapıldığını gördük. 17 Aralık'taki ‘büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu' sonrası bir kısım medyadaki haberler sıralanınca korkunç bir tablo ortaya çıktı."

Kitapsız kütüphaneler yaygınlaşıyor

Dünyanın ilk kitapsız kütüphanesi BiblioTech’in Amerika’da açılması, geleneksel kütüphanelerin yerini daha ışıltılı, dijital mekânların alacağının habercisi oldu. Pek çok ülkedeki halk kütüphanelerinin ödünç e-kitap hizmeti gittikçe yaygınlaşırken, okurların da buralara ilgisini artırıyor. Bu yenilikler kütüphanenin tanımı değişiyor mu sorusunu gündeme getirirken, Türkiye’de ise 2012’de duyurulan kütüphanelerden ödünç e-kitap alma projesinden ise hâlâ ses soluk yok.Cenneti bir tür kütüphane olarak düşleyen Jorge Luis Borges’i hafiften biraz huzursuz edebilecek gelişmeler yaşanıyor. Dijital bilgi çağında okuma alışkanlıklarımız değişirken, teknolojinin bize armağan ettiği bu yeni alanlara kitapsız kütüphaneler eklendi. ABD’nin Teksas eyaletindeki San Antonio kentinde geçtiğimiz eylülde açılan bu dünyanın ilk kitapsız kütüphanesinin koleksiyonu tamamen dijital eserlerden oluşuyor. Geleneksel kütüphanelerin yerini daha ışıltılı, dijital mekanların alacağının habercisi olan BiblioTech adlı kütüphaneden sonra diğer ülkeler de yavaş yavaş bu gelişmeye ayak uyduruyor. Bu yenilikler ‘Kütüphanenin tanımı değişiyor mu?’ sorusunu gündeme getiriyor. İngiliz Yayımcılar Birliği de geçtiğimiz hafta ülkedeki dört büyük halk kütüphanesinde e-kitap ödünç verme imkanı veren pilot bir uygulamayı başlattı. Uygulamanın önümüzdeki günlerde tüm ülkeye yayılması beklenirken, ülkemiz ise bu alanda oldukça yavaş. Halbuki Kültür ve Turizm Bakanlığı, Aralık 2012’de Türkiye’deki kütüphanelerde de e-kitap ödünç alınabilmesi için çalışmaların bitmek üzere olduğunu duyurmuştu. Hatta dönemin Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü Prof. Dr. Onur Bilge Kula projenin altyapısını tamamlamak için 1 ay gibi bir süreye ihtiyaçları olduğunu belirtmiş “Kâğıt kitap gibi ödünç verebileceğiz. Bu ilk olarak 11 ilde gerçekleşecek.” açıklamasında bulunmuştu, fakat bu konuda herhangi bir gelişme görünürde yok.Kütüphanelere duyulan aşkE-kitabın yaygınlaşmasıyla birlikte, dünyadaki pek çok üniversite basılı kitapla birlikte bünyesindeki dijital yayınları da barındırarak okurlarına ödünç veriyor. Üniversitelerden taşıp yavaş yavaş halk kütüphanelerine uzanan bu ilgi, gün geçtikçe artıyor. Amerika’nın dünyadaki ilk kitapsız halk kütüphanesi BiblioTech’ten sonra pek çok ülke bu alanda kafa yoruyor. BiblioTech, kendisini kitapsız kütüphane yerine dijital kütüphane olarak tanımlıyor. Dokunmatik ekranlar, tabletler ve e-kitap okuma cihazlarıyla donanmış bu mekanda, tek bir basılı kağıda rastlamak mümkün değil. Kendi e-kitap cihazınızla da kütüphanenin koleksiyonuna erişebilirken kütüphane 7 gün 24 saat hizmet veriyor. BiblioTech’in fikir babası Bexar County Yargıcı Nelson Wolff, Apple’ın kurucusu Steve Jobs’tan ilham alarak bu dijital kütüphane işine giriştiklerini söylüyor. Kütüphaneyi açıldığı ilk gün 1.100 kişi ziyaret etmiş. Koleksiyonunda 10 bin e-kitap olan BiblioTech’in ziyaretçi sayısı daha ilk yıl dolmadan 100 bini aşmış. BiblioTech’in okurlar dışında bu örnek kütüphaneye gelip bu uygulamayı ülkelerine taşımak isteyen birçok ziyaretçisi var. 1,7 milyon nüfuslu kentin bu kütüphanesi 2,2 milyon dolara mal olmuş. Amerika’da pek çok kütüphane ödünç e-kitap hizmeti sunarken bu kitapsız kütüphane ülkenin diğer şehirlerine de örnek olmuş durumda, zira BiblioTech bir kütüphaneden çok daha fazlasını ziyaretçilerine sunuyor. Kitapsız kütüphanelerin sayısı şimdilik çok fazla olmasa da kütüphanelerin e-kitap ödünç verme hizmeti dünyanın pek çok yerinde gittikçe daha da yaygınlaşacağa benziyor. Fakat yayıncılar kütüphanelerin e-kitap ödünç vermesine biraz mesafeli duruyor, zira yayınevleri satışlarının azalmasından korkuyor. Bu alana meraklı yayıncılar ise e-kitabı, basılı kitaptan daha yüksek bir fiyata kütüphanelere satıyor. Dijital bilgi çağında bu tür yenilikler ilk anda ürkütücü gelse de tamamen dijital kitapların ve bunları ödünç veren kütüphanelerin varlığının artacağı kaçınılmaz. Bu gelişmeler, “Çoğu aşklar gibi kütüphanelere duyulan aşkın da öğrenilmesi gerekir.” diyen ve Geceleyin Kütüphane gibi benzersiz bir kitabı bize armağan eden Alberto Manguel’in biraz da şu sözlerindeki haklılığı gösteriyor: “Ben kütüphanenin tanımının değiştiğini düşünmüyorum. Kütüphaneler hiçbir zaman yalnızca kitapların saklandığı yerler olmamıştır. Örneğin muhtemelen ideal kütüphane modeli olan İskenderiye’de dünyadaki bütün kitapları toplama azmi vardı ama aynı zamanda haritaları ve nesneleri de vardı ve bunun bir inceleme ve iletişim dünyası olduğuna dair bir his vardı. Teknoloji değişir ve böylece elektronik medyanın kütüphanelere girmesi gerekir, yeter ki onun yanında kitapların da olduğunu unutmayalım.”

24 Mart 2014 Pazartesi

Kitapsız kütüphaneler yaygınlaşıyor

Dünyanın ilk kitapsız kütüphanesi BiblioTech’in Amerika’da açılması, geleneksel kütüphanelerin yerini daha ışıltılı, dijital mekânların alacağının habercisi oldu. Pek çok ülkedeki halk kütüphanelerinin ödünç e-kitap hizmeti gittikçe yaygınlaşırken, okurların da buralara ilgisini artırıyor. Bu yenilikler kütüphanenin tanımı değişiyor mu sorusunu gündeme getirirken, Türkiye’de ise 2012’de duyurulan kütüphanelerden ödünç e-kitap alma projesinden ise hâlâ ses soluk yok.Cenneti bir tür kütüphane olarak düşleyen Jorge Luis Borges’i hafiften biraz huzursuz edebilecek gelişmeler yaşanıyor. Dijital bilgi çağında okuma alışkanlıklarımız değişirken, teknolojinin bize armağan ettiği bu yeni alanlara kitapsız kütüphaneler eklendi. ABD’nin Teksas eyaletindeki San Antonio kentinde geçtiğimiz eylülde açılan bu dünyanın ilk kitapsız kütüphanesinin koleksiyonu tamamen dijital eserlerden oluşuyor. Geleneksel kütüphanelerin yerini daha ışıltılı, dijital mekanların alacağının habercisi olan BiblioTech adlı kütüphaneden sonra diğer ülkeler de yavaş yavaş bu gelişmeye ayak uyduruyor. Bu yenilikler ‘Kütüphanenin tanımı değişiyor mu?’ sorusunu gündeme getiriyor. İngiliz Yayımcılar Birliği de geçtiğimiz hafta ülkedeki dört büyük halk kütüphanesinde e-kitap ödünç verme imkanı veren pilot bir uygulamayı başlattı. Uygulamanın önümüzdeki günlerde tüm ülkeye yayılması beklenirken, ülkemiz ise bu alanda oldukça yavaş. Halbuki Kültür ve Turizm Bakanlığı, Aralık 2012’de Türkiye’deki kütüphanelerde de e-kitap ödünç alınabilmesi için çalışmaların bitmek üzere olduğunu duyurmuştu. Hatta dönemin Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü Prof. Dr. Onur Bilge Kula projenin altyapısını tamamlamak için 1 ay gibi bir süreye ihtiyaçları olduğunu belirtmiş “Kâğıt kitap gibi ödünç verebileceğiz. Bu ilk olarak 11 ilde gerçekleşecek.” açıklamasında bulunmuştu, fakat bu konuda herhangi bir gelişme görünürde yok.Kütüphanelere duyulan aşkE-kitabın yaygınlaşmasıyla birlikte, dünyadaki pek çok üniversite basılı kitapla birlikte bünyesindeki dijital yayınları da barındırarak okurlarına ödünç veriyor. Üniversitelerden taşıp yavaş yavaş halk kütüphanelerine uzanan bu ilgi, gün geçtikçe artıyor. Amerika’nın dünyadaki ilk kitapsız halk kütüphanesi BiblioTech’ten sonra pek çok ülke bu alanda kafa yoruyor. BiblioTech, kendisini kitapsız kütüphane yerine dijital kütüphane olarak tanımlıyor. Dokunmatik ekranlar, tabletler ve e-kitap okuma cihazlarıyla donanmış bu mekanda, tek bir basılı kağıda rastlamak mümkün değil. Kendi e-kitap cihazınızla da kütüphanenin koleksiyonuna erişebilirken kütüphane 7 gün 24 saat hizmet veriyor. BiblioTech’in fikir babası Bexar County Yargıcı Nelson Wolff, Apple’ın kurucusu Steve Jobs’tan ilham alarak bu dijital kütüphane işine giriştiklerini söylüyor. Kütüphaneyi açıldığı ilk gün 1.100 kişi ziyaret etmiş. Koleksiyonunda 10 bin e-kitap olan BiblioTech’in ziyaretçi sayısı daha ilk yıl dolmadan 100 bini aşmış. BiblioTech’in okurlar dışında bu örnek kütüphaneye gelip bu uygulamayı ülkelerine taşımak isteyen birçok ziyaretçisi var. 1,7 milyon nüfuslu kentin bu kütüphanesi 2,2 milyon dolara mal olmuş. Amerika’da pek çok kütüphane ödünç e-kitap hizmeti sunarken bu kitapsız kütüphane ülkenin diğer şehirlerine de örnek olmuş durumda, zira BiblioTech bir kütüphaneden çok daha fazlasını ziyaretçilerine sunuyor. Kitapsız kütüphanelerin sayısı şimdilik çok fazla olmasa da kütüphanelerin e-kitap ödünç verme hizmeti dünyanın pek çok yerinde gittikçe daha da yaygınlaşacağa benziyor. Fakat yayıncılar kütüphanelerin e-kitap ödünç vermesine biraz mesafeli duruyor, zira yayınevleri satışlarının azalmasından korkuyor. Bu alana meraklı yayıncılar ise e-kitabı, basılı kitaptan daha yüksek bir fiyata kütüphanelere satıyor. Dijital bilgi çağında bu tür yenilikler ilk anda ürkütücü gelse de tamamen dijital kitapların ve bunları ödünç veren kütüphanelerin varlığının artacağı kaçınılmaz. Bu gelişmeler, “Çoğu aşklar gibi kütüphanelere duyulan aşkın da öğrenilmesi gerekir.” diyen ve Geceleyin Kütüphane gibi benzersiz bir kitabı bize armağan eden Alberto Manguel’in biraz da şu sözlerindeki haklılığı gösteriyor: “Ben kütüphanenin tanımının değiştiğini düşünmüyorum. Kütüphaneler hiçbir zaman yalnızca kitapların saklandığı yerler olmamıştır. Örneğin muhtemelen ideal kütüphane modeli olan İskenderiye’de dünyadaki bütün kitapları toplama azmi vardı ama aynı zamanda haritaları ve nesneleri de vardı ve bunun bir inceleme ve iletişim dünyası olduğuna dair bir his vardı. Teknoloji değişir ve böylece elektronik medyanın kütüphanelere girmesi gerekir, yeter ki onun yanında kitapların da olduğunu unutmayalım.”

22 Mart 2014 Cumartesi

Sahnelerde birbirini seven kişiler azaldı

Toron Karacaoğlu, tiyatronun uzun soluklu emektarlarından. Şehir Tiyat-roları'nda sahnelenen Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı oyunda sahne alan sanatçının meslekte 65. yılı. Karacaoğlu ile hem bu işe nasıl başladığını, hem de tiyatronun bugünkü durumunu konuştuk.Toron Karacaoğlu (1931) yarım asırdan uzun bir süredir tiyatroya emek vermiş bir usta. Dile kolay, tam 65 yıl önce başlamış tiyatro aşkı. Bu uğurda evden kaçmış, sahnelere çıkmış, Tarlabaşı’nın tek odalı evlerinde yaşamış. Küçük yaşta annesiyle babası yollarını ayırınca, yıllarca babaannesini anne, babasını ise ölmüş dedesinin fotoğrafı bilmiş. Ne anne sevgisi, ne baba şefkati… Fakat onu hayata sımsıkı bağlayan, ‘her şeyi ondan öğrendim’ dediği bir ilkokul öğretmeni olmuş. Toron Karacaoğlu’na daha küçük yaşlarda resim dersleri aldırmış öğretmeni, şarkı söyletmiş, tiyatro temsillerinde görev almaya yönlendirmiş. Zeki Müren ve 2010 yılında hayatını kaybeden tiyatro sanatçısı Deniz Uyguner o dönemlerde birlikte okul tiyatrosunda oynadıkları ‘mektep’ arkadaşları. Karacaoğlu, tiyatro yapmak üzere 1947 yılında evden kaçmaya karar verir. Fakat İstanbul mu, Ankara mı derken devlet bünyesinde tiyatrosu olduğu için rotasını Ankara’ya çevirir. Ankara Devlet Tiyatrosu’na geldiğinde kapıda karşılaştığı Türk operasının ilk sanatçılarından soprano Mesude Çağlayan’dan imtihanları kaçırdığını öğrenir. “Sen seneye yine gel.” dese de Karacaoğlu’nun Ankara macerası burada sona erer. Eve dönemez, Ankara’da kalamaz, mahalleden tanıdığı bir ağabeyinin yanına Eskişehir’e gelir. Burada şarkı söyleyip geçimini temin eder. Çok geçmeden ailesi Eskişehir’de olduğunu öğrenir ve onu yeniden Bursa’ya getirirler. Aradan bir yıl geçmeden bu defa haber vererek İstanbul’a gelir. Burada tiyatrodan önce, 1949’da dublaj hayatı başlar Karacaoğlu’nun. “Bana seslendirdiklerimi değil, seslendirmediklerimi sorun.” diyor bahsi açılınca. Zeki Müren ve Sadri Alışık dışında kim varsa hepsinin sesi olmuş bu işi yaptığı 39 yıl boyunca. Öğlene kadar dublaja gider, sonraları da kursa devam edermiş. Kurs sonu için yaptıkları gösteride Victor Hugo’nun Ruy Blas, William Shakespeare’in Macbeth ve Çoban Şiirleri’nde sahne alır. Dönemin valisi Fahrettin Kerim Gökay, temsili izledikten sonra “Ankara’da var, niye İstanbul Konservatuarı’nda tiyatro bölümü yok?” der ve böylece bölümün açılmasına da vesile olur. Daha sonra Şehir Tiyatroları’nın imtihanında birinci gelir ve 1953 yılından bu yana devam eden tiyatro serüveni başlar sanatçının. Dışarıda oynadıkları ve yönettikleri hariç 160 oyunda rol alır, en fazla yer aldığı oyunlarsa Fransız Albayı, Benim Üç Meleğim, Soytarı, Aşk Mektupları ve on sene boyunca tek başına oynadığı Yahya Kemal Beyatlı’nın Kendi Gök Kubbemiz adlı eseri.“YERLİ YAZARLARA ÖNEM VERİLMİYOR”Karacaoğlu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen Aziz Nesin’in Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı oyununda küçük bir rol de olsa oynamaya devam ediyor. Günümüz tiyatro ortamından konu açılınca, “Tiyatroda kimse birbirini çekemez.” diyor Karacaoğlu, “Bu şeylere bulaşmayan bir tek benim, onun içindir hâlâ aralarındayım.” diye de ekliyor. 65 yıllık bir birikimi, deneyimi kendi tiyatrosunu kurarak aktarmayı hiç düşünüp düşünmediğini sorduğumuzda ise, tiyatro kurmanın külfet işi olduğundan bahsediyor. “Başka tiyatrolarda, Almanya’da birçok oyun sahneye koydum ama Şehir Tiyatrosu’nda olmadı. Şimdiye kadar tenkide uğrarım diye koymadım. Dışarıda yaptım, beğenildi, burada da yapsam burada da beğenilir. Ama bizdeki arkadaşlar haset ve kıskançtır. Bir şey yapmaya çalışsanız hemen gözleri üzerinizdedir. Benim zamanımda böyle bir kıskançlık yoktu.” Tiyatroda birbirini seven kişilerin azaldığını anlatıyor usta sanatçı. Diğer yandan, sahnede ne dediği anlaşılmayan oyuncular, kendi sorunlarımıza odaklanmayan oyun seçimleri de tiyatronun önemli sorunlarından ona göre. “Biz kendi ortaoyunumuzu unuttuk, ben son olarak örneğini Soytarı oyununda verdim. Bizi gerektiren, bizim sorunlarımızla ilgili dikkat edin, oyun yok. Avrupa tiyatrosunun önemli örnekleri sahnelendi, çok da güzel oynandı, ama bu arada kendimizi unutmamamız lazım. Yerli yazarlara çok önem verilmiyor.”

21 Mart 2014 Cuma

Her şey sanat için

Hollywood, tarihin tozlu sayfalarında kalan ayrıntıları gün yüzüne çıkarıp parlatmayı seviyor.Her ne kadar, bunu yaparken Amerikanvari bir gösteriş, abartı ve bazen de deformasyona başvursa da, yapılanın bir nevi ‘amme hizmeti’ olduğunu söyleyebiliriz. Dünya tarihinin genel hatları üzerindeki duraklardan birinin koridorları arasında dolaşıp bilgi sahibi olma imkânı sağlıyor. Bunun yan etkileri de yok değil. Eğer izlediğiniz filmi tek kaynak kabul edip “Aaa, böyle mi olmuş?” diyerek kendinizi tümüyle teslim ederseniz tarihi yanlış öğrenme ihtimaliniz bir hayli fazla. George Clooney’nin yönettiği ‘Hazine Avcıları / The Monuments Men’, 2. Dünya Savaşı’na dair daha önce anlatılmamış bir öyküyü perdeye taşıyor. Film, müze yöneticisi, mimar ve sanat tarihçisi gibi farklı alanlardan gelen ve askerlikle hiç alakası olmayan sanat uzmanı yedi kişinin, dünyaca ünlü eserleri Nazilerin elinden kurtarmasını anlatıyor. Bin yıllık kültürel birikimin yok olmasını engellemek için, ‘hazine avcıları’ canlarını tehlikeye atar. Bu ekibe ‘içeriden yardım’ ise bir Nazi subayının sekreteri olan Claire Simone’dan gelir. Film, dönemin ABD Başkanı Eisenhower’a verilen bir brifing ile başlıyor. Vermeer’den Da Vinci’ye, Monet’den Rembrandt’a kadar dünyaca ünlü ustaların paha biçilemez eserlerinin kurtarılması gerektiği anlatılıyor. Eisenhower da ‘her şey sanat için’ diyerek bunu kabul ediyor ve sanat uzmanlarından oluşan bir ekip kurdurup Avrupa’ya gönderiyor. Seyirci için filmin anlattıklarına teslim olup olmama imtihanı burada başlıyor. Robert M. Edsel ile Bret Wittel’in kitaplarından uyarlanan film, sadece bir ekip varmış ve bu ekip de ABD tarafından kurulup organize edilmiş gibi anlatıyor olayı. Ne var ki, Eisenhower’ın böyle bir direktifi olsa da, tarih tam olarak böyle cereyan etmiyor. Filme kaynaklık eden kitaplar ile bu tarihi olayı belgeleri ve fotoğraflarıyla ortaya koyan -filmden bağımsız- monuments.com internet sitesi öyle demiyor.VERMEER’İ KURTARMAK!Doğrusu, benim merakım da filmin geçtiğimiz ay 64. Berlin Film Festivali’nde düzenlenen galasında ‘gerçek hazine avcısı’ olarak film ekibiyle birlikte sahneye çıkan 88 yaşındaki Harry Ettlinger’i görünce depreşti. O operasyona dâhil olup hâlâ hayatta olanlardan biri Ettlinger. 2. Dünya Savaşı sırasındaki sanat eserlerini kurtarma organizasyonu, 13 farklı milletten 345 kadın ve erkeğin yer aldığı önemli bir operasyon aslında. Özellikle, 15 Şubat 1944’te Roma yakınlarındaki 1400 yıllık Monte Cassino Manastırı’nın, içindeki eserlerle birlikte harap edilmesi, sanat eserlerini kurtarma faaliyetlerini daha da önemli hale getirir. Bugün Avrupa ve ABD’deki dünyaca ünlü birçok müzedeki sanat eseri (özellikle tablo ve heykeller) bu kurtarma operasyonu sayesinde ziyaret edilebiliyor. Hal böyleyken, George Clooney’nin bu tarihi olayı, bir grup gamsız ama kahraman olmaya müsait Amerikalının, bir Fransız ve İngiliz’i de yanlarına alarak giriştikleri eğlenceli bir Avrupa seyahati gibi anlatılması başlı başına bir handikap. Filmin ihtiyaç duyduğu dramatik ve ‘sanatsal’ ciddiyet, bu yaklaşımdan dolayı büyük bir yara alıyor. Diğer taraftan, dramatik yapının ağır basmaması için bu küçük ekibin kendi arasında mizahi durumlar yakalanmaya çalışılmış. Fakat bu mizah arayışı bir hali sakil kalıyor, yer yer de sıkıcı bir hal alıyor. Bu kararsızlık hali, film boyunca tekrar ediyor. Böyle olunca film, ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ ile ‘Ocean’s Eleven’ karışımı vasat ve garip bir ‘ucube’ olup çıkıyor. Teknik olarak, görüntü ve sanat yönetimi ile set tasarımında sorun yaşamayan film, senaryo ve yönetmenlikteki sıkıntılarını oyunculukta da dışa vuruyor. Matt Damon, Bill Murray, Jean Dujardin ve John Goodman sanki Clooney’nin hatırına, istemeye istemeye oynar gibi, sadece ‘görevlerini’ yaparak rölanti bir oyun sergiliyor. Haliyle, ortaya vasat bir seyirlik çıkıyor.

20 Mart 2014 Perşembe

(T)UZAK´LARDA

 

Cama iyice sokulmus,

bakiyor öyle uzaga, düsmüs gibi tuzaga..

 

"Kendime sariliyorum" der gibi,

gözleri...

 

 

Dolmabahçe’de yeni resim müzesi

İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin 1937’den bu yana kullandığı Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliahd Dairesi, dört yıl süren restorasyonun ardından Milli Saraylar Resim Müzesi’ne dönüştürüldü. 22 Mart Cumartesi günü açılacak müzede, Topkapı Sarayı’ndan ve TBMM’ye bağlı diğer saraylardan şimdilik 202 tablo sergilenecek.İstanbul, yeni bir resim müzesi kazandı. Daha önce Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne bağlı olan Dolmabahçe Sarayı'ndaki Resim ve Heykel Müzesi'nin kullandığı fakat 2011'de olaylı bir şekilde boşaltılan Veliahd Dairesi, dört yıl süren restorasyonun ardından Milli Saraylar Resim Müzesi'ne dönüştürüldü. Milli Saraylar Tablo Koleksiyon Sorumlusu ve Resim Müzesi Küratörü Gülsen Sevinç Kaya, müzeyle ilgili dün basına özel düzenlenen gezide bilgi verdi. 21 Mart’ta açılacak müzede, Topkapı Sarayı'ndan 28 eserin yanı sıra TBMM'ye bağlı diğer sarayların envanterine kayıtlı toplam 174 resim, tematik bir düzende sergileniyor. Aslında Topkapı Sarayı'ndan 5 yıllığına sergilenmek üzere 44 eser alındı. Fakat depolardan çıkarılan ve çoğu padişah portreleri ile resmi törenleri anlatan bu eserlerin durumu iyi olmadığı için hepsi Yıldız'daki Milli Saraylar Tablo Restorasyon ve Konservasyon Merkezi'nde elden geçiriliyor. Müzede şimdilik Topkapı'dan bugüne kadar ortalarda pek görünmeyen 28 eser bulunuyor. Diğerleri ise müzenin henüz restorasyonu bitmeyen ikinci kısmında sonra teşhir edilecek. Topkapı’dan gelenler arasında Polonyalı ressam Stanislav Chlebowski'nin 3 metre 45 cm büyüklüğündeki Sultan Abdülaziz portresi, ressam padişah Halife Abdülmecid Efendi'nin ünlü Nasihat tablosu, İtalyan ressam Valery'nin Nemika Sultan portresi, Sultan II. Mahmud ve III. Selim portreleri, Maltalı ressam Amadeo Preziosi'nin Sultan Abdülmecid'in Beylerbeyi’ne Gelişi tablosu var. Milli Saraylar Resim Müzesi'nin tamamının restorasyonu bittiğinde ziyaretçilerin görebileceği tablo sayısı yaklaşık 400 olacak. Aslında Milli Saraylar'ın tablo koleksiyonunda 650 resim var. Fakat hepsine müzede yer verilmeyecek, diğerleri sarayların duvarlarını süslemeye devam edecek. 30 salondan oluşan yeni müzenin ziyarete açılan 11 odasının temaları şöyle: Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz Salonu, Osmanlı'da Batılılaşma Dönemi Resimleri Salonu, İstanbul Görünümleri Salonu (Sultan Abdülmecid'in kütüphane olarak kullandığı bölüm), Paris'teki Goupil Sanat Galerisi'nden Satın Alınan Tablolar, Ivan Konstantinovic Ayvazovski Salonu, Saray Ressamları Salonu, Oryantalist Ressamlar Salonu, Yaver Ressamlar Salonu, 1870-1890'lı Yıllarda Etkin Olan Türk Ressamları, Portreler ve Tarihi Konulu Kompozisyonlar/Osmanlı Sarayında Manzara Salonu, 1890-1930'lu Yıllarda Etkin Olan Türk Ressamları. Osmanlı sarayında Batı tarzında resim anlayışı, Sultan Abdülaziz döneminde Paris’teki Goupil Sanat Galerisi’nden satın alınan tablolarla başlıyor. Bu eserler, müzenin ikinci bölümünde yer alıyor. Sultan Abdülaziz'in intihar ettiği belirtilen oğlu Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi portresi ile Bellini'nin Fatih Sultan Mehmet tablosunun Fausto Zonaro tarafından yapılmış 1907 tarihli kopyası, bugüne kadar sergilenmemiş birkaç eser arasında. Halife Abdülmecid'in yaptığı II. Abdülhamid'in tahttan indirilişini resmeden ‘II. Abdülhamid Han'ın Hal'i' tablosu, tarihin canlı bir tanığı olarak müzedeki yerini almış. Türk resim sanatının önemli isimlerinden Osman Hamdi Bey, Hoca Ali Rıza, Şevket Dağ, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Halil Paşa, Osman Nuri Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid, Hüseyin Zekai Paşa'nın eserlerini bu tematik bölümlerde görmek mümkün. Veliahd Dairesi'nin eski kiracısı Resim ve Heykel Müzesi'nin arşivinde 12 bin tablo bulunuyor ve bunların büyük bir kısmı Milli Saraylar'dan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin envanterine geçen tablolar. Milli Saraylar Dairesi Başkanlığı, yeni açtıkları müze vesilesiyle resimlerin bir kısmını sergilemek üzere üniversiteden istemiş, fakat bugüne kadar olumlu bir cevap alınamamış. Saray koleksiyonlarındaki tabloların sergilendiği Milli Saraylar Resim Müzesi'ni, Dolmabahçe Sarayı'nın ziyaretçileri ayrıca bir bilet almadan gezebilecek. Sadece müzeyi ziyaret etmek isteyenler ise sarayın Beşiktaş'taki kapısından girerek, eserleri pazartesi ve perşembe günleri hariç her gün görebilir.

19 Mart 2014 Çarşamba

MSG daha şeffaf ve profesyonel olmalı

Türkiye’nin en önemli müzik birliklerinden Musiki Eseri Sahipleri Grubu Meslek Birliği’nde (MSG) yarın genel kurul seçimi yapılacak. Yeni yönetimin belirleneceği toplantı öncesinde ses getiren bir gelişme yaşandı. Besteci ve yapımcı Aykut Gürel ile bu gelişmeleri ve müzik sektöründe son zamanlarda yaşanan tartışmaları konuştuk.İçinde bulunduğumuz hafta müzik sektörü için çok önemli. Eser sahiplerinin telif haklarını koruyan iki önemli meslek birliği olan MSG ve MESAM’da seçim var. Türkiye’nin en önemli müzik birliklerinden olan Musiki Eseri Sahipleri Grubu Meslek Birliği’nde (MSG) yarın genel kurul yapılacak. Yeni yönetimin belirleneceği toplantı öncesinde ses getiren bir gelişme yaşandı. Türkiye’nin en önemli besteci ve aranjörlerinden Aykut Gürel, birliğin yönetimine talip oldu. Asıl sürpriz ise Gürel ile birlikte ülkemizin en önemli sanatçıları da birliğin yönetimine aday oldu. Yönetim kurulu listesinde Sezen Aksu, Candan Erçetin, Şebnem Ferah, Nilüfer, Harun Tekin, Metin Özülkü ve Fettah Can gibi isimler yer alıyor. Aykut Gürel ile buluşup MSG hakkındaki plan ve hedeflerini konuştuk. Öncelikle çıktığı yolda önemli isimlerin kendine destek verdiği için çok mutlu olduğunu söylüyor. Ülkenin önde gelen müzik insanlarının müzik sektörünün sorunlarına bizzat el atmasının ülkemiz ve müziğimiz adına büyük bir kazanım olduğunu düşünüyor. Peki neden böyle bir işe girişti. Öncelikle Garo Mafyan’ın başında olduğu mevcut yönetimle şahsi bir sorunun olmadığını ifade ediyor. Özetle onu bu yola çıkaran düşünceler; yaklaşık otuz yıldır içinde bulunduğu sektörün sorunlarına çözmek için çaba sarf etmek, bu anlamda bir değişimin olması gerektiğine inanması ve taşın altına elini sokmak arzusu.Birliğin her işi şeffaf olmalıMevcut işleyişte onu rahatsız eden birçok konu var. Öncelikle kişi ya da kurumlara göre değişmeyen dijital alan tarifeleri bir an önce hazırlanmalı. Bu tarifeler şeffaf bir şekilde kurumun resmi web sitesinde yayınlanmalı. Radyo TV alanındaki lisanslamaların AB standartlarına getirilmesi ve “yayıncı kuruluşun tüm gelirleri” üzerinden pay alınması sistemine hızlıca geçilmeli. Öte yandan Gürel, yayıncı kuruluşlar (Radyo-TV) ve dijital mağazalarla yapılan sözleşmelerin tamamen şeffaf olup üyelerin incelemesine açık olması gerektiğini söylüyor. Bu alanlardan yapılan tahsilatların ve üyelere yapılan dağıtımın kriterlerinin yine herkese açıklanmasını savunuyor. Bilindiği gibi gelişmiş ülkelerde telif gelirlerinin neredeyse yüzde 80’lik kısmını umumi mahal gelirleri oluşturuyor. Aykut Gürel’e göre; MSG yönetimi ve icra kurulu en değerli mesaisini ve tüm gücünü, bu gelirleri artırmaya harcamalı.“Eser sahipleri kimseye muhtaç olmamalı”Aykut Gürel, şeffaflık kadar profesyonelliğin de çok önemli olduğunu söylüyor. Bunun için meslek birliği işleyişi yüksek kalibreli profesyonellerden oluşan bir icra kuruluna emanet edilmeli. Müzisyen uzun süredir sürüncemede olan MESAM ile ortak lisanslama konusunun bir an önce hayata geçirilmesinin şart olduğunu anlatıyor. Öyle ki kurulacak olan icra kurulunun ilk işinin bu olması gerektiğini düşünüyor. Onun için en önemli konulardan biri de müzik emekçilerinin sosyal hakları. Eser sahiplerinin emeklilik meselesinin bir an önce çözüme kavuşturulması konusunda çok hassas. Yönetime geldikleri takdirde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile ‘özel statü’de emeklilik için görüşmeye başlayacaklarını ifade ediyor. Tüm bu sorunların çözümü için çaba sarf edeceklerini anlatan Aykut Gürel, müzik sektörü ve eser sahiplerinin geleceği için çalışacaklarını sözlerine ekliyor.

18 Mart 2014 Salı

Mozaikler şehri Antakya’daki ilk keşifler

Antakya Harbiye’de çekilen yukarıdaki fotoğraf, Princeton Üniversitesi arşivlerine 1937 yılında girmiş.Üniversitesinin arşivinde bölgeyle ilgili daha pek çok kare bulunuyor. Antakya’daki ilk arkelojik kazıları anlatan bu tarihi fotoğrafların bir kısmını 20 Nisan’a kadar AnaMed’de görebilirsiniz.Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz Dakar isimli yaşlı amca, 1900’lü yılların başında Antakya’nın Harbiye ilçesinde yaşıyordu. Belli ki dinlenmek için bir zeytin ağacının dibini seçmiş ve oturduğu gölgelik ona bugün Hatay Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen 10x18 boyutlarındaki o dev mozaiği hediye etmiş. Beşinci yüzyıla tarihlenen, çiçek desenleriyle süslenmiş mozaiğin ortasında, boynunun etrafı Pers kraliyet ailesinin sembolü olan kırmızı kurdelelerle süslenmiş bir aslan bulunuyor. Bu fotoğraf, Princeton Üniversitesi Sanat ve Arkeoloji bölümünün arşivine 13 Mayıs 1937’de girmiş. Üniversitenin arşivinde Antakya’daki mozaiklerle ilgili daha pek çok fotoğraf yer alıyor. Çünkü Antakya’daki ilk arkeolojik kazılar Princeton Üniversitesi tarafından 1932-1939 yılları arasında yapıldı. Bu tarihi fotoğrafların bir kısmını 20 Nisan’a kadar İstanbul’da görmek mümkün. Beyoğlu’ndaki Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (AnaMed) açılan “Asi’deki Antakya, Mozaikler Şehrinde İlk Araştırmalar” sergisinde, Antakya’daki ilk arkeolojik kazı çalışmalarına ait fotoğraflar yer alıyor. Kazılar sırasında Roma dönemi zenginlerinin yaşadığı Harbiye’deki evlerin kalıntılarından görkemli mozaikler çıkarılmış.Kazı videosu da sergideMurat Akar’ın küratörlüğünü üstlendiği sergide, Helenistik Doğu’nun önemli siyasal ve kültürel merkezlerinden ve Roma İmparatorluğu’nun büyük metropollerinden biri olan Antakya’nın en parlak dönemine ait bulguların ortaya çıkarılma öyküsü anlatılıyor. Sekiz sezon süren kazı çalışması, gerçekleştirildiği yıllarda, bölgedeki en kapsamlı araştırma olarak biliniyor. Sergi ayrıca o yıllardaki kazı yöntemleri ve arşivleme teknikleri hakkında dikkat çeken ipuçları veriyor. Kazı günlükleri ışığında hazırlanan sergideki fotoğraflara Princeton Üniversitesi Kazı Komitesi tarafından hazırlanmış bir video da eşlik ediyor. Pek çoğu bugün tamamen değişmiş kıyafet tarzları, sokak manzaraları ve peyzajı belgeleyen görüntüler, 1930’lardaki Antakya kent yaşamını yansıtıyor. Fotoğrafların hepsinde ayrı bir hikâye gizli. Kazının Filistinli fotoğrafçısı Fadeel Nasser Saba bile, Bizans dönemine ait villanın zengin mozaiklerini fotoğraflamak üzere mozaiğin üzerine kurulan iskelenin en tepesine çıkıyor ve kendisi de başka bir makineye o anı belgelettiriyor.

17 Mart 2014 Pazartesi

Tezhipte yeni tarz: Osmanî

Hat ve tezhip sanatkârı Orhan Dağlı, ‘Osmanî’ adını verdiği yeni bir tezhip tarzı geliştirdi. Bu, olağan bir durum değil. Lale Devri’nde gerilemeye başlayan tezhip sanatı adına dikkate değer bir gelişme. Mehmet Özçay’ın yazdığı Yâsîn-i Şerif cüzünü bu tarz ile tezhipleyen Dağlı, “Geometrik desen kurgusunun, Karamemi tarzı Haliç işi motiflerle hayat bulduğu bu yeni tarzın çiçekleri Yâsin Sûresi’nin aşkı ile açtı.” diyor.Prof. Dr. Süheyl Ünver, 50 küsur sene evvel verdiği bir tezhip dersinde toplayabildiği 5-6 hanımefendiye der ki: “Bugünkü dersimiz tezhip. Çok zor bir derstir. Hatta bir yer gelecek, işte orada küfredeceğim, dikkat edin!” Ve hoca dersi anlatmaya başlar. Herkes pür dikkattir… Bir buçuk saat sonra ders biter ve tabii ki hoca küfretmez. Öğrencileri sorar: “Hocam ders bitti, küfretmediniz.” Cevap manidardır: “Küfredeceğimi mi zannettiniz! Dikkatinizi çekmek için öyle söyledim.” Elli yıl evvel geleneksel sanatlarımıza ilgi böyleydi. Bugün durum tam tersi. Anlatmak istediğimiz minyatür, çini, hat, ebru, tezhip kurslarının dolup dolup boşalması değil. Daha da ötesinde, yeni tarzların, üslupların geliştirilmesi. Hat ve tezhip sanatkârı Orhan Dağlı’nın yaklaşık on yıldır kafa yorduğu ve adına “Osmanî” adını verdiği yeni tezhip tarzının ortaya çıkış hikâyesini anlattığı “Osmanî Tezhîbi ile Yâsin Cüzü” semineri, Süheyl Ünver’in geleneksel sanatlarımızı diriltmek adına gösterdiği sabrın ve çabanın sonuçlarından biri. İstanbul Tasarım Merkezi’nde geçen hafta çarşamba günü düzenlenen seminere ilgi yoğundu. Tüm sanatseverler Dağlı’yı iki saat boyunca neredeyse soluk almadan dinleyince, bir katılımcı düşüncelerini yukarıdaki hikâyeyi anlatarak ifade etti ve ekledi: “Şimdi siz çok dikkatli öğrencilerle muhatap olduğunuz için Ünver Hoca’nın yaptığını çok değerli buluyorum.” Tezhip sanatı Lale Devri’nde son bir yükseliş gösterse de ‘gerileme’ dönemine giriyor. Dağlı’nın çıkış noktası bu dönem. 1700’lü yıllarda tezhipte tamamen Batı’ya yönelik zevk gelişmeye başlıyor. Dönemin sanatçıları barok ve rokoko ile klasik tarzın arasını bulamadıkları için natüralist çiçeklerle ilgili bir tezhip tarzı geliştirseler de devam ettiremiyorlar. Sonradan padişahların da isteğiyle bütünüyle barok ve rokokoya yöneliyorlar. Fakat barok ve rokokoda bu çiçekler kullanılmadığı için sistem kendini otomatikman geriletiyor. Orhan Dağlı, “I. Mahmud (1731) ile III. Ahmed’e (1722) beratlardaki süslemelere baktığımızda dönemin sanatkarları süslemedeki detayları, klasik manada çiçeğe vukufiyeti o kadar kaybediyorlar ki, çiçek çok basit bir seviyeye geliyor. O görkemli dönemlerin arkasından o çiçeği beğeniyorlar, güzel çizgisi o kadar aşağı iniyor yani. Bir süre barok ve rokokoya dönüyorlar. Daha sonra isteseler de klasik eser kalitesine bir daha ulaşamıyorlar.” diyor. Peki Dağlı’nın yaptığı yenilik ne? Dağlı, Lale Devri tezhîbi içinde gördüğü bir pençten yani beş yapraklı çiçekten yola çıkarak, 16. yüzyıl çiçeklerini sistemleştiriyor. Başka bir ifadeyle Lale Devri’ndeki bozulmuş motifleri, 16. yüzyıl çiçekleriyle ıslah ederek Osmanî’yi geliştiriyor. Güzel zevkini, düştüğü seviyeden yukarıya çıkarmaya talip oluyor. Bu tarza da köklerini geçmişten aldığı için Osmanî adını veriyor. Dağlı, geometrik desen kurgusunun, Karamemi tarzı Haliç işi motiflerle hayat bulduğu Osmanî’yi ilk olarak Mehmed Özçay’ın yazdığı Yâsin cüzüne uyguluyor. Bu cüzün kendisine emanet edilmesinin de hikâyesi manidar: “Koleksiyoner Sami Tokgöz’ün, Mehmet Özçay’ın muhteşem nesîhi ile istinsâh edilmiş bu cüzü bana emanet ettiğinde ne yapacağımı şaşırmış, tasarım üstüne tasarım hayâl etmiştim. Nasip farklı imiş, çıraklık dönemimde bana emanet edilen bu müstesnâ eseri ustalık zamanımda tamamlamak mukaddermiş.” Orhan Dağlı’nın bir yılda tamamladığı tezhibin başka bir önemi daha bulunuyor. Osmanlı’da döneminde cüz tezhiplemek çok yaygındı. Hattatlara Kur’an-ı Kerim’ler, cüzler yazdırılıyor, sonra da tezhiplettiriliyordu. Fakat bu talep, matbaanın gelişiyle birlikte geriliyor. Cumhuriyet’ten sonra Harf İnkılabı’yla birlikte ‘cüz tezhipletmek’ diye bir şey kalmıyor. Orhan Dağlı’nın günümüzün değerli hocalarından Mehmet Özçay’ın yazdığı Yasîn cüzüne yaptığı tezhip, yaklaşık 1940’lardan bu yana, uzun bir aradan sonra tezhiplendiği için önemli. Dağlı, Osmanî’den önce iki tarz daha geliştirmişti. 2011’de damlakâri (yaprakların küçük damlalarla ifade edilmesiyle ortaya çıkan tarz) ve 2013’te gevherşah (mücevher etkisini klasik tezhiple sistemleştirerek ortaya çıkarttığı tarz). Bunlarla ilgili sunumları da önümüzdeki aylarda yapacağını söyleyen Dağlı, “Osmanî Tezhîbi ile Yasîn Cüzü” seminerini nisan ayında Üsküdar’daki Klasik Sanatlar Merkezi’nde tekrarlayacak. (0216 650 89 77)

15 Mart 2014 Cumartesi

Kerkük şiiri bu külliyatta

Irak Türkmenlerinin doksan yaşına basan kültür ve edebiyat tarih­çisi avukat Atâ Terzibaşı’nın 50 yılda iğneyle kuyu kazarcasına meydana getirdiği 13 ciltlik “Kerkük Şairleri” adlı eseri, dört kitap halinde Latin harflerine kazandırıldı. 180 Kerküklü şairin biyografileri ve şiirlerinden örneklerin yer aldığı eser, Kerkük şiirini tanımak isteyenler için oldukça kıymetli bir çalışma.Kerkük denince, akla pek çok şey gelir… Bin yılı aşkın süredir o topraklarda yaşayan Türkmenler, onca savaşa, acıya, baskıya rağmen sadece varlıklarını koruma mücadelesi vermemiş. Dilleri, kültürleri, şarkı ve türküleri, kimi zaman ağıtları ile zengin bir kültürel miras da oluşturmuşlar. Kerküklü bir Türk halk müziği sanatçısı Abdurrahman Kızılay’ın, “Gün gördüm günler gördüm, seni gördüm şad’ oldum.” diyen o meşhur türküsünü bilmeyen yoktur: ‘Altın Hızma Mülayim’, Kerkük’ün acısını, hüznünü, aşkını anlatan yüzlerce türküden sadece biri. Biraz geriye gidecek olursak, Fuzuli Irak ve Kerkük bölgesinde yetişen en önemli şairlerden. Türk klasik şiirinin bir diğer önemli temsilcisi Nesimi’yi de Kerküklü şairler listesine ekleyebiliriz. Gelgelelim Irak’ta yetişen yüzlerce Türkmen şairlerin pek çoğu Türk dünyasında adını duyuramamıştır. Irak Türkmenlerinin kültür ve edebiyat tarih­çisi avukat Atâ Terzibaşı, yıllardır bitmez tükenmez bir azimle Kerkük şiirine hizmet etmeye devam ediyor. Kendini adeta Kerkük şiirine adayan Terzibaşı, Kerkük bölgesinde yetişen şairleri derlediği 13 cilt­ten oluşan “Kerkük Şairleri” adlı külliyatın sahibi. Eski harflerle kaleme aldığı eserin ilk cildi 1963’te Bağdat’ta, son cildi ise 2012’de Kerkük’te yayımlandı. 50 yıllık bu emek, Prof. Dr. Suphi Saatçi ve arkadaşlarının girişimleri, Ötüken Neşriyat’ın da desteği ile yıllar sonra Latin harflerine kazandırıldı.50 yılda yazıldıAtâ Terzibaşı 1924 doğumlu. Irak’ta gerek cumhuriyet öncesi ve sonrası, gerek Saddam rejimince pek çok işkence görür. Çıkardığı Reşit gazetesi nedeniyle tutuklanıp hapis yatar. Fakat Kerkük Türkmen edebiyatı ve şiiri için çalışmaktan hiç vazgeçmez. Terzibaşı bugün 90 yaşında ve hâlâ çalışıyor. Şimdilerde, ilk cildini 39 yaşında yayımladığı 13 ciltlik eserinin 14. cildi için yaşayan Kerkük şairlerini derlemekle meşgul. Terzibaşı’nın kıymetli eseri, Türkçede on üç cildi içeren dört kitap şeklinde özel kutusuyla yayımlandı. Birinci ve ikinci ciltleri içeren ilk kitabı yeni harflere Prof. Dr. Ali İhsan Özek ve Ayşe Taşralı aktardı. Üç, dört ve beşinci ciltlerin bulunduğu ikinci kitabı ve üçüncü kitapta yer alan 6-8. ciltler arasını Arş. Gör. Duygu Dalbudak ve Çağdaş Albayrak aktardı. Üçüncü kitapta yer verilen dokuzuncu cildi ve 10-13. ciltlerin bulunduğu dördüncü kitabı ise Doç. Dr. Yüksel Topaloğlu, Latin harflerine aktardı. Külliyatın metin tamirini Prof. Dr. Ali İhsan Özek, son tashih ve denetimini ise Prof. Dr. Suphi Saatçi yaptı. Suphi Saatçi, Terzibaşı’nın adeta iğneyle kuyu kazarak hazırladığı eserini Latin harfleriyle yayımlamayı hayal ettiğini söylüyor: “Atâ Bey’in bu kitabını Latin harfleriyle yayımlayarak Türk dünyasının istifadesine sunmak içimde hep bir dertti. Erbil şairleri, Kerkük manileri ve türkülerini de derleyen yazarın ‘şaheseri’ Kerkük Şairleri’dir. Bu özgün külliyat Irak Türkmen edebiyatı tarihinin ana kaynağıdır.” Eser üzerinde üç yılı aşkın bir zamandır, emeği geçen herkesin büyük bir titizlikle çalıştığını söyleyen Saatçi, esas zor kısmın Atâ Terzibaşı’nı ikna etme süreci olduğunu belirtiyor. Terzibaşı, özellikle eski harflerle yeni harfler arasındaki imlâ sorunları ve divan şiirinin yazıldığı aruz vezninin yeni harflere aktarılırken kaybolacağı endişesi taşımaktaymış. Transkripsiyon sistemi ile bu sorunun çözüldüğünü anlatarak kendisini ikna eden Saatçi, süreci şöyle anlatıyor: “Çalışmalar ilerledikçe Terzibaşı daha bir heyecanla sürece katıldı. Üç yılın sonunda on üç ciltlik dört kitabı baştan sona kendisi kontrol etti ve gerekli düzeltmeleri yaptı.” Atâ Terzibaşı’nın naif bir Türkmen Türkçesiyle kaleme aldığı 1650 sayfayı bulan dört kitaplık külliyatta, 180 kadar Kerküklü şairin biyografileri ve şiirlerinden örnekler yer alıyor. Ayrıca bazı şairlerin varsa düz yazı metinlerinden örnekler sunuluyor. Türk şiirine mâl olmuş Fuzuli ve Nesimi dışında Kerkük’te ürün veren bütün şairleri bir araya getiren çalışma, Kerkük şiirini tanımak isteyenler için oldukça kıymetli bir külliyat. Nevres, Sâfî, Gülami, Faiz, Şeyh Rıza, Hulusî, Sadullah Muftî, İzzettin Abdî ve daha birçok şairin tanıtıldığı ciltlerde yer alan isimler, orijinallerindeki sıralaması ile yer alıyor. Terzibaşı bu sıralamada bir kronoloji takip etmek yerine imkânlar çerçevesinde ulaştığı kaynaklarda karşısına çıkan isimleri derlemiş. Yeni isimler buldukça da yeni ciltler meydana gelmiş. Dör­düncü kitabın sonundaki indekste ise dört kitapta yer alan şairler al­fabetik sırayla veriliyor.

14 Mart 2014 Cuma

Karabağlı gazilerin hikâyesi film oldu

Başrolünde Ayna grubunun solisti Erhan Güleryüz ve Tuğçe Kazaz’ın oynadığı “Kafkas” filminin Londra prömiyeri, dünyaca ünlü filmlerin gala ve özel gösterimlerine ev sahipliği yapan İngiliz Film ve Televizyon Akademisi’nde (BAFTA) önceki akşam yapıldı. Karabağ Savaşı’nı anlatan Kafkas, Türkiye’de nisan ayında gösterime girecek.Londra, son zamanlarda Türk yönetmenler için dünyaya açılan bir kapı haline geldi. Yılmaz Erdoğan ‘Kelebeğin Rüyası’ filminin Türkiye dışındaki galasını Londra’da yaparken Çağan Irmak da yeni filmi ‘Tamam Mıyız?’ı Londra CinemasterUK tarafından Odeon Lee Valley’de yapmıştı. Sanatçı Erhan Güleryüz ise ilk defa yönetmen koltuğuna oturduğu ‘Kafkas’ filminin galasını önceki akşam Londra’da yaptı. İngiliz Film ve Televizyon Akademisi’nde (BAFTA) yapılan galaya, Londra Büyükelçisi Ahmet Ünal Çeviköz, Azerbaycan Londra Büyükelçisi Fahrettin Kurbanov ve Azerbaycan milletvekili Ceyhun Osmanlı da katıldı. Filmin senaryosunu da kaleme alan Erhan Güleryüz, gerçek bir hikâyeden yola çıkmış. Erhan Güleryüz’ün yanı sıra Tuğçe Kazaz, Hasan Kaçan ve Koray Mincinözlü’nün oyuncu kadrosunda yer aldığı film, Azerbaycan’daki Karabağ Savaşı (1988-1994) sırasında aldığı kurşun yarasının kendisini ölüme götürdüğünü öğrenen müzisyen ‘Hazar Kafkas’ın yaşadıklarını anlatıyor. Güleryüz’ün adım adım ölüme yaklaşan müzisyen Hazar’ı oynadığı filmde, Hazar’ın âşık olduğu ilkokul öğretmeni ‘Nehir’ karakterini ise Tuğçe Kazaz canlandırıyor. Erhan Güleryüz’ün ilk sinema deneyiminde en büyük destekçisi, bir düşünce kuruluşu olan Hazar Strateji Enstitüsü (HASEN). Müzik dünyasından sinemaya geçen isimlerin bir koltukta üç karpuz taşımasına alışkınız. Güleryüz de bu geleneğe uyanlardan. Yönetmenlik ve oyunculuk kabiliyetlerine müziğini de ekleyen sanatçı, filmde o döneme ait gerçek görüntüler de kullanıyor. Karabağ Savaşı’ndan görüntülerin yer aldığı açılış sahnesi, Budapeşte Senfoni Orkestrası’nın müzikleriyle etkisini iyice artırıyor. Savaş ve göç sahneleriyle başlayan film, Karabağlı bir gazinin Türkiye’ye uzanan hayat mücadelesini aktarıyor. İleri ve geriye dönüşlerle farklı zamanlara gidip gelen kurgusu, filmin anlaşılmasını ilk başta biraz zorluyor. Çekimleri İstanbul Büyükçekmece ve Azerbaycan’da Şemkir’in bir köyünde yapılan filme haliyle Azeri vatandaşların ilgisi büyük oldu. Salonun büyük bölümü İngiltere’nin uzak şehirlerinden gelen Azeri öğrencilerle doluydu. Gala öncesi konuşan Azerbaycanlı milletvekili Ceyhun Osmanlı, uzun zamandır o dönemi anlatan bir film yapmak istediklerini söyledi. Osmanlı, filmin senaryosunu okuduğunda hemen Erhan Güleryüz’ü arayıp onu Bakü’ye davet etmiş. Amerikan filmlerini andıran bir girişle başlayan filmi baştan sona kadar izlemek için sizi tutan bir şeyler var. Güleryüz filmde zaman zaman kendisiyle dalga geçerek izleyiciyi güldürüyor. Örneğin yıllar sonra müzik hayatına dönen Kafkas’ın o sektöre ayak uyduramaması, kasetinin ilk başlarda satmamasını izlerken Güleryüz’ün kendi albüm fotoğrafı görünüyor perdede. Ayrıca, yıllardır siyah gözlüklerini çıkarmayan sanatçı, Kafkas’ta gözlüksüz haliyle çıkıyor seyircinin karşısına. Film, Londra galasının ardından 31 Mart’ta Berlin de de gala yaptıktan sonra Bakü, İstanbul ve Ankara’da izleyiciyle buluşacak. Nisan ayında Türkiye’de vizyona girmesi planlanan ‘Kafkas’ın müzikleri de Erhan Güleryüz imzasıyla yayımlanacak.

13 Mart 2014 Perşembe

Actor’ün Türkiye prömiyeri Mardin’de

Dünya prömiyerini Avustralya’da yapan Actor oyunu, Türkiye prömiyerini ise 19 Mart’ta Mardin Artuklu Üniversitesi’nde saat 19.00’da yapacak.Aydın Orak’ın yazıp yönettiği, Tiyatro Avesta’nın sahneleyeceği Actor, bir aktörün oyun sahnelerken yaşadığı komik durumları ve yaşanmış olayları anlatıyor. Grotesk ve kara komedi bir anlatımla sahneye taşınan oyunda, bir oyunun proje aşamasından rejiye, oyunculuğa, turnelere ve seyircilere uzanan tiyatral yolculuğun tüm aşamaları aktarılıyor. Dünya prömiyerini Avustralya’nın Melbourne, Sydney ve Perth kentlerinde gerçekleştiren Actor, mayıs ayında 19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelenecek. (www.tiyatroavesta.com)

12 Mart 2014 Çarşamba

‘Festivalin büyümesine üzülüyoruz’

Los Angeles Türk Film Festivali (LATFF) üçüncü yılında olmasına rağmen festivale katılanlardaki şaşkınlık ve hayranlık hâlâ devam ediyor.Gayri ihtiyari bir şekilde “Los Angeles'ta bir film festivali, Türkler, hatta sinema okuyan öğrenciler!..” gibi şaşkınlıkla dolu kesik kesik cümleler kuranlar hâlâ vardı. Derviş Zaim ve Rahman Altın gibi festivalin kuruluş aşamasına tanıklık etmiş olanlar için ise her şey doğal seyrinde devam ediyor ve festivali düzenleyen gençlerin heyecanı onlara da ayrı bir umut aşılıyor. 3. LATFF, önceki akşam düzenlenen kapanış ve ödül töreni ile sona erdi. Mete Horozoğlu'nun sunumuyla gerçekleşen gecede, yarışma bölümündeki 10 kısa film içinden Onur Yağız imzalı ‘Patika' birincilik ödülünü kazandı. Yönetmen Reha Erdem, oyuncu Saadet Işıl Aksoy, Chapman Üniversitesi Sinematografi Bölümü Başkanı Bill Dill, Filmmakers Alliance Başkanı Jacques Thelemaque ve Sundance Film Enstitüsü Uzun Metraj Bölümü Direktörü Michelle Satter'den oluşan jüri, ‘Birlikte' ve ‘Kor' filmlerine özel ödül verirken, seyirci ödülü de Nadim Güç imzalı ‘Yolculuk' filminin oldu. Ödül töreni sonrası konuştuğumuz LATFF Başkanı Cenk Ertürk ve LATFF Genel Koordinatörü Mehmet Güngören'in üzerinden büyük bir yük kalktığı hemen hissediliyordu. Festivale katılanların şaşkınlığı haksız sayılmazdı aslında. Mehmet, ABD'nin sayılı sinema okullarından UCLA'de öğrenci, Cenk de MWU'da. İki öğrencinin elinden böylesi ciddi bir festival nasıl çıkıyor? Cenk, tıpkı festival boyunca yaptığı konuşma ve takdimlerde olduğu gibi, festival ekibine vurgu yaptı. Sekiz kişiden oluşan Yönetim Kurulu haricinde 52 gönüllü, festivale destek vermiş bu yıl. Cenk, bunun kendilerini hem üzdüğünü hem sevindirdiğini söylüyor: “Sevindirici, çünkü geliştiğimizi gösteriyor. Üzücü, çünkü bu yıl ilk kez gönüllülerin hepsiyle tek tek tanışıp sohbet etme imkânı bulamadık.”FESTİVAL DÜZENLEMEK DEĞİL, FESTİVALE KATILMAK İSTİYORUZReha Erdem'den Mahmut Fazıl Coşkun'a, Ercan Kesal'dan Derviş Zaim'e ve Atalay Taşdiken'e kadar bu yılki festivaldeki ‘ağır misafirlerin' ortak fikri, festival ekibinin genç olduğu kadar ciddi, heyecanlı ve enerji dolu olduğuydu. Türkiye'deki festivalleri de çok iyi bilen bu katılımcıların övgüleri şöyle bir soruyu da beraberinde getiriyor. Festival, hep ‘genç arkadaşlarla' mı devam edecek? Kurumsallaşma yolunda atılan bir adım var mı? Mehmet, “Bu yıl bizim için bir eşikti.” diyor; üniversitelerinin biteceğini ve festivale daha fazla vakit ayıracaklarını söylüyor. Ancak gelişme adına başka planları var: “Bizim amacımız 15 yıl festivalin başında kalıp buradan ‘ekmek yiyen' adamlar olmak değil. Devamlı kendini yenileyen, gençlik ruhunu koruyan bir festival istiyoruz. Bunun için de festivalin çatısı konumundaki Hayali İhracat Film şirketimizi profesyonel hamlelerle geliştirip festivalin hamisi haline getirmeye gayret ediyoruz. Ve festivali kurumsal bir kimlikle ama gençlik heyecanını ve enerjisini kaybetmeden sürdürmek istiyoruz.” Cenk'in söyledikleri ise ikilinin düşüncelerini net bir biçimde ortaya koyuyor: “Aslında festival, yapmak istediğimiz değil, katılmak istediğimiz bir şey. Biz film çekmek ve festivallere katılmak istiyoruz. Dolayısıyla şirketimizi geliştirip bu işi yeni gelen arkadaşlarımıza devretmek istiyoruz.” Türkiye'den giden sinemacılar için iyi bir tecrübe olsa da festivalin Amerikan seyircisi ve sinema çevrelerine ulaşması da önemli. Bu konuda mesafe aldıklarını söylüyor Cenk. Açılış filmi ‘Yozgat Blues'u izlemek için Altın Küre Ödülleri'nin düzenleyicisi HFPA'nın (Hollywood Yabancı Basın Birliği) beş üyesi festivale gelmiş. Bunun dışında Film Independent gibi kuruluşlarla kurdukları bir dostluk var. Sinema dergisi Variety, bu yıl ilk kez festivali tam sayfa haber yaptı ve Indiewire internet sitesinde festival hakkında yazı çıktı. Cenk, daha da iyi olacağını düşünüyor: “Bugüne kadar ulaştığımız isimlere baktığımız zaman yavaş yavaş bir ‘yerli' seyircimizin oluştuğunu ve karar verici mekanizma içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Sadece Türklerin izlediği bir film festivali olmamak için gayret gösteriyoruz.”‘Festival nasıl yapılır, görsünler!’Reha Erdem (jüri başkanı): Festivale ilk kez katılan ve bu yıl jüri başkanlığını yürüten Reha Erdem’le ödül töreni sonrası yaptığımız görüşmede, uzaklıktan ve işlerinden dolayı festivale gelmeyi istemediğini itiraf etti. Ayrıca Türk basınının festivale yaklaşırken kullandığı “Hollywood’da Türkler” temasından dolayı kafasında biraz mesafe varmış. Sonrasını Erdem’den dinleyelim: “Gelince gördüm ki başka bir şey yapıyor bu gençler. Çok heyecanlı ve ciddi çalışıyorlar. Gençler yapıyor diye duymuştum ama bu kadar genç olup da bu kadar iyi bir şey yapanları görünce, Türkiye’de birçok festival yapılıyor, buraya gelip görsünler, buraya nasıl bir ciddiyetle, nasıl bir disiplinle yapılıyor bu iş. Finalistleri Los Angeles’a getirmeleri çok hoş. Genç yönetmenlere önemli bir perspektif sunuyorlar. Festival, gençlere çok şey kazandırıyor. Bir kere Los Angeles, sembolik olarak bile sinemanın geçmişi bu topraklarda. Bunlar az buz şeyler değil, burada yarışan gençler için, kabul edilmek ve önü açılmak anlamına geliyor. Buraya gelen genç kısacılara çok büyük bir iyilik yapıyorlar. Dolayısıyla Türk sinemasına ve geleceğine de… Dilerim devam ederler. Bu kafayla giderlerse geleceğini çok iyi görüyorum festivalin.”

11 Mart 2014 Salı

Yüz yıllık Havâdisler

Taksim Atatürk Kitaplığı, meraklılarını bu yıl ikinci kez 100 yıl öncesinin gazetelerinden haberdar ediyor.“Havadis: 1913 Yüz Yıl Önce” adlı sergiyi Atatürk Kitaplığı personelinden Ayşenur Ünal ve Bahriye Avcı hazırladı. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına bir yıl kala Osmanlı’da neler konuşuluyordu? Gündelik hayatta neler olup bitiyordu, siyasetin havası nasıldı? Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nde açılan sergide görüyoruz ki, 1913 yılının en çok gündeme gelen haberi, Edirne’nin düşmesi. Bunun yanında Batı ile saat ve ölçü birliği, Taksim Kışlası’nın el değiştirmesi, Yunanistan ile Ege adaları meselesi, alfabenin güncel ihtiyaçlara göre ıslah edilmesi dikkat çekici konular arasında. Ayşenur Ünal ve Bahriye Avcı’nın birleştikleri nokta o günlerle bugün arasında birçok benzer konunun işlendiği, aradaki fark ise sadece dil ve üslup farkı... Altı aylık titiz bir çalışmanın ürünü sergide Alemdar, Tasvir-i Efkar, İkdam, Tanin, Sabah, Peyam, Rubab, Türk Duygusu, Türk Yurdu, Sebilürreşad, Resimli Kitap, Kadın Dünyası, Servet-i Fünun, Karagöz, Şehbal, Yeni Gazete, Tazminat, Balkanlar, Gençlik Alemi, Tan, Hilal-i Ahmer Salnamesi, Şelale, Lem’a, Takvim-i Vekayi gibi gazetelerden örnekler yer alıyor. Bahriye Avcı ve Ayşenur Ünal, birçok dikkat çekici haber arasından seçim yapmak zorunda kaldıklarını anlatıyor. Ünal’ın araştırması sırasında en aklında kalan haberlerden biri, 12 yaşında vatanını savunmak için cepheye giden Nuri adlı öksüz ve yetim bir çocuğun hikâyesi. Ünal, “Şimdi olsa farklı algılanır. O yaşta çocuklarımıza yumurta bile taşıtmıyoruz ama bu durum o yıllarda garipsenmiyor.” diyerek algı farklarına dikkat çekiyor. “Mecnunların İstanbul’a gelişi yasaklandı” başlıklı haber de çok dikkatini çekmiş Ünal’ın. Haberden öğrendiğimize göre; Anadolu’daki bîmarhanelerde yer kalmayınca İstanbul’a gönderilen akıl hastalarına İstanbul bîmarhanelerinde de yer bulunamaması üzerine artık mecnunların şehre kabul edilmeyeceğine dair bir kanunname çıkarılıyor. Bahriye Avcı ise 1913’ün önemli gündem maddelerinin Edirne’nin düşüşü, gazetelerin kapatılması ve sansür olduğunu söylüyor. Hatta yayın organlarının sahiplerine göre özgürlük sıralamasına yer verilen haberler dahi yapılmış, “Türkler azınlıklara göre, Rumlar Ermenilere göre…” şeklinde. O döneme dair bir dürüstlük hikâyesi ise Avcı’nın unutamadığı haberler arasına girmiş. Kaybolan bir top Amerikan bezinin uzun süre sahibi aranmış, bulunamayınca Hilal-i Ahmer’e (Kızılay) gönderilip gazetelere haber verilerek sahibi aranmış. Avcı, dönemin maddi imkansızlıkları ve fakirlik düşünülünce bu dürüstlüğün daha anlamlı bir hal aldığını söylüyor. İstiklal Caddesi’ne girerken hemen sağda Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’ne uğrayarak gezebileceğiniz sergi, 31 Mart’a kadar açık kalacak.

10 Mart 2014 Pazartesi

Camı şiire dönüştüren sanatçılar

Fransız cam sanatının öncülerinden Émile Gallé, Daum Kardeşler ve René Lalique'nin eserleri İzmir Arkas Sanat Galerisi'nde sergilenmeye devam ediyor. 27 Nisan'a kadar açık kalacak "Gallé Daum Lalique... Camın Şairleri" adlı sergide, 172 parça şiir gibi işlenmiş sürahiler, lambalar ve vazolar bulunuyor.-Fransız cam sanatının öncü isimlerinden Émile Gallé'nin (1846-1904), üzerinde peygamberdevesi ve kınkanatlı böcek bulunan vazosunu izlerken sıradan bir eserle karşı karşıya olmadığınızı anlarsınız. Basit bir vazo değildir yaptığı, camı şiir gibi işler sanatçı. Daum Nancy imzalı sonbahar vazosu da o kadar gerçekçidir ki, yine aynı hisse kapılırsınız. Vazonun üzerindeki yaprakları dökülmüş, rüzgârda savrulan ağaç dalları ve yağmur damlaları sizi, 20. yüzyılın başında Avrupa'yı etkileyen süsleme sanatı Art Nouveau ile tanıştırır. Mimari ve dekoratif alanda yenilikçiliği esas alan, mobilya, obje ve cam gibi işlevselliği yüksek araçlara kalite kazandıran Art Nouveau, estetik dekoratif süslemelerin yanı sıra botanik bilgisinin de sıklıkla kullanıldığı bir sanat akımı olarak biliniyor. 1800'lü yıllarda bu akımın öncüsü olan birçok firma ve tasarımcı kısa sürede adını duyurur. Bunlar Avrupa'da; Émile Gallé, Daum Kardeşler ve René Lalique, Amerika'da ise Tiffany'dir. Her bir sanatçı vazo, lamba, masa, saat, cam panolar, araba maskotları, mücevher hatta parfüm şişelerini şiir gibi işlerler. O dönemde yapılan 172 eseri İzmir Arkas Sanat Galerisi'nde görmek mümkün. Arkas Holding Yönetim Kurulu Başkanı, koleksiyoner Lucien Arkas'a ait olan eserlerin yer aldığı "Gallé Daum Lalique... Camın Şairleri", sizi 20. yüzyılın başlarında Fransa'da filizlenen Art Nouveau akımının cam sanatındaki en önemli üç temsilcisi: Émile Gallé, Daum kardeşler ve René Lalique ile buluşturuyor. Türkiye'nin Art Deco alanındaki ilk sergisi olan Camın Şairleri ile Art Nouveau akımının dekoratif sanatlar alanındaki temsilcisi Émile Gallé'yi tanıyacak, öncülüğünü üstlendiği cam sanatındaki yenilikçi anlayış hakkında fikir sahibi olacak ve Nancy Ekolü'nün (École de Nancy) en büyük temsilcilerinden Daum Kardeşler ile ünlü tasarımcı René Lalique'in dünyanın çeşitli noktalarından bir araya getirilmiş eserlerini görebileceksiniz. Kendisini “mutluluğun emekçisi” olarak tanımlayan Émile Gallé felsefe, edebiyat ve botanik eğitimi alır. O yıllarda cam sanatı ve mobilya tasarımı alanında çalışmalar yapan sanatçı, zamanla çeşitli cam süsleme tekniklerini araştırır ve yeni dönem cam sanatına liderlik yapar. Gallé, Daum ve Lalique camları bu dönemin ruhunu yansıtması bakımından önemli. 1920'lerden sonra kübizm etkili Art Deco sanat akımı ile gizemli ve muğlak olandan, kesin hatlı ve geometrik olan tarza geçiş yaşanır. 20. yüzyılın başında kişisel emeğin, bilim ve teknolojinin getirdiği olanaklarla bütünleşmesi, konularında uzman sanatçı ve zanaatçıların ortak çalışması sonucu değerli eserler üretilir. Atölyede üretim, “tek ve biricik” olandan, zamanla kaçınılmaz olarak seri üretime yönelen bir süreç izlemiştir. Bu süreç, günümüzde sanayi üretiminin kesin zaferi ile sonuçlanır. Özel ve seçkin tasarım ürünleri olan Art Nouveau ve Art Deco objelere olan ilgi ve talep 1960'lardan günümüze devam ediyor.

8 Mart 2014 Cumartesi

Üç boyutlu tarihin unutulmayanları…

Türkiye-Polonya İlişkilerinin 600 Yılı kapsamında Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan “Uzak Komşu Yakın Anılar” sergisinde Polonya’nın müze, arşiv ve kütüphanelerinden eserler yer alıyor. Sergi 15 Haziran’a kadar açık.Hayatın mucizevi bir macera olduğunu kavrayabilmek, görsel, içsel hafızanın yanı sıra kültür tarihi algısı ve birikimiyle ilgilidir. Loş bir sergi salonunda 17. yy'da bakır bir levha üzerine çizilmiş Tuna Irmağı'nı geçtiği ülkeleri gösteren haritada varlığını unutan bir seyyah misali dolaşırken, edebiyatçı Claudio Magris'i düşünüyordum. Avrupa'yı baştan başa geçen ve her geçtiği ülkeye damgasını vuran o efsane nehrin etkilediği tarihi, yazarları, sanatçıları derin bir bakışla anlattığı kitabı ‘Tuna Boyunca', yazı sanatının üç boyutlu resmini göstermişti bana. Unutulanları canlandırma üslubu bu kıymetli mirası farklı kılıyordu. Benzeri duyguları evvelki gün “Uzak Komşu Yakın Anılar” sergisini gezerken de hissettim. Bir tarihi canlandırmak sadece haritaları, resimleri, savaş ganimetlerini, padişah portrelerini, diplomatik belgeleri, dekoratif nesneleri sergilemekten ibaret değildir çünkü. Geçtiğimiz gün Sakıp Sabancı Müzesi'nde ‘Türkiye-Polonya İlişkilerinin 600 Yılı' üst başlığıyla açılan serginin hedeflediği, Müze Müdürü Dr. Nazan Ölçer'in de söylediği gibi, Polonya'daki müze, kütüphane, arşiv, manastır ve kilise koleksiyonlarından alınan her objenin dönemsel ‘muhatabını' bulmak. Tarihi ilişkiler, dönemin sanatı, kültürel iklimi ancak böyle bir bakışla anlatıldığında canlı ve anlamlı kılınabiliyor. Ölçer, başlangıçta “Kilise ileri gelenlerinin kim bilir kaç merasimde kullandığı giysilerle dönüşerek saklanan Türk kumaşlarının, hediye edilen veya savaş meydanlarında geriye kalan çadır ve silahların, cephede tutulan günlüklerin, bizlere üç boyuta bürünmüş bir mesaj vermesini istedik.” demişti. Sergi, bu dipnotun ışığında izlendiğinde, 600 yıllık bir geçmişe bugünün bakışıyla dokunabilen ‘insani' yanını da görebiliyorsunuz. Eşyanın varlığı ve farklı kültürler, muhatabıyla hayat bulduğunda Tuna Nehri gibi büyük bir denize açılarak kaynağıyla tamamlanıyor. Yaklaşık 350 eserin yer aldığı geniş sergide, beni en çok etkileyen objeler, yine savaşlar sırasında tutulan günlükler, belgeler, elyazmaları oldu. Onlarla birlikte müthiş bir işçilikle imal edilmiş Osmanlı çadırını, Bursa'da üretilen ayin kıyafeti kumaşlarını, kuşakları, duvar halıları, işlemeli haşaları, seccadeleri asırlardır özenle saklayan tarih bilincine gıpta ederken, bizde bu zihniyetin artık çok güçlü olmamasına da biraz öfkelendim doğrusu. Tarih kitaplarında yalan yanlış ezberletilen ‘Karlofça Antlaşması'nın (Osmanlı Belgesi) orijinal metnini ve çevirisini okurken ‘nihayet' diye gülümsedim. Lehistan'ın en zor dönemin Kralı III. Jan Sobieski'nin sadece hırslı bir politikacı olmadığını, aynı zamanda cömert bir sanat koruyucusu olduğunu belgeleriyle görmek beni heyecanlandırdı. Tören davullarının tok sesini, üzengilerin içinden geçen asker botlarının, işlemeli kadife kumaştan yapılan eyerlere sürtünen bacakların sessiz çığlıklarını işittim. Sultan II. Osman'ın bahçelerde koştururken savrulan entarisinin rüzgârlı hışırtısı müze salonunda kısacık bir yankılandı sanki. Savaş sahneleri resmiyle tanınan Polonyalı ressam Josef Brandt'in ‘Hotin Muharebesi' resminin önünde durup çarpışan süvarilerin gerisindeki dumanlı gökyüzünde savaşın korkunç ışığını gördüm. Yeri gelmişken; savaşların destanlaştırılmasına karşı olan biri olarak, bu tür tabloların, gravürlerin sergilenmesinin savaşın kutsanmasına değil, tersine tarihin doğru okunmasına yardımcı olacağını düşünüyorum. Viyana Kuşatması'nda Osmanlı askerinin şehri yağmalamamak için kanalizasyon yollarını kullanarak ölümü göze alması, geriye dönük bu bakış vesilesiyle Eminönü'ndeki Valide Sultan külliyelerinin inşa hikâyelerini, 19. yy'da Osmanlı topraklarına sığınan Polonyalıların yaptıklarını öğrenmek, Sultan Abdülaziz'in saraya davet ettiği Polonyalı ressam ve müzisyenlerin karşılıklı etkileşimini anlayınca bütünlük kazanıyor. Serginin girişinde son yıllarda kaçınılmaz olarak moda olan ‘Hürrem Sultan'ın dizilerde seyrettiğimiz, hatta burada resmedilenlere pek benzemeyen ilginç bir portresi var. 17. yy'ın ikinci yarısında yapılmış. Hangisi bize sunulan gerçeğe daha yakın bilmiyorum. Kültür tarihçileri iyi bilir; geçmiş onu canlı tutanlarla değerlenir, geleceğe kendini yenileyerek akar. Hölderlin, ‘Tuna'nın Kaynağı' şiirinde, “Güneşin parlayan ışınları altında nehir geçip giden hayat gibi akıp gider, ama ışığı yansıtıyor olması optik bir yanılsama gibidir, görünüşün baştan çıkarıcılığıdır bu.” diyordu. Yanılsamanın güzelliğiyle hakikatin buluştuğu farklı kültür tarihi sergisi olmuş ‘Uzak Komşu Yakın Anılar'.

7 Mart 2014 Cuma

Buyurun, 140 karakterlik edebiyat festivaline!

Edebiyat dünyası, geçtiğimiz yıl Twitter’ın düzenlediği, Twitter Kurmaca Festivali’yle (Twitter Fiction Festival) tanıştı. Dünyanın dört bir yanından büyük ilgi gören festivalin ikincisi bu yıl 12-16 Mart arasında düzenleniyor. Ünlü yazarların edebi metinlerini paylaşacağı etkinliğe, Twitter kullanıcıları da #twitterfiction hashtag’ini kullanarak katılabiliyor. Eleştirmenler, Twitter’ın 140 karakterlik yeni bir edebiyat türüne ilham verdiği görüşünde.Sosyal medyanın edebiyatla ilişkisi daha da derinleşirken karşımıza yeni türler, yeni yazarlar ve yeni yazma alışkanlıkları da çıkmaya başladı. Özellikle Twitter, pek çok yazar ve edebiyat okuru için sınırsız bir alan sunuyor. Bunu ‘resmi' bir zemine oturtan ve geçtiğimiz yıl ilk etkinliği hayli ilgi gören Twitter Kurmaca Festivali'nin (Twitter Fiction Festival) ikincisi 12-16 Mart arasında düzenlenecek. Festival bu yıl, Amerikan Yayıncılar Birliği ve dev yayıncı Penguin Random House işbirliğiyle işe koyuluyor. Festivalin ikinci yılında Megan Abbott, Alexander McCall-Smith, Brad Meltzer, Elliott Holt, Tracy Guzeman, Liz Fremantle, Richard Kadrey ve Maisey Yates gibi dünyanın dört bir yanından ünlü yazarlar var. Twitter kullanıcıları da herhangi bir dil ve tür ayrımı yapmaksızın #twitterfiction hashtag'ini kullanarak festivale katılabiliyor. Festival kapsamında geçtiğimiz yıl 29 farklı proje üretilmiş ve #twitterfiction hashtag'i altında 25 bin tweet atılmıştı. Henüz yayımlanmamış kitaplarından tadımlık parçalar sunarak okura sürpriz yapanların yanı sıra kimi yayınevleri bu festivali bir pazarlama alanı olarak kullanmıştı. Festivalin resmi yazarları için bir de ünlü eleştirmenlerden, yazarlardan ve yayıncılardan oluşan bir seçici kurulu var. Festivale katılan yazarlar, ünlü kişiler üzerinden parodi hesapla (parody account); meşhur bir roman karakterini konuşturarak; görsel metinlerle veya takipçilerle etkileşim içine girerek metinlerini paylaşıyor. Özellikle öykü ve şiir bu ‘cin fikirler'in rağbet gördüğü türler arasında.EDEBİYAT İÇİN YENİ BİR İMKÂNTwitter'da edebiyat çok yeni olmasa da eleştirmenler, Twitter'ın 140 karakterlik yeni bir edebiyat türüne ilham verdiği görüşünde. Hatta geçtiğimiz ay Nijerya asıllı Amerikalı yazar Teju Cole, bir edebiyat oyununu Twitter üzerinden gerçekleştirmişti. Cole, “Hafız” adlı öyküsünü parçalara bölerek Twitter üzerinden tanıdığı kişilere yolladı. Bu kişilerin takipçileri için cümleler pek bir anlam ifade etmezken Cole, öyküyü, doğru sırasına göre kendi sayfasında retweet edince metin ortaya çıkmıştı. Hemingway Derneği/Pen Ödülü'nün sahibi yazarın bu tekniği bir hayli ilgi görmüştü. Bunun yanı sıra 2011 Pulitzer ödüllü Amerikalı yazar Jennifer Egan'ın “Black Box” adlı öyküsü de The New Yorker tarafından parça parça Twitter üzerinden yayınlandı. Hatta Penguin Amerika bu yeni türe bir ad bile verdi, literature'dan (edebiyat) hareketle "twitterature". Bu isimle geçtiğimiz yıllarda bir kitap yayımlayan Penguin, 21. yüzyıl yazarlarının, 20 tweet'lik veya daha az metinlerle dünya edebiyatının klasiklerini yeniden anlattığı bir antoloji hazırlamıştı.GÖZLERİMİZİN ÖNÜNDEN AKIP GEÇEN EDEBİYATTwitter'da edebiyat, özellikle ülkemizdeki algı ve yönelim düşünülünce farklı bir zemine oturuyor. Zira daha çok medyanın hakim olduğu bir alan var karşımızda. Bu alanda epey hareketli olan yazarlar da yok değil. Okurun, yazarın üretimine dahil olabildiği bu zemin kimi zaman saniyeler içerisinde gelişiyor. Batılı yazarların bir imkân olarak kullandığı bu alan gittikçe yeni cin fikirlere sahiplik edeceğe benziyor. Twitter'ın bu festivali, Türk edebiyatında kimi zaman sekiz-on sözcükle öyküler yazan usta yazar Ferit Edgü'nün minimal öykü üzerine söylediği şu sözlerini akla getiriyor biraz da: “Direkt yaklaşım biçimi dediğimiz, her şeyi olduğu gibi ifade eden, kıvırmadan, dolaştırmadan, her şeyi kısa cümlelerle ifade etmeye dayalı bir yaklaşım biçimidir bu. (...) Yazarlığın hoş olan bir yönü vardır, sözcüklerle oynarsınız, okurla oynarsınız, onları da kendinizi de sınarsınız. Öyle yukarıdan bakarak değil, onların arasına katılarak sınarsınız.” Pek çok ünlü yazarın da aralarında bulunduğu edebiyatçıların, Twitter'da yayınladıkları 140 karakterlik bölümlerin birileri tarafından arşivlenip arşivlenmediği sorusu da ayrı bir önem taşıyor. Yakın gelecekte bu alan üzerine kafa yoran ve üretim yapan şirketlerin varlığını duymamız muhtemeldir, zira önümüzde bir nehir gibi akan ve gelecek nesillere ulaştırılması gereken bir edebiyat söz konusu. Amerika'da kimi kütüphanelerin, özellikle kendi bölgelerinde yaşayan edebiyatçıları kapsayan bir arşiv üzerine kafa yorduğunu da hatırlatalım. (Festival hakkında daha ayrıntılı bilgi için: www.twitterfictionfestival.com)

6 Mart 2014 Perşembe

Kitaro rüyası gerçek oldu

New Age müziğin yaşayan efsanesi Kitaro, gerçekten uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir konser verdi. Hiç beklemediğimiz bir anda ve mütevazı adımlarla sahneye çıkıverdi. Eline flütünü aldı ve 1999 yılında yayınladığı “Thinking of You” albümünden Mercury adlı bestesiyle açılışı yaptı.Önceki gece İstanbul’daki Haliç Kongre Merkezi’ne gelenler, bir rüyanın gerçek oluşuna tanıklık etti. Müzikseverlerin uzun yıllardır merakla yolunu gözlediği Kitaro, nihayet ülkemizdeki ilk konserini verdi. Bir rüya diyorum, çünkü 80’li yıllarda TRT’de yayınlanan İpek Yolu Belgeseli’nde Silk Road (İpek Yolu) adlı bestesini duyduğumuz andan itibaren onu sahnede görmek en büyük hayalimizdi. Öğrendik ki, bu konser onun da hayaliymiş. Dinleyicisine veda ederken söylediği “İstanbul’da olduğumuz için çok şanslıyız. Bu bizim rüyamızdı.” sözleri onun da bizimle buluşmayı ne kadar çok istediğinin kanıtıydı. Ülkemize gelmeden önce yaptığımız söyleşide de yıllardır İstanbul’da konser vermeyi çok arzuladığını, birçok teklif aldığını söylemiş, ancak bir türlü gelemediğinden yakınmıştı. Konser sonunda söylediği “Artık daha sık gelmek istiyorum.” sözleri önümüzdeki yıllar için iyi bir haberdi. Umarız bu istek gerçek olur ve onu bir daha bu kadar beklemeyiz. Gelelim Senfonik Dünya Turu kapsamında verdiği konsere. New Age müziğin yaşayan efsanesi Kitaro, gerçekten uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir konser verdi. Hiç beklemediğimiz bir anda ve mütevazı adımlarla sahneye çıkıverdi. Eline flütünü aldı ve 1999 yılında yayınladığı “Thinking of You” albümünden Mercury adlı bestesiyle açılışı yaptı. Mutadı olduğu üzere, yine flütüyle dört yöne nefesini ve müziğini üfleyerek dünyayı selamladı Japon müzisyen. Selamlama faslının ardından, adeta başka bir aleme dalıp gittiği synthesizerlarının başına oturdu. Ve müzikseverleri çok iyi bildiği “İpek Yolu” adlı bestesini çalmaya başladı. Büyük bir alkış tufanının ardından, “Kervansaray” ve “Aqua”yı seslendirdi. Dinleyicileri adeta zaman zaman kervansaraylarda mola verilen bir İpek Yolu seyahatine çıkardı. Müzik eleştirmenleri Kitaro’nun müziği için ‘ses resimleri’ ya da ‘zihin müziği’ tanımını uygun görüyor. Albümlerini dinlerken pek farkına varılmayan bu ayrıntı, onu sahnede dinlerken ve ardından resimler akıp giderken ayan beyan ortaya çıkıyor.Hem elektronik hem senfonikHiç konuşmadan konseri bitirecek sanırken mikrofonun başına geldi Kitaro. “Çok uzun zamandır İstanbul’a gelmeyi düşünüyordum İpek Yolu’ndan bu yana. Biz, aslında elektronik müzik yapıyoruz. Şimdi senfoni orkestrasıyla çalışmak gibi bir fırsatımız var çünkü orkestranın tamamı akustik ve bir sürü şarkımız var.” dedikten sonra 36 kişilik senfoni orkestrası sahnedeki yerini aldı. Bu, aslında Kitaro sevenler için çok ilginç bir deneyim olacaktı. Benim gibi pekçok hayranı da eminim nasıl bir müzikle karşılaşacağını merak ediyordu. Çünkü elektronik ile akustiğin buluşması her zaman iyi sonuçlar vermiyordu. Zaten o da bunun kendisi için bir meydan okuma olduğunu söyledi. Ancak Kitaro ve Santa Rosa Senfoni Orkestrası endişeleri ilk eserde yok etti. Ben özellikle çok sevdiğim “Heaven and Earth”ün senfonik haline bayıldım. Merak ettiğim diğer bir eser de “Matsuri” idi. Kitaro’nun bu şarkıda yerinden fırlayıp geleneksel Japon davulu olan ‘Wadaika’yı çalmasına şahit olmayı çok arzuluyordum. Bu arzum gerçekleşmedi belki ama bu şarkının senfonik yorumuna canlı şahit olmak heyecan vericiydi. Koi, Hajimari, Orochi, Thin king of You ve Reimeri... Elektronik müzikle akustik müziğin nasıl bir arada sırıtmadan durabileceğinin adeta dersi gibiydi. Konser bitiminde ayakta alkışlanan büyük sanatçı, bis yaparak bir Kokoro’yu seslendirdi ve veda etti. Sonra da, bütün yorgunluğuna rağmen hayranlarını kırmayarak dakikalarca albümlerini imzaladı.Onu bilmeyen nesle aşina değilizAltın Küre ve Grammy ödülü sahibi Kitaro, müziğinin tadını damaklarımızda bırakarak ayrıldı aramızdan. Salondan çıkarken, içimde bir rüyanın gerçekleşmiş olmasından ötürü duyduğum sevinç vardı. Ancak yine de kalbim biraz buruktu. İki şeye çok üzüldüm. İlki, onu dinlemeye gelenler arasında gençlerin sayısının azlığı. Özellikle müziğe gönül vermiş ve hayatını böyle devam ettirmeyi düşünen gençlerin onu canlı izlemelerini isterdim. Eminim ki konseri izlemek isteyen fakat bilet fiyatlarının yüksekliği nedeniyle gelemeyen gençler vardı. Lakin benim üzüntüm bu fırsatlara sahip olup da gelmeyenler için... İkincisi de popüler ve magazinsel konserlere çoğu kez kameraya görünme arzusuyla akın akın gelen “büyük sanatçı”larımızın bu güzellikten nasiplenememesiydi. Zira izlediğimiz sadece bir konser değildi. Hayatını müziğe adamış, kendi tarzında zirveyi yakalamış ve ünü dünyaya yayılmış bir insanın ne kadar mütevazı ve samimi olduğunu, sanatçılarımızın gözleriyle görmelerini arzulardım. Sahnede müziği ile devleşirken kendini nasıl da sıfırlayabildiği görülmeye değerdi. Ezcümle, umarım onun müziğini hâlâ keşfetmemiş olanlar bir an önce dinlemeye başlar. Ve yine umarım ki Kitaro bizi bir daha bu kadar bekletmez.

5 Mart 2014 Çarşamba

Kimler geldi kimler geçti!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları bu yıl 100. yılını çeşitli etkinliklerle kutluyor. City’s Nişantaşı Alışveriş Merkezi’nde bugün saat 18.00’de açılacak “Alnında Işığı İlk Hissedenler-Darülbedayi’den Şehir Tiyatroları’na 100 Yıl” adlı sergi, yüz yıllık sanat kurumunun tarihini fotoğraflarla anlatıyor.Moskova Sanat Tiyatrosu’nun 1902’de sahnelediği Ayaktakımı Arasında (1901) adlı oyun, ünlü Rus yazar Maksim Gorki’nin adından söz ettirmesini sağlayan en önemli eserlerinden biri olarak biliniyor. Türkçesi Vala Nurettin’e ait olan eser, Türkiye’de ilk kez 1936-1937 sezonunda Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendi. Daha sonra Ankara Devlet Tiyatrosu başta olmak üzere başka tiyatrolarda da pek çok kez oynandı, ödüller kazandı. Toplumun dibine itilmiş, ötelenmiş insanların hikayelerini anlatan oyunu, en son Devlet Tiyatrosu 19 Nisan 2005’te izleyici ile buluşturdu. Amerikalı Reginald Rose’un yazdığı, iki kez filmi çekilen 12 Öfkeli Adam adlı tiyatro oyunu da Şehir Tiyatroları’nın sahnelediği oyunlar arasında yer alıyor. 1957’de ABD’de ilk filmi yapıldığında başrolde Henry Fonda vardı, diğer tüm oyuncular ise pek de ünlü olmayan tiyatro sanatçılarıydı. 12 Öfkeli Adam, yıllar içinde Şehir Tiyatroları tarafından birkaç kez sahneye taşındı. Türk edebiyatında tiyatro alanında ilk yazılı eserlerin verilmeye başladığı II. Meşrutiyet döneminde yetişen Musahipzade Celal’in Bir Kavuk Devrildi oyunu da 1930’da yazıldı, aynı yıl sahnelendi, 1936’da ise yayımlandı. Musahipzade Celal, 1927’de Darülbedayi’de (Şehir Tiyatroları’nın ilk adı, 1914) sahnelenen Fermanlı Deli Hazretleri adlı eseriyle tanındı, fakat akıllara en çok Bir Kavuk Devrildi ile kazındı. Tekrar tekrar sahnelenen oyun, politik bir eleştiriydi. Yazar oyunda, yabancı yatırımların ekonomiyi iflasa sürüklemesini, bilgisiz yöneticilerin halkı sömürmesini; Balaban Ağa’da yetişmekte olan yükseköğrenim gençliğinin kendi sorunlarıyla baş başa bırakılmasını yeriyordu. Kısaca bu üç oyundan bahsetmemizin nedeni bugün City’s Nişantaşı Alışveriş Merkezi’nde açılacak “Alnında Işığı İlk Hissedenler-Darülbedayi’den Şehir Tiyatroları’na 100 Yıl” adlı fotoğraf sergisi. Ayaktakımı Arasında, 12 Öfkeli Adam ve Bir Kavruk Devrildi ve daha pek çok oyunda rol alanlar, ülkemiz sınırlarında sahne tozunu ilk yutan ve ‘alnında ışığı ilk hisseden’ oyunculardı. Türk tiyatrosunun gelişmesine en çok onlar emek verdi. Sergide dünden bugüne Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen oyunlardan kareler ve başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere Cahide Sonku’dan Bedia Muvahhit’e, Vasfi Rıza Zobu’dan Kemal Gürmen’e Şehir Tiyatroları’nın efsane sanatçılarının portreleri yer alıyor. Sergide şimdilik sadece 30 fotoğraf bulunuyor, aslında bu yıl 100. yaşını kutlayan Şehir Tiyatroları’nın tarihini 30 fotoğrafla anlatmak elbette zor. Neden bu kadar az fotoğrafa yer verildiğini fotoğraf seçimine katkıda bulunan Şehir Tiyatroları emektar oyuncusu Engin Uludağ şöyle açıklıyor: “Arşivimizde çok fotoğraf var. Fakat eski fotoğraflar iyi değil. Basılabilir ve büyütülebilir olanları seçtik. Bu sergi, çok büyük bir serginin küçük bir parçası. Daha sonraki sergilerde Şehir Tiyatroları’nın tarihini kronolojik bir akış içinde sergileyeceğiz.” 31 Mart’a kadar devam edecek sergi, daha sonra İstanbul’un çeşitli mekânlarında gezilebilecek.

4 Mart 2014 Salı

Oscar ‘Yerçekimi’ne dayanamadı

86. Oscar Ödülleri, önceki gün Los Angeles’ta düzenlenen törenle sahiplerini buldu. Beklendiği gibi, sürprizlerden uzak geçen gecede en iyi film ödülünü ‘12 Yıllık Esaret’ aldı. Steve McQueen’in yönettiği film, ABD’deki kölelik dönemine dair dramatik bir öyküye sahip. Film, en iyi yardımcı kadın oyuncu ve uyarlama senaryo dallarında da ödüle uzandı. Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından verilen ödüllerde ‘12 Yıllık Esaret’ en iyi film seçilse de ödül listesinin galibi 7 dalda rakiplerini geride bırakan ‘Yerçekimi’ oldu. En iyi yönetmen ödülü kazanan film; görüntü yönetimi, kurgu, müzik, görsel efekt, ses kurgusu ve ses miksajı ödüllerini de alarak ‘teknik dalların’ galibi oldu. Uzayda geçen bir hayatta kalma öyküsü anlatan ‘Yerçekimi’nin Meksikalı yönetmeni Alfonso Cuaron, kazandığı Oscar heykelciği ile tarihe geçti. Cuaron, Akademi tarihinde, en iyi yönetmen Oscar’ı alan ilk ‘Latin’ oldu. Ellen DeGeneres’in sunduğu törende, en iyi özgün senaryo ödülü ‘Aşk/Her’ filmiyle Spike Jonze’un olurken Cate Blanchett, ‘Mavi Yasemin’ filmindeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülü kazandı. Matthew McConaughey, ‘Sınırsızlar Kulübü’ndeki performansı ile ilk kez aday olduğu en iyi erkek oyuncu Oscar’ına uzanırken, bu dalda dördüncü kez aday olan Leonardo DiCaprio, yine ödül alamadı.ÖDÜLSÜZLER KULÜBÜÖdüller, tahmin edilen isimlere gitse de, gecenin ‘sıfır çekenleri’ şaşırtıcıydı. ‘Mağdur edebiyatı’ hep bu topraklarda olacak değil ya, 86. Oscar Ödülleri’nde de hor ve hakir görülen yapımlar vardı! Örneğin, 10 dalda Oscar’a aday olan ‘Düzenbaz/American Hustle’ sıfır çekerek tarihe geçti. Bütün oyunculuk dallarının yanı sıra saç ve makyaj ile senaryo dalında adı ‘heykelcik’le anılan yapım geceden ödülsüz ayrıldı. Böylece, Akademi tarihinde 10 ve üzeri dalda Oscar’a aday olup da hiç ödül alamayan film sayısı beş oldu. En son, Cohen Kardeşler’in yönettiği 2010 yapımı ‘İz Peşinde/True Grit’ filmi 10 dalda aday olup hiç ödül alamamıştı. ‘Düzenbaz’, 10’da sıfır çekse de yalnız değildi. Usta yönetmen Martin Scorsese’nin beş dalda Oscar’a aday filmi ‘Para Avcıları’, altışar dalda aday ‘Nebraska’ ile ‘Kaptan Phillips’ yapımları ve dört dalda aday listesinde yer alan ‘Philomena’ filmleri gecenin ‘ödülsüzler kulübü’nde yer aldı. 86. Oscar Ödülleri ‘sürprizsiz’ olunca törenin ihtiyaç duyduğu heyecan sosyal medyadan geldi. Gecenin sunucusu Ellen DeGeneres, tören sırasında çektiği bir fotoğrafı Twitter hesabından paylaştı ve bu tweet 50 dakika içinde bir milyondan fazla retweet alarak ‘Twitter rekoru’ kırdı. Meryl Streep, Brad Pitt, Angelina Jolie, Jennifer Lawrence, Kevin Spacey, Julia Roberts, Lupita Nyong’o ve Bradley Cooper’ın yer aldığı bu ‘selfie’ fotoğraf, dün itibarıyla 2,5 milyondan fazla paylaşıma ulaştı.86. Oscar ödülleriFilm: 12 Yıllık Esaret Yönetmen: Alfonso Cuarón (Yerçekimi) Kadın Oyuncu: Cate Blanchett (Mavi Yasemin) Erkek Oyuncu: Matthew McConaughey (Sınırsızlar Kulübü) Yardımcı Kadın Oyuncu: Lupita Nyong’o (12 Yıllık Esaret) Yardımcı Erkek Oyuncu: Jared Leto (Sınırsızlar Kulübü) Uyarlama Senaryo: John Ridley (12 Yıllık Esaret) Özgün Senaryo: Spike Jonze (Aşk) Görüntü Yönetmeni: Emmanuel Lubezki (Yerçekimi) Kurgu: Alfonso Cuarón, Mark Sanger (Yerçekimi) Görsel Efekt: Tim Webber ve Brian Cox (Yerçekimi) Kostüm Tasarımı: Catherine Martin (Muhteşem Gatsby) Saç ve Makyaj Tasarımı: Adruitha Lee, Robin Mathews (Sınırsızlar Kulübü) Yapım Tasarımı: Catherine Martin ve Beverly Dean (Muhteşem Gatsby) Orijinal Müzik: Steven Price (Yerçekimi) Şarkı: Let It Go (Karlar Ülkesi) Ses Miksajı: Skip Levsay (Yerçekimi) En İyi Ses Kurgusu: Glenn Freemantle (Yerçekimi) Kısa Animasyon: Mr. Hublot Animasyon: Karlar Ülkesi Kısa Film: Helium Kısa Belgesel: 6 Numaradaki Kadın Belgesel: 20 Feet From Stardom Yabancı Dilde En İyi Film: Muhteşem Güzellik (İtalya)