29 Eylül 2015 Salı

Aspendos'a mutfak mermeri döşediler

Gün geçmiyor ki restorasyon hatalarına bir yenisi eklenmesin. Son olay, Antalya Aspendos Antik Tiyatrosu'nda yaşandı. Tarihî; tiyatronun basamakları orijinal koyu gri taş yerine beyaz mermer kullanılarak restore edildi. Ortaya çıkan görüntüye tepkiler var.

Antalya'nın Serik ilçesinde iki tepe üzerinde milattan sonra 2. yüzyılda Marcus Aurelius döneminde inşa edilen Aspendos Antik Tiyatrosu, geçen hafta sona eren Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali öncesinde restorasyon için 7-8 ay kapalı tutuldu. Restorasyonu Antalya Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen tiyatronun oturakları ve basamaklarının aslına uygun restore edilmemesi tepkilere neden oldu.

Aspendos'taki restorasyonu gördüğünde çok üzüldüğünü belirten Antalya Kent Konseyi Turizm Çalışma Grubu Başkanı Recep Yavuz, son zamanlarda ülkemizde restorasyon faciaları yaşandığını söyledi. Bunların birkaçının, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın müdahalesiyle tekrar elden geçirildiğini belirten Recep Yavuz şöyle dedi: “Hakikaten dönemi yansıtmayan, biraz karışık, anlamsız restorasyonlarla karşı karşıyayız. Restorasyon kendi dönemini yansıtan ve o eserin korunmasına sağlayan bir çalışma olmalı. O dönemi yansıtan derken, üstü fanuslarla kaplanmış bir İshakpaşa Sarayı, sanki sera görüntüsü veriyor. Veya geçtiğimiz günlerde gündeme gelen Şile Kalesi'nin restorasyonu var. Kaş'ta bir tiyatronun içine dökülen betonlar... Bunların hepsi o eserin değerini zedeliyor. Tabii ki bunlara müdahil olunuyor, birtakım düzeltmeler oluyor ama Aspendos'ta yaşadığımız da çok üzücü.”

Aspendos'taki oturak yerleri ve merdivenlerin mutfak mermeri tarzında kaplandığını ifade eden Yavuz, sözlerini şöyle sürdürdü: “Aspendos'un taşının rengi koyu ve açık gri. Tabii ki bunu bilim adamları ve işinin ehli kişiler daha iyi bilecektir ama bir izleyici, turizmci ve kokartlı bir rehber olarak şunu söyleyebilirim; girdiğiniz anda restore edilen yerin göze çarpmaması gerekir. Zaten restorasyonda amaç budur. Siz oraya gittiğinizde zaten direkt o bembeyaz mermerleri görüyorsunuz ki çok can sıkıcı. O basamaklar yokken tiyatronun görünümü çok daha iyiydi.” Aspendos'un UNESCO Dünya Miras Listesi'ne aday ve dünyanın en önemli kültürel eserlerinden biri olduğuna dikkat çeken Recep Yavuz, restorasyonlarda çok daha itinalı olunması gerektiğini sözlerine ekledi.

Aspendos'a turlar düzenleyen rehber Alper Erpolat da, tarihi mekânı gezdirmek için getirdikleri turistlerden de bu yönde eleştiriler aldıklarını belirtti. Orijinaline yakın bir renk bulunabileceğini ama neden bunun tercih edildiğini bilmediğini belirten Erpolat, “İlk tepkiler renkler çok bozuk ve fotoğraflarda çirkin bir görüntü yaratıyor, şeklinde oluyor.” dedi.

Aspendos Antik Tiyatrosu, UNESCO Dünya Miras Listesi'ne aday ve dünyanın en önemli kültürel eserlerinden biri.

Aspendos ilk değil, restorasyon kurbanı çok

Yıllardır ihmal edilen tarihi eserlerin, iyi niyetlerle yola çıkılarak restore edilmesi elbette önemliydi, fakat bir kısmının sonuçları beklendiği gibi olmadı. Restore edilmese daha iyiydi, dedirtecek kadar hatalar yapıldı. Sivas'ta, Selçuklu sultanlarından I. izzettin Keykavus'un kabrinin bulunduğu türbe, Ankara Hamamarkası'ndaki 400 yıllık tarihî; Zeynel Abidin Camii, Sivas'taki Gök Medrese ve Kale Camii, Van depremi sonrasında restore edilen kısmı yıkılan Hüsrev Paşa Camii, Ağrı İshak Paşa Sarayı'nın cephelerdeki ve çatıdaki uygulama hataları... Liste uzayıp gidiyor.

Kasımda dünya liderlerini ağırlayacak

15-16 Kasım'da gerçekleştirilecek ve Obama, Merkel, Putin gibi dünya liderlerinin katılmasının beklendiği G-20 Liderler Zirvesi'ne bu yıl Türkiye ev sahipliği yapacak. Serik'e bağlı Belek Turizm Bölgesi'nde düzenlenecek zirve kapsamında Aspendos Antik Tiyatrosu da bulunuyor. İki gün sürecek zirvede, Belek'e 6 kilometre uzaklıktaki antik tiyatroya bir gezi düzenlenecek ve akşam da konser verilecek.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Restore edilen tarihî cami 10 yıl geçmeden çöktü

2005'te restore edilen Ankara Hamamarkası'ndaki 400 yıllık tarihî; Zeynel Abidin Camii'nin duvarı çöktü. Restorasyon hatalarını, oluşan çatlakları daha önce iki kez duyurduk, fakat kimse ilgilenmedi. Yıkımın nedeni, kalitesiz malzeme ve ‘az zamanda çok iş yaptık' mantığıyla yapılan özensiz ve hızlı çalışma...

Ankara'nın eski yerleşim yerlerinden Altındağ Hamamarkası semtindeki tarihi Zeynel Abidin Camii, 2005 yılında restore edildi. Fakat su gideri yapılmadığı için yağmur ve kar suları caminin temeline aktı. Restorasyonun üzerinden 7 yıl bile geçmeden camide çatlaklar oluştu. Zaman'ın iki kez gündeme getirdiği çatlaklara önlem alınmayınca tarihi caminin bir duvarı geçtiğimiz haftalarda tamamen yıkıldı. Artık namaz kılınmayan cami önlem alınmazsa yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

17. yüzyılda yapıldığı bilinen Zeynel Abidin Camii ve Türbesi, Altındağ Sakarya Mahallesi Cevizaltı Sokak'ta bulunuyor. 2005 yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi ile Vakıflar Genel Müdürlüğü arasında yapılan protokolle caminin aslına uygun restore edilmesi kararlaştırıldı. Zeynel Abidin Camii'nin restorasyon işi, özel bir şirkete verildi. Dört ay süren çalışmanın ardından cami ve türbenin açılışı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'in eşi Nevin Gökçek, dönemin Büyükşehir Belediyesi Meclis Başkanı Seyfi Saltoğlu ve dönemin Vakıflar Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Tanyolaç'ın katılımıyla gerçekleştirildi. Mihrap dışında bütün bölümleri restore edilen caminin iç ve dış duvarları, çamur sıva ile sıvandı.

Tanyolaç, açılışta yaptığı konuşmada restorasyonun aslına uygun yapıldığını, caminin artık koruma altına alındığını ve bundan sonra herhangi bir sorunla karşılaşılmayacağını belirtti. Ancak camiyi restore eden firmanın hem kalitesiz malzeme kullanması hem de özensiz çalışması sonucu caminin duvarlarında çatlaklar oluştu. Su giderleri yapılmadığı için kar ve yağmur suları caminin temeline aktı. Ahşap ve kerpiçten yapılan caminin duvarları ve temeli bu suya dayanamadı. Caminin her tarafında büyük çatlaklar, kırılmalar oluştu. Zaman'ın gündeme getirdiği çatlaklara önlem alınmadı. Bunun sonucunda tarihi caminin kuzey duvarı geçtiğimiz haftalarda tamamen çöktü.

Mahalle sakinleri, restorasyon firmasının açılıştan bir süre sonra ortadan kaybolduğunu belirterek, şunları kaydetti: “Firmanın işin ehli olmadığı ortaya çıktı. Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne başvurduk, restorasyonu yapan firmayla ilgili bilgi alamadık. Camide de firmaya dair herhangi bir belge bulunmuyor. Firmanın restore ettiği diğer iki cami geçtiğimiz yıl yeniden bakıma alındı. Zeynel Abidin Camii göz göre göre yıkıldı.”

24 Eylül 2015 Perşembe

Ebru teknesiyle geçen bir ömür

Ebru sanatının büyük üstadı Mustafa Düzgünman, vefatının 25'inci yılında özel bir sergiyle anılıyor. Sefaköy Kültür ve Sanat Merkezi Sergi Salonu'nda açılan “Tekne Başında Geçen Bir Ömür” adlı retrospektif sergi, aynı zamanda ebru sanatının bugünlere nasıl geldiğine dair bir arşiv niteliğinde.

Adına ister geleneksel, ister gelenekli, isterse İslam sanatları deyin, ebru, hat, minyatür, kat'ı, cilt gibi kadim sanatların bugün bazı mecralarda esamesi bile okunmaz. Kimse görmez, görmek istemez, sergi salonlarında yer açmaz, kültür-sanat sayfalarında, dergilerinde bile yer vermez. Elbette bu tavır o sanatların değerini düşürmüyor. Bilen biliyor, anlayan anlıyor, hak ettiği değeri teslim ediyor. O isimlerden biri de yıllarca Yapı Kredi Bankası ve Akbank'ın sanat danışmanlığını yapan Vedat Nedim Tör idi. Tör, büyük ebru üstadı olarak tarihe adını yazdıran Mustafa Düzgünman'ın, henüz yolun başında bir sanatçıyken Yapı Kredi Bankası Kazım Taşkent Galerisi'nde bir ebru sergisi açmasına, ebruyu Türkiye'ye ve dünyaya tanıtan 15 dakikalık kısa bir film çekilmesine vesile olmuştu. Olayın nasıl geliştiğini Düzgünman, Zeki Kuşoğlu'nun 1986'da kaleme aldığı anılarında şöyle anlatıyor:

“1967'ye kadar ebrucu olarak pek tanınmıyordum. O tarihte Galatasaray Yapı Kredi Bankası Kâzım Taşkent Galerisi'nde bir ebrû sergisi açtım. Bu sergi bankada şef olan arkadaşım Süha Tuna'nın teşvikiyle olmuştu. O zaman bankanın sanat müşaviri olan Vedat Nedim Tör özel alâka gösterip bir İtalyan film şirketine yüz bin lira verip on beş dakikalık bir ebrû filmi çektirdi. O dönemin sinemalarında, filmlerden önce kültür hizmeti olarak iki sene müddetince gösterildi... Sergi büyük rağbet görüyordu. Çünkü bâkir bir sahaydı ve ilk defa gösteriliyordu. Böylece efkâr-ı umumiye ebrûnun ne olduğunu anlamaya başlamıştı. Çocuklarına ve işyerlerine ebrû ismini koymaya başlamıştı insanlar. Arkasından Amerikan Kültür Merkezi'nde bir sergi daha açtım. Ardı geldi. Amerika'dan, İngiltere'den, Almanya'dan, Fransa'dan, Hollanda'dan gelen meraklılar yaptığım ebrûlara büyük ilgi gösterip, alıp memleketlerine götürüyorlardı.”

‘Gazete kâğıtlarına bile ebru yapardı'

Ebrunun bugünlere gelmesine vesile olan Mustafa Düzgünman, ölümünün 25. yılında (12 Eylül 1990) Küçükçekmece Belediyesi Sefaköy Kültür ve Sanat Merkezi Sergi Salonu'nda (SKSM) açılan “Tekne Başında Geçen Bir Ömür” retrospektif sergisiyle anılıyor. Erkan Doğanay'ın küratörlüğünde hazırlanan sergide, Düzgünman'ın ebru, cilt, musiki ve fotoğraf gibi alanlarda yapmış olduğu çalışmalarından örneklerle birlikte özel eşyaları sergileniyor.

Üsküdar'da doğan Düzgünman, sadece ebru değil, devrin cilt sanatkârı ve dini musikisi icracısıydı. Babasının Üsküdar'daki aktar dükkânında çalıştığı sıralarda Hünkâr müezzin başı Hafız Muhittin Tarık Bey ve Üsküdar Çarşamba Rufaî; Tekkesi şeyhi Hayrullah Tacettin Efendi'den ders almış, besteler yapmış ve pek çok dini besteyi kayda geçirmişti. İlerleyen yaşlarında Medresetül Hattatin'de (Hattatlar Medresesi) yetişmiş Necmeddin Okyay'ın öğrencisi olmuştu. 1940'lı yıllarda yani II. Dünya Savaşı devam ederken ebruya başlayan sanatçı, kâğıt bulamadıkları için gazete kâğıtlarına ebru yaptığını hatıralarında anlatıyor. Çiçekli ebruda hocasını açtığı yolda yürümüş, hem kendini hem de ebru sanatını geliştirmişit. Bugün ebru denilince anılan isimleri de o yetiştirdi. Niyazi Sayın, Alparslan Babaoğlu, Fuat Başar, Sadreddin Özçimi bu sanatçılardan birkaçı. Ama buna rağmen “Bana sorarlarsa, ben hâlâ Necmeddin Hoca'mın çırağıyım,” demeyi tercih etmişti...

Besteleri icra edilecek

“Tekne Başında Geçen Bir Ömür” sergisine paralel bir panel ve konser düzenlenecek. 3 Ekim'de SKSM Konferans Salonu'nda gerçekleştirilecek panele Mustafa Düzgünman'dan hem musiki hem de ebru dersleri alan günümüzün en önemli neyzenlerinden Niyazi Sayın, Uğur Derman, Alparslan Babaoğlu, Sabri Mandıracı, Fatih Çıtak katılacak. Panelden sonra saat 16.30 ise udi Agah Terzi yönetiminde Düzgünman'ın bestelerinin icra edileceği “Mustafa Düzgünman Besteleri” konseri verilecek.

22 Eylül 2015 Salı

Kayıp zamanın izinde bir ressam

Tabloları saklı bir hazine gibi ortalarda görünmeyen Fransız izlenimci ressam Gustave Caillebotte'un eserleri, özel koleksiyonlardan ve müzelerden bir bir çıkmaya başladı. Washington Ulusal Sanat Müzesi'nde açılan Ressamın Gözü adlı sergi, son yirmi yılda Amerika'da açılan en büyük Gustave Caillebotte retrospektifi. 19. yüzyıl Paris'inin burjuvazisinden sıradan insanlarına uzanan sergi, Marcel Proust'un eşsiz romanı Kayıp Zamanın İzinde'nin görsel bir hali...

Marcel Proust, 19. yüzyıl Paris'inin gerçek bir panoramasını sunduğu “Kayıp Zamanın İzinde” adlı romanında “Gerçek cennetler, unuttuklarımızdır.” der. Fransız izlenimci ressam Gustave Caillebotte (1848–1894), Paul Cézanne, Edgar Degas, Claude Monet ve Pierre Auguste-Renoir gibi izlenimcilerin aksine biraz gölgede kalmış, ‘unuttuklarımız'dan. Tabloları saklı bir hazine gibi olan sanatçının eserleri, koleksiyonlardan bir bir çıkmaya başladı.

Washington Ulusal Sanat Müzesi'nde açılan Ressamın Gözü, son yirmi yılda Amerika'da açılan en büyük Gustave Caillebotte sergisi. Sanatçının birçok eseri özel koleksiyonlarda yer alıyor, bu yüzden müzelerde onun eserlerini görmenin zorluğu, sergiyi özel kılıyor. Sanatçının 1875-1885 yılları arasındaki gerçekçi tablolarının yer aldığı sergi, Proust'un Kayıp Zamanın İzinde'sinin tablolara işlenmiş görsel bir hali... Sergide, ressamın fotoğrafçılık sanatına olan merakının izleri rahatça görülebiliyor.

Hukuk eğitimi alan Caillebotte, daha sonra ressamlığa yönelir. Kendi dönemindeki izlenimciler tarafından biraz burun kıvrılan ve eleştiriler alan sanatçı, Edgar Degas ve Auguste Renoir gibi ustaların tablolarını beğenip onu teşvik etmesiyle sergilere katılır. Varlıklı bir aileden gelen Caillebotte, hayatını resim yaparak geçirir. Pek çok empresyonist ressamın eserini satın alır ve onları destekler. Bu yönüyle önemli bir koleksiyoner olarak tarihe geçer. Genç yaşta hayata veda ettiğinde, geride büyük bir koleksiyon bırakır.

PARİS'İN BULUŞTURDUĞU ZITLIKLAR

Caillebotte'un 19. yüzyıl Paris'inin merkezde olduğu tabloları, burjuvaya ait izlenimler, şehir hayatı, günlük yaşam ve modernliğe adım atan kentin buluşturduğu zıtlıklara karşı incelikli bakışı işliyor. Kâğıt oynayan, kitap okuyan ve piyano çalan burjuvaziyi resmeden sanatçının sadece bu sınıfa değil işçilere, boyacılara, satıcılara da yer vermesi, onu diğer izlenimcilerden farklı kılıyor. Caillebotte'un da katıldığı bir sergiyi ziyaret eden Emile Zola, “Caillebotte, sergidekilerin en göze çarpanı.” demişti.

Sanatçının altmışa yakın eserinin yer aldığı sergi, içerisi, dışarısı, doğadan manzaralar, portreler gibi tematik bölümlere ayrılmış. Paris Caddesi, Yağmurlu Bir Gün adlı tablosu, serginin en can alıcı eseri olarak dikkatleri çekerken, önünde biriken kalabalığın tabloya hayranlık dolu bakışlarını ıskalamak imkânsız. Bu ünlü eserinde, modern Paris'i resmeden sanatçı, kendi dönemi için öncü bir bakış açısı geliştirerek fotoğrafa yakın bir resim dili kullanmış. Caillebotte'un diğer eserlerinde de bu yakınlığı görmek mümkün. Resme dikkatli bakıldığında farklı sınıflardan insanların hayatlarının uzun bir caddede kesiştiği açıkça ortada. Resim, Charles Baudelaire'in sık sık işlediği kalabalıkla yıkanmak imgesine yakın duruyor. Şairin “Hiç değil, o aptalca gururlarını bir an olsun kırmak için, şu dünyanın mutlularına bazen, onların mutluluklarından daha yüksek, daha büyük ve daha ince mutluluklar olduğunu öğretmek gerek.” sözleri de sergi boyunca bir ses olarak size eşlik ediyor.

Balkondan Paris'i izleyen adam resmi de değişen şehre tepeden bakan ve gözlemleyen bir ruh halini gösterirken, böbürlenen bir ruh halini kenara bırakan ressamın gözlerinden dünyaya bir bakış atıyor. Tablolarında pek çok sınıftan insana yer veren ressam, bu tutumuyla eleştirilir. Washington Ulusal Sanat Müzesi'nin, gölgede kalmış bir ressamın usta işi eserlerini yeniden gündeme getirdiği sergi, 4 Ekim'e kadar açık.

19 Eylül 2015 Cumartesi

‘Karagöz'ün dili tutuldu!

İktidarın baskın eli, Karagöz'e kadar ulaştı. Ankaralı Karagöz sanatçıları, politik baskıdan ve belediyelerle yaptıkları anlaşmaların iptal edilmesinden korktukları için gösterilerinde ‘hicivli' metinler yerine ‘eğlenceli' olanları tercih ediyor.

Karagöz oynatan usta ve genç sanatçılar da iktidar baskısından nasibini almaya başladı. Adının açıklanmasını istemeyen Ankaralı iki sanatçı, politik baskılardan ve belediyelerle yaptıkları anlaşmaların iptal edilmesinden endişe ettikleri için gösterilerinde hiciv yerine suya sabuna dokunmayan oyunları tercih ettiklerini söylüyor.

Belediyelerin düzenlediği şenlik ve festivallerle Ramazan etkinliklerinde Karagöz oynatan sanatçılardan biri, “Gerçek Karagöz metinleri okuyamıyoruz. Karagöz normalde yanlış olan her şeyi, herkesi eleştirir. Biz bunu yapamayız. Bakanlıktan her yıl 6 bin TL destek alıyoruz. Oyunlarımızda iktidarın eksik ve yanlışlarını eleştirsek desteğimizi keserler. Belediyeler anlaşmalarımızı iptal eder. Bizi piyasadan silerler.” dedi. Adının açıklanmasını istemeyen ikinci sanatçı ise karşı karşıya kaldıkları durumu şöyle özetliyor: “Eski metinlere güncel espriler katarak okuyoruz. Sivri haldeki konuşmaları yumuşatıyoruz. Karagöz, geçmişte sarayda, kahvede ve sokakta oynatılmış. Biz şu an saraydakini oynatıyoruz. Gerçek Karagöz'ü yapmaya kalksak, bizi yaşatmazlar.”

Karagöz sanatçıları, merhum Turgut Özal, Erdal İnönü ve Süleyman Demirel gibi siyasetçilerin mizaha gösterdikleri anlayışlı tavrı bugünkü siyasilerden görememekten yakınıyor. Özel tiyatrolara verilen, kostüm ücretlerine bile yetmeyen ödeneklerinin kesilme endişesi ise gözlerini korkutuyor.

HİCİVLİ METİNLERİ DEĞİŞTİRİYORLAR

Karagöz ve kuklacıların yaşadığı bu sorunu ve dile getirdikleri iddiaları Milletlerarası Kukla ve Gölge Oyunu Birliği (UNIMA) Türkiye Milli Merkezi Başkanı Vural Arısoy'a sorduk. Arısoy, sanatçıların sesinin kısıldığını doğruluyor. Belediyelerin, farklı siyasi görüşteki Karagöz ve kukla sanatçılarına sahne vermediğini ifade eden Arısoy, “Özel tiyatrolara verilen devlet desteğine birçok tiyatro başvurdu. Birinin sosyal medyadan paylaştıkları, iktidarın hoşuna gitmezse bakanlık desteği kesebiliyor. Gerçek Karagözcüler iş yapmakta zorlanıyor. Dün akşam bir usta beni aradı. Eşini hastaneye yatırmış, beş parasız kalmış.” diyor. Ehliyetsiz kişilerin Karagöz gösterisi adı altında Karagöz'ü yozlaştırdığını da belirten Arısoy, ekliyor: “Belediyenin siyasi çizgisine veya oyunun sergilendiği ortama göre Karagöz'ün normlarıyla oynama pahasına metinler değiştiriliyor. Ayrıca Karagöz sanatçılarının tamamı profesyonel sanatçılar olduğu halde amatör tiyatrolar kapsamında muamele görürler. 4 bin ile 8 bin TL arasında devletten destek alıyorlar. Bu parayla Karagözcüler tasvir yapmak için deri bile alamaz. Karagöz, muhafazakâr bir hükümetin muhafaza edemediği sanat dalı oldu.”

Karagöz gözden düştü, katledildi!

Metin Özlen (UNESCO'nun 2010'da Yaşayan İnsan Hazinesi seçtiği Karagöz ustası): “Osmanlı'da oynatılan Karagöz oyunlarının tamamında bir mesaj var. Kimi oyunlarda tasavvuf var, kimi oyunlar halka hitap ediyor. Kimi romantik oyunlar sadece hanımlar için oynatılmış, kimi pedagojik oyunlar çocuklar için oynatılmış. Bunlar zamanla kaybolmuş. Eski Karagöz metinlerinin değiştirilmemesi, bozulmaması lazım. Günümüze uygun olsun istiyorsanız ve kendinize güveniyorsanız hicivli yeni bir metin yazın… Maalesef korku var. Ben Allah'tan başka kimseden korkmam, doğruları konuşurum. Karagöz oynatmaya ara verdim. Neden? Çünkü, ben Karagöz oyununun kısıtlanmasına karşıyım. ‘Öyle demeyelim, böyle demeyelim' derseniz, kuşa çevirirseniz, bu Karagöz olmaz. Onun için bugün Karagöz gözden düştü, katledildi.”

17 Eylül 2015 Perşembe

Mağdurların yasını tutan sanatçı

Türkiyeli sanatseverlerin 2003'teki 8. İstanbul Bienali'nde, Karaköy Perşembe Pazarı'nda iki bina arasındaki boşluğu 1600 ahşap sandalye ile doldurduğu eseriyle tanıdığı Kolombiyalı heykeltıraş Doris Salcedo'nun, 1980'lerden günümüze çeşitli işlerinin yer aldığı retrospektif sergisi Guggenheim New York'ta sergileniyor. Sömürgecilik, ırkçılık ve sosyal adaletsizlik konularına işaret eden sanatçının eserlerinin, mülteci sorununun çokça konuşulduğu bu günlerde söyleyecek çok sözü var.

İç savaş nedeniyle yaşadığı topraklardan ayrılmak zorunda kalan yüz binlerce mültecinin en büyük hayali, şu günlerde bir Avrupa ülkesine ulaşabilmek. Daha iyi bir yaşam hayaliyle yola düşen mülteciler, bir taraftan kapılarını mültecilere açmayan ülkelerin duyarsızlığına öte taraftan, onları saatlerce tren vagonlarına kilitleyen zihniyete maruz kalıyor. Bu zorlu yolculuğu binbir çileyle bitirenleri ise mülteci kimliğinin üzerlerine kondurduğu tepeden bakışı kırmak bekliyor, zira arada büyük sınırlar ve önyargılar var.

Politik işleriyle ünlü Kolombiyalı heykeltıraş Doris Salcedo, bu mülteci olma halini ve sınırları 2008'de Londra'daki Tate Modern'deki 167 metre boyundaki çatlakla dile getirdiğinde büyük yankı uyandırmış ve bu yer yer derinleşen çatlak, ülkeler arasındaki sınırların tehlikelerine dair önemli bir çıkış olarak hafızalara kazınmıştı.

POLİTİK SANATIN ŞİİRSEL DİLİ

Türkiyeli sanatseverlerin 2003'teki 8. İstanbul Bienali'nde, Karaköy Perşembe Pazarı'nda iki bina arasındaki boşluğu 1600 ahşap sandalye ile doldurduğu eseriyle tanıdığı Salcedo'nun 1980'lerden günümüze çeşitli işlerinin yer aldığı retrospektif sergisi ise Guggenheim New York'ta sergileniyor. Sömürgecilik, ırkçılık ve sosyal adaletsizlik konularına işaret eden sanatçının eserleri, mülteci sorununun çokça konuşulduğu bu günlerde kuşkusuz muhataplarına çok şey söylüyor.

Salcedo, 1958'de Kolombiya'nın politik şiddet ile kıvrandığı zamanlarda dünyaya gelir. Uyuşturucu kartelleri ile hükümet güçleri arasında kalan yüz binlerce sivilin öldüğü bu kanlı dönemlerin gölgesinde sanat eğitimi alan sanatçının 1980'lerde yolu New York'a düşer ve burada işler üretir. Sanatıyla, ülkesindeki bu kötücül hallerinin kaydını tutan ve buralara pek çok göndermede bulunan Salcedo'nun sandalyelerde, dolaplarda ve masalarda kısaca eşyada bulduğu bu ses ya da çığlık, kendi geçmişinden izler taşıyor. Senelerdir Kolombiya'da işkence, adam kaçırma, tecavüz ve cinayet gibi sarsıcı hikâyeleri toplayarak kendi eserlerinde bu insanların bir nevi yasını tutuyor.

Salcedo'nun Guggenheim New York'taki sergide çimentolarla kaplanmış sandalyeleri, insan saçlarıyla kaplanmış masaları büyük ilgi görürken, sanatçı eserleriyle acıya ve travmaya dikkat çekiyor. Galerideki demir çubuklara geçirilmiş beyaz gömlekler, bunu sarsıcı bir şekilde başarıyor. 1988'de askerler tarafından desteklenen suikastçıların kaçırdığı ve daha sonra öldürülen tarım işçilerine gönderme yapan eser, bu acılı hikâyeyi yeniden kurguluyor. Çimentoyla kaplanmış mobilyalar ise tarihin bu ağır yüküyle yüzleşmeye çağırıyor izleyeni. Salcedo'nun bu politik eserleri empati kurmaya açık bir dile dönüşürken, sanatsevere beraberince götüreceği değerli bir deneyim sunuyor.

GÜL YAPRAKLARIYLA OLUŞTURULAN DUYARLIK

Salcedo'nun, ölüm ile hayat arasındaki bağa göndermede bulunduğu ve gül yapraklarını bir dantel gibi birbirine bağlayarak örtü gibi yere serdiği A Flor de Piel (çiçek gibi cilt) adlı eseri ise üzerinde uzun uzun düşünülmeyi hak ediyor. Sanatçının, kaçırıldıktan sonra işkenceyle öldürülen Kolombiyalı bir hemşirenin sarsıcı hikâyesinden esinlenerek yaptığı eser, müzenin üst katında o hemşirenin ardından geç kalınmış bir cenaze merasimi, bir ağıt gibi karşılıyor ziyaretçileri. Salcedo'nun bir deri görüntüsü veren bu eserine uygun gördüğü isim de önemli, zira “a flor de piel” İspanyolcada, duyarlılık, hüzün ve hemen dikkat çeken duygu anlamına geliyor. Salcedo, gül yaprakları kullanmanın epey zorlu ve maceralı bir uğraş olduğunu dile getirirken, böyle güçlü ve kederli bir hikâye için bu çiçeği tercih ettiğini anlatıyor. Sanatçının bu şiirsel dili güçlü bir anlatım sunarken, öte taraftan sanatın, tarihin o acılı ve ağır yüklerine karşı nasıl etkili bir ses olabileceğinin açık ifadesi oluyor. Salcedo'nun Guggenheim New York'ta retrospektifi 12 Ekim'e ziyaretçilerini insanlığın acılarıyla yüzleştirmeye devam edecek.

15 Eylül 2015 Salı

Festival ‘Koza'sına çekildi

Artan terör olayları ve üst üste gelen şehit haberlerinin ardından oluşan toplumsal hassasiyet gerekçe gösterilerek açılış ve kapanış törenleri ile film gösterimleri iptal edilen Uluslararası Altın Koza Film Festivali, dün sessiz sedasız başladı. Ümit Ünal başkanlığındaki jüri üyeleri, seyircinin alınmadığı gösterimlerde yarışma filmlerini izlemeye başladı. Jüri, yaptığı değerlendirme sonunda, ödül alan filmleri yazılı olarak duyuracak.

Bu yıl 22'ncisi düzenlenen Uluslararası Altın Koza Film Festivali, sessiz sedasız başladı. 14–20 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek festivalde açılış ve kapanış törenleri artan terör olayları ve şehit haberlerinin ardından iptal edilmişti. Halk gösterimleri iptal edilen etkinlikte sadece kısa ve uzun metrajlı filmlerin gösterimleri yapılacak. Jüri üyeleri filmleri izledikten sonra ödül alan filmler yazılı olarak duyurulacak. Başkanlığını Ümit Ünal'ın yaptığı; Deniz Akçay Katıksız, Ali Düşenkalkar, Gökhan Atılmış, Selen Uçer, Rahman Altın ve Mehmet Demirhan'dan oluşan jüri dün, Real Alışveriş Merkezi'ndeki Adana Cinemaximum sinemalarında yarışma filmlerini izlemeye başladı.

Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü, festival programındaki değişiklikle ilgili yaptığı açıklamada, ‘son günlerde hem şiddetini artıran hem de hedef kitlesini genişleten bölücü terör olaylarının Türk milleti üzerindeki etkisinin Dağlıca baskını ve Iğdır'daki saldırı sonrası tahammülü mümkün olmayan, önlenemez bir boyuta taşındığına' dikkat çekti. Sözlü, ‘böylesi bir infial ve yas ortamında “festival konser ve törenlerini” yapmanın söz konusu olamayacağını' belirtti.

Hazırlıklarına heyecanla başladıkları 22'nci Uluslararası Altın Koza Film Festivali için de sinemanın, toplumu hapsedildiği karanlıktan çıkaracak bir ışık huzmesi işlevi göreceği, sanat çevrelerinin bir nevi vizyon atölyesi olarak değerlendirebileceği dolu bir program öngördüklerini dile getiren Sözlü, “Ancak, son olarak Dağlıca ve Iğdır'da uğradığımız kalleş saldırı ve aldığımız yürek dağlayıcı şehit haberleri, Adana ile bütünleşen Uluslararası Altın Koza Film Festivali için duyduğumuz coşku ve heyecandan geriye tarifsiz bir burukluk bıraktı. Bu koşullarda festivalin geleneksel açılış ve kapanış törenlerini, konser ve diğer faaliyetleri iptal etmeye karar verdik. Bu yıl Uluslararası Altın Koza Film Festivali sadece sinema boyutuyla dar kapsamlı olarak tören ve konserlere yer verilmeksizin devam edecektir.” dedi.

22. Uluslararası Altın Koza Film Festivali kapsamında gerçekleştirilecek Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması'nda 15 film jüri önüne çıkıyor. Jüri dünden itibaren yarışmaya başvuran 58 eserden finale kalan 15 filmi izleyerek değerlendirmeye başladı.

Altın Koza yarışma filmleri

Abluka – Emin Alper

Anayurdu – Senem Tüzen

Çalsın Sazlar – Nesli Çölgeçen

Dolanma – Tunç Davut

Eksik – Barış Atay

Gece – Erden Kıral

Kar Korsanları – Faruk Hacıhafızoğlu

Kasap Havası – Çiğdem Sezgin

Misafir – Mehmet Eryılmaz

Nefesim Kesilene Kadar – Emine Emel Balcı

Saklı – Selim Evci

Sarmaşık – Tolga Karaçelik

Toz Bezi – Ahu Öztürk

Yarım – Çağıl Nurhak Aydoğdu Kılıç

Yemekteydik ve Karar Verdim – Görkem Yeltan

12 Eylül 2015 Cumartesi

Göç, hiç bitmeyecek

İlk insandan bu yana hep göçmekte olduğumuzu düşündünüz mü? Ya da bu göçün kıyamete kadar süreceğini... Perili Köşk'te açılan “Görünenin Ardındaki” sergisi, beş çarpıcı eserle son yılların en önemli konusunu sarsıcı bir şekilde dikkatlere sunuyor. Borusan Contemporary'nin aynı mekândaki diğer sergisi ise artık gelenekselleşen, Necmi Sönmez küratörlüğündeki koleksiyon sergisi “Tutku”.

‘Göç' artık hiçbirimizin uzağındaki bir konu değil. Kendimize dokunan kısmıyla, Suriyeliler geldiği için artan kira fiyatları da bir sohbetin konusu olabiliyor, sokaklarda Arapça konuşan insanların çokluğu da; lüks alışveriş merkezlerinde durmadan harcama yapanları da konuşabiliyoruz, köşe başlarında dilenen, çoluk çocuğuyla kaldırımlarda uyuyan yardıma muhtaç Suriyeli mültecileri de… Bir de medyadan, Akdeniz'de, Ege'de batan teknelerin, boğulan mültecilerin haberlerini okuyor, üzülüyoruz. Fakat bir şeyi çok az konuşuyoruz: Sayıları her gün artan mültecilerin yerinden yurdundan niçin ve nasıl sürüldüklerini, onları ‘öteki'leştirdiğimizi, iyi bir yaşam için uygun şartlar hazırlayamadığımızı… Geçtiğimiz hafta Aylan Kurdi'nin çocuk bedeni Bodrum'da sahile vurmasaydı, Yunanistan karasularında mülteci botları zıpkınla ‘avlanmaya' devam edecekti belki de, ya da bir şekilde ulaştıkları Avrupa sınır kapılarında kimse onlara kucak açmayacaktı.

Borusan Contemporary, geçtiğimiz hafta cumartesi günü Rumelihisarı'ndaki Perili Köşk'te “Görünenin Ardındaki” sergisiyle bu konuya kalbinden dokunan bir sergi açtı. Küratör Christiane Paul, üç sanatçı tarafından hazırlanan 5 eser seçmiş bu sergi için. En çarpıcı çalışma Polonyalı sanatçı Krzysztof Wodiczko'nun ilk kez 2009 yılında Venedik Bienali Polonya Pavyonu'nda gösterilen “Misafirler” isimli eseri. Bu çalışmada puslu pencerelerin ardından Çeçenistan, Ukrayna, Vietnam, Romanya, Sri Lanka, Libya, Bangladeş gibi ülkelerin göçmenlerine ait siluetleri görüyoruz. Bu göçmenler ya camları siliyor, ya dinleniyor ya da çeşitli günlük aktivitelerde bulunuyorlar. Aralarında konuştukları konu hep aynı: Nasıl ve neden göçmek zorunda kaldıkları, göçtükleri ülkelerde karşılaştıkları zorluklar... Yani birbirine benzeyen onlarca hikâye. Diğer sanatçı ise Michal Rovner. Onun işlerinde, durup dinlenmeksizin yürüyen minik insan figürleri var. İlk insandan bu yana süren daimi göçü, nereden gelip nereye gittiğimizi sorgulayan üç çalışmadan biri, “Parçalanmış Zaman” ismini taşıyan ikiye ayrılmış büyük bir taştan oluşuyor. Galerinin hemen girişinde yer alan biraz gürültülü eser de Zimoun'un hareketli 240 karton kutusu. Küratör Christiane Paul ile göç meselesini ve sergiyi konuştuk.

Göç sorunu son yıllarda ülkemizde en fazla konuşulan konulardan biri. Siz nasıl bu konuya yöneldiniz?

Bu konu üzerine düşünmeye başladığımda göç konusu üstünde durmamıştım ama özellikle son zamanlardaki olaylar sergiyi kavramsallaştırdı. Bir yıl önce daha çok güvensizlik, istikrarsızlık, güven duygusu gibi genel atmosfer üzerine odaklanmıştım. Tabii ki politik anlaşmazlıklar, dini, etnik sebepler, terör saldırıları, Arap baharı gibi sorunların sonucu olarak göç krizi vardı ama bugünküyle kıyas edilemez. Yani, daha geniş bir politik içerikten yola çıktı ama özellikle son haftalarda yaşanan olaylarla göç sorunu çok fazla ön plana çıktı. Ne olduğunu-olacağını bilmemek, sistemlerin çok kompleks ve şeffaflıktan uzak işlemesi… Bir şeyi anlamak için ciddi bir araştırma yapmak gerekiyor. Aksi halde bu durum çok rahatsız edici. Geçtiğimiz günlerdeki haberlere baktığımızda, çoğunlukla bu mültecilerin nereye gitmeye çalıştıklarını, nereden geldiklerini anlayamıyorsunuz. Sergi daha çok bu güvensiz ve istikrarsız atmosferi yansıtmaya çalışıyor.

Sergide beş eser var. İşleri nasıl seçtiniz?

Farklı perspektifler sunan işleri bir araya getirmek istedim. Mültecileri en görünür şekilde ele alan iş Krzysztof Wodiczko'nun Misafirler'i. Çok zaman önce yapılmış bir çalışma ama bugün de farklı insanlarla, farklı hikâyelerle yapılabilir çünkü hâlâ çözülmemiş problemler var. Göçmen nosyonu bir noktaydı ama diğer üçü, insanların nereden gelip nereye gittiklerine dair somut örnekler veriyor. Michal Rovner'ın işine baktığınızda çok daha geniş bir perspektif görebilirsiniz insanlık adına. Oradaki kaya, geçmiş zamanlara ait gibi duruyor. Aşınmış; öbür tarafta insanların durmadan bu aşınmış yollar üzerinde yürüdüklerini ve dünya var olduğu müddetçe de yürüyeceklerini görüyorsunuz. Burada zamanın kendisi de bir materyal haline geliyor. Bu tabii ki çok geniş bir çerçeve. Bütün bu projenin yaptığı, bize duygusal olarak karşılık vermek ve sorular üzerine düşünmek için bir alan yaratmak. Zimoun'un işine baktığında bazıları depremi düşünürken bazıları da o kutularda insanları görüyor.

Peki, Wodiczko'nun bir tonluk taşı buraya nasıl taşındı?

Süreçten bahsedeyim. Aslında oldukça zor oldu galeriye getirmek. Çok ağır. Ve onu başta dördüncü kata yerleştirmek istemiştim ama lojistik sebeplerle bu mümkün olmadı. Galeride yerleştirebileceğimiz sadece iki alan vardı. Bu taşın ne olduğunu bilmiyoruz. Sanatçı da hatırlamıyordu ama onun bir su kaynağı olduğunu sanıyor. Çünkü ortasına doğru suyun akış izleri var. Bu da suyun akışı ve insanların da içine akması gibi bir anlam katıyor. Bu taşın temsil ettiği tarih ve tarihsellik de önemli, insanoğlunun zamanın katmanlarında bir yer değiştirmesi var. Çünkü insanlar durmadan bir yerlere gidiyor…

10 Eylül 2015 Perşembe

Popüler dergilerin yükselişi

Türkiye'de pek az kişinin ilgilendiği ‘dergicilik gündemi'nde bu sıralar yeni bir tartışma var.

‘Dergicilik değişiyor mu? Dergiciliğin ekseni mi kayıyor? Edebiyat dergiciliği popüler dergiciliğe yeniliyor mu?' sorularının etrafında dönen bu tartışma, sınırlı sayıdaki ilgilisini aşıp geniş bir alana taşamıyor. Fakat dergi okuyan, takip eden, binbir emekle dergi çıkaranlar çoktandır ‘yaklaşan' bir tehlikeden söz ediyor. Haksız da değiller. Mizah dergileri bile hızla kan kaybediyor ve bazıları format değiştirme gibi yeni arayışlara girdi, haber dergileri neredeyse piyasadan silindi, kültür-sanat dergilerinin gardı yok olma derecesinde düştü, edebiyat dergileri ise bir bir kapanıyor, kalanlarsa idealist birkaç kişi sayesinde yaşıyor. Başta dağıtım sorunları, sosyal medya ile bilgiye ulaşmanın kolaylaşması ve insanların ‘kolay tüketilir' ürün peşinde koşması dergilerin sonunu getirecek sebepler olarak görülüyor.

Buna karşın hızla büyüyen, okur sayısını günden güne artıran, satış rakamlarıyla Türkiye ortalamasının çok üstüne çıkan dergiler de var ve bu dönemde iyiden iyiye serpilerek piyasaya hakim oldular. Şu anda Türkiye'nin en çok satan popüler dergileri OT, Kafa ve FİL. Aynı anda edebi, siyasi, politik ve sanatsal metinleri barındıran, şiir ve öykü yayımlayan, ışıltılı yazar kadrolarıyla dikkat çeken, sosyal medyanın diline hakim, daha çok gençlerin yazdığı ve okuduğu dergiler bunlar. Üçü de çok okunuyor, çok konuşuluyor ve tartışılıyor. Peki, nasıl oluyor da diğerleri kan kaybederken hatta kapanırken bu dergiler ilgi çekiyor?

POPÜLER YAZAR KADROSU

Dergicilikte yeni bir eğilim yükseliyor. Bu damarın öncüsü OT dergisi oldu. Sol, demokrat, muhafazakâr, liberal, İslamcı, feminist yazarların boy gösterdiği dergi, yayımlanmaya başladıktan kısa bir süre sonra geniş bir okur kitlesine ulaştı. Tam bu sırada OT'a rakip olabilecek ‘Deve' çıktı ama onun yakaladığı başarıyı yakalayamadı, kısa sürede silinip gitti. OT'un ardından da Kafa ve FİL dergileri geldi.

Bir yenilik de spor dergiciliğinde yaşanıyor. Can Yayınları'nın çıkardığı Socrates, spora edebiyat ve estetiğin dilini de kattı. Yakınlarda çıkan Fitbol dergisi ise klasik spor dergilerinden farklı, kültürel altyapısı olan bir dile sahip.

Bütün bu yeni nesil dergilerin ortak özelliği, adeta bir dil devrimi yapmış olmaları. Edebiyattan beslenen, muhalif, aynı zamanda eğlenceli, kıvrak bir dil... Dergicilik camiasında şimdilik fısıltıyla konuşulan bir bilgiye göre başka gruplar da benzer dergi yayıncılığı için kolları sıvamış durumda. Böyle bir değişim ve dönüşüme ihtiyaç olduğunu söyleyenler çoğunlukta.

Bu yeni nesil dergilerde, ‘uzun yazıları kimse okumaz' klişesini yerle bir edecek şekilde uzun metinler yayımlanıyor. Bazısı çok da göze batmayan sade bir tasarım ve üçüncü hamur kâğıtla piyasaya çıkıyor ve en çok kapaklarıyla dikkat çekiyorlar. Yazar kadroları da oldukça renkli. Edebiyatçılara, senaristlere, sinema aktörlerine, televizyonculara, dizi oyuncularına ve mahkûmlara aynı anda sayfalarında yer veriyorlar. Her birinde toplumun geniş kesimlerinin tanıyabileceği isimler yazıyor. İclal Aydın, Sunay Akın, Ataol Behramoğlu, Metin Uca, Rıdvan Akar, Tarkan, Teoman, Cem Yılmaz, Murat Menteş, Dücane Cündioğlu, Ertuğrul Mavioğlu, Gündüz Vassaf, Adalet Ağaoğlu, Nevşin Mengü, Mesut Yar, Aslı Erdoğan, Karin Karakaşlı gibi isimler bu dergilerde imzası olan ünlü isimlerden bazıları.

‘OKURUN BEKLENTİSİ VE DİLİ DEĞİŞTİ'

Temmuz sayısıyla yayın hayatına son veren Sarnıç Öykü Dergisi'nin Yayın Yönetmeni Faruk Duman, Zaman'a verdiği röportajda derginin neden kapanmak zorunda kaldığını ve ‘yeni dergilerin' neden tuttuğunu anlatmıştı. Duman, “Özellikle zamanın, genç okurun ruhunu yakalayabilen dergiler çok iyi, çok dikkatli takip ediliyor ve çok okunuyor. Dolayısıyla son on yıldan bu yana, edebiyat dergiciliği dahil, okurun hem görsel, hem içerik hem de dil bakımından tavrı, tarzı beklentisi ve okurun kendi dili çok değişti. Bir bakıma, aslında bu okurun, genç kuşağın hayat anlayışı, bu yeni dergileri doğurdu.” demişti. Geçen ay ilk sayısı yayınlanan Öykülem dergisinin yayın kurulundan Eyüp Tosun ise klasik edebiyat dergiciliğinin evrilmeyeceği görüşünde. OT, Kafa, FİL gibi dergilerin, ‘bambaşka bir yolda ilerleyen ve klasik manada değerlendirilemeyecek' dergiler olduğunu belirten Tosun, “Onların dergiciliği onlara bizim dergiciliğimiz bize.” diyor.

Kısa sürede okura ulaşıp büyük başarı yakalayan yeni nesil dergiler, başarılarının sırrı üzerine konuşmak istemiyor. Mail yoluyla ulaştığımız Kafa dergisinden ilginç bir cevap aldık. ‘Kurum olarak herhangi bir gazeteye görüş verilemeyeceği' ifade edildi. OT dergisi ise ‘yetkili kimse yok' cevabını vermekle yetindi.

8 Eylül 2015 Salı

Güç ve aşındırıcı sırları

Politik eleştirileriyle tanınan Brezilyalı sanatçı Cildo Meireles'in bir tablosu 14. İstanbul Bienali kapsamına İstanbul Modern'de sergileniyor. Türkiye ile benzer süreçleri yaşayan Brezilya'dan gelen eseri, bienalin açılışı için İstanbul'da bulunan Brezilyalı sanat eleştirmeni değerlendirdi.

Brezilyalı sanatçı Cildo Meireles'in tablosu ‘Sahtekar Politikacıları Atmak İçin Delik Projesi' (2011), “TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori / SALT WATER: A Theory Of Thought Forms” başlığıyla 1 Kasım'a kadar devam edecek olan 14. İstanbul Bienali'nin en önemli işlerinden biri. ‘Sahtekar Politikacıları Atmak İçin Delik Projesi' (2011) adlı eserde sanatçı, Bakanlıklar Meydanı ve Hükümet Sarayı'na ev sahipliği yapan Brezilya Cumhuriyeti'nin başkenti Brasília'yı küçük bir şehir olarak yorumlarken asıl vurguyu yüzeyin altındaki katmanlara yapıyor. Başkentin altındaki yer kabuğunun dünyanın geri kalanındakinden daha ince olduğunu öğrenen Meireles bu olguyu, yıllardır ülkesine ve dünyaya yayılan bir fenomeni, siyasal lobicilerin kendi çıkarlarını ve iktidarlarını korumak amacıyla kurumlarda ve şirketlerde gerçekleştirdikleri yolsuzlukları eleştirmek için bir metafor gibi kullanarak gün yüzüne çıkardı. Tablo, neredeyse naif olan berrak mavi bir gökyüzünün altında, tam aksine asitsi bir ironiye dönüşüyor.

Bu eser, 14. İstanbul Bienali'nin küratörü Carolyn Christov-Bakargiev'in dediği gibi “yüzeyin altında olanı anlatmak için mükemmel bir platform” olan bu sergi bağlamında çok önemli parça. Yüzeyin altındakini göstermek, zaten ekspozisyon düşüncesinin içinde var olan bir kaygı.

1948 yılında Rio de Janeiro'da doğan Cildo Meireles, uluslararası alanda çağdaş Brezilya sanatının en önemli kavramsal multimedya sanatçılarından biri olarak kabul edilmektedir. Meireles, döneminin politik ve sosyal meseleleri üzerine daima bir hayli yansıtıcı bir pozisyon benimsedi. Kavramsal sanat içinde, eserlerinin politik karakteri Tiradentes-Siyasal Tutuklu İçin Totem-Anıt (1970), İdeolojik Devrelere Eklentiler: Coca-Cola Projesi (1970) ve 25 Ekim 1975'te São Paulo İkinci Ordusu'na bağlı binalardan birindeki hücresinde şüpheli bir şekilde asılı halde ölü bulunan TV Cultura de São Paulo'nun haber müdürü Vladimir Herzog'un anısına yapılmış olan ‘Herzog'u Kim Öldürdü?' (1975) gibi çalışmalarında açığa çıkmıştır.

Brezilya'nın en büyük küratörlerinden ve sanat eleştirmenlerinden biri olan Paulo Herkenhoff'un sözleriyle, “Cildo'nun sanatı, bir şiirsel toplum teorisi olarak tanımlanabilir. Siyasal, düşünsel ve stratejik meselelerle ilgili soru işaretleri uyandırır. İletişim süreçlerini ve alanlarını, izleyicinin koşullarını, sanat tarihi mirasını ve sıklıkla ele alınmış olan getto sosyal alanını irdeler.” (Bir Labirent Getto: Bir Cildo Meireles Yapıtı; São Paulo: Cosac & Naify, 2000)

Meireles, erken yaşlardan itibaren Rio de Janeiro Yeni-Somut Grubu'ndan etkilendi ve grup tarafından ortaya konulan “sanat üzerine görselle sınırlı olmayan şekillerde düşünmek” olasılığına ilgi duydu. Ancak o dönemki çalışmaları, yeni-somutçulardan farklı olarak jestsel ve figüratifti. Bu dışavurumcu nitelikteki çizim, daha sonra yerini tamamen üç boyutluluğa bırakacaktı.

Meireles'in eserlerinin büyük bölümü Brezilya müzelerinde ve Tate Modern Collection-Londra (İngiltere) ve Museum Of Modern Art (MoMA)- New York (Amerika Birleşik Devletleri) koleksiyonlarında bulunuyor.

* Patricia Rousseaux, Brasileiros Editora Ltda.'nın kurucu-ortağı; iki ayda bir Portekizce, İngilizce ve İspanyolca olarak yayımlanan, çağdaş sanat konularının yanı sıra dünyayı ve sanat dünyasını da Brezilya gündemine taşımayı amaç edinen ARTE! Brasileiros dergisinin genel yayın yönetmenidir.

5 Eylül 2015 Cumartesi

Çağdaş sanat da ‘klasik'leşti

Bu yıl üçüncüsü gerçekleştirilen çağdaş sanat fuarı Artinternational, Haliç Kongre Merkezi'nde dün başladı. Yabancı basının da davetli olarak katıldığı fuarda, 27 ülkeden 87 galeri ve 400 sanatçı var.

Türkiye'nin en genç çağdaş sanat fuarı Artinternatinal, Haliç Kongre Merkezi'nde dün başladı. Kurucuları Sandy Angus ve Yeşim Avunduk'un yanı sıra fuarın direktörü Dyala Nuseibeh, sanat yönetmeni Stephane Ackerman, “Sahnedeki Videolar” bölümü küratörü Başak Şenova, “Alternatifler” bölümünün küratörü Paolo Chiasera konuşmacı olarak katıldığı fuar, sadece üç gün sürüyor ve bu kısa zaman dilimine 87 galerinden 400 sanatçının eseri sığdırılıyor. Oldukça yoğun ve yorucu bir fuar Artinternational. Her şeyin hızla akıp geçtiği, koşturarak yaşandığı modern zamanların sanatı da sizden aynı çabukluğu bekliyor.

Fuara bu yıl galeriler açısından yüksek bir katılım var. Yabancı basının da ilgi gösterdiği toplantıda konuşan, dünyanın önemli sanat fuarlarındaki ortaklıklarıyla tanınan Angus Montgomery'nin direktörü Sandy Angus, “Fuarın bu kadar büyük bir seviyeye ulaşabileceğini düşünmemiştik.” dedi. Fuarın Türkiye ortaklarından Fiera Milano Interteks'in direktörü Yeşim Avunduk ise bu yılın sürprizlerine dikkat çekti ve ekledi: “Türkiye sanatının en önemli sanatçılarından pek çoğunun en son işlerini ilk kez fuarda izleyecek olmamız heyecanımızı artırırken, aralarında Victoria Miro, Sakshi Gallery, Aicon Gallery gibi çok önemli galerileri Türkiye'de ilk kez ağırlamaktan gururlanıyoruz.” Fuar direktörü Dyala Nuseibeh, İstanbul'un özellikle deniz kıyısında olmasıyla büyük bir çekiciliğe sahip olduğunu belirtti ve fuarın açık heykel galerisi, “By The Waterside”ın program için çok büyük bir önem taşıdığını söyledi.

Basın toplantısı biter bitmez, herkes kongre merkezinin, heykel galerisine dönüştürülen terasına koştu. Çünkü her sene burada sergilenen heykeller ilgi çekiyor. Geçen yıl, Jaume Plensa'nın eserinin İstanbul silüetiyle uyumlu bir görünüm sergilediği mekânda bu yıl, izleyicileri karpuz yığını ve bir astronot karşıladı. Bulgaristan'dan Rada Boukova'nın ‘Low Resolution' adını verdiği esere Guido Casaretto, Karl Karner, Şakir Gökçebağ, Yerbossyn Meldibekov, Stefan Nikolaev, Ichman Noor, Javier Perez, Paul Schwer ve Walid Siti'nin eserleri de eşlik ediyor ama herkesi oldukça şaşırtan tabii ki, Adana karpuzlarıydı.

Enrique Marty-Random Scene

GÖRÜLMEYİ HAK EDEN SANATÇILAR

Fuarda görülmeye değer dünyaca ünlü sanatçılar; Jan Fabre, Joan Miró, Tony Cragg, Andy Warhol, Banksy, Damien Hirst, Liu Bolin, Walton Ford, Muntean/Rosenblum, Yayoi Kusama'nın eserlerinin yanı sıra keşfedilmeyi bekleyen pek çok çalışma bulunuyor. Biz ikisinden bahsedelim. İspanyol sanatçı Enrique Marty'nin, 2014 tarihli Random Scene adını verdiği eseri, Grup Terapi, Sadakat Hareketi ve Karanlık Oda adlı üçlemesi için ürettiği bir çalışma. Nietzsche ve Michel Foucault'un fikirlerine gönderme yapan eserde, takım elbiselerinin rengine göre beyazdan siyaha doğru sıralanan altı figür, Fransız düşünür Foucault'ya benzetilmiş. Yarım daire şeklindeki sahnede her şey sırasına göre dizilmiş, tesadüfi hiçbir şey yok. Figürler de tıpkı Foucoult gibi saçsız, yüzü, gözü ve pozları aynı. Kendilerine bakmanızı istemediklerini için elleriyle yüzlerini kapatıyorlar. Bu aslında Marty'nin de belirttiği gibi izleyicinin kabullerine karşı çıkan bir duruş.

İkinci sanatçı ise Türkiye'den genç bir isim: Haydar Akdağ. Mercimek adlı eseriyle fuara katılan Akdağ, herhangi bir galeri çatısı altında değil, Mercure Otel'in sponsorluğunda fuarda yer alıyor. Yeditepe Üniversitesi'nde doktora yapan Akdağ, elek kullanarak yaptığı çalışmasında iktidarın, medyanın, sanat yöneticilerinin ve önyargılarımızla sosyal hayatta yaptığımız ‘eleme'lere karşı çıkıyor ve diyor ki, “Herkes kendine göre bir şeyleri eliyor. Bu eleme gerçekten doğru bir şey mi? Peki ne kadar gerçekçi? Bu ayrışmalar çok katı ve korkunç.” Bizce kıymetli olan bu fikir, galeri yöneticileri ya da koleksiyonerler tarafından artık ‘klasik işte' yani sıradan diye değerlendirilebiliyor. Bugün ve yarın saat 12.00-20.00 saatleri arasında ziyarete açık olacak fuara giriş ücretli. (www.artinternational-istanbul.com)

1 Eylül 2015 Salı

Yaşattığın bütün kâbuslar için teşekkürler!

Bir neslin kâbuslarını şekillendiren Wes Crawen dün 76 yaşında göçtü bu dünyadan. Her nesil yaşamıştır bunu; bazı insanlar ölünce sizin çocukluğunuzu da yanında götürür. Geçen yıl bu zamanlar Robin Williams, bizim kuşağın hayallerini, umudunu, gençliğini de beraberinde alıp gitmişti. Şimdi de kâbuslarımız gitti Wes Craven'le birlikte.

Korkuyla izlediğim ilk film hangisiydi? Şüphesiz Freddy Krueger'dan önce de ekranda korkunç şeyler görmüştüm ama Freddy diğerlerine benzemezdi. El ayak çekilip de ışıklar kapanınca yatağıma kadar gelir, silüetini odanın duvarlarında gezdirirdi. Ben uyurken yatağımın altındaydı hep. Uykuya daldığım anda o kanca gibi ellerini her an üzerime atmaya hazır şekilde uzanırdı orada. Sokağın başından bir ses gelirdi kimi zaman; pekala Freddy olabilirdi! Sokak bekçisinin düdüğü de uzaklaşınca Freddy'nin iyice yaklaştığını hissederdim. O saatte başka kim olacaktı! Uzun süre bu şekilde yaşadık onunla. Büyümek böyle bir şey herhalde; önce kâbuslarınız ölüyor.

ELM SOKAĞI'NDA KÂBUS

Bir neslin kâbuslarını şekillendiren adam dün öldü. Elm Sokağı'nda Kâbus ve Çığlık serilerinin yönetmeni Wes Craven, 76 yaşında göçtü bu dünyadan. Her nesil yaşamıştır bunu; bazı insanlar ölünce sizin çocukluğunuzu da yanında götürür. Geçen yıl bu zamanlar Robin Williams, bizim kuşağın hayallerini, umudunu, gençliğini de beraberinde alıp gitmişti. Şimdi de kâbuslarımız gitti Wes Craven'le birlikte.

1984 yapımı Elm Sokağı'nda Kâbus, ülkemizde 1990'da gösterime girebildi ancak. Ben de birçok insan gibi televizyonda izledim. Salondan çıkışta unutulan milyar dolarlık filmlerin yanında hazine gibi... Şimdi düşünüyorum da korku filmlerine mesafeli yaklaşmamda Elm Sokağı'nda Kâbus'un etkisi olmalı. Kâbuslarımın mimarına bir teşekkür borçluyum. Bana öyle bir kâbus verdi ki, çocukluğumu uzattı.

Wes Craven, illa ki Elm Sokağı'nda Kâbus, Çığlık ve Tepenin Gözleri serileri demektir. Fakat onun filmleri her şeyden öte, ironiyle örülür. Bütün o ‘korkutucu' filmleri bu gözle izlendiğinde ortaya bir ironi ustası çıkar. Seyirciyi korkutmadığı nadir filmlerinden Paris, Seni Seviyorum'daki ‘edebî;' dokunuşunda bunu daha net görürüz.

Ünlü yönetmenlerin Paris üzerine çektiği kısa filmlerden oluşan Paris, Seni Seviyorum'da Craven'in yazıp yönettiği Pere-Lachaise bölümü ünlü yazarların medfun bulunduğu mezarlıkla aynı ismi taşır. Pere-Lachaise mezarlığında Oscar Wilde'ın mezarını bulmak için dolaşan balayındaki bir çiftin hikâyesini konu alan bu kısacık filmde Wes Craven, ironinin âlâsını yapar. Filmde erkeğin iş takvimi dolu olduğu için evlilik arefesinde ‘erken' balayına çıkan çiftten kadın olanı, sırf erkeğin mizah duygusu olmadığı için, Oscar Wilde'ın mezarı başında müstakbel kocasıyla evlenmekten vazgeçer. Sebebi basittir: “Gülmeden geçen bir hayat, hayat değildir ki!” Emily Mortimer ile Rufus Sewell'in oynadığı filmde erkeğin cevabı şöyle olur: “Bir kocadan ne bekliyorsun ki; maskaralık mı?”

ÇIĞLIK

Bu kadarla bitmez; evleneceği kadın ile Oscar Wilde'ın mezar taşını öptüğü için dalga geçen adam, ayağı takılıp tökezleyince mezar taşını mecburen öper. Kalktığında ise Oscar Wilde'ın hayaliyle konuşur. Wilde'ın aşka dair tavsiyelerine kulak vererek sevdiği kadının peşinden gider ve kendini affettirir. Bu kısacık filmin kilit karakteri yine bir ölüdür.

Çocukluk kâbusumuz sona erse de yetişkinlik kâbusumuz devam ediyor. Bizi güldürmeyen adamlarla geçiyor ömrümüz. Sahi, ülkenin üstüne bir kâbus gibi çökenlerin ruhumuzda, bugünün çocukları ve gençlerinin ruhunda açtığı yaralar ne olacak?