29 Aralık 2015 Salı

Çok satanlar listesi renklendi

Online kitap devi Amazon, 2015'in en çok satan kitapları listesini yayımladı. İdeal okur bu listelere itibar etmese de bu yılın en çok satanlarında şaşırtıcı bir tablo var. Bir yandan boyama kitapları dünyanın en çok satan kitapları arasına girerken, kadın yazarların da gittikçe daha çok okunması dikkati çekiyor.

Yılın bitmesine birkaç gün kala, yayın dünyası 2015'in çok satan kitap listelerini yayımlamaya başladı. İyi okurun bu listelere itibar ettiği söylenemez fakat listelerin yılın eğilimlerine ayna tuttuğu kesin. Dünya online kitap satış pazarının büyük kısmını elinde bulunduran Amazon, 2015'in en çok satan kitapları listesini geçtiğimiz hafta yayımladı. Amazon'un listesi şaşırtıcı bir tablo ortaya çıkardı. Yılın en çok satan kitapları listesinde ilk kez boyama kitapları yer alırken, kadın yazarların da başarısı dikkati çekiyor. Yılın en çok satan kitabı İngiliz yazar Paula Hawkins'in ‘tüyler ürperten bir gerilim' diye tanıtılan romanı Trendeki Kız oldu.

2015'in en çok satan kitaplarının ilk dördü kadın yazarlardan oluşurken, ilk yirmilik listede ise dokuz kadın ve on bir erkek yazar yer alıyor. Yetişkinler için boyama kitaplarına olan tüm dünyada yayıncılık endüstrisini bir anda hareketlendirirken, renklere meraklılar boyama kitaplarını bu sayede çok satan kitaplar listesine çıkardı. İskoçyalı çizer Johanna Basford'un Esrarengiz Bahçe adlı yetişkinler için boyama kitabı Mart 2013'ten bu yana dünya çapında 1,5 milyondan fazla satış rakamına ulaştı. Amerika ve Britanya'da çok satan ve Türkçede de geçtiğimiz nisanda yayımlanan kitaba ilgi şaşırtıcı. Basford'un Gizemli Orman adıyla Türkiye'de de yayımlanan kitabının yanı sıra Stres Azaltan Desenler: Yetişkinler İçin Boyama Kitabı (Blue Star) da Amazon'un en çok satan ilk yirmi kitap listesinde. Luckiest Girl Alive adlı ilk kitabıyla ilk yirmide yer alan Jessica Knoll da önemli bir başarı yakaladı.

Amerikalı yazar Harper Lee'nin, yayımlanan tek romanı ‘Bülbülü Öldürmek'ten 55 yıl sonra yayımladığı kitabı edebiyat dünyasında biraz hayal kırıklığına sebep olsa da epey sattı. Geçtiğimiz mayıs ayında Türkçede, İthaki Yayınları'ndan çıkan Paula Hawkins'in ‘Trendeki Kız' adlı polisiye-gerilim romanı bir başka yazara da aynı zamanda para kazandırdı. A. J. Waines'in ‘Trende Bir Kız' adıyla yayımladığı kitabı Hawkins'in romanı ile karıştıran pek çok okur oldu. Amazon'da kitap hakkında yapılan yorumlar karıştı ve “Hiç olmadığı kadar fazla para kazanıyorum.” diyen Waines'in romanı 30 binlik satış rakamına ulaştı. Amazon'un listesi, kitap dünyasının 2015'in okuma eğilimini gösterirken, tarihe de bir not düşmüş oluyor.

26 Aralık 2015 Cumartesi

Yayınevini sahiplerine iade edin

Nefret ve intikam operasyonlarında gasp sırası yayınevine geldi.

Bağımsız bir şirket olan ve önceki gün polis tarafından basılan Ufuk Yayınevi'ne İstanbul Anadolu Adliyesi'ndeki 2. Sulh Ceza Hakimi tarafından kayyım atandı. Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri kayyım tebligatını yayınevine getirdi. Tebligatta bilgisayarlardan çıkan bir dua listesinde 944 kişinin isminin bulunduğunu belirten hakimlik, çalışanların ‘hizmet, himmet ve abi' gibi ifadelerini kullanmalarını suç delili saydı. Tebligatta yayınevine kayyım atama gerekçesinin Kaynak Holding'le aynı binada hizmet vermek olduğunu belirten Ufuk Kitap Genel Müdürü Bülent Kaynaroğlu, böyle bir durum olmadığını ifade etti. Kayyım atamasının hukuksuz olduğunu, arama yapılmadan bir gün önce tayin edildiğinin şimdi anlaşıldığını belirten Ufuk Kitap Genel Müdürü Bülent Kaynaroğlu, “Hangi suç delili olarak bir atama yapıldığı belli değil. Kaynak Holding bizim müşterimiz. Biz de onlardan hizmet satın alıyoruz. Kitap satıyoruz. Dolayısıyla böyle ticari bir ilişkimiz var. Bunun dışında bir ilişkimiz yok. Bir üst mahkemeye itiraz edeceğiz.” dedi.

Yayıncılık Anayasa'nın teminatı altında

Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal Zeynioğlu, yayın özgürlüğünün Anayasa ile teminat altına alındığını hatırlatarak kayyım kararının hukuksuz olduğunu belirtti. Zeynioğlu, “Bu el koymaların sonucunda yayınevlerinin içeriklerine müdahale edildiği ve bazı kitapların sansürlenmesi, satışının durdurulması, imha edilmesi yoluyla yayınlama özgürlüğünün engellendiği haberleri de endişe vericidir. Süreli ve süresiz yayıncılığın özgürlüğünün Anayasa teminatında olduğunu ve bu Anayasal hakların korunmasının gerekliliğini tekrar hatırlatırız. Bu operasyonun durdurulmasını ve el konulan yayınevlerinin sahiplerine iade edilerek yayın faaliyetinin sürdürülmesine izin verilmesini talep ediyoruz.” açıklamasında bulundu.

İfade özgürlüğüne açık bir saldırı

Prof. Dr. Sedat Laçiner de kitap basan yerlerin hedef alınmasını ifade özgürlüğüne dönük ihlaller olarak değerlendirerek, “Tuhaf bir durumla karşı karşıyayız. Kitap basan bir yerin nasıl bir suçu olabilir ki? Her şeyi ortada, basıyor, satıyor. Zaten şu an hapishanede 34 gazeteci olduğu söyleniyor. Bunlar Türkiye'nin demokrasi karnesini aşağı doğru çeken uygulamalar. İfade özgürlüğüne açık bir saldırı var.” dedi.

2000 yılında yayın hayatına başlayan Ufuk Yayınları, bu süre zarfında 150'yi aşkın kitabı okuyucusuyla buluşturdu.

Mülkiyet hakkı ortadan kalktı

Ufuk'ta üç kitabı yayımlanan gazeteci yazar Mustafa Akyol da tepkisini şöyle dile getirdi: “Bu kesinlikle hukuksuz bir iş. Türkiye'de mülkiyet hakkı, mülkiyet güvenliği ortadan kalmış oluyor. Toplumda iktidara muhalif olan veya iktidarın diş bilediği hangi kesim varsa onun da şirketine, yayınevine, medya kuruluşuna iki gün sonra kayyım atanarak el konabilir. Bu hem mülkiyet hakkına hem de ifade özgürlüğüne saldırıdır. Biraz Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde gayrimüslim vakıflara el konma sürecini hatırlatıyor bana. Bunların iade edilme talebi bugün hâlâ 90 yıldır konuşuluyor. Türkiye'de mevcut iktidarın bazı uygulamaları giderek Cumhuriyet'in ilk dönemlerini hatırlatmaya başladı. Bu da bu Cumhuriyet'in ilk dönemlerinden 90 yıl boyunca şikayet etmiş muhafazakarlar için aslında hazin bir son.”

24 Aralık 2015 Perşembe

İstanbul'un bilinmeyen ‘habitatları'

İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi'nde dün açılan “Habitat” sergisi, Türkiye güncel fotoğraf alanının önde gelen 13 sanatçısının yaşam alanları üzerine farklı yaklaşımlarını bir araya getiriyor.

Kürşat Bayhan'ın beş yılda ortaya çıkan, Eminönü'ndeki bekar odalarını çektiği ‘Evden Uzakta' projesi, Kerem Ozan Bayraktar'ın “Klimalar” (2015) serisi, Barbaros Kayan'ın, kentsel dönüşüm alanlarından İstanbul'un Ayazma bölgesinde yaşayan 15 ailenin hikâyesine odaklandığı “Ayazma” fotoğrafları, gece şehirde yaşamaya çalışan insanları çeken Desislava Şenay Martinova, “Gecenin Varlıkları”, Ali Taptık'ın 2010'dan beri devam ettiği “Bir Bitki Örtüsüne Doğru” adlı projesi için çektiği kareler sergide görülebilir. Zeynep Beler, Görkem Ergün, Beril Gür, Çağlar Kanzık, Oğuz Karakütük, Gündüz Kayra, Neslihan Koyuncu, Serkan Taycan sergide yer alan diğer sanatçılar. Merih Akoğul, Orhan Cem Çetin, Murat Germen ve Sıtkı Kösemen'in danışmanlığında, küratörlüğünü Sena Çakırkaya'nın üstlendiği Habitat, 22 Mayıs 2016'da sona erecek.

22 Aralık 2015 Salı

Sokağa çıkamayan çocukların hikâyesini çekti

Dünya sinemasından çok sayıda bağımsız filmi bir araya getiren !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, bu yıl bir ilke imza attı. 18 Şubat'ta başlayacak festivale günler kala programda yer alan ‘Azad' adlı kısa film, geçtiğimiz perşembe günü internet üzerinden paylaşıldı. Gündemdeki sokağa çıkma yasaklarına bir çocuğun gözünden bakan ‘Azad' adlı kısa filmi üç günde 83 bin kişi izledi.

Harabeye dönen evler, öğretmensiz okullar ve kepenk kapatmış dükkânlar arasında ne kadar süreceği bilinmeyen bir bekleyiş devam ediyor. Çatışma seslerine her gün sokağa çıkma yasakları da ekleniyor. Giderek artan bu sıkıntılar farklı bir coğrafyada değil, Türkiye'nin doğu illerinde yaşanıyor. Yönetmen Yakup Tekintangaç'ın çektiği ‘Azad' adlı kısa film de bu sorunlara bir çocuğun gözüyle bakıyor. 18 Şubat'ta başlayacak 15. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, bölgede yaşanan sokağa çıkma yasakları gündemdeyken programına aldığı Azad'ı geçtiğimiz hafta internetten yayınlama kararı aldı. Seçkisindeki filmi günler önce internetten paylaşan festival ekibi, böylece bir ilke imza attı. 16 dakikalık filmin yayını üç günde 83 bin izleyiciye ulaştı.

Annesiyle birlikte İstanbul'a göç etmek zorunda kalan Azad'ın hikâyesi sokağa çıkma yasaklarıyla eve hapsolan insanların yaşadıklarını anlamaya odaklanıyor. Annesi, her gün işe gittiği için kapıyı Azad'ın üzerine kilitler. Tek başına kalan Azad, dört duvar arasında zaman geçirmenin yollarını aramaya başlar. Senaryonun yaşanmış bir hikâyeyle ortaya çıktığını söyleyen Yakup Tekintangaç, “İstanbul'a göç eden bir arkadaşım vardı. Çalışmak zorunda olduğu için çocuğu evde yalnız kalıyordu. Çocuğunun çok sevdiği ve tek eğlencesi olan bir enstrümanı vardı. Ama onu da komşulardan dolayı çalamadığını söylemişti. Anlatılanlar bana çok dokundu. Bir çocuğun oyuncağı yerine koyduğu enstrümanını çalamaması ve o dört duvar arasına sıkışması nasıl bir duygu olabilir diye çok düşündüm.” diyor.

‘AZAD', BASKIYA KARŞI BİR UMUT

Çekim sürecinde yasakların gündemde olmadığını dile getiren yönetmen, filmi geçen yıl çekmiş: “Filmi çekerken, bugün yaşanan sokağa çıkma yasakları söz konusu değildi. Filme denk gelmesi bize konunun ne kadar evrensel olabileceğini gösteriyor. Her an başımıza gelebileceğini de görmüş olduk. Açıkçası ‘Azad' ismini özellikle seçtim çünkü Azad, özgürlük demek. Çevremizde bu kadar özgürlük sorunu varken isimle yaşadıklarımızı ironik bir metaforla anlatmak istedim. Nice Azad'ları kaybediyoruz bu memlekette. İnsanları fiziksel olarak kısıtlayabilirsiniz ancak zihinsel olarak kısıtlayamazsınız. Azad, ülke olarak yaşadığımız baskıya karşı bir umut.”

Yakup Tekintangaç, filmi yaparken Kürtçe bilen bir çocuk bulmakta zorlandığını söylüyor. En son, arkadaşının yeğenine bakmak için bir gün Esenyurt'a gider. Sokakta etrafını çocuklar sarınca onları deneme çekimine almaya karar verir. Sonrasını yönetmenden dinliyoruz: “O sırada uzaktan Fenerbahçe forması giymiş bir çocuk geldi. Kameranın önüne geçti ve birden şarkı söyleyip halay çekmeye başladı. Filmde müzik çok önemliydi. Onu seçtim ve Azad'la hiç prova almadım. Öğretmen olmamın verdiği bir avantaj da vardı. Seti onun için oyuna çevirdim.”

Araba parasını filme yatırdı

Daha önce ‘Qapsûl' ve ‘Polistan' adlı iki kısa film çeken 1980 doğumlu Yakup Tekintangaç, aslında kimya öğretmeni. Yaz tatillerinde film çeken yönetmen, sinemaya İstanbul'da devam etmek için Van'dan tayinini istediğini dile getiriyor. Tekintangaç, Azad'ı öğretmen maaşıyla çekmiş. Genç yönetmen, çekim sürecini şöyle anlatıyor: “Projeyi tamamladıktan sonra Kültür Bakanlığı'ndan destek aldım. O yaz bir buçuk ayım mekân bakmakla geçti. Bir gün Kasımpaşa'da satılığa çıkarılmış boş bir ev buldum. Sahibini ikna ettim ve birkaç aylığına evi kiraladım. Bakanlıktan aldığım destekle ancak ekipmanları ayarlayabilmiştim. Ev bomboştu ve içini eşyalarla döşemek için para gerekiyordu. Ben de araba almak için biriktirdiğim parayı kullandım.”

19 Aralık 2015 Cumartesi

Bosnalı kız Soykırımı unutturmamak için İstanbul'da

20 yıl önce, Avrupa'nın göbeğinde yaşanan soykırımı unutmamak ve hatırlatmak zorundayız. ‘Bosnalı Kız' bunun için İstanbul'da. Bosna Savaşı'nda lise öğrencisi olan Šejla Kamerić'in, video, fotoğraf, yerleştirme ve heykel sergisi “Bim Bam Bom Çarpınca Kalp”, sanatçının savaşa dair çarpıcı deneyimlerine ve anılarına dayanıyor.

“Dişsiz?.. Bıyıklı?.. Leş Gibi Kokuyo?..” Üç şıklı bu soruya cevap arayan kişi, Hollandalı bir asker. Ucube gibi tarif edilen acaba kim olabilir? Bosna Savaşı'nda (1992-1995), Birleşmiş Milletler Koruma Gücü'nün görevlendirdiği asker, Srebrenitsa'daki kışlanın duvarına bu üç soruyu yazıyor, hemen arkasından da cevaplıyor: “Bosnalı Kız!”. Oysa oraya, BM tarafından zulüm altındaki halkı korumak için gönderilmişti. Evet, kızların hali bir savaş gerçeğiydi. Fakat daha gerçek olan bu metnin yüzünüze çarpması. Tıpkı duvara toslar gibi. Soğuk bir duşa maruz kalır gibi. Tecavüze uğrayanları, çoluk çocuk, kadın-erkek demeden öldürülüp toplu mezarlara gömülenleri, keskin nişancılara hedef olanları daha söylemedik bile. 1995'in Temmuz'unda Srebrenitsa'da çoğu erkek ve oğlan çocuğu olmak üzere 8 binden fazla kişi öldürülmüştü.

Savaş sırasında lise öğrencisi olan Bosnalı sanatçı Šejla Kameric, kendi portresi üzerine yerleştirdiği orijinal grafitinden oluşan ‘Bosnalı Kız' eseri, sanatçının en bilinen çalışmalarından biri. Eser, 2003'te Saraybosna sokaklarında, 2007'de Berlin'de, bu yıl içinde Srebrenitsa'da sergilendi. 28 Şubat 2016'ya kadar ise sanatçının diğer işleriyle birlikte Beyoğlu'ndaki Arter'de görülebilecek.

90'lı yılların sonundan itibaren kamusal alanlar için eser üreten Kameri'in, savaşa dair anlatacakları çok, deneyimleri çarpıcı. Arter'in dört katına yayılan küratörlüğünü Başak Doğa Temür'ün yaptğı sergi, bilgi, belge ve acıyı tercüme etmeye çalışan işlerle dolu. Özellikle üç çalışmayı izlemeli: ‘Bir şeyden her şeyi öğren', ‘Kırmızısız Geçen 1395 Gün' ve Geriye Kalanlar…

SABUNLAŞAN CESETLER

Kameric, Londra'da gerçekleştirilen “Adli Tıp: Suçun Anatomisi” (2015) isimli sergi için ürettiği “Ab uno disce omnes” (Bir şeyden her şeyi öğren) videosunu iki senede hazırlıyor. Morglara, DNA laboratuvarlarına, toplu mezarlıklara, infaz bölgelerine gidiyor. Uluslararası Kayıplar Komisyonu ile işbirliği yapıyor. 88 saat kayıt ve 32 bin görüntüden sonra oluşturulan videoda, savaştan fotoğraflar, haberler, hukuki ve askeri belgeler, adli tıp raporları, tanıklıklar, kayıpların listeleri var. Sanatçının Tuzla ve Sejkovaca'daki morglarda çektiği görüntüler kan dondurucu. Kimlik tespiti için bekleyen, yerlere serilmiş yüzlerce insan kalıntısı… Peki bu cesetler nasıl bu halde kalabilmiş? 434 insanın gömüldüğü Tomasica'da toplu mezardan çıkarılan bedenler, toprağın yapısı nedeniyle sabunlaşıyor, yani derileri ve dokuları tamamen yok olmuyor. Tecavüz kampına götürülen Kalinovikli kız kardeşler, 13 yaşında öldürülen çocuk ve Focalı Sırp'tan gelen isimsiz mektup da videodaki hikâyeler arasında. Mektup şöyle başlıyor: “Bay Masovi size bu mektubu 1992 yılında 80 Müslüman'ın Foa'daki KP Dom'dan (merkez hapishane) alınıp Piljak yakınlarındaki bir çukura atıldığını bildirmek için yazıyorum.”

Bu çalışmanın bir de web ayağı var. Herkesin kendi belgelerini yükleyebildiği, http://abunodisceomnes.wellcomecollection.org adlı site, hükümetlerin ellerindeki belgeleri yayınlamaları için bir baskı oluşturmuş ve toplu mezarların yerleri ile kayıp listelerinin yayınlanmasını sağlamış. Kameric'e göre savaşın üç tarafı (Sıplar, Boşnaklar, Hırvatlar) hâlâ hikâyeyi kendi bakış açısına göre anlatıyor. Kamerić, tarafsız ve bağımsız bir video yapmaya çalışıyor.

KESKİN NİŞANCI YOLU

Başrolünde Maribel Verdu'nun oynadığı, “Kırmızısız Geçen 1395 Gün”, bir saat sürüyor. Saraybosna, savaş sırasında 1.395 gün kuşatma altında kaldı. Ve bu süre boyunca yüksek binalara ve çevredeki yamaçlara konuşlanan keskin nişancılar, çocuklar dahil 10 bin kişiyi öldürdü. Verdu filmde, Keskin Nişancı Yolu olarak bilinen rotada yürüyor. Sokaklarda nişancılardan kaçarak karşıdan karşıya geçmeye çalışan ama bu deneyimi gerçek hayatta yaşamamış tek kişi o. Diğer yaşlı teyzeler ve amcalar, o anın canlı tanıkları. Kameric'in babası da o yolda öldürülenlerden biri. 2011'de çekilen filmde, Saraybosna Filarmoni Orkestrası da yer alıyor. Çünkü onlar da keskin nişancılara rağmen Saraybosna Milli Kütüphanesi'nde konser vermeyi başarmış ve dünyanın gözünü Bosna'ya çevirmişlerdi.

Sanatçının 2006'da yaptığı yerleştirmesi Geriye Kalanlar'a (Remains) ise savaşta tecavüze uğradıktan sonra kendini asan Ferida Osmanovic'in fotoğrafı kaynaklık ediyor. Bir ağaç dalında canına kıyan kırmızı hırkalı, beyaz etekli Ferida…

Rüya Evi, Haziran Her Yerde Haziran, 30 Sene Sonra, Uyursam İkiye Katlanacak, Savaş Başladığında Havuz Başında Takılıyorduk, Burada, Amerikan Rüyası, Care 1, 2 & 3, Kırılgan Ümit Hissi, Temel İhtiyaçlar, Kayıp, Gündüzdüşleri, Kameric'in savaşa odaklandığı diğer işleri... Çok uzak değil 20 yıl önce, yanı başımızda yaşanan soykırımı unutmamak ve hatırlatmak zorundayız. ‘Bosnalı Kız' bunun için İstanbul'da. (www.arter.org.tr)

BABA EVİNDEN GERİYE KALAN...

Bu iki küçük kızın fotoğrafı, sanatçının 2007'de yaptığı What Do I Know (Ben Ne Anlarım Ki) dört kanallı bir video yerleştirmesinden. Eser, sanatçının yazdığı “Ben Aşktan Ne Anlarım Ki” başlıklı kısa bir hikâyeye dayanıyor. Filmin esin kaynağı ve çekim yeri, sanatçının baba evi. Prömiyerini 2007'de Venedik Film Festivali'nde yapan film, 2008'de de Adana Altın Koza Film Festivali'nde en iyi kurmaca film ödülü almıştı.

Best Frend Forever

Bir şeyden her şeyi öğren

Geriye kalanlar

Kırmızı Halı

Kırmızısız Geçen 1395 gün

Rüya evi

17 Aralık 2015 Perşembe

15 yılda kitaplar kalınlaştı

İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre yazarlar artık uzun romanlar yazıyor. Ödüller, çok satan kitaplar, gazete ve dergilerin kitap listelerinden yola çıkılarak geçtiğimiz hafta yayımlanan araştırma, kitapların sayfa sayısının arttığını ortaya koyuyor. 1999'da yayımlanan kitapların ortalama uzunluğu 320 sayfa iken bu rakam 2014'te 400 sayfaya çıktı.

Edebiyat tarihi, Savaş ve Barış (1.400 sayfa), Anna Karenina (800), Karamazov Kardeşler (1.000) ve Kayıp Zamanın İzinde (7 cilt ile toplam 4.000 sayfa) gibi oldukça uzun romanların yanı sıra Venedik'te Ölüm (109), Yaşlı Adam ve Deniz (136), Hayvan Çiftliği (160) ve Katip Bartleby (63) gibi çok da uzun olmayan kitaplara sahip. Bu eserlerin ortak noktası ise klasik olmaları. Bir kitabın niteliğini sayfa sayısı elbette belirlemez ve edebiyatın rakamlarla arasının iyi olduğunu söyleyemeyiz. Fakat günümüz yazarlarının kitaplarının gitgide kalınlaştığı bir gerçek.

Ödüller, çok satan kitaplar, gazete ve dergilerin kitap listelerinden yola çıkılarak geçtiğimiz hafta yayımlanan araştırma, kitapların sayfa sayısının arttığını ortaya koyuyor. Araştırmacı James Finlayson'ın online e-kitap ve dergi platformu Flipsnack için hazırladığı çalışmaya göre, 1999'da yayımlanan kitapların ortalama uzunluğu 320 sayfa iken bu rakam 2014'te 400 sayfaya yükselmiş. Kitapların uzunluğu 15 yıl öncesine oranla yüzde 25'lik bir artış göstermiş. Kitapların gittikçe kalınlaşmasını, yayıncılık endüstrisinin dijitale kaymasına bağlayan Finlayson, kitabı satın alma sürecinde, online satış sitelerine daha çok yönelen okurun, kitabın sayfa sayısıyla ilgilenmediğini belirtiyor. Kitapçıdan alışveriş eden okurun ise eline aldığı eserin sayfa sayısına bakarak bir yargıda bulunduğunu aktarıyor.

Guardian gazetesinden Richard Lea ise 1969'dan beri verilen saygın edebiyat ödülü Man Booker'a layık görülen kitapların kalın olduğuna dikkat çekiyor. İlk beş yılda ödül alan kitapların kalınlığı ortalama 300 iken, son beş yılda bu rakam 520'ye ulaşmış. Ödülün bu yılki sahibi Jamaikalı Marlon James'in A Brief History of Seven Killings adlı romanı ise 700 sayfa.

KISA OLANIN CAZİBESİ

Kalın kitaplar pek çok ülkede yayıncıları tereddütte bırakır, ve yazar adayları bu yüzden reddedilebilir. Kimi yayıncılar da yazarlarını uzun yazmak konusunda teşvik edebiliyor. Günümüzde bazı yazarların kurmacadaki ustalıkları, okuru sayfa sayısına bakmaksızın eline aldığı kitabı bitirmeye sevk ediyor. Bu tür yazarlar, okurun bu eğiliminin farkındadır. Bu yüzden okur ve yazar arasında kitabı sonuna kadar okumaya dair gizli bir anlaşma vardır.

Kimi yayıncılar ve yazarlar ise okurun beklentilerini dikkate alır. Haruki Murakami'nin 2009'da Japonya'da yayımlanan üçlemesi 1Q84, Türkçede 2012'de tek cilt halinde, 1.022 sayfa olarak basıldı. Yazar, ülkesinde kitaplarını daha çok tren yolculuğu yapanların okuduğunun farkındadır. Taşımada kolaylık olması için, kalın romanlarını iki veya üç cilt halinde yayımlıyor. Murakami'nin şu tespiti de kayda değerdir: “Uzun roman yazmak, hayatta kalma eğitimi gibidir. Fiziksel güç, sanatsal duyarlılık kadar gereklidir.”

İnternet çağında gittikçe kısalan metinler ve okurun bu yöndeki talebi, kısa ve yüzeysele duyulan cazibe olarak yorumlanabilir. Bu dijital çağda, kitaplar sayfa uzunluklarından çok ‘megabayt'lar ve yüzdelik dilimlerle ifade ediliyor. Fakat, kalın kitaplara karşı hâlâ bir önyargı var. Goodreads gibi sitelerde kitabın uzunluğuna göre kurulan kitap kulüpleri dikkat çekiyor. Kitaba ödediği paranın karşılığını almak isteyenler ise okurdan öte, tüketici kimliğini öne çıkararak, kalın kitaplara yönelebiliyor.

BİR KİTAP NE ZAMAN BİTER?

Edebiyatta, her dönemin kendine göre eğilimleri var. Pek çok yazar buna kulak vererek edebi üretimini gerçekleştirebilir. Ernest Hemingway, incecik kitabı Yaşlı Adam ve Deniz'in bin sayfadan daha uzun olabileceğini söyler ve kendisini bundan alıkoyan bir sınırdan bahseder: “Edebiyatta o zamana kadar yazılıp takdir görmüş eserlerin koyduğu sınırlar içindesiniz.”

Peki yazar bir eserini ne zaman bitirmesi gerektiğine nasıl karar verir? “İnsan yazdığı romanın kendi bütünlüğünün noktalandığı ana kadar onu bitirmekle yükümlü.” diyen Selim İleri, şöyle devam ediyor: “Has edebiyat, öz edebiyat açısından bakarsak, bir romanın uzunluğu, kısalığı mutlak suretle onun kendi iç yapısı, mimarisi ile ilintilidir ve o çerçeve içerisinde değerlendirilmelidir.” Eserine ne zaman bitirmesi gerektiğini tarif etmekte zorlandığını söyleyen Ayfer Tunç ise, “Bir his oluşuyor, metin daha fazla sözcük kaldırmaz oluyor, sanki bir cümle daha eklense kıvamı kaçacak. O zaman bitmesi gerekiyor.” diyor.

15 Aralık 2015 Salı

Çizgi romanın yeniden keşfi

Çizgi romanların satışları dünyada ve Türkiye'de giderek artıyor. Geçtiğimiz yıl Amerika ve Kanada'da 935 milyon dolarlık çizgi roman satıldı. Man Booker ödüllü yazar Margaret Atwood, önümüzdeki yıl bir çizgi roman yayımlayacağını duyurdu. Klasik kitapları çizgi roman olarak okura sunan yayıncılar ise raflarda bu türe daha çok yer açılmasını sağladı.

Avrupa ve Amerika'da kütüphanelerin ve kitabevlerinin en hızlı büyüyen bölümü çizgi roman rafları. Eleştirmenlerin bir dönem, tür olarak tanımlamada mesafeli durduğu bu kitaplar, edebi ve sanatsal değer açısından kabul edilmeye başlandı. Türkiye'de de hatırı sayılır bir okur kitlesi olan çizgi romanların satış getirisi 2014'te Amerika ve Kanada'da 935 milyon dolara ulaştı. 2013'e göre bu pazarda yüzde 7'lik bir artış söz konusu. İngiltere'de ise geçtiğimiz yıla oranla satış rakamı iki katına çıktı. Yayıncıların yeniden keşfettiği çizgi roman pazarı, klasik ve güncel yazarların eserlerinin yayımlanmasıyla daha da büyüyor. Dünya edebiyatının önemli isimlerinden Man Booker ödüllü Kanadalı yazar Margaret Atwood ise önümüzdeki yıl bir çizgi roman yayınlayacağını duyurdu.

OKUR KİTLESİ GENİŞLEDİ

Uzun bir tarihi olsa da çizgi romanlar 1930 ve 1960'lı yıllarda oldukça popüler hale gelir. 1970'lerde akademik dünyanın ilgisini çekerek, bu türden kitapların nasıl adlandırılması ve hangi rafa konulması gerektiği konusunda büyük bir tartışma başlar. Yüksek sanat olarak başladığı yolculuğunda çizgi roman, popüler kültürün bir aracı haline gelir. Bir sanat formu olarak değerlendirilmeye başlayan çizgi romanların son yıllardaki bu yükselişini ise metin ve çizgi kalitesinin artması ve okura sunduğu çeşitlilik ile açıklamak mümkün. Marcel Proust'un Kayıp Zamanın İzinde adlı serisi; Paul Auster'ın Cam Kent'i; Paulo Coelho'nun Simyacı'sı, Oscar Wilde'in Dorian Grey'in Portresi; Jane Austen'in Gurur ve Önyargı'sı; Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451'i; Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sı ve Franz Kafka'nın Dava'sı okurların ilgi gösterdiği eserler arasında.

Geçtiğimiz aylarda dünyanın en büyük kitapçılarından Barnes&Noble, çizgi roman raflarını artırdığını duyurmuş ve bunu, türe ilgi gösteren okurların çokluğuna bağlamıştı. 2012'de iki çizgi roman İngiltere'de verilen Costa Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilmişti. 2014'te öykü ve çizgi roman türlerinde yayın dünyasını biraz da şaşırtan bir yükseliş oldu. Ortaya çıkan tablo kurmaca edebiyatı biraz geride bırakırken, kitapçılar da iyi edebiyat dediğimiz eserlerin yanı sıra çizgi romanlardan medet ummaya başladı. Büyük yayıncıların da bu alanda üretim yapmasıyla günden güne artan yeni üretimler ve yayıncılık anlayışı çizgi roman piyasasını hareketlendirdi. Özellikle kadın okuyucuları hedef alan yayıncılar, yeni yayıncılık teknolojilerini de kullanarak bu kitleye hitap edecek çizgi romanlar piyasaya sürdü. Galaksinin Koruyucuları (2014), Herkül (2014), Ninja Kaplumbağalar (2014), Karınca Adam (2015), Yenilmezler: Ultron Çağı (2015), Fantastik Dörtlü (2015) ve Kingsman Gizli Servis (2015) gibi çizgi romanların sinemaya aktarılması da bu türe olan ilgiye bir işaret niteliğinde.

UNUTULMAYACAK BİR KAHRAMAN

Pek çok günümüz yazarının yolu bu çizgi romanlarla bir şekilde kesişmiştir. Nobel Edebiyat Ödülü'nü bir gün alacağına birçok kimsenin inandığı İspanyol yazar Javier Marías'ın çocukluğunu çizgi romanlar okuyarak geçirdiği ve hatta bunlardan etkilenerek kısa hikayeler yazdığı bilinir. Margaret Atwood'un Angel Catbird adlı yarı kuş yarı kedi bir süper kahramanı anlattığı çizgi roman kitabını yayımlayacağını duyurması da güncel yazarların bu türe olan merakını gösteriyor. Kitabın kimlik soruna gönderme yaptığını dile getiren Atwood, hikayenin sıcak, samimi ve mizah dolu olmasının yanı sıra hareketli olduğunu belirtiyor. Kapağı yayınlanan üç serilik kitabın ilki 2016'da okurla buluşacak. Atwood'un Tufan Zamanı, Başka Dünyalar ve Ağacın En Tepesinde gibi Türkçede yayımlanmış kitapları var.

Türkiye'de NTV ve Everest gibi yayınevleri klasik ve güncel kitapların çizgi romanlarını geçtiğimiz yıllarda büyük bir heyecanla yayımlarken, şimdilerde bu heyecan biraz durulmuş gibi. Fakat Avrupa'nın pek çok ülkesinde edebi çizgi romanlar okullarda öğrencilere edebiyatı ve okumayı sevdirmek için bir araç olarak kullanılıyor. Çünkü resimle kelimelerin birleştiği ve okura hikâyeyi hemen yanı başında canlandıran çizgi romanların sunduğu deneyim oldukça renkli ve hareketli bir dünya vaat ediyor. Çocukluğu ve gençliği çizgi romanlarla geçen okurların yeniden yükselen bu kitaplara kayıtsız kalması zor gibi görünüyor.

12 Aralık 2015 Cumartesi

'Geçmişi yok sayarak bir yere varamayız'

Yönetmen Özcan Alper, üçüncü uzun metraj filmi Rüzgârın Hatıraları'nda çocukluğunda 1915 tehcirini yaşayan Ermeni bir aydının 1940'lardaki travmasını anlatıyor. Geçmişin geleceği belirlediğini söyleyen Alper, “Geçmişi öteleyerek, kovarak, yok sayarak bir yere varamayız.” diyor.

Genç kuşak yönetmenler arasında filmleri en çok merak edilen isim Özcan Alper. İlk uzun metrajı Sonbahar (2008) ile ‘başyapıt' mertebesinde bir giriş yaptı sinema dünyasına. Alper'in üçüncü filmi Rüzgârın Hatıraları dün vizyona girdi. Film, 1940'lar Türkiye'sinde muhalif bir Ermeni gazeteci olan Aram'ın çocukluk travmasının ve silik anılarının yavaş yavaş belleğinde canlanmasına ortak ediyor seyirciyi. Özcan Alper, Ermeni tehcirindeki ‘büyük felaket'e odaklanan filmini, Türkiye'nin geçmişiyle hesaplaşmasını, bugünü ve geleceği anlattı.

Rüzgârın Hatıraları

Sonbahar'da kendi kuşağınızın tarihiyle hesaplaştınız. Gelecek Uzun Sürer'de Kürt sorunu, Rüzgârın Hatıraları'nda ise 1915 Ermeni tehciriyle hesaplaşıyorsunuz. Türkiye tarihi üzerine bu hesaplaşma devam edecek mi?

Filmlerimi geçmişle hesaplaşmak için değil, yeni bir gelecek kurmak için çekiyorum. Diğer taraftan, sen ne kadar reddedersen et, bu ülke bir ev. Evde odalar kapatılıp kilitleniyor mu, içerideki sorunlar konuşulacak mı ona kafa yormak lazım. Aslında, kapılar kapatılmaya çalışınca ev, diğerleri için de yaşanmaz hale geliyor.

O zaman şöyle sorayım, hem sizin filmografiniz hem de Türkiye'nin son birkaç yıldır yaşadığı gerilimli atmosfer için, gelecek daha ne kadar uzun sürecek?

Türkiye'de geçmiş, hep geleceği belirler, ondan kaçamıyorsun. Kapıdan kovsan bacadan giriyor ve karşına çıkıyor. Şunu anlamamız gerek, geçmişi öteleyerek, kovarak, yok sayarak bir yere varamayız. Son altı ayda yaşadıklarımız bile ürkütücü. Bir de bu süreçte baba oldum. En umutlu olmam gereken dönemde, şunu düşündüm: 40 yaşındayım, kızım benim yaşıma geldiğinde bunları konuşuyor olmasın. Bir taraftan da 2023, 2071 gibi gelecek düşünceleri var. Böyle gelecek kurulmayacağı çok ortada. Tam tersine, geçmişi çözüp bugünü kurmak gerekiyor. O yüzden, üç filmimden farklı olarak yeni projemde ‘şimdi'ye dair bir şey yapacağım. Biliyorum ki bugündeki karakterlerim bile geçmişin yükleriyle yaşayacak, geçmiş peşlerini bırakmayacak. Ama en azından, evet, ‘şimdi'ye döndüm diyebilirim.

‘TOPLUMDA ACAYİP BİR GÜÇ MANYAKLIĞI VAR'

Bugünden bakınca geleceğe dair umudunuzu koruyor musunuz?

Zorlandığım anlar var. Bugün öyle şeyler oluyor ki. İlyada'da Hektor öldürüleceğini bilir ama Aşil'den cesedine saygı gösterilmesinin, yas tutulmasına izin verilmesinin garantisini ister. 2015 Türkiye'sinde sokakta ceset sürüklendi, öbür tarafta sınırda ceset bekletiliyor, ailesine verilmiyor. Ki İslam dininde ölüye saygı önemli bir konudur. Düşmanın olabilir, ama o artık bir ölü. Bu topraklarda biz ölüye saygıyı öğrenmedik mi? Biz bu kadar umutlanmışken ne oldu da bu kadar geriledik? Bu kadar kin ve nefret biriktirdik. Toplumda acayip bir güç manyaklığı, iktidar manyaklığı var. Güçlüden yana olma. Halbuki bize hep mazlumun yanında öğretilmedi mi bu topraklarda? Ne oldu bu değerler? Ne oldu da bütün bunlar tersine döndü?

Dönem filmi olması sebebiyle Rüzgârın Hatıraları'nın bütçesi, prodüksiyonu sizi korkuttu mu biraz?

Dönem filmi çekmenin hep bir çılgınlık olduğunu düşünüyordum, özellikle Türkiye'de. Ama hikâye gelip sizi esir alınca yapılabilirliği üzerine kafa yordum. Altından kalktığımızı da düşünüyorum. İyi bir ekiple çalıştık. Görünenden daha fazla sahne çektik 40'ların İstanbul'unda ama kurguda elemek zorunda kaldık.

‘SANAT FİLMİ' KATEGORİSİNDEN SIKILDIM

Filmin prodüksiyonu, gişede bir beklenti var hissiyatı oluşturuyor. Haksız mıyım?

Ben filmleri sadece festivallere değil, seyirciye yapıyorum. Seyirciyi çok önemsiyorum, keşke 500 bin, 1 milyon kişi bu filmi görse. Bir de bu sanat filmleri (arthouse) kategorisi beni çok sıkmaya başladı. Açıkçası, çok da oralarda gözükmek istemiyorum. Sadece 2-3 bin kişiyle buluşan, diğer tarafta gişeye kafa yormayan bir kategoride olmak rahatsız edici. Başından beri, benim için seyirci önemli.

Onur Saylak ile ikinci kez çalışmak sizin için bir avantaj mıydı, yoksa daha mı zordu?

Onur'la oyuncu-yönetmen ilişkisinin dışında bir arkadaşlığımız var. Birçok isim düşündüm bu rol için. Benim düşündüğüm dünyayı, karakteri anlayıp bunu yansıtma konusunda Onur'dan % 100 emindim. Kitap okumalarından başlayarak Yoğurtçu Parkı'nda onun zayıflaması için yaptığımız koşulara kadar çok ciddi çalıştık. 3 ay boyunca sabahları Yoğurtçu Parkı'nda koştuk bu film için.

Fatih Akın'ın filmi bizi rahatlattı

Fatih Akın'ın The Cut filmini izlemiş miydiniz? O filmin Rüzgârın Hatıraları'ndan önce vizyona girmesi Ermeni tehcirini ele alırken sizi rahatlattı mı biraz?

Tabii ki. Bu konularda çok endişe duymuyorum ama The Cut'ın bizden önce çıkmış olması benim için büyük bir şanstı. Bu yüzden ona teşekkür edebilirim. Çünkü Yahudi soykırımına dair binlerce imge var sinemada. Ama 1915'le ilgili hiçbir imge yok, Fatih Akın'ın filmi bunu yaptı. Sadece kamp sahnesi bile tek başına önemli.

10 Aralık 2015 Perşembe

‘Habip Kırmızısı'nın 40 yıllık serüveni

‘Habip Kırmızısı' rengiyle resim tarihine geçen Habip Aydoğdu'nun ilk retrospektif sergisi İş Sanat Kibele Sanat Galerisi'nde açıldı. “Kırmızı” adlı sergi, sanatçının Nusaybin'de askerken kırmızı ıstampa mürekkebiyle çizdiği ilk resimlerden, 2000'lerin başında yapmaya başladığı Kurban serisine kadar 40 yılını anlatıyor.

Sevinç Özarslan İSTANBUL

-Resim tarihine ‘Habip Kırmızısı' adıyla yeni bir renk kazandıran Habip Aydoğdu (1952), ilk sergisini 1976'da Ankara Or-An Sanat Galerisi'nde açtı. O günden bugüne yaklaşık 40 yıllık sanat hayatında 70'in üstünde sergi biriktirmiş. Sanatçının ilk işleri, 1974'te Nusaybin'de askerlik yaparken etkilendiği manzaralardan oluşuyor. Eli, kolu, ayağı mayından kopan insanlar, kaçakçılık, yokluk... Böyle zor bir coğrafyada boya bulmak da imkansız. Askeriyede mühür basmak için kullanılan kırmızı ıstampa mürekkebi sanatçının imdadına yetişiyor ve yıllar sonra adıyla özdeşleşen kırmızının hikayesi başlıyor.

Habip Aydoğdu, 20 sene öncesine kadar, kırmızının resimlerindeki hakimiyetinin farkında olmadığını söylüyor. Ta ki, Adana'da bir üniversite söyleşisinde “Neden bütün resimleriniz kırmızı?” sorusuyla karşılaşana dek. Espriyle karışık verdiği şu cevap ise, kırmızı-turuncu karışımı arasında bir renk olan ‘Habip Kırmızısı'nı yavaş yavaş ortaya çıkarıyor: “Prostata iyi geldiği söyleniyor.” Oysaki bu cümle, Aydoğdu'nun, o günlerde bir gazete haberinde okuduğu “Kırmızı domates, kırmızı biber, kırmızı olan her şey prostata iyi geliyor.” cümlesinin bilinçaltından dışavurumudur. Sonraki yıllarda atölyesinde ilk başta kırmızılı resimlerin satıldığı, “Hocam kırmızı resim var mı?” diye sorulmaya başladığı dönem geliyor.

‘Kırmızı' sergisi, sanatçının dört dönemine odaklanıyor. 1970'ler yaşam kavgası yılları… Yıldız Parkı'nın girişinde, solda yer alan ahırda çizdiği at, Nusaybin resimleri, gecekondulaşma ile boğuşan Türkiye'den manzaralar bu dönemden. 1980'ler uçan düşler. Yani TRT yılları. Sanatçı, 1988'e kadar TRT Haber Merkezi'nde grafiker olarak çalışır. Fakat işini pek sevmez, aklı fikri resimdedir, kuşlar gibi özgürlük peşindedir, düşlerinde her gün istifasını verir ama bunu bir türlü gerçekleştiremez. İki çocuk, geçim, Türkiye koşullarında sadece resimle ayakta kalmak… TRT'de çalışırken ajandasına çizdiği desenlerin bir kısmı 1988'de Galeri Selvin'de sergilenmişti, şimdi bir kısmı Kırmızı'da. Körfez Savaşı'nın izlerini taşıyan, kırmızının iktidarını iyice gösterdiği 1990'lı yıllar ve bu coğrafyanın evlatlarını sürekli kurban etmesi üzerine 2000'lerde yapmaya başladığı ve hâlâ devam eden Kurban serisi, Aydoğdu'nun son dönem eserleri.

Aydoğdu, Kırmızı'yı önce eşi Fikriye Hanım'a ithaf ediyor, sonra da kendisiyle bir yüzleşme olduğunu söylüyor: “Nerelerden nerelere gelmişim onu burada göstermek istedik. Toplumsal iklim sergilerimi nasıl etkilemiş, resimlerime nasıl yansımış. Neleri kaçırmışım, neleri yakalamışım, neler nelere dönüşmüş? Bir yüzleşme bu retrospektif. Ama retrospektifin ötesinde Fikriye'ye teşekkürümdür.” Sergide ayrıca Aydoğdu'nun 1970'lerden itibaren tutmaya başladığı resimli günlükleri ve heykelleri de yer alıyor. Kırmızı, 23 Ocak'a kadar görülebilir.

Suriyeli şair Adonis ile ortak sergi açacaklar

86 yaşındaki Suriyeli şair Adonis ve Habip Aydoğdu, Eylül 2016'da İzmir Folkart Sanat Galerisi'nde birlikte sergi açacaklar. “Dizeler ve Renkler” adını taşıyan serginin hazırlıkları için Adonis, 2,5 ay önce Aydoğdu'nun Ankara Batıkent'teki atölyesine konuk oldu. Adonis, Aydoğdu'nun resimlerini uzun uzun seyretti, resimlerine şiirsel müdahalelerde bulundu. O şiirli tuvallerden biri ‘Kırmızı' sergisinde yer alıyor (yanda). Aydoğdu ise Adonis Günlükleri tuttu. O deftere ressam çizdi, şair yazdı. İki sanatçı daha sonra İzmir'de bir hafta vakit geçirdiler. Aydoğdu, Adonis ile tanışmalarını şöyle anlatıyor: “İki sene önce İzmir'de karma bir sergiye üç resim vermiştim. Adonis de o günlerde İzmir'de şiir günlerine davetliymiş. Plastik sanatlara ilgili biri. Nereye giderse gitsin, kendini müzede, galeride buluyor. Resimlerimi beğenince üç kitabını imzalayıp gönderdi, ben de gönderdim. Aradan bir yıl sonra bu proje için bir araya geldik. Defteri birlikte tuttuk, müthiş şeyler yazdı. Coğrafya birlikteliğimiz de var. Kendisi Cizre'nin 15-20 km aşağısında doğuyor.” Defterin tıpkıbasımı, sergi ve kitap olmak üzere üç ayaklı tasarlanan “Dizeler ve Renkler” sergisi, Folkart'ta üç ay açık kalacak.

8 Aralık 2015 Salı

Nadir Sarıbacak, ZAMAN'a konuştu: Kelimelerden korkar hale geldik, sansürleyenler de sağ olsun!

Sadece kendi kuşağının değil, sinemamızın yetiştirdiği en iyi oyunculardan biri Nadir Sarıbacak.

Rolünün büyük ya da küçük olması fark etmeksizin hangi karaktere bürünse ‘bunu ondan başkası bu şekilde oynayamazdı' dedirtiyor. Gişe Memuru'na birkaç dakika misafir olmasına rağmen filmden sonra “Hacılara nasıl giderim?” diyaloğu dillere düştü. Yozgat Blues'daki radyocu Kamil karakteri akıllara kazındı. Çetin Sarıkartal'ın öğrencisi, Semaver Kumpanya'da pişen yeteneklerden Nadir Sarıbacak, Uzak İhtimal ile başlayan sinema yolculuğunda Altın Lale, Altın Koza ve şimdi de Altın Portakal ödüllerini aldı. Sarmaşık filmindeki Cenk karakteriyle Altın Portakal'a uzanan Sarıbacak ile canlı yayında sansürlenen ve şimdiden ödül tarihine geçen ‘Bizi kardeşlik ve muhabbet kurtaracak' konuşmasını, sinemayı, televizyonu ve tiyatroyu konuştuk.

‘Bizi kardeşlik ve muhabbet kurtaracak' dediniz, herkesi duygulandırdınız. Nerden çıktı bu konuşma? Bir hazırlığınız var mıydı?

Söylemek istediklerim kafamda az çok belliydi ama orada kendimi bıraktım. Şu anda memleket olarak muhabbete ihtiyacımız var. Bin parçaya bölündük, böldüler. Siviller öldürülüyor, askerler, polisler ölüyor. Bizi bir araya getiren birşeyler söylemek istedim. Benim gerçekten çok farklı arkadaşlarım var ben onları gerçekten aşk derecesinde seviyorum. Onları öyle oldukları için seviyorum, kendi konumlarında seviyorum. Bizi dertleşmenin, muhabbetin kurtaracağını söylemek istedim. Bunların ne kadarını söyleyebildim tam hatırlamıyorum.

Canlı yayında konuşmanızın sansürlenmesiyle ilgili ne söylersiniz? 'Sansürlük' ifadeleriniz mi vardı?

Kardeşlik ve muhabbet üzerine birkaç birsey soylemek istemiştim, söyledim de şükür. Fakat yayın gaIiba endişeIendi ve konuşmanın sonu kesiIdi. KeIimeIerden korkar haIe geIdik. Ama olsun, bence yapanIarın da canı sağolsun."

Sizi hep ‘mülayim' rollerde izlemiştik. Sarmaşık'taki Cenk karakteri filmografinizde çok farklı bir yerde duruyor. Bu rol, önümüzdeki süreçte size nasıl kapılar açar?

Bu sonucu düşünerek çalışmadım. Televizyon ya da sinema, her rolüme aynı hassasiyetle çalıştım. Tolga bunu teklif ettiğinde Cenk beni heyecanlandırdı, benim hep merak ettiğim, beni zorlayacak ve oynamak istediğim bir karakterdi.

Televizyon dizilerinde yer alan oyuncularda imaj kaygısı oluyor ister istemez; ‘seyirci nasıl bakar' diyebiliyorlar. Bu yönüyle sizi rahatsız eden bir şey oldu mu Cenk'te?

Hayır. Tam tersine, Cenk'te farklı bir role girmem şimdiye kadar üzerime yapışan bazı elbiseleri yırttı, algıyı da kırdı. Oyun alanımı genişletti.

Bu imajdan kurtulmak için de fırsat oldu öyleyse…

Evet. Ama sadece bu niyetle hareket edilemez. Senaryoyu okuyunca karnının içinde ‘Bunu gerçekten oynamak istiyorum' demen yeterli. İlla ki ‘Bu çok değişik bir karakter, bunu oynayayım' demedim. Karakterin beni zorlaması cezbetti.

Meydan okumak mı var işin içinde?

Hayır. Meydan okumak yanlış bence. Öyle iş yapamayız, film çekemeyiz. O zaman oyuncunun hırsı da görünür. O kötü bir şey. Sadece bu rolü merak etmen, seni heyecanlandırması önemli. Oyuncu zaten hevesinden oynar, bu hevesle de başlıyorsun işe.

‘KENDİ KUŞAĞIMDAN YÖNETMENLERLE DAHA RAHAT ÇALIŞIYORUM'

Tolga Karaçelik ile iki filmdir çalışıyorsunuz? Nasıl onunla çalışmak?

Aslında bizi iki değil, dört filmdir birlikte çalışıyoruz. Rapunzel diye bir kısa film çektik onunla. Benim son kısa filmimdi, ondan sonra kısa filmlerde oynamama kararı aldım. Bir de biz Gevende grubunun Çelik Çomak adlı müzik klibinde çalıştık. Sonra Gişe Memuru'nda misafir oyuncu olarak yer aldım ve şimdi Sarmaşık'ta çalıştık. Arkadaşlığımız daha eskidir.

Peki bu arkadaşlık filme nasıl yansıyor? Daha mı iyi anlaşıyorsunuz yoksa birbirinizi hırpalıyor musunuz?

Herkes kendini bilirse sorun çıkmıyor. Ben kendimi bildiğimi düşünüyorum ve onun alanına girmiyorum. Kendi kuşağımla çalışmak çok kolay, çünkü arkadaşlık artıya dönüyor, dertleşebiliyorsun, alternatif sunabiliyorsun. Hocalık makamı bazen yorabiliyor oyuncuyu. Çünkü hocalık makamında yani ustalarla çalışırken fazla uzatamıyorsun meseleyi. Ama Tolga'yla biz arkadaşız, dertleşiyoruz, geziyoruz, birbirimizle rahat konuşuyoruz, tartışıyoruz, kavga da ediyoruz yeri geldiğinde. Bunlar yaptığınız işi iyi bir yere götürüyor.

Filmde oyuncu kadrosunun bireysel ve karşılıklı performansları çok iyi. Birlikte ön çalışma süresi mi uzundu, gemide mi zaman geçirdiniz, nasıl hazırlandınız?

Birincisi, kast seçimi çok iyiydi. İkincisi senaryo çok iyiydi. Senaryo iyi olunca oyuncuları da oynatıyor. Bizim uyumumuzu sağlayan senaryonun iyi olmasıydı. 19-20 günde çektik, birlikte takıldık, o dokuyu anladık. Zaten dar alandayız, meselenin hızlanmasını sağladı. Bir de Tolga gemicilik diline çok vâkıf.

Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem gibi ustaların yanı sıra Mahmut Fazıl Coşkun ve Tolga Karaçelik gibi başarılı genç yönetmenlerle de çalıştınız. Sinemamızda oyuncu-yönetmen ilişkileri nasıl ilerliyor günümüzde?

Bunu değerlendirirken gişe filmleriyle yönetmen sinemasını ayırmamız gerek. Gişe filmlerinde daha profesyonel bir süreç var; sözleşme, kast, deneme çekimi, parası belli vs. Ama yönetmen sinemasında, yönetmen ya senarist ya da senaryoya çok hâkim, yapımcı ya kendisi ya da çok yakın arkadaşıdır; oyuncu da böyle işte. Ya çok iyi bildiği oyuncuyla çalışıyor ya da yeni tanışmışsa arkadaş olabileceği oyuncuları seçiyor. Bu şekilde olunca daha güzel bir ilişki oluyor; bir masterclass gibi.

Uzun yıllar Semaver Kumpanya'da oynadınız, hala da fırsat buldukça tiyatro yapıyorsunuz. Bundan sonra tiyatroda farklı işlerde görecek miyiz sizi?

Semaver Kumpanya güzel bir dönemdi. Ama sonra kendi hayatında başka dönemlere geçiyorsun. Ben anlatım üzerine kafa yormak istedim. Prodüksiyon tiyatrosu değil de biraz daha laboratuvar olarak görmek istedim. Çünkü acelem yok, sürekli oyun çıkarma isteğim de yok. Seyyar Sahne'de Celal Mordeniz'in Tehlikeli Oyunlar'ını izledim, onlar Tiyatro Medresesi'ni kurunca dâhil oldum. Sonra Yeraltından Notlar'ı oynadım, oynuyorum. Ama bundan sonra yeni bir oyun yapacağım zaman hem kendi öğrencilerimi hem yakın arkadaşlarımı dâhil etmek, yine Celal Mordeniz'le çalışmak istiyorum. Ki bu anlatı laboratuvarını devam ettirelim. İkna olmadığım bir tekstin içine dâhil olmak istemiyorum.

Sahneden bağımsız olarak, birkaç tiyatrocunun bir araya gelip kurduğu bağımsız tiyatrolar var. İlerisi için öyle bir düşünceniz var mı?

Şu an ihtiyaç duymuyorum ama gerekirse yapabiliriz. Seyyar Sahne var şu anda, onları çok seviyorum, onlarla devam edebilirim.

Televizyonda oynadığınız rollere bakınca, küçük roller olarak başlıyor sonra karakteriniz bir anda dizinin en önemli karakterlerinden birine dönüşüyor. Neden böyle? Senaryo mu baştan öyle yazılıyor yoksa sizdeki ışığı sonradan mı fark ediyor senaristler?

Kafam biraz geç açılıyor, ondandır. Gerçekten böyle. İlk birkaç bölüm karakteri anlamaya çalışıyorum, sonra açılıyorum. Aslında en başta da ne istediğimi biliyorum. Fakat ona ulaşana kadar biraz zaman geçiyor. Ama sinemada öyle değil. Zaten üç ay önce başlıyorsun çalışmaya, sete geldiğinde kafanda her şey hazır oluyor. Ama dizide işler hızlı ilerlediği için rolünü bulman bir ay sürüyor.

SUNDANCE'TEN DÖNDÜM, İNGİLİZCE DERSİNE BAŞLADIM

Kış Uykusu ve Sarmaşık ile Cannes ve Sundance'a gittiniz, dünya sinema sektörüne açıldınız diyebiliriz. Oralarda uluslararası bir etkileşim oldu mu, projeler, teklifler vs.?

Dil problemi olduğu için çok etkileşimde bulunamadım. Yani uluslararası bir adam değilim hâlâ. Uluslararası arkadaşlarım, uluslararası ilişkiler kurdular ama ben bir köşede yerel bir adam olarak izledim festivalleri. Ama her festival dönüşü, ‘Bu sefer dil meselesini halledeceğim' dedim. Bu yıl bir hocayla İngilizce çalışıyorum. Sadece yeni projeler, teklifler için değil; yeni insanlarla tanışmak, sinema konuşmak için. Avrupa sinemasını çok istiyorum, seviyorum. Onun için de hazır olmak istiyorum.

İlerisi için bir programlama var öyleyse dünya sineması için…

Evet, var. Festivallerde bir köşede yalnız kalmanın sonucu olarak böyle bir karar aldım. Ya festivallere gitmeyeceğim ya da İngilizceyi öğreneceğim. Sundance'te festivalden önemli bir kadın geldi ve “Sizinle oyunculuk, sinema konuşmak istiyorum” dedi. Ama tabii ki yanımdaki arkadaşa söylüyor, çünkü ben onu anlamıyorum. “Belki seneye de Sundance'e geleceksiniz. Lütfen konuşalım” dedi. Öyle bir söyledi ki, İstanbul'a dönünce hemen İngilizce derslerine başladım.

6 Aralık 2015 Pazar

Ara Güler ile Picasso Antalya'da buluştu

4 Aralık 2015, Ara Güler, dünyaca ünlü ressam Picasso'yu 1971'de İspanya'daki atölyesinde fotoğraflamıştı.

Sonra bir daha görüşemediler. Picasso, 1973'te öldü. İki dev sanatçı, yaklaşık 45 sene sonra Antalya'da buluştu. 16 Eylül'de sessiz sedasız açılan Antalya Kültür Sanat, ilk sergisinde Güler ve Picasso'nun eserlerini bir araya getiriyor.

Bugünlerde Türkiye'nin neredeyse tüm kültür-sanat basını Antalya'da. Önce 17 Kasım'da başlayan Antalya Uluslararası Piyano Festivali için yazar-çizer-muhabir takımı şehre iniş yaptı, ardından sinemacılar Altın Portakal için yola düştü. İki buçuk ay önce ise şehirde sessiz sedasız bir sanat merkezi açıldı. İlk sergisinde iki dev sanatçı; Pablo Picasso ve Ara Güler'i buluşturan Antalya Kültür Sanat'ın (AKS) resmi açılışının yapılacağı günlerde Dağlıca'da 16 asker şehit düşünce AKS'nin ve dolayısıyla serginin açılışı ertelenmiş, yerel çaplı küçük bir tören düzenlenmişti. Geçtiğimiz salı günü ise butik bir açılış gerçekleşti ve İstanbul'da kalan diğer gazeteciler bu sergiyi görmeye gitti.

Bu kadar sanat gazetecisini aynı anda bir araya getiren Anadolu'da kaç şehir var? Bu bile, Antalya'nın ‘kültür ve sanat kenti' olma konusundaki kararlılığını gösteriyor. Fakat sanatın sadece ekim-kasım-aralık ayına sıkışması değil, tüm yıla yayılması önemli. Bu misyonu bundan sonra AKS göğüsleyecek. Daha 2,5 ayda iki sergiyi 7 bin 500 kişi gezmiş. Üstelik ziyaretçiler sadece yerli değil. AKS'nin bir misyonu da yılda 12 milyon turist ağırlayan Antalya'da, ticareti sahilden şehir merkezine taşıyabilmek. Bunu kısmen başarmışlar. Japon ve Alman turistler sergilere bir hayli ilgi göstermiş.

2016'da Andy Warhol geliyor

Picasso ve Ara Güler'den sonra ise şehre Andy Warhol sergisi gelecek. 17 Mart-28 Ağustos 2016 tarihleri arasında açılacak Warhol sergisi, Slovakya'nın ve Avrupa'nın en önemli özel koleksiyonlarından Zoya Müzesi koleksiyonundan derlenecek ve Warhol'un ikonik serilerini kapsayacak.

AKS'nin arkasında iki önemli kurum bulunuyor. Antalya Ticaret ve Sanayi Odası (ATSO) ve müzecilikte on yıllık tecrübeyi geride bırakan Suna-İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi. AKS'deki tüm sergilerin küratörlüğünü Pera Müzesi yürütecek. Pera Müzesi'nde, daha önce iki Picasso sergisi açılmıştı. İlki Mapfre Vakfı ile ikincisi İspanya Malaga'daki Picasso Vakfı ve sanatçının dünyaya geldiği müzeye dönüştürülen Picasso Evi Müzesi Koleksiyonu'ndan gelen bir seçkiyle. AKS'deki “Picasso: Kadın ve Boğa - Doğduğu Evden Gravürler ve Seramikler” sergisi için de yine müze evden 54 parça gravür ve baskı (1929-1964) geldi.

Picasso, kadın ve boğa...

Pablo Picasso, İspanya M·laga'da, Merced Meydanı'na bakan bu evde 1881'de doğdu. Çocukluğundan itibaren, annesi, iki kız kardeşi, iki teyzesi, bir büyükanne ve bir hizmetçiyle birlikte bu evde büyüdü, ailede kendisi dışındaki tek erkek babasıydı. Bu yüzden kadınlar, sanatçının hayatında önemli bir yer tutuyor. AKS'deki serginin en üst katı işte bu kadınlara ayrılmış. Bayan Rosengart, 1961'de evlendiği son eşi Jacqueline Raque, on yıllık hayat arkadaşı, son iki çocuğunun annesi genç ressam Claude, Paloma'nın annesi Françoise Gilot daima ilham perisi olur. Fakat hiçbir onunla mutlu olmaz, olamaz.

Bir alt katta ise boğa çizimleri sergileniyor. Picasso, M·laga'da geçen çocukluğu sırasında, boğa güreşlerine meraklı olan babası sayesinde boğalarla ilgilenmeye başlamış ve 1899'da ilk gravürü El Zurdo'dan itibaren, son yıllarına dek bu temayı eserlerinde işlemiş. Boğa, sanatçının hayatında öyle büyük bir yer tutar ki, Picasso'nun fotoğrafçılara boğa maskeleriyle poz vermeyi çok sever. Sergideki boğa gravürleri, daha görünüşüyle insanı korkutan boğaya sempatiyle, sevgiyle yaklaşmanızı sağlıyor. Özellikle kübizm etkisindeki t boğalara bakmaya doyamıyorsunuz…

Yaklaşık 2 bin metrelik bir alana sahip AKS'nin ikinci katında yer alan Ara Güler'in özel arşivinden derlenen “Işık ve Tarih: Ara Güler'in Gözüyle Antalya” sergisinde ise sanatçının Kaş, Patara, Xanthos, Myra, Pınara, Side ve Perge'de çektiği 40 fotoğraf sergileniyor. Antalya'ya ilk olarak Hayat dergisi için röportaj yapmaya gelen Ara Güler, o dönemde kentte havalimanı bile olmadığını hatırlıyor ve ilk izlenimini şöyle anlatıyor: “Antalya'ya her zaman sempatim olmuştur çünkü ışığı hem tatlıdır hem de sıcaktır. Ama sıcaklık bir felaket haline de gelebilir. Buna karşılık Antalya'nın özelliklerinden en mühim olanı etrafındaki harabelerdir, ama diyeceksin ki alt tarafı harabedir onlar. Hayır, onlar sadece harabe değillerdir. Onlar insanlarla konuşur; Bizans'tan beri, Roma'dan beri... O taşlar içinde bir hayat var. Akan bir su varsa sana bir şey mırıldanıyor.” Ancak, sanatçı, şimdiki Antalya'dan çok hoşnut değil. Niye olduğunu tahmin etmek zor değil.

Ara Güler, dünyaca ünlü ressam Picasso'yu 1971'de İspanya'daki atölyesinde fotoğraflamıştı. Sonra bir daha görüşemediler. Picasso, 1973'te öldü. İki dev sanatçı, yaklaşık 45 sene sonra Antalya'da buluştu. Elbette fiziki olarak değil, fakat her ikisinin de sanat aşkı ve ruhu o gün aramızda dolaşıyordu. Her iki sergi de 28 Şubat 2016'ya kadar açık kalacak.

Sinan Genim tasarladı

Antalya Kültür Sanat'ı, İstanbul'daki Pera Müzesi'ni de restore eden mimar Sinan Genim tasarladı. Bu yüzden olsa gerek Pera Müzesi'yle oldukça benziyorlar. Sergi salonları, merdivenler, devam eden sergiyle ilgili asansöre giydirilen sanat eseri konsepti bile aynı. Kalekapısı'nda kentin tam merkezinde yer alan Antalya Kültür Sanat'ın binası ATSO'nun eski yönetim yeri. 1971-2008 tarihleri arasında ATSO'nun kullandığı bina 2013'te yıkılmış ve 2014'ün ilk aylarında temeli atılmış. Dalgalanıyormuş hissi uyandıran görüntüsüyle dikkat çeken binanın dış cephesine, gökkuşağı renklerini taşıyan dikey borular döşenmiş. Genim'e boruların ne ifade ettiğini sorduk, güzel bir hikâye anlattı:

“Bu yapının cephesinde yer alan boruların bir insan veya insan grupları olduğunu düşünmenizi isterim. Beyaza veya siyaha boyanmış bu boruların çatıdan sokağa kadar dümdüz indiğini düşünün, bakınca ne görürüz, asker nizamı dizilmiş, hikayesi olmayan renksiz ve ruhsuz bir görüntü. Halbuki onların dalgalanmalarını, kendilerini özgürce ifade etmelerini sağladığımızda ortaya bir hareket, alışılmışın dışında bir görüntü çıkıyor. Daha ötesi eğer onları renklendirir ve kendilerini daha fazla ifade etmelerine sağlarsak burada bir hikaye var diye düşünüyoruz.

Bu boruların hepsi sıkı sıkıya arkalarındaki yüzeye, ait oldukları yere, var olmalarını sağlayan yapıya bağlılar. Bu bağlantılar gördüğünüz gibi birer kelepçe değil, kimi kısa, kimi dalgalanmaya imkan verecek kadar uzun ve dikkat etmediğinizde görülmez haldeler. Boruların birbirlerine değmeden özgürce dalgalanmalarına ve renklerini ifade etmelerine imkan veriyorlar. Eğer onların her rüzgârda sallanıp birbirlerine sertçe veyahut yumuşakça değmelerine olanak verseydik, birbirlerine zarar verir, boyalarının dökülüp paslanmalarına sebep olurduk.

Eğer yeterince sıkı sıkıya bağlı olmasalardı bir süre sonra yerlerinden kopup hem birbirlerine hem de çevrelerine zarar verebilirlerdi. Burada gördüğünüz düz borular hukuk, adalet, güvenlik gibi esnetilmeye müsait olmayan konuları, dalgalanmalar sanat, edebiyat, ticaret, sanayi gibi günün şartlarına ve dünyanın gelişimine uyumlu atılımları ifade ediyor. Düşüncede özgür, eylemde sınırlı olduğumuzun görsel bir ifadesi. Bu cephe düzeni bize gelişmiş bir toplumu hatırlatmalı. Herkesin birbirine saygı duyduğu, düşüncesinde ve yaşamında kendini istediği gibi ifade edebildiği, kimsenin bir diğerinin özgürlük ve düşünce alanına müdahale etmediği bir ülke... Amacımız çukurlarda toplaşmak yerine doruklarda birleşmek olmalı.”

‘AVM değil, sanat merkezi olsun istedik'

Sinan Genim, Suna-İnan Kıraç Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı İnan Kıraç, ATSO Başkanı Davut Çetin, Pera Müzesi Müdürü Özalp Birol.

Serginin açılışına Suna ve İnan Kıraç Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı İnan Kıraç, Sinan Genim, ATSO Başkanı Davut Çetin ve Pera Müzesi Müdürü Özalp Birol birlikte katıldı. Otuz bini aşkın üyeye sahip olan ATSO Başkanı Çetin, “Antalya'da böyle bir kültür sanat merkezi yoktu. Bu tür sergiler genelde İstanbul'da açılıyor. Biz Antalya'nın kültür ve sanatına yeni bir cephe açmak istedik. Kent merkezindeki binamızı gelir sağlayıcı bir projeye, sözgelimi AVM ya da iş merkezine dönüştürmektense, bir kültür sanat platformu olarak değerlendirmeyi tercih ettik.” dedi.

İnan Kıraç ise, “İstanbul'da on yıllık bir müzecilik tecrübemiz var. Aşağı yukarı 1 milyon 200 bin kişi sergilerimizi ziyaret etti. Vakfımız, on yılda yalnızca Pera Müzesi etkinliklerine 30 milyon lira ayırdı. Bu demek oluyor ki her gelen ziyaretçiden biz para almadık, cebine de 20 lira koyduk. Bu elbette böyle olacak, başka yolu yok. Fakat bu tür yatırımları bunu kaldırabilecek gruplar yapabilir. O nedenle ATSO Türkiye'deki diğer sanayi ve ticari odalarına örnek olacak. Başka bir şey daha söyleyeyim. Antalya Müzesi'ni yılda 71 bin kişi geziyor. Bu kadar eserin bir arada olduğu, böyle güzellikte bir müzeyi pazarlayamıyoruz. Avrupa'daki bu tarz bir müzenin kabul ettiği ziyaretçi sayısı yılda 3 milyondan başlıyor. Bu rakamlara ulaşabilmek için ATSO gibi kurumlara daha çok ihtiyaç var.” diye konuştu.

Kıraç, Kaleiçi'nin de önümüzdeki on yılda Antalya'nın en önemli bölgesi olacağını söylüyor. Bu konudaki vizyonu ise şöyle çiziyor: “Fransa Nice'te Kaleiçi'nden daha küçük bir bölgede, yılda 400 milyon dolarlık resim yalnız ABD'ye satılıyor. Dolayısıyla biz buraya sanatçıları, sanatseverleri getirebilmeliyiz. İleride burası sanatkarların yaşadığı bir bölge olacak.”

“Picasso: Kadın ve Boğa - Doğduğu Evden Gravürler ve Seramikler” sergisinden kareler...

3 Aralık 2015 Perşembe

‘Filmimizi televizyonda bile gösteremiyoruz'

İlk uzun metraj filmi Gişe Memuru ile dikkatleri üzerine çeken Tolga Karaçelik'in ikinci filmi “Sarmaşık” yarın vizyona giriyor. İlk gösterimini Sundance Film Festivali'nde yapan Sarmaşık, bir armatörün iflas etmesiyle 5 mürettebat ve bir kaptanın çalıştıkları gemide mahsur kalmasını anlatıyor.

Sarmaşık'ın farklı bir hikâyesi var, nasıl ortaya çıktı?

Ben bu senaryoyu 5-6 sene önce düşünmeye başladım. Arkadaşımın arkadaşı, bir kaptanın mahkemeye yazdığı mektubu çeviriyordu. Gemideki yağcıyı bıçaklamış ve şöyle diyordu: “Tamam ben suçluyum ama sizin hiç mi suçunuz yok?” Filmdeki olaya benzer bir durum yaşamışlar ve karaya çıkmalarına izin verilmemiş. Gemide uzun bir süre kalınca mürettebat arasında çatışma başlıyor. Ardından kaptan yağcıyı bıçaklıyor. Dinlediğimde hikâye bana çok çarpıcı geldi. Biraz araştırdım. Günümüzde de bu tür olaylar hâlâ yaşanıyor. Öyle arabayı bırakır gibi gemiyi bırakıp gidemezsiniz.

Gişe Memuru filminde o dünyayı tanımak amacıyla gişelerde memurluk yaptığınızı biliyoruz. Sarmaşık için böyle bir hazırlık süreci yaşandı mı?

Gemilerde yolculuğa çıktım. Uzun yol seferlerine katıldım, raspa yaptım ve gemicilerle konuştum. Gemicilerin kendine has dilleri ve davranışları vardır. Filmde kullandığım birçok argo sözcüğü oralardan aldım. Oyuncuya rolünü anlatabilmek için de o dünyayı tanımam gerekiyordu.

Sarmaşık'ın senaryosunu Gişe Memuru'nu çekmeden oluşturmaya başlamışsınız. Peki, neden çekim sıralamasında Sarmaşık ikinci sırayı aldı?

Evet, öyle oldu. Benim için hep böyledir. Şu anda bile yazdığım üç senaryo var. Gişe Memuru bir kutudan çıkma çabasıdır. Aslında benim de kutumdan çıkma hikâyemdir. Beni sinema adına en çok motive eden şey hikâyelerimin benimle olan tarafıdır. Kendime dokunmuyorsa yazabileceğimi düşünmüyorum. Sarmaşık mesela bu ülkede yaşamaya dair hissettiğim şeyler üzerinedir. Türkiye'deki iktidar mücadelesi üzerine çok kafa yordum.

Sarmaşık iktidar, hiyerarşi ve otorite üçleminde güçlü söylemlere sahip bir film. Hikâyenin altyapısını kurarken bu anlamda sizi besleyen kaynaklar nelerdi?

Yaşadığımız ülke sağ olsun çok fazla besliyor. Ben bunu yazdıktan sonra Gezi yaşandı ve yalnız olmadığımı gördüm. Benzer şeyleri düşünen insanların az olmadığını fark ettim. Sürekli bir müdahale ile karşılaşıyorsunuz. Bu durumda şunu hissettim; “İktidar işlevini kaybettiği zaman hiyerarşiyi ve o statükoyu devam ettirmek için neler yapar?” Gemi gitmiyorsa gemi değildir. “O zaman kaptanla ne yapacağız?” Benim için esas sorun buydu.

‘Beybaba' karakterinin yaşadıklarını iktidarı kaybetme korkusunun temsili sayabilir miyiz?

Sonuçta bir propaganda filmi çekmiyorum. O yüzden bütün karakterlerimi anlamak ve onlarla ilişki kurmak zorundayım. Ben kaptanı çok iyi anlıyorum aslında. Kaptanın derdi şu: Gemide hiyerarşi çok önemlidir. Bu yüzden de otoritesini kaybetme korkusu yaşıyor.

Filmi üç bölüm halinde sunuyorsunuz. Bu tercihinizin sebebini seyirciyi filmin gerçekliğinden çıkartmak olarak görebilir miyiz?

Sarmaşık'ı Samuel Taylor Coloridge'in Yaşlı Gemici şiiri üzerine kurdum. Bütün şiir bölümleri oradan geliyor. Hikâyesi kısaca şöyle: Bir gemi Londra'dan yola çıkar. Bir martı da gemiyi takip eder. Ama içlerinden biri martıyı öldürür ve gemiyi lanet vurur. Bir kişi kalır geriye. Gemiyi hayaletler basar ama yaşlı gemici kurtulmayı başarır. Her bölümün başındaki dizeler ona aitti. Seyirciyi gerçeklikten çıkartmak için değil, aksine seyirciyi sıkmadan zaman atlamalarını verebilmekti. Nefes aldırıp yeniden başlatmak istedim. Anlattığım şey kadar anlatma biçimine de önem veriyorum.

Türkiye'de sinema sektörüne gelecek olursak, bildiğiniz gibi bağımsız sinemaya kapılarımızı hâlâ tam açamadık. Siz yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açıkçası bazen umutsuzluğa kapılıyorum. Sarmaşık'ı 30 bin kişi mi izleyecek imkânsız, belki 20 bin. Ayrıca sadece Başka Sinema kapsamında vizyona girebiliyoruz. İzleyen herkesin sürükleyici ve izlemesi kolay bir film demesine rağmen ne yazık ki böyle bir durum var. Bu algıyı değiştirmemiz lazım. Bu da yapımcı ve yönetmenlere düşüyor. İnsanlara kendimizi tam anlatamıyoruz galiba. İzlenmek ve böyle bir şey de var demek zorundayız. Lüks bir şey sunuyoruz ve ilgi talep ediyoruz. Çok iyi yönetmenlerimiz var. Tanıtıma önem vermeliyiz ama tanıtım işlerini düzeltmemiz için de fona ihtiyacımız var. Biz çok az para kazanıyoruz. Ben mesela bu filmi borçlu bitireceğim büyük ihtimalle. Filmlerimizi televizyonda bile gösteremiyoruz.

NADİR SARIBACAK

‘Bütün oyuncular, çok iyi oynadı'

Filmde Nadir Sarıbacak ve Özgür Emre Yıldırım'ın oyunculuğu çok beğenildi ve her ikisi de ödül kazandı. Oyuncu seçiminizin bu kadar olumlu tepkiler almasını bekliyor muydunuz?

Nadir ve Özgür'ün iyi olmalarının dışında rollerinin bu kadar öne çıkmasının bir diğer önemli sebebi, diğer oyuncuların da çok iyi oynamalarıdır. Yazarken en çok üzerinde düşündüğüm karakterlerden biri İsmail karakteridir. Korkuyu o kadar çok yaşayan ve yaşatan bir insan ki rolü oluştururken de çok düşündüm. Baştan beri Cenk karakteri hep Nadir Sarıbacak'tı. Nadir benim 12 yıllık dostum. Ona hep benzer roller geliyor. Böyle bir karakteri çok güzel oynayacağını biliyordum. Ama Alper rolü için Erkan Koçak Köstendil'i düşünmüştüm. Kendisi de heyecanlıydı. Adana'daydı galiba o dönem olmadı. Özgür Emre geldi, iyi oynadı ve rolü aldı.

2 Aralık 2015 Çarşamba

Altın Portakal, iki ‘sultan'ı buluşturdu

52. Antalya Film Festivali, geçtiğimiz yıllardan farklı olarak, sadece Yeşilçam'ı buluşturmadı. Catherine Deneuve, Jeremy Irons, Kathleen Turner, Mena Suvari gibi dünya sinemasının yıldız isimlerini Antalya'ya getiren festivalin açılış gecesinde Fransız oyuncu Catherine Deneuve, Yaşamboyu Başarı Ödülü'nü sinemamızın ‘sultan'ı Türkan Şoray'ın elinden aldı.

Yarım asrı geride bırakan Antalya Altın Portakal Film Festivali, önceki akşam yapılan açılış töreni ile başladı. Yıllardır “Yeşilçam'ı buluşturan” Antalya'da bu yıl Catherine Deneuve'ün Türkan Şoray'ın elinden Yaşamboyu Başarı Ödülü alması, Türk ve dünya sinemasının iki ‘sultan'ının aynı karede yer alması, festivalin yıllardır düşlediği ‘yerelden evrensele' hedefine uygun bir fotoğraftı. Jeremy Irons, Kathleen Turner ve Mena Suvari'nin bulunduğu salonda Ayşen Gruda, Kayhan Yıldızoğlu ve Erden Kıral'ın Onur Ödülü alması da bir başka hoşluktu.

Kıyafet uygulamasının (dress code) sıkı tutulacağının haftalar öncesinden açıklanması ilk başta tepki çekse de kırmızı halıda işler yolundaydı. Türk ve dünya sinemasının yıldızlarının yanı sıra Yonca Evcimik'ten Fehmi Koru'ya kadar geniş yelpazeden konukları vardı açılış töreninin.

HER ŞEY 1 SAATTE OLDU!

Burcu Esmersoy'un sunduğu açılış töreni, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel'in konuşmasıyla başlayınca bir an “Eyvah!” dedik, bu kadar yeniliğe rağmen protokol konuşmaları devam mı edecek? Neyse ki Türel, konuşmasını makul sürede tuttu. G-20 dahil, Antalya'nın son dönemde ev sahipliği yaptığı ‘zirveler'den bahseden Türel, geçtiğimiz hafta öldürülen Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi'yi de ‘barış elçisi' olarak andı.

Geçtiğimiz yıllarda dört saati bulan festival törenlerine alışkın olduğumuz için önceki akşamki açılış töreninin sadece bir saat sürmesi sürpriz oldu. Anlaşılan o ki, ‘dünya festivallerine' öykünme gayreti sadece kırmızı halı şatafatı ve ‘dress code' ile sınırlı kalmamış, zamanın ekonomik kullanımına da dikkat edilmişti. Başkan'ın konuşmasının ardından bu yıl kaybettiğimiz sinemacılar, Saki Çimen'in bestelediği Tebessüm adlı şarkı eşliğinde yâd edildi.

“BU ÖDÜLÜ AYLAN BEBEK İÇİN ALIYORUM”

Yaşamboyu Onur Ödülü'nü jüri üyelerinden Şebnem Bozoklu'nun elinden alan Ayşen Gruda, ödülünü dünyanın dikkatini mülteci krizine çeken Aylan Bebek'e adadı. Yaşam Boyu Onur Ödülü verilen bir başka oyuncu Kayhan Yıldızoğlu, geçmişteki sansürden dert yandı. Erden Kıral ise festivalde ‘Yaşam Boyu Onur Ödülü' takdim edilen üçüncü isimdi. Festivalin ‘Yıldırım Önal Anı Ödülü' de Tijen Par'a emanet edildi.

Catherine Deneuve, Jeremy Irons ve Kathleen Turner ise gecede Yaşam Boyu Başarı Ödülü aldı. Ödül konuşmasına Türkçe başlayan Irons, “Baylar ve bayanlar hepinize iyi akşamlar. Antalya'da olmaktan çok mutluyum.” dedi, sonrasında ise İngilizce devam etti: “Ben çok şanslı bir mesleğin üyesiyim. Bir sesi olan mesleğin üyesiyim. İşine hissettiklerini yansıtabilen, dünyadaki her durumla ilgili hissettiklerini yansıtabilen bir mesleğin üyesiyim. Büyük ihtimalle hak ettiğimizden daha fazla saygı görüyoruz.”

Törenin kapanışını ise Catherine Deneuve ile Türkan Şoray yaptı. Ödülünü Şoray'ın elinden alan Deneuve, “Bu ödülü almaktan çok onur duyuyorum. Antalya'ya ilk gelişim. Çok mutlu oldum, beni onurlandırdınız. Hepinize çok teşekkür ederim.” dedi.

Festivalde bugün

Öncelikle şunu belirtelim. Festivalin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması'nın jürisinde dün değişiklik oldu. Festival direktörü Elif Dağdeviren, ABD'li Elvis Mitchell yerine James Ulmer'in jüriye dahil olduğunu söyledi.

Türkan Şoray'ın yıllar sonra kamera arkasına geçtiği Uzaklarda Arama filminin özel gösterimiyle başlayan festivalin ulusal uzun metraj yarışmasında dün Muna, Çırak ve Kalandar Soğuğu filmleri gösterildi. Bugünün programında ise ‘Misafir' ve ‘Takım: Mahalle Aşkına' filmleri var.

Misafir'in söyleşisi, saat 12.00'deki gösterimin ardından AKM'de gerçekleştirilecek. Takım: Mahalle Aşkına filminin söyleşisi ise saat 18.30'daki gösterimin ardından AKM'de başlayacak.

Bugün ayrıca 2 Altın Küre başta olmak üzere pek çok ödülün sahibi olan başarılı oyuncu Kathleen Turner'ın masterclass'ı saat 13.00'te AKM'de izlenebilecek.

28 Kasım 2015 Cumartesi

Edirne'den ağır aksak bir festival geçti

Paris'teki terör saldırısı nedeniyle Tony Gatlif'in gelememesi üzerine jüri başkanı olmadan başlayan Edirne Film Festivali, önceki akşam yapılan ödül töreniyle sona erdi. Bu yıl ilk kez düzenlenen festivalin kapanış törenine aksaklıklar damga vurdu. Salon boş kaldı, ödül alacak isimler yanlış anons edildi, Yeşilçam oyuncuları Vali'ye tepki gösterdi...

Bu yıl ilk kez düzenlenen Edirne Uluslararası Film Festivali'nin kapanış ve ödül törenine aksaklıklar damga vurdu. Salonun boş kalmasının yanı sıra ödül alacak isimler de yanlış anons edildi. Tören sonrası ise festival konuğu Yeşilçam oyuncuları Vali Dursun Ali Şahin'e tepki gösterdi.

Edirne Valiliği ile Belediye Başkanlığı'nın katkılarıyla düzenlenen festival, Trakya Üniversitesi Balkan Yerleşkesi'ndeki kongre merkezinde önceki akşam yapılan ödül gecesiyle sona erdi. 20 Kasım'da başlayan festivalin açılışında salonun boş kalması üzerine kapanış töreni için şehirde gün boyu anonslar yapıldı, halk törene davet edildi. Trakya Üniversitesi'nden öğrencilerin koltukları doldurduğu törende yaşanan aksaklıklar ve bir türlü ödüllere geçilememesi üzerine öğrenciler de bir süre sonra salondan ayrıldı.

Edirne Valisi Dursun Ali Şahin, Festival Onur Ödülü aldı.

PARİS SALDIRILARI OLUMSUZ ETKİLEDİ

Sayısı giderek artan film festivalleri kervanına katılan Edirne, ilk yılında daha başlangıçta bazı ‘şanssızlıklar' yaşadı. 1 milyon TL bütçe ile yola çıkan festival, ilk darbeyi Fransa'daki terör saldırılarından aldı. Paris'te 129 kişinin hayatını kaybettiği terör saldırıları festivalin jüri dengelerini bozdu. İlk yılında bağımsız sinemanın usta ismi Tony Gatlif'i jüri başkanı olarak şehirde ağırlamayı planlayan festival, Fransız yönetmenin saldırılar sonrası -haklı olarak- kararını değiştirmesiyle jüri başkanı olmadan başladı. Gatlif'in ülkesindeki ulusal yas nedeniyle festivale katılamayacağını söylediği video kaydı festivalin açılış ve kapanış töreninde gösterildi.

Ödül gecesinin açılışında konuşan Edirne Valisi Dursun Ali Şahin, her organizasyonda mutlaka eksiklerin olabileceğini ifade ederek, bunların görmezden gelinmesini istedi. Şahin, “Bu festival önümüzdeki yıl da sürecek. Eksikliklerimiz olabilir, eksiklikler insanoğlunun soyadıdır. Herkeste bir eksiklik olabilir. Her programda da bir eksiklik olabilir. Sizin bu eksiklikleri de görmezden geleceğini umuyorum.” dedi.

‘NEXT YEAR İNŞALLAH!'

Gecenin sunucularından İlker Kurt, salonda yabancı konuklar olduğunu söyleyerek Vali Şahin'den İngilizce kısa bir konuşma daha yapmasını isteyince ısrara dayanamayan Şahin, ‘Next year, inşallah' sözleriyle salondakileri kahkahaya boğdu. Konuşmaların ardından Edirne Valisi Dursun Ali Şahin'e katkılarından dolayı festival onur ödülü verileceği anons edildi. Ödülü vermek üzere yine Vali Şahin sahneye davet edilince kısa süreli bir şaşkınlık yaşandı. Hatanın farkına varılmasının ardından Vali Şahin'e ödülü festival icra kurulu üyesi Durmuş Emir Yıldırım verdi. Şanssızlıklardan bir türlü kurtulamayan organizasyonda bu kez de Yıldırım'ın konuşma yapacağı kürsüde mikrofon çalışmadı; uzun süre telsiz mikrofon getirilmesi beklendi.

Ödülleri açıklamak için sahneye çıkan jüri üyesi Şenay Gürler, sunucu İlker Kurt'un kendisine yaptığı iltifatlara “Artık ödüllere geçsek diyorum” sözleriyle karşılık verince salonda alkış koptu. Ödülleri almak için bazı oyuncu ve yönetmenlerin uçakları rötar yaptığı ya da saatinde şehre gelemedikleri için geceye katılamadıkları açıklandı. Festival konuğu Yeşilçam oyuncuları, program sonrası aracına giden Vali Şahin'in önünü keserek tepki gösterdi. Festival boyunca isimlerinin anılmamasına ve sahneye çıkarılmamalarına kızan emektar oyunculardan Ali Güney, “Sayın Valim ödül istemedik, plaket istemiyoruz. Bir sanatçı olarak bir çıkalım. Biz senin için buradayız zaten, senin davetin üzerine buradayız.” diyerek, tepkisini dile getirdi.

Tören sonrası Yeşilçam oyuncuları adlarının anılmamasına tepki gösterdi.

Edirne'nin ‘en iyi'leri

Film: Kar Korsanları

Yönetmen: Emin Alper (Abluka)

Erkek Oyuncu: Mehmet Özgür (Abluka)

Kadın Oyuncu: Tilbe Saran (Çekmeceler)

Senaryo: Hüseyin Karabey, Abidin Parıltı (Sesime Gel)

Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran (Kuzu)

Jüri Özel Ödülü: Emine Emel Balcı (Nefesim Kesilene Kadar), Feride Gezer (Sesime Gel)

Kısa Film: Wong Kar Wai Üzerine Bir Kısa Film

SİYAD En İyi Film: Abluka

26 Kasım 2015 Perşembe

René Char ve ressam arkadaşları

Fransızların, ‘direniş şairi' diye tanımladıkları René Char'ın, ressamlarla yakın dostluğu biliniyordu. Kimi onun elyazması şiirlerine desen çizmiş, kimiyle de birlikte sergi açmışlar. Chiviyazıları Yayınevi, o çizimlerin bir kısmını “René Char: Yaşamı, Sanatı ve Şiirleri” adlı kitapta yayınladı. Char uzmanı olarak tanınan Fransız Serge Velay'ın yazdığı eser, şairi yakından tanımak isteyenler için de iyi bir kaynak.

Fransız şair René Char (1907-1988) hakkında ağustos ayında önemli bir eser yayımlandı. İki iyi dost olan Albert Camus ve Char'ın, 1946-1959 yılları arasında birbirlerine yolladıkları mektupları Yapı Kredi Yayınları “Yazışmalar” adıyla Türkçeye kazandırdı. Fransa'da 2007'de çıkan ve uzun bir araştırmanın ürünü bu eser, edebiyat tarihi açısından değerli bir çalışmaydı. Üç ay sonra, bu kez Chiviyazıları Yayınevi, Char ile ilgili yine önemli bir kitabı okura sundu. “René Char: Yaşamı, Sanatı ve Şiirleri” sadece edebiyat değil, resim tarihini de yakından ilgilendiriyor. Pablo Picasso, Salvador Dali, Joan Miro, Alberto Giocametti, Henri Matisse, Vasiliy Kandisky, Georges Braque, Max Ernst gibi ünlü ressam ve heykeltıraşların René Char'ın şiirleri için çizdikleri desen, illüstrasyon ve süslemelere yer veren eser, edebi dostluktan doğan ebedi bir yolculuğun izlerini taşıyor.

Picasso ve Char, 1965

René Char'ın, çağdaşı olan ressamlarla yakın dostluğu biliniyordu. Kendisi de resim yapıyor, modern resim üzerine yazılar yazıyor. Açtığı birkaç serginin afişine de kitapta yer verilmiş. Paris Musee D'art Moderne'de (Modern Sanat Müzesi) 1971'de “Char ve Resimleri” adlı bir sergi açılıyor. 1963'te Paris Üniversitesi Bibliotheque Litteraire kütüphanesinde açılan sergi, “Georges Braque ve Rene Char” adını taşıyor. 1969'da ise yine Paris Musee D'art Moderne'de Ceret (Ceret Modern Sanat Müzesi) “René Char'a Armağan” sergisi açılıyor. Bu sergide Char'a hediye edilen resimler yer alıyor ama hangi ressamlara ait eserlerin olduğu bilgisi kitapta yok maalesef.

En önemli sergi ise 1980'de Fransa milli kütüphanesi Bibliotheque Nationale'de açılan “XX. Yüzyıl Ressamlarınca Süslenmiş René Char Elyazmaları”. Çünkü “René Char: Yaşamı, Sanatı ve Şiirleri” kitabındaki çizimler, bu sergiden. Matisse'in deseni hariç diğer ressamların eserleri Türkiye'de ilk kez yayınlanıyor. Matisse'in Char şiirleri için yaptığı 16 deseni, 1980'de Ada Yayınları tarafından yayımlanan ‘Seçme Şiirler' kitabında yer almıştı.

Joan Miro, Char'ın el yazması şiirlerini renklendirmiş.

ARTINE, DALİ'NİN ÇİZİMİYLE YAYINLANIYOR

Peki, hangi ressam Char için ne çizmiş? Salvador Dali, şairin yaşamöyküsünü anlattığı ilk kitaplarından Artine'e, Kandisky, ‘Le Marteaue Sans Maitre' (Ustası Olmayan Çekiç) adlı şiir kitabına illüstrasyon çiziyor. Alman ressam, heykeltıraş Max Ernst, “Fete des Arbres et du Chasseur” (Ağaçların ve Avcıların Bayramı) adlı şiir kitabını, heykeltıraş Alberto Giacometti “Poemes des Deux Annees” (İki Yılın Şiirleri) kitabının ilk baskısını resimliyor. Katalan ressam Joan Miro, Char'ın elyazması şiirlerini renklendirmiş. Kitap siyah-beyaz olsa da kenar süsü şeklindeki bu çizimler oldukça heyecan verici.

René Char'ın ressamlar arasında Picasso ile daha yakın olduğu söylenebilir. Kitapta, iki dostun birlikte çekilmiş ve hallerinden oldukça eğlendikleri anlaşılan karelerinin yanı sıra Picasso'nun iki eseri var. “Dependance de L'adieu” (Veda Bağımlılığı) şiiri için yaptığı bir illüstrasyon ile II. Dünya Savaşı'na katılan ve Fransa'da devrimci hareketlerde bulunan Char'ın “La Provence Point Omega” bildirisi için yaptığı desen. Char'ın, savaş dönemindeki edebi suskunluktan önce yayınlanmış son şiiri “Enfants qui Cribliez d'Olivies”i de Picasso resimliyor fakat kitapta bu çizim bulunmuyor. Ressam Georges Braque ise onun, suların kirletilmesine karşı yazdığı “Soleil des Eaux” (Suların Güneşi) oyununa, güneş ve balık desenleri çiziyor.

Picasso'nun “La Provence Point Omega” bildirisi için yaptığı desen.

Char'a ait 44 şiir çevrilmiş

Fransız edebiyat çevrelerinde René Char çalışmasıyla tanınan, şair, yazar ve araştırmacı Serge Velay'in yazdığı kitabı Türkçeye, Mardin Üniversitesi felsefe bölümü hocalarından Kenan Sarıalioğlu çevirdi. Kitabın editörü ise şair-yazar Salih Bolat. Orijinal kitaptan farklı olarak Türkçe baskıda, Sarıalioğlu'nun Fransızca iki kitaptan seçtiği 44 şiir de yer alıyor. Char'ın şiirlerini daha önce Tahsin Saraç, Semih Rifat, Özdemir İnce, Fuat Çiftçi, Hilmi Yavuz, Cemal Süreya ve Cevat Çapan gibi isimler Türkçeye çevirdi. Adam, Ada, Armoni, Alkım ve YKY bu çevirileri farkı zamanlarda yayımladı. Buraya, René Char'ın en son Sarıalioğlu tarafından çevrilen “Yaşasın!” şiirini alıyoruz.

Yaşasın!

benim ülkemde, ilkyazın sevecen işaretleri

ve yarı çıplak kuşları yeğlemiştir uzak hedeflere

hakikat bir mumum yanında bekler şafağı

pencereye gerek yoktur

benim ülkemde heyecanlı insana sorulmaz heyecanı.

alabora olmuş bir sandalın üstünde kötü yürekli bir gölge yoktur.

gönülsüz günaydın, bilinmez benim ülkemde.

ancak çoğaltılıp geri verilebilen, ödünç alınır.

yapraklar, ülkemin ağaçlarında çok yapraklar vardır.

dallar özgürdü meyve vermemekte.

galibin iyi niyetine güvenilmez.

şükran duyulur, benim ülkemde.

Henri Matisse'in Le Peome Pulverise (Toza Dönüşen Şiir) şiirine yaptığı desen

24 Kasım 2015 Salı

Öykü ve roman yazarı Faruk Duman: Karşıt görüşten bir yazarın iyi olduğu bile söylenmiyor

Öykü ve roman yazarı Faruk Duman'ın ikinci deneme kitabı “Tom Sawyer'ın Kitap Okuduğu Kulübe” (Can Yayınları) yayınlandı. Duman'la yeni ve klasik edebi metinlerden, yazarlardan, eleştirilerden, anılardan oluşan kitabını konuştuk…

Trenler, eski elişi meslekler, doğa; hıza ayak uyduramadığınızdan da bahsediyorsunuz. Nostalji sever bir yanınız var mı?

Yeni şeylere adapte olamayan bir yanım var elbette. Hayatımıza yeni giren şeyleri reddetme anlamında değil de kendime küçük hayatın, küçük bir çevrenin yettiğini düşünüyorum. Mesela otururum, basit bir deftere yazarım. Tutup da yazı yazmak için çok şık bir defter peşinde koşmam. Yazmak yetiyor. Onun gibi. Nostalji tutkunu bir yanım var, diyemem. 80'den sonra Türkiye çok hızlı değiştiği için, aslında hepimiz kıyaslama yapıyoruz. Neydi, ne oldu; nereden nereye geldi; iyi mi oldu, kötü mü oldu. Ben de tabii kişisel olarak trenlerden bahsetmekten mutluluk duyuyorum çünkü benim babam demiryolcuydu. O dönem yaşadığımız hayatın verilerine bakıyorum ve şöyle bir şey görüyorum: Küçük memur ama bir lojmanı var, çocukların gittiği iyi bir okul ama parasız bir okul… Bunu eskiyi övmek anlamında söylemiyorum. Yalnızca biz nasıl yaşadık, çocukluğu nasıl geçirdik, nasıl hikâyeler dinledik, nasıl oyunlar oynadık... Bunlar, benim tarafımdan anlatılsın, beni okuyanlar bilsin, istediğim bu.

Kitapta “Yazardan Ne Bekleriz” diye bir denemeniz var. Bu beklentiyi karşılayabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Aslında bu yazdıklarımın bugünkü edebiyat ortamında pek bir anlamı kalmadı. Çok dar bir çevreyi ilgilendiren şeyler bunlar maalesef. Yazarın yapması gereken tek şey, yeteneği varsa, edebi anlamda ve estetik anlamda kendi en beğendiği yazarları aşmak. Ortaya çıkan şeyin ne olduğuna tabii ki edebiyat tarihi ve okur karar verecek ama öncelikle yazarın hitap edeceği kişi, önemli bulduğu, kendinden önceki yazarlardır. Bu sayede ancak edebiyat bir yapı gibi üst üste yükselebilir, gelişebilir. Uzunca bir süredir yazarın, eleştirmenin bütün dikkati piyasaya yönelmiş durumda. Dolayısıyla Türkiye'de bu bahsettiğim kriter işlevsiz hale gelmiş, öyle görünüyor. Benim esasında yapmak istediğim de, bu söylediğim işte. Çok beğendiğim yazarların yaptıklarının yanına bir şey koymak. Üstüne bir şey koymak biraz iddialı olur ama estetik anlamda onlar gibi yazabilmek.

Dil konusuna da sık sık değiniyorsunuz. Türkçeye inanan bir yazar olarak dil üstüne dönen tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkçe, çok büyük bir dil. Aydınımızda, sadece dil konusunda değil her konuda, özellikle Batı'ya karşı bir aşağılık kompleksi var. Dönemin başbakanı ne demişti: ‘Türkçeyle felsefe yapılmaz.' Bu bir aşağılık kompleksi ve benim görüşüm şu ki, hiçbir dil öbür dilden üstün değildir. Dil ihtiyaca göre büyür, dolayısıyla da toplumsal ihtiyacınız neyse diliniz de o kadardır. Bir de şöyle diyen bir grup var: ‘Dil devrimi oldu, bir gecede biz tarihimizden koptuk.' Bu yanlış çünkü bizim dil kompleksimiz Osmanlı yazarlarında da vardı. Onlar da öyle düşünüyorlardı. Bu kompleks genel, çok eskiden beri bizde var olan bir şey.

Ama alfabenin değişmesinin bir gecede okur-yazarlığı etkilediği bir gerçek.

Tam tersi aslında, bunları Niyazi Berkes de yazdı, Melih Cevdet de. Dil devriminden sonra okuma-yazma oranının nasıl fırladığına bakabilirsiniz. Çok bariz farklar var. Ama mesele o değil. Benim orada değindiğim, çok net bir kompleksimizin olduğu. Bu dille felsefe yapamıyorsanız, bu dille edebiyat yapamıyorsanız o zaman Yaşar Kemal'e, Orhan Kemal'e, Nermi Uygur'a ya da Oğuz Atay'a hakaret edersiniz.

“Kişisel özgürlüğümüzü sağlayamazsak sanatsal özgürlüğümüzü de sağlayamayız.” diyorsunuz bir yerde. Bir yazar-editör penceresinden baktığınızda yazarın düşünsel özgürlüğü ne anlama geliyor?

Bana göre bir düşünceye, bu siyasi olmak zorunda değil, bir alışkanlığa çok fazla bağlıysanız, yaratımınız da sınırlı olur. Çünkü aslında sanat eseri, düşüncenin bir ürünüdür. Dolayısıyla siz oraya bağımlı kaldığınız zaman, onun çerçevesi içinde yaratabilirsiniz. Çok kabaca, ben gerçekçi romanlar yazacağım diye tutturursanız yazdıklarınız çok gerçekçi olmayabilir. Bu tabii ki üretme zevkine sahip olmamak değil ama bu kafada belli sınırları aşmış olmak lazım. Hem kişisel olarak içinizden gelen reflekslere cevap vermek, hem de dışarıdan söylenenlere kulak tıkamak... Ben yazımı yazdığım zaman yanımda kimse yok, orada olmayanın görüşünü önemsememek lazım gibi geliyor.

“Bu parçalanma bizi infilaka götürür”

‘Zorbanın Sonu' bölümünde Zweig aracılığıyla baskılara sitem ediyorsunuz...

Şöyle diyor Zweig: “Halk genelde kendisine başlangıçta birtakım avantajlar sağlayan baskıcı iktidarların nelere yol açtığını geç fark eder.” Çok doğru. Şimdi Türkiye'de tabii ki baskıcı bir iktidar var ama galiba bu bizim gibi ülkelerin biraz da dışarıya fazla bağımlı olmalarıyla ilgili. Bana öyle geliyor ki, bizim sınıfımızdaki ülkelerde aslında sonuca biraz emperyalizm karar veriyor. Hep bir yanılsama içindeyiz. Türkiye'nin düşünce özgürlüğüne, hoşgörüye ihtiyacı var. Ben siyasetçilere hitap etmenin artık gereksiz olduğunu düşünüyorum, uzun zamandır böyle. Siyasetçilerle anlaşılamayacağını ve aydınlar arasındaki tartışmanın da sonuç vermeyeceğini düşünüyorum. Maalesef. Çünkü herkes çok fazla politize olmuş, kamplaşmış durumda. Bu hatta o kadar kötü bir halde ki, eğer karşıt görüşten bir yazarsa, insanlar onun iyi yazdığını bile söylemiyor. Hâlbuki söyleyin. Adam sağcıdır ama iyi şiir yazıyordur. Solcudur ama müthiş yazıyordur. Şimdi bu durumdayız. Bunu bile söyleyemeyecek kadar kamplaştık. Tabii benim en çok üzüldüğüm, halk arasındaki kamplaşma. Her gün sokakta tanık oluyorum. İnsanlar siz, biz diye konuşmaya başladılar. Bu korkunç bir şey. Bu bizi parçalanmaya değil, infilaka götürür.

19 Kasım 2015 Perşembe

Ankara'da tiyatro heyecanı başlıyor

Her yıl kasım ayında Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf (TAKSAV) tarafından Ankara'da düzenlenen Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali'nin 20.si yarın başlıyor. Yurtiçi ve yurtdışından tiyatro gruplarının 50 oyun sahneleyeceği festival, 30 Kasım günü sona erecek.

Festivalin, Devlet Opera ve Bale Salonu Leyla Gencer Sahnesi'nde yapılacak galasında, Gürcistan'dan Tiflis Vaso Abaşidze Müzikal Komedi ve Dram Profesyonel Devlet Tiyatrosu'nun ‘Carmen (Choreodrama)' isimli oyunu gösterilecek. Festival kapsamında Avusturya, Hollanda, İran ve Azerbaycan'dan gelen tiyatro topluluklarının yanı sıra üniversite tiyatro toplulukları, özel tiyatrolar ve çocuk tiyatroları performans sergileyecek. Ayrıca sokak tiyatrosu grupları da festival çerçevesinde Kuğulupark, Yüksel Caddesi ve Sakarya Caddesi'nde 3 oyun sahneleyecek. Avusturya'dan Daskunst isimli tiyatro grubunun Almancı isimli oyunu sahneye taşıyacağı festivalde Hollanda'dan TiyatroRast, Azerbaycan'dan Gence Devlet Tiyatrosu, İran'dan Omid Darvishi tiyatro grupları atölye çalışması yapacak. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu ise Deste Şeş Tili (Kürtçe) isimli oyunu sahneleyecek.

Festival kapsamında 27 Kasım Cuma günü düzenlenecek olan “Türkiye'de Alternatif Tiyatro Araştırmaları ve Sanata Desteğin Dünü Bugünü” konferansına Tüzel Ezici, Filiz Arel, Ayça Köklü, Seyda Hilal Erbilgin ve Gülşen Karakadıoğlu katılacak. 22 Kasım Pazar günü saat 20.00'de Farabi Sahnesi'nde ünlü yazarlar Ercan Kesal ve Nermin Yıldırım, müzisyenler eşliğinde öykülerini katılımcılarla paylaşacak.

Öte yandan festivalin bu yıl Emek Ödülü Erhan Gökgücü'ne, Onur Ödülü Rutkay Aziz'e, Sevda Şener Tiyatro Yazarlığı Ödülü Özen Yula'ya verilecek. Ödüller, yarın akşam saat 19.30'da Leyla Gencer Sahnesi'nde gerçekleştirilecek açılış galasında takdim edilecek. Sanatı kitlelere ulaştırmak, ulusal ve uluslararası özel ve amatör tiyatro topluluklarını destekleyerek çalışmalarını sürekli hale getirmek için düzenlenen festival, uluslararası dayanışmaya ve barışa sanat yolu ile katkıda bulunmayı da hedefliyor. (www.ankaratiyatrofestivali.org)

Ali Baba ve Yedi Cüceler'i üç günde 540 bin kişi izledi

Ünlü komedyen Cem Yılmaz'ın geçtiğimiz cuma günü gösterime giren son filmi “Ali Baba ve 7 Cüceler”i, üç günde 540 bin kişi izledi.

Yılmaz, gişe rakamını dün Twitter hesabı @CMYLMZ üzerinden “İlk 3 gün gişemiz 540.000 seyircidir...Tesekkür ederim:)” diyerek açıkladı.” Cem Yılmaz'ın hem yazdığı hem yönettiği filmin oyuncu kadrosunda kendisiyle birlikte Zafer Algöz, Çetin Altay, Irina Ivkina, Yosi Mizrahi gibi oyuncular yer alıyor. Boxoffice Türkiye'nin verilerine göre, ilk üç gün seyirci rekoru 1 milyon 641 bin ile ‘Recep İvedik 4'e ait. Cem Yılmaz'ın geçen yıl gösterime giren filmi ‘Pek Yakında'nın ilk üç gün seyirci sayısı ise 399 bindi.

15 Kasım 2015 Pazar

Stefan Zweig çevirilerinde rekor kırdık!

Dünya edebiyatının en önemli isimlerinden Stefan Zweig'ın eserleri üstündeki telif hakları 2013'te kalktı.

Büyük küçük çok sayıda yayınevinin, tıpkı bu yılın başında Antoine de Saint-Exupery'nin Küçük Prens kitabında yaşadığımız gibi, Zweig eserlerini ardı ardına yayımlaması uzun sürmedi. Halen kitapları satışta olan 28 ve kitaplarının baskısı çoktan tükenmiş 18 yayınevi daha… Bu demek oluyor ki, okur tezgâhlarda, vitrinlerde şimdiye kadar (yanılma payını da ekleyerek) 46 farklı yayınevinden Zweig kitabı okudu, okuyor.

Peki, Türkiye'de Zweig'a bu kadar yoğun ilgi gösterilmesinin sebepleri neler, çok sayıda yayınevi neden Zweig kitabı yayımlıyor? Alfa Yayın Grubu edebiyat editörü Mehmet Said Aydın, yayınevlerinin bu ilgisi için şunları söylüyor: “Çok zor bir zamanın, çok mühim bir dehası Zweig. Sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada teveccüh görüyor. Türkiye'de çok basılmasının ilk sebebi bu elbette. Ama ikinci bir neden daha var: Zweig'ın kitapları telifsiz basılabiliyor. Dolayısıyla irili ufaklı birçok yayınevi, iyi olduğuna inandığı çevirilerle, sırtını “güvenilir” birine dayamayı tercih ediyor haliyle. Bütün çevirilerin iyi olduğunu söylemek de güç ne yazık ki.”

ZWEİG ÇEVİRİLERİ NE KADAR YETKİN?

Zweig yayınlarının çokluğu bir yana, asıl mesele çeviri kalitesi. 57 farklı çevirmenin dışında, çevirmen bilgisi bulunmayan 14 kitap daha var. Son iki yılda üç büyük yayınevinin 39 Zweig eseri için 25 farklı çevirmenle çalıştığını da ekleyelim. Çevirmen sayısının çokluğu ister istemez Zweig çevirilerinin yetkin olmayan kişiler tarafından yapıldığı ve bunun Zweig edebiyatına zarar verdiği yönünde endişe ve eleştirileri de beraberinde getiriyor. Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Sırma Köksal, bu konunun Zweig'a özgü bir durum olmadığını söylüyor: “Ülkemizde birçok yazar ve yapıt yetkin olmayan çevirilerle yayımlanıyor. Klasikler söz konusu olunca sorun iyice çetrefilleşiyor. Çünkü bu yapıtlar, herkesin, istediği gibi yayımlayabildiği yapıtlar ve birçok yayınevi bu kitaplarda sadece kapak fiyatı üzerinden rekabet ediyor. Bu da yetkin olmayan çevirmenlere yaptırılan az telif ödenmiş acele basılmış kitapların okunamaz metinleri olarak okura dönüyor.”

Şimdiye dek yazarın 21 eserini yayımlayan İş Bankası Kültür Yayınları, Stefan Zweig kitapları editörü Gamze Varım, çevirideki ölçütlerini şöyle açıklıyor: “Yazarın üslubunu korumaya, anlam kaymalarını önlemeye, çeviride herhangi bir şeyin kaybolmamasına, yazarın kurmuş olduğu dünyanın Türkçede mümkün olduğunca bire bir yaratılmasına çaba harcıyoruz.”

“YAZARIN KENDİNE ÖZGÜ ANLATIMI KAYBOLUYOR”

Stefan Zweig denince akla gelen ilk çevirmenler Burhan Arpad ve oğlu Ahmet Arpad. Salzburg Üniversitesi Stefan Zweig Merkezi ile Stefan Zweig Cemiyeti'ne de üye, 13 eserde imzası olan Ahmet Arpad, “Piyasaya çok Zweig çıkması bir yandan güzel, öte yandan ise altmışa yakın Zweig çevirisinin 57 çevirmeni olması kabul edilemez bir durum. Bu yöntemle eser kesinlikle kalite yitiriyor. En önemli sıkıntı, Stefan Zweig'a özgü anlatımı Türkiye'de piyasaya çıkan altmışa yakın eserde çoğu deneyimsiz 57 çevirmenin yakalamasının tabii ki mümkün olmaması. Okur hangisinin Zweig'ın anlatımı olduğunu nasıl ayırt edecek? Ünlü yazara saygısızlık yapıldığı gibi, okurun da kafası karıştırılıyor. Yayıncıların bunu nasıl göze alabildiğine şaşırmamak, hatta öfkelenmemek mümkün değil!” şeklinde değerlendiriyor.

Zweig edebiyatı para kazanmanın gerisinde mi kaldı?

Hildemar Holl (Salzburg Üniversitesi, Uluslararası Stefan Zweig Cemiyeti yöneticisi): “Burhan Arpad ve Ahmet Arpad, yaşamları boyunca toplamda Stefan Zweig'ın 22 eserini tercüme etti. Bu, Zweig'ın eserlerine, diline, fikir dünyasına ve biyografisine dair çok yoğun bir bilgiye hâkim olmayı getiren olağanüstü bir performans. İki çevirmen de yazarın yaşadığı döneme ve kültüre oldukça vâkıf. Eserlerinin telif hakları kalktığından beri 57 çevirmen, Zweig'ın eserlerini Türkçeye çevirmiş. Bunlar arasında Ahmet Arpad ve Ahmet Cemal gibi uzmanların bulunup bulunmadığı konusunda şüpheliyim. Çevirilerin içeriği ve çevirmenlerin sayısı bende Zweig edebiyatının Zweig'dan para kazanmanın gerisinde kaldığı izlenimini bıraktı.”

“Zweig, kitaplarının en iyi şekilde çevrilmesini isterdi”

Klemens Renoldner (Salzburg Üniversitesi, Stefan Zweig Merkezi yöneticisi): “Türkçe okuyamadığım ve Türkiye'deki edebiyat ortamını bilmediğim için Zweig çevirileriyle ilgili bir şeyler söylemem zor. Fakat Stefan Zweig çevirilerinde 57 farklı çevirmenin olmasını düşünemiyorum. Ahmet Arpad uzun yıllardır Zweig çevirileri yapıyor ve Salzburg'daki konferansları ve dersleri takip ediyor, bu yüzden Zweig kitaplarını en iyi aktarabilecek çevirmenlerden biri olduğunu düşünüyorum. Elbette Zweig'ın Türkiye'de iyi tanınmasından dolayı mutluyum. Ama bilmelisiniz ki Zweig çevirmenleriyle çok yakındı ve kitaplarının en iyi şekilde çevrilmesini isterdi. Çevirmenlerine mektuplar yazar ve onlarla iletişimde olmak için bu konuyla çok meşgul olurdu. Halkın iyi çeviriyi kötü çeviriden ayıracağını ve yıllar içinde iyi çevirinin başarısının görüneceği kanaatindeyim.”

En büyük hümanistlerden biri

Avusturyalı gazeteci, romancı, oyun ve biyografi yazarı Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana'da doğdu. Viyana ve Berlin'de eğitim aldı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Yirmi yılını Salzburg'da geçirdi. Bütün hayatını yazıya adadı. Hümanist bir dünya görüşüne sahipti, Avrupa kültürüne inanmıştı. 1933 yılında, Nazilerin yakmaya başladıkları kitaplar arasında Yahudi kökenli Zweig'ın eserleri de yer alıyordu. Bir yıl sonra Gestapo'nun evini basıp silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Farklı türlerde 60'a yakın eser yayımlayan Zweig, İngiltere ve ardından ABD'ye gitti. Daha sonra Brezilya'ya geçerek oraya yerleşti. Avrupa'nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve hayal kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Türkiye'de en çok okunan yabancı yazarlardan biri olan Zweig'ın, Dünün Dünyası, Amok Koşucusu, Satranç, Rotterdamlı Erasmus, Joseph Fouche, Sabırsız Yürek, Balzac gibi çok sayıda eseri dilimize çevrildi.

13 Kasım 2015 Cuma

“Sanatçıların canına okuyacağım!”

Türkiye'nin ilk çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul (CI) bugün 10. kez kapılarını açtı. Koleksiyonerler için ön izleme açılışı dün yapılan fuarın sürpriz ismi 89 yaşındaki ressam Adnan Çoker. ‘Alfabe' serisiyle ilk kez tarzının dışına çıkan Çoker, sanat camiasına şöyle sesleniyor: “Ya doğru dürüst bir şey yapsınlar, ya ben doğrulturum onları.”

Bu yıl onuncu yaşını kutlayan çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul, bugün başladı. 23 ülkeden 700'den fazla sanatçının katıldığı fuarın bizce, en sürpriz ismi Türkiye'de soyut resmin ilk temsilcilerinden Adnan Çoker'di. Geometrik resimleriyle tanıdığımız Çoker, bu kez tarzının dışına çıkmış, ilk kez A'dan Z'ye tüm harfleri hareketli formalarla resmetmiş. Sanatçının, desenlerini 2007'de çizmeye başladığı Alfabe serisinde yaklaşık on yıllık bir emek var. Adnan Çoker, 1927 doğumlu, 89 yaşında. Önümüzdeki yıl 90. yaşını kutlayacak. Durup dururken, şimdi neden, niçin acaba herkesi şaşırttı? Aslında bu onun tarzı, belki de şaşırmamak lazım ama fuarın giriş katında Olcayart'ta ‘Alfabe' adını verdiği sergisinde buluşunca ne yapmak istediğini konuştuk.

İki nedeni var. Birincisi, diyor ki, “Ressamım ama burada daha ciddi bir işe kalkıştım. Biliyorsunuz böyle şeyler yapmıyordum.” Alfabe'deki eserlerin hepsi aynı boyda ve aynı renkte. Siyah zemin üzerine açık mavi A, B, C… Mor üçgenler, yeşil daireler yok. Renk konusunda bu kez kimseyi rahatsız etmek istemediğini söylüyor sanatçı. İkinci sebebi ise, ‘Hülya Avşar' vakası gibi sanat camiasına bomba gibi düşebilir (Hatırlarsanız kendisini bir sergi açılışında Avşar kızına verdiği ayarla epeyce gündeme gelmişti.) Şöyle diyor Çoker: “Bana yine kızacaklar ama sanatçıların canına okuyacağım dedim, ya doğru dürüst bir şeyler yapsınlar, ya ben doğrulturum onları.”

‘İYİ SANATÇI GÖREMİYORUM'

İstanbul'un çağdaş sanatın merkezi olduğu konuşulurken, artık daha hareketli ve daha üretken bir camiadan söz edilirken, Adnan Çoker neden böyle düşünüyor? Yeni yetişen sanatçıları mı beğenmiyor, yoksa eski-yeni herkese mi bu sözü? Eskiler arasında iyi sanatçılar olduğunu söylüyor fakat, genel itibarıyla sanat camiasından memnun değil. “Ben iyi sanatçı göremiyorum… Ciddiyet yok. Bakın burada (eserlerini işaret ederek) ciddiyet var.”

Sanatçının hayret ettiği bir konu da satış mevzuu. O da, Alman ressam Gerhard Richter gibi eserlerine kimlerin, niçin para verdiğini anlamıyor. “Ben, bunlar yapılır mı yapılmaz mı diye düşünürken alıcılar çıkıyor. Bunları alıyorlar? Alamazsın da diyemezsin...” Niye aldıkları tabloların altındaki kırmızı küçük noktalardan belli, doksan yıllık bir emek, birikim ve bakış… Sergide, Adnan Çoker'in A'sı çoktan satılmış, B gitmiş, C gitmiş, Ç de gitmiş… “Artık kendime özel bir A ve Ç yapacağım.” diyor Çoker…

Contemporary'de dikkat çekenler…

CI'da bu yıl İran sanatına özel bir yer ayrıldı, Tahran'dan dört galeri ve bir vakıf yer alıyor. Fakat etkileyici bir eser olduğunu söylemek zor. Tahran ve New York'ta birer şubesi bulunan Shirin Gallery'deki Ali Akbar Sadeghi'nin minyatürle harmanlanmış eserleri görülebilir.

Ayrıca İran'ın öne çıkan koleksiyonerlerinden Nadeer Mobarqa ve eşinin sanat koleksiyonu CI'da yer alıyor. Koleksiyonda Faramarz Pilaram'ın eseri dikkat çekici.

IŞİD'in Suriye'de yıktığı heykelleri, farklı teknolojik materyaller kullanarak yeniden üreten Morehshin Allahyari'nin Plugin bölümündeki videosu ile yine aynı bölümde, Bager Akbay'ın şiir yazan enstalasyonu izlemeye değer.

İstanbul'da galeri açmak için yer arayan Berlin'den Big Berlin'de sergilenen Murat Tosyalı'nın futbolcu Hakan Şükür, Metin Tekin, Rıdvan Dilmen, İbrahim Toraman portreleri...

Akbank Sanat standında sergilenen, Pablo Genoves'in “Hiç Olmadı, Hep Oradaydı” başlıklı sergisindeki fotoğrafları…

11 Kasım 2015 Çarşamba

'Büyüklerimden dinlediklerimi kayıt altına almak istedim'

Nazan Bekiroğlu'nun son romanı Mücellâ, Timaş Yayınları'ndan çıktı. Hayatı annesinin kontrolündeki fanusta geçen Mücellâ, günün birinde üniversite öğrencisi Nazan'a ‘Bir gün benim hayatımı yaz' demese belki şimdi böyle bir roman olmayacaktı. Bekiroğlu ile Mücellâ'yı konuştuk.

Mücellâ'nın öldüğü yaşı geçtiniz, o yüzden gençliğinizin Mücellâ teyzesi, Mücellâ oldu… Onu bu kadar hissetmenize sebep olan şey neydi?

Mücellâ'daki vasiyete benzer o sahneyi yaşadım ben. O cümleleri söyleyen teyze bunu bana gerçekten inanarak mı söylemişti? Böyle bir ümidi bir anlık bile olsa var mıydı sahiden? Bunu bugün, Mücellâ romanı ortaya çıktığında bile bilmiyorum. Ama neticede bir şey gerçekleşti. Bunun için de ben ve Mücellâ'nın, kurgunun dünyasında, her türlü hitabın temsil ettiği kayıtlardan sıyrılmış, daha özgür bir ilişkinin tarafları olarak birbirini bulması gerekti.

Mücellâ, inanılmaz bir titizlikle büyütülüyor. O kadar korunaklı bir hayat ki bir yerde şöyle bir cümle geçiyor: “Bir şeyden korunmak, onunla hiç karşılaşmamakla mümkün olabilirdi en fazla.” Mücellâ fanusunda gerçekten de korunabildi mi sizce?

Mücellâ'yı anlamak için uzun sayfalar boyunca Neyyire Hanım'ın bahçesine bakma gereğini hissettim. Çünkü Mücellâ bir yanıyla, Neyyire Hanım'ın baskıcı zihniyetinin eseri. Korumakla baskılamak arasında fark var oysa. Korumak, gerekli bir ebeveyn davranışıdır. Fakat asıl önemli olan genç bireye kendisini korumayı öğretmektir. Neyyire Hanım'ın yanılgısı abartılı koruma vazifesini tek yöntem olarak üstlenmesi. Mücellâ korunabildi mi? Bunun için onun sonuna bakmak lâzım.

Neyyire Hanım vasıtasıyla kadın konusunu derinlemesine inceliyorsunuz. Gelenekten beslenen toplumun bakış açısı kız çocuklarını baskılıyor. Geldiğimiz noktada gelenekler sizce kadına bakışı nasıl etkiliyor?

Geleneğin değer ölçüleriyle “mahallenin namusu” kavramını ayırmak gerek. Gelenek kendi içinde tutarlı bir organizmadır. Bu bütünün bütün organları arasında uyumlu bir ilişki vardır. Geleneği bir yaşama biçimi olarak seçersiniz veya seçmezsiniz, o ayrı bir mesele. Benim itirazım mahallenin namusu gibi arızalı bir kavramın geleneğin değerlerine sirayet etmesi, onların yerine kendisini ikame etmesi. O zaman ortaya aldatıcı, tutarsız bir sistem çıkıyor ve bunun farkında olmak çok kolay değil.

Mücellâ, ara sıra güzel bir kadın olmanın, beğenilmenin, kendisine mektuplar yazılmasının nasıl duygular olduğunu merak ediyor. Bu yönleriyle ele alırsak Mücellâ için eksik, tamamlanmamış bir kadın diyebilir miyiz?

Mücellâ'yı bir roman kişisi olarak inşa eden etkenler birden fazla. Bunların bir kısmı dışsal kaynaklı. En başta annesi ve onun temsil ettiği baskıcı zihniyet. Bir kısmı da doğrudan Mücellâ'nın kendisinden kaynaklı. Korkak ve özgüvensiz Mücellâ. Kendi kaderine sahip çıkacak bir yapısı yok. İlk duygusal uyanışında uğradığı ihanetin ardından annesinin ona çizdiği yolun emniyetine karar veriyor çabucak. Eksik bir kadın mı Mücellâ? Ben buna birey olamamış kadın diyorum.

Kozadaki Mücellâ kendi gençliğini, gençlik heveslerini, evlilik heyecanı, evlat sahibi olma gibi duyguları hep dayısının kızı Filiz üzerinden yaşıyor. Mücellâ haksızlığa uğruyor mu sizce?

Filiz, Mücellâ'nın yaşamak istediği fakat yaşayamadığı ne varsa hepsine sahip. Hem de bütün bunlar Filiz'e neredeyse o hiçbir çaba sarf etmeden sunuluyor. Üstelik mahallenin namus bekçilerine hiç aldırmadığı halde. Mücellâ adına trajik bir haksızlık.

Mücellâ'nın en büyük engellerinden biri de karayemiş. Bu küçük ağaç sanki bizim kendi kendimize koyduğumuz sınırları da temsil ediyor. Özlemler ve sınırlar arasındaki ilişki hangi düzeyde olmalı?

Doğrular ve yanlışlar olduğu sürece sınırlar da geçerliğini koruyacaktır. Ama romandaki karayemiş, nedeni nasılı tartışılmayan, tümden gelimci yasağın simgesi. Özlemlerle sınırlar arasındaki mesafenin değerler eğitimiyle, bilinçle, makuliyet doğrultusunda çizilmesi gerektiğini düşünürüm ben.

Cumhuriyet'in ilanından günümüze doğru bir panorama çizmiş gibisiniz. Özellikle kaybolan kelimeler, nesneler, ifadeler listeler halinde kendine yer buluyor. Mücellâ gibi onları da mı kayıt altına almak istediniz?

Bugün artık çoktan maziye karışmış ayrıntıların Mücellâ'da kurgunun izin verdiği ölçüde yer bulması biraz da benim mazi özlemimden. Mazinin tülü güzelleştirir, munisleştirir. En azından benim bildiklerimin, büyüklerimden dinlediklerimin kayıt altına alınmasını istedim. Diğer yandan böyle bir hikâye dönem dokusu olmadan eksik kalırdı benim anlayışıma göre.

Savaş yıllarına dair hatıralar da paylaşıyorsunuz. Kendi büyüklerinizden dinlediğiniz anıların ne kadar etkisi oldu?

Nar Ağacı'nda bana göre dedeler kuşağının hikâyesi vardı. Mücellâ'da daha çok anneler ve babalar kuşağının. Biraz da benim kuşağımın. Annem ve babam II. Cihan Harbi sürerken nişanlanmışlar, savaş bittiği yıl evlenmişler. O yıllara ilişkin anıları çok canlıydı. Evimizde anlatılırdı bunlar yarı hüzün yarı ironiyle. Kuru üzümle çay içmiş, korniş bulamadığı için paslı demir teline perde germiş bir nesil.

Zaman zaman yer verdiğiniz siyasi atmosferde de günümüzle çok benzer yanlar görülüyor. Örneğin, karşıtların bir tarafı diğerini vatanı batırmakla, öbür taraf ise bu tarafı vatan hainliğiyle suçluyor. Ya da bir yerde basın özgürlüğü konusuna da değinmişsiniz... Meseleler hep başa mı sarıyor?

Mücellâ için de Nar Ağacı kadar olmasa da ciddi bir hazırlık dönemi geçirdim. 40'lı, 50'li, 60'lı, 70'li yıllara dair okuma, fotoğraf bakma, gazete koleksiyonlarını karıştırma vs. ile geçen bu süreçte fark ettim ki meseleler her devirde benzermiş ve herkes demokrasi adına kendince iyi niyetliymiş. Asıl şaşırtıcı olan, herkes aynı iyi niyete sahipken nasıl farklı şeyler görebilmişiz?

Bugün ülkemizde yaşananlar mutlaka sizi de bunaltıyor, örseliyordur, kendinizi nasıl koruyorsunuz olup biten karşısında, umudu koruyabiliyor musunuz?

Yaşamanın bizatihi kendisi çok sert bir eylem. Her şeye rağmen umutluyum. Yeter ki vicdan, ahlâk ve evrensel doğrulara duyulan güven kaybolmasın. İnsaniyet adına gayretten vazgeçmemek gerek. Veremli Yusuf Ziya'nın penceresi önünde açan leylâkların Mücellâ'ya öğrettiği gibi, hayat her yerdedir ve her şeye rağmen değerlidir. Uğrunda mücadeleye değer.

Şehirleşmeye, müteahhit talanlarına da açıkça bir serzenişte bulunuyorsunuz. Bugün İstanbul'un ya da hemen bütün şehirlerimizin başına gelenler hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bu konuda ne düşündüğümü denemelerimde yazmaktan ben artık yoruldum. Mücellâ'da bu mesele elli yıllık süreç içinde gösterdi kendisini. Şehir, mahalle, sokak, doğal ve tarihi dokunun kaybolması; bunun başlangıcı bizde hayli eskiye gidiyor. Mesele bilinçsizlik, cehalet, gaflet, kolaycılık, kurnazlık, paragözlük ile kartopu gibi büyümüş ve acı meyvesini vermiş. Yenilik ve değişim kaçınılmaz. Buna itirazım yok. Kimsenin de olamaz. Değişirken, yenilenirken değerleri kaybetmekten söz ediyorum ben. Kaybolan bahçe bir zihniyetin kaybolması demek. Hepimiz bahçemizi kaybettik.

Son olarak denemeci Nazan Bekiroğlu romancı olan Nazan Bekiroğlu'na ne diyor, kıskanıyor mu onu? Ya da tam tersi?

Denemelerim ile romanlarım arasında hoşça bir uyum var. Romanın meselelerini araştırırken, hissederken bir tür taslak gibi denemeler çıkıyor. Romanlarımın yazılış süreci denemelerim üzerinden izlenebilir. Denemeler romanlarımın gizli günlüğüdür bir bakıma.

Diğer romanlarınıza bakarak bu romanınızda daha sade bir diliniz var. Sizi roman dilinizi yalınlaştırmaya iten sebepler neler?

Kendiliğinden gelişen bir süreç bu. Dilim, kendi içinde bir seyir izledi. Belki böylesine yalınlaşmak için o kadar çalkanmak gerekmişti. Sadeliği sevdim ama sığlığı değil.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Gülten Akın, kadınların omzunda uğurlandı

Çağdaş Türk şiirinin ustalarından Gülten Akın, son yolculuğuna Kocatepe Camii'nden uğurlandı. Cenazesine çok sayıda şair, yazar, sendikacı, insan hakları savunucusu, siyasetçi ve okur katıldı. Akın'ın cenazesini kadınlar omuzlayarak cenaze arabasına yerleştirdi.

“Başka yol bilmiyordum, yazdım.” diyen şair Gülten Akın, Ankara'da tedavi gördüğü hastanede çarşamba günü hayatını kaybetmişti. Şairin cenaze namazı, cuma namazı sonrası Kocatepe Camii'nde kılındı. Cenaze töreninde şairin çocukları Aksu Bora, Deniz ve Murat Cankoçak taziyeleri kabul etti. Cenaze namazı kılındıktan sonra şairin cenazesini kadınlar sırtladı. Tabutu cenaze aracına kadar taşıyan kadınlar, hep bir ağızdan şairin, “Selam olsun bizden önce geçene/ Selam olsun dosta, hasa, çile çekene/ Selam olsun dayanana, düşene/ Yüreğim yürektir bakma gözüm yaşına” dizelerini okudu. Akın'ın cenazesi Karşıyaka Mezarlığı'na götürülerek burada defnedildi.

‘GÜLTEN ABLA'YI YALNIZ BIRAKMADILAR

Unutulmaz şiirlere, kitaplara imza atan Gülten Akın'ı son yolculuğuna şair ve yazar dostları, birlikte mücadele verdiği insan hakları savunucuları, siyasetçiler ve binlerce okuru uğurladı. HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, CHP milletvekilleri Aylin Nazlıaka ve Şenal Sarıhan, eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu cenaze namazına katılan isimler arasındaydı. Yazar Hasan Ali Toptaş, “Hepimizin Gülten anası, ablası göçtü” diyerek duygularını ifade etti. Şairin bestelenen şiiri ‘Deli Kızın Türküsü' şarkısını seslendiren sanatçı Sezen Aksu'nun gönderdiği çiçek, şairin tabutunun başına bırakıldı.

“HEPİMİZİN ‘ANA'SIYDI”

Cenazeye katılan isimler Gülten Akın'ın vefatını ‘modern şiir için büyük kayıp' olarak niteledi.

Hasan Ali Toptaş:“Gülten ablamızı kaybettik. O hepimizin, tüm yazarların, şairlerin ablasıydı, anasıydı. Büyük bir şairimizdi, maalesef kaybettik. Çok üzgünüm. Gülten Akın'sız bir Türk şiiri düşünemiyorum. Şiirde yerinden oynatılamayacak bir köşe taşıdır.”

Ahmet Telli:“Gülten Akın şiirleri kadar, bize miras olarak bir düşünceyi de bıraktı. O düşünce, vicdandır. Bu ülkenin ileri bir ülke olması gerektiğini savunuyordu, herkesin demokrasi ve barış içinde yaşadığı bir ülke hayal ediyordu. Bütün şiirleri hep bundan bahseder. Onun şiirlerini yeniden okursak, göreceğiz ki vicdanımız titriyor. Sanıyorum ülkenin bu günlerdeki haline daha fazla dayanamadı, durmadan incelen vücudu.”

İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan:“Gülten Akın, darbe sonrası dönemde 1986'da İnsan Hakları Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı. Bir insan hakları aktivisti olarak her zaman doğrulardan yana oldu, hak mücadelesi yürüttü. Biz onu öyle tanıyoruz, hep öyle hatırlayacağız. Kendisini sevgiyle, minnetle anacağız.”

HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ: “Türkiye edebiyatı ve mücadele tarihi bakımından önemli bir kayıp. Biz onu şiirleriyle tanıdık ve şiirleriyle yaşama dair söylediği sözlerle tanıdık. Özellikle bir kadın olarak şiiri ve yaşam karşısındaki duruşu her zaman bize örnek oldu. Bizler toplumsal mücadelede ve siyasette, her zorlukla karşı karşıya kaldığımızda şiirlerden ilham aldık, şiirlerden güç aldık. Bize şiirlerle dolu bir miras bıraktı. O şiirlerdeki direnci, pırıltıyı, umudu, yaşama ve mücadeleye tutunma inadını biz ondan öğrenmeye devam edeceğiz. Hepimizin başı sağ olsun.”