31 Ocak 2014 Cuma

Geçmişle vedalaşmak

‘Bir Ayrılık’ filmiyle Altın Ayı ve Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı alan İranlı yönetmen Asghar Farhadi, geçtiğimiz ekim ayında 50. Altın Portakal’ın konuğuydu.‘Geçmiş / Le Passé’ filminin gösteriminin ardından kendi sineması üzerine konuşmuştu. Politik sinemaya inanmadığını söyleyen Farhadi’nin şu sözleri dikkat çekiciydi: “İnsani bir durumu, mesela bir ailede yaşanan hikâyeyi anlattığınızda politik sinemadan daha fazla sosyal ve politik arkaplan bulabilirsiniz. İllaki filmlerin içine politik mesaj yerleştirmeniz gerekmez. İnsan ilişkilerini anlatarak da onun arkaplanında sosyal ve siyasi şeyler söyleyebilirsiniz.” Farhadi’nin ‘Çarşamba Ateşi’ ve ‘Elly Hakkında’ filmlerinden başlayarak ‘Bir Ayrılık’ta zirveye çıkan, insan ilişkilerine ve dolayısıyla hayata odaklanan sineması için en doğru tanım bu olsa gerek. Bugünden itibaren sinemalarda gösterilen ‘Geçmiş’ de aynı soydan. ‘Bir Ayrılık’ta olduğu gibi yine boşanmak üzere olan bir çiftin hikâyesine odaklanıyor yönetmen. Paris’te yaşayan iki çocuklu Marie, Samir ile yeni bir hayata başlamanın arefesindedir. Fakat önlerinde iki engel vardır: Marie, dört yıldır görmediği İranlı kocası Ahmed’in boşanma evrakını imzalamasını bekler. Samir ise uzun süredir komada yatan karısına veda etmeye hazırlanır. Derken Ahmed, son bir kez Marie ile çocukları görmek ve boşanma işlemini resmen sonlandırmak için Paris’e gelir. Aslında her şey ‘kolay’dır ve yapılması gereken de bellidir, ancak işin içine insan unsuru girince en basit olaylar bile içinden çıkılmaz bir hal alır.‘BİR AYRILIK’, ÜÇ HAYATAsghar Farhadi’nin ‘Geçmiş’te âdeta gösteriş yaparcasına sergilediği senaryo hüneri insanı hayran bırakıyor. Bu kadar düğümü olan ve sürekli yeni hamlelerle alanını genişleten böylesi girift bir senaryoda hiç falso verilmemesi insanı şaşırtıyor. ‘Bir Ayrılık’ın senaryo yapısını da aşan bu ustalık, Farhadi’nin kaleminin yönetmenliğinden daha ileride olduğunu gösteriyor. Bu gözle izlendiğinde filmin verdiği şaşkınlık hissi garip bir haz da veriyor. Marie, Samir ve Ahmed’in önlerindeki geleceğe hazırlanmak için geçmişe sünger çekme çabaları geri teper. Farhadi, asırlar sonra Goethe’yi bir kez daha haklı çıkarır. Faust’taki o sarsıcı cümle ‘Geçmiş’teki karakterlerin yakasına yapışır: “Geçmiş zamanlar, bizim için yedi mühürlü bir kitaptır.” Mühürleri söktükçe okunan her kitap başka bir sorunla çıkageliyor. Karakterlerin bir türlü yüzleşmek istemediği dertler, geleceğe adım atmalarını da engelliyor. Farhadi, önceki filmlerinde insana ve hayata dair söylediklerini, altını üstünü çizerek iyice pekiştiriyor. Aynı evde yaşayan insanların aralarına karşı ördükleri duvar ve bu duvarı aşılmaz yapmak için zırh olarak kullanılan yalanlar… ‘Geçmiş’te hangi karakterin ‘yardımcı’, hangisinin ‘esas’ olduğunu kestirmek güç. Zira Farhadi, hikâyenin merkezindeki karakterleri film akıp giderken seyirciye hissettirmeden değiştiriveriyor. Böylelikle seyircinin alışılmış biçimde taraf tutup kendini kaptırmasına müsaade etmiyor. Gerçek hayatta çoklukla ıskalanan detayların ne gibi ağır sonuçları olacağını gösteriyor. Bu zorlu senaryo, güçlü oyunculuklarla desteklenmeye de muhtaç. Berenice Bejo, Tahar Rahim ve Ali Mosaffa, başarılı oyunculuklarıyla Asghar Farhadi’nin kalemini ve yönetimini görünür kılıyorlar. Gelelim, ‘Bir Ayrılık’tan sonra izlenen ‘Geçmiş’in verdiği deja vu hissine. Evet, bu hissiyattan kaçmak zor, ancak rahatsız edici bir seviyeye de ulaşmıyor. ‘Bir Ayrılık’ta İran’ın sosyal tabakalarına dair güçlü göndermelerin yerini ‘Geçmiş’te göçmenlik, kadın-erkek ilişkilerine atılan çentikler alıyor. En önemli fark ise ‘Geçmiş’in ailenin ve insanın koridorlarına daha öncelik tanıması. Özetle; senaryo bahsinde ‘Geçmiş’, ‘Bir Ayrılık’tan; toplamda ise ‘Bir Ayrılık’, ‘Geçmiş’ten daha iyi film. Faust’a yaptığımız referansı unutmadan, tarih felsefesi ve eğitime dair ‘Zamana Aykırı Düşünceler’ini not düşen Nietzsche ile bitirelim: “İnsan geçmişi unutmayı öğrenemiyor ve geçmişe tutunuyor. Ne kadar hızlı ya da uzağa koşarsa koşsun, o zincir de onunla koşuyor.

30 Ocak 2014 Perşembe

Öykü, birbirimizi anlamayı kolaylaştırır

Öykünün genç kalemlerinden Yılmaz Yılmaz’ın üçüncü hikâye kitabı Yıllardır Bir Ev (Sütun Yayınları) geçtiğimiz ay okurla buluştu. Hikâyeleri Dergâh, Hece Öykü, Edebiyat Ortamı, Türk Edebiyatı, İtibar, Aşkar ve Yağmur gibi dergilerde yayımlanan Yılmaz, “Birbirimizi anlayabilmek, hayata anlam katmak, anlamsızları anlamlandırabilmek için ve yaşayabilmek için öykü” yazdığını söylüyor. İlk iki kitabında da izleri görülen arayış, arınma, var olma, ailenin dönüşümü gibi izlekler, üçüncü kitapta daha da belirginleşmiş. Yılmaz ile yeni kitabını ve öykünün sunduğu imkânları konuştuk.Sâlik Yola Düşünce (2010) ve Sabahleyin Bir Tantana’dan (2012) sonra Yıllardır Bir Ev üçüncü hikâye kitabınız. Öyküde gayret mi diyelim buna?Gayretimiz o yöndedir. Olabiliyorsa, yapabiliyorsak kendimizi bahtiyar addederiz. Kıssa, mesel, masal geleneğinden geldiğimiz için öykünün/hikâyenin imkânlarını kullanmak daha doğru gibi geliyor bana. Hani Yunus’un meşhur ‘ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm’ mısraı gibi; koca bir oluş ağacının –mükevvenâtın, meyvesi ‘hikâye’dir. Yeryüzü yolculuğumuz hikâyedir, halifetullah oluşumuz hikâyedir, bu dünyanın ‘tutkulu bir oyalanma’ yurdu olması hikâyedir, hep ama hep bir ‘gerçek hayat/asıl yurt’ özlemi hikâyedir. İlk iki kitabınızdan biraz farklı bir çizgide mi duruyor bu öyküler?Modern hikâyenin –öykünün, imkânları dâhilinde, o muhteşem gelenekten kopmadan, söz söyleme çabasındayız. Aslında diğer kitaplarda da bu öykülerin uçları seçilebilir. Arayış, yakarış, arınma, var olma, ailenin dönüşümü, hayata bıraktığımız izler benim belli problemlerim… Bu kitapta biraz daha belirgin hâle gelmiş olabilir. Bir de anlattığınız şey, ‘neyi anlattığınız’ nasıl anlatacağınızı da belirliyor. Tekniği belirleyip anlatıyı da ona göre kurmak bana –açıkçası, pek de mantıklı gelmiyor. ‘Aslolan’ tahkiyedir çünkü. Bugün öykümüzde teknik uğruna zayıflamış/müphem hâle getirilmiş bir ‘öz’ var. İnsan faktörü öykünün olmazsa olmazıdır, yerinde bir tespitle söylendiği gibi, insanı hikâyeden kovarsanız onun adı başka bir şey olur.Yıllardır Bir Ev, Mustafa Kutlu’nun Hüzün ve Tesadüf kitabından o meşhur paragrafla başlıyor: “Bir şey yap güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin.” Öykünün nihai amacı nedir sizce?Benim öykümün/hikâyemin nihai amacı iyiden yana olmak, sahih olana varmaktır. Safımı bu şekilde belli ediyorum öncelikle. Zaten Kutlu’nun ‘bir şey yap güzel olsun, hakikate işaret etsin’ demesi her şeyi özetliyor. Bütün sanatın amacı da bu olmalıdır, O’na varmak yahut O’nu işaret etmek. Yoksa ‘lehve’l hadis’ ifadelerle, metinlerle büyük sanatı ıskalamış oluruz. Ben hikâyenin de romanın da şiirin de birbirimizi anlamak için icat ettiğimiz araçlar olduğuna inanıyorum. İnsan insanın kurdudur tezinden insan insanın yurdudur anlayışına hizmet etmesi gerektiğini de düşünüyorum. Birinci tezden çatışma çıkar, ikincisinden anlaşma… Ötekini anlamak, başkasının sesine kulak vermek çabasından öte bir şey değildir zaten sanat dediğimiz şey. Birbirimizi anlayabilmek, hayata anlam katmak, anlamsızları anlamlandırabilmek için ve yaşayabilmek için öykü…‘Yakınımız Irak Oldu’ hikâyenizde büyükbaba ve onun tabiri ile “Foko” ve “Niçe” okuyan, Hamparsum notası öğrenip Batı müziği dinleyen torunu arasındaki acı bir gerçeğe, kuşak farkına değiniyorsunuz. Gelenekle modernin çatışmasında öyküleriniz nerede duruyor?Kuşak çatışması her dönem olmuş, makasın arası açıldıkça açılıyor. Eskinin/geleneğin yeniyi/moderni anlamaması, yeni gelenin eskiye kulak vermemesi çatışmanın temel sebebidir. Sonuç itibarıyla her modern ‘geleneksel’ olmaya mecburdur. O zaman Batı’yı okuduğumuzun misliyle Doğu’yu da okumalıyız. Attar’ın ‘kendi sesinden haber ver’ dediği gibi, âlemde bu kadar gürültü var iken kendi sesini işitemeyebiliyor insan. Kendi sesine yabancı bir kuru rebaptım diyen Mevlana gibi, bir ‘Şemsî yay’ dokunmalı tellerimize. Bu derin yarılmanın –bilinç yarılması da diyebiliriz, kırılmanın sosyal hayata yansımaması mümkün değil. Medeniyetin sarsıldığı, kültürün güdükleştiği ortamda, bunun yaşanılan hayata, sıcak hayata yansıması yine aynı derinlikte trajedileri/yaralanmaları/yabancılaşmayı getirdi. Öykü tam da bu noktada ‘insanın trajedisine’ kulak vermeli, onu yansıtabilmeli diye düşünüyorum.Babasına mesafeli bir oğul, annesinden çok teyzesini kendine yakın hisseden bir evlat... Ebeveyn ile çocukları arasındaki kırgınlığı çokça işliyorsunuz öykülerinizde. Ne anlatmak istediniz bu hikâyelerle, biraz açar mısınız?İnsan âlemin özetidir, demişler. Dolayısıyla aile de insanın özetidir. Karakoç ‘bir insanı al, onu çöz çöz çocuk olsun’ dizesiyle aynı hakikate işaret etmiş kanaatimce. Yani her şey ailede başlar, çocukta başlar. Aile salah bulmadan insan salah bulmuyor, insan düzene girmiyor. Bugün aile mefhumunun içi boşaltıldı, üç beş kişi bir araya gelince ‘biz bir aileyiz’ klişesine giriyor da asıl ‘aile’nin bizar hâli görmezden geliniyor. Herkesin odasının olduğu, odalarda özel işlerle vaktin harcandığı evler var, aileler yok!

29 Ocak 2014 Çarşamba

Sesli kitaplar, bir dükkânda toplandı

Avrupa’nın pek çok kitapçısında ayrı müstakil bir raf edinen sesli kitaplara ilgi, gittikçe artıyor. Son iki yılda satış rakamları ikiye katlanan bu sektöre Türkiye’den ilgi ‘şimdilik’ az olsa da, ilk online sesli kitap dükkânı ‘Seslenen Kitap’ dün resmî olarak kapılarını açtı. Güncel yazarların eserlerini seslendirdikleri bu kitaplara, mobil cihazlar üzerinden kolayca erişilebiliyor.Dünyada sesli kitaplara olan ilgi son yıllarda katlanarak büyürken, Türkiye bu alana biraz mesafeli duruyordu. Özellikle e-kitaptan sonra ‘yükselen' bir pazar olan sesli kitaplar, yayıncıların iştahını kabartırken, teknolojinin gelişmesi, üretim maliyetlerinin azalması, bu sektörü cazibeli kılan etkenler arasında. Avrupa'nın pek çok kitapçısında sesli kitaplar rafı artık müstakil bir yer tutmuşken, bu alanda çalışanlar, okurun kulağına hitap edecek yeni sürprizler üzerinde kafa yoruyor. Bu hızlı gelişmeler, Türk girişimcilerinin de dikkatini çekmiş olmalı ki, Türkiye'nin ilk sesli kitap dükkânı ‘Seslenen Kitap' (www.seslenenkitap.com) dün resmi olarak kapılarını açtı. Hasan Ali Toptaş, Ayşe Kulin, Buket Uzuner, Canan Tan, Murat Menteş, Can Dündar ve Cem Mumcu gibi isimlerin kendi eserlerini seslendirdiği kitapların yer aldığı dükkan, şimdilik daha çok güncel yazarların kitaplarına yer veriyor. Yayıncılık dünyasına yeni bir hareketlilik katacak bu gelişme, özellikle hibrid yazarlar diye adlandırılan hem geleneksel hem de alternatif yayıncılık konusunda tecrübeli yazarların ülkemizde de çoğalacağının alameti. Türkiye'de sesli kitap konusunun yeni olmadığını fakat Seslenen Kitap'ın yazarlar ve yayıncılar için yeni bir mecra oluşturmak istediğini söyleyen Seslenen Kitap Kurucu Ortağı Berk İmamoğlu, "Hedef kitlemiz; kitap severler, kitap okumaktan hoşlanan, güncel yazarları ve güncel eserleri takip edenler, yolda, arabada, trafikte, seyahatte ve spor yaparken geçirdikleri vakitlerini iyi değerlendirmek isteyenler, yazar hayranları, eserleri yazarlarının sesinden dinlemekten keyif alan, yazarlar ile bağ kurmak isteyenler ve yazılı kitapları okumakta güçlük çeken insanlar.” diyor. Türkiye'deki pek çok yayıncıyla aynı masaya oturmak isteyen Seslenen Kitap ekibi, şimdilik Can Yayınları ve Okuyan Us ile anlaşma imzalamış. Pazarını büyütmek isteyen ekip, 2014'te yaklaşık 15 kitap ve 1 aylık finans dergisiyle başlayarak, bu yılı 100 kitap ile bitirmeyi hedefliyor. Yayınevlerinin sesli kitap bölümünü oluşturmak isteyen Seslenen Kitap, yayıncılık yapmaktan öte bir sesli kitap mecrası oluşturmak istiyor.Sesli kitaplarda fiyatlar yüksek!Teknolojinin gittikçe daha da hayatımıza sızdığı bir çağda, sesli kitap dükkanına erişmek çok da zor değil. Siteye üye olan kitapsever, Seslenen Kitap kütüphanesinden dinlemek istediği kitabı seçiyor. Kitabı, kredi kartıyla satın alabiliyor veya istediği kişinin e-posta adresini yazarak, hediye kupon sayesinde kendisine ulaştırılmasını sağlıyor. Site üzerinden satın alınan sesli kitaplara, iOS, Android ve Windows marketlerden ücretsiz indirebileceği ‘Seslenen Kitap' uygulamasıyla erişilebiliyor. Ayrıca, seslenenkitap.com'dan satın alınan kitaplar, Windows ve Mac masaüstü Seslenen Kitap uygulamasıyla dinlenebilir. Siteden satışa çıkan kitaplardan örnekler de dinlemek mümkün. Seslenen Kitap dükkanında Ayşe Kulin Dönüş'ü, Murat Menteş Ruhi Mücerret'i, Hasan Ali Toptaş Heba'yı, Can Dündar Lüsyen'i, Cem Mumcu Makber'i, Buket Uzuner Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları: Su'yu seslendirmiş. Dükkan, önümüzdeki günlerde Türk edebiyatından, artık klasikleşen Tanpınar gibi, daha pek çok ismi bünyesine katmayı planlıyor. Sesli kitaplar ve basılı kitaplar arasında ciddi fiyat farkı da dikkatten kaçmıyor. Dünya genelinde de sesli kitap pazarında artık pek tabii görülen bu ‘uçurum', kitapseverler tarafından kimi zaman eleştiriliyor. Dünyada sesli kitapların başını Amazon'un bünyesindeki Audible (www.audible.com) 1995'ten itibaren çekerken, kimi yayınevleri de bu işi kendileri üstlenerek pazara girmiş durumda. Seslenen Kitap'ın da Türkiye'de bu alanda bir mecra oluşturması sevindirici.

28 Ocak 2014 Salı

Gülünce, hepimiz aynıyız

“Paris banliyö olayları' sonucunda ortaya çıkan dünyaca ünlü fotoğraf projesi Inside Out Project'in Türkiye ayağı 15 Şubat'ta Balat'ta gerçekleştirilecek. Her ülkede, sosyal sorunlara işaret eden projenin ülkemiz için belirlenen konusu “Gülümseyince Aynıyız.”Fransa'da 2005 yılının Ekim ayında çıkan ve dünya gündemine ‘Paris banliyö olayları' olarak oturan isyanlar, dünyaca ünlü fotoğraf projesi www.InsideOutProject.net'in doğmasına vesile oldu. Olaylar çıkmadan kısa bir süre önce, Parisli duvar sanatçısı JR (17), eline fotoğraf makinesi alır ve şehrin arka sokaklarında, varoşlarda ya da banliyölerde yaşayan arkadaşlarının fotoğrafını çeker. Sonra bu fotoğrafları yine aynı sokaklara asar. Kendi halinde bir portre çalışması yapmıştır JR. Fakat tam o sırada banliyö olayları patlar. İsyanın sebebi bellidir: Herkesin birbirini o'cu, bu'cu, şu'cu diye tanımladığı, aşağıladığı düzene karşı çıkmak. O zamanki Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy, Paris'in yakın banliyölerinden Courneuve semtinde 4000'ler sitesini ziyaretinden sonra unutulmayacak bir söz sarf eder: “Bu siteleri tazyikli suyla temizlemek lazım.” Birkaç ay sonra ise yine aynı bölgeleri kastederek Fransızcada kötü bir aşağılama tabiri olan ‘racaille' yani ‘ayak takımı' çıkar ağzından. Yine aynı günlerde Paris'in kuzeyindeki banliyö semtlerinden Clichy Sous-Bois'da top oynayan gençlerden üçü polisin kimlik kontrolü yapacağından endişe ederek kaçarken sığındıkları bir elektrik trafosunda yüksek akıma kapılırlar. 17 yaşındaki Mağrip asıllı Ziyad Benna ve 15 yaşındaki Siyah Afrikalı Bouna Traore hayatlarını kaybederken Urfalı Muhittin ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılır. Arkadaşlarının ölümü üzerine öfkeye kapılan onlarca genç o gece polis ve itfaiyecilerle kamu binalarına saldırır. Bu tepkiler ertesi güne kadar sürer. Toplam 23 araba ateşe verilir ve artık olayların önü alınamaz. Tüm medya gettolarda yaşayan, ortalığı yakıp yıkan bu insanları bir canavar gibi anlatır. JR, TV görüntülerini izlerken kendi çektiği portreleri de görür ekranda ve dostlarının bu kadar kötü tanıtılmasından rahatsız olur. Evet melek değildiler, ama canavar olmadıklarından da emindir. JR, tekrar aynı mahallelere gider, tek bir amacı vardır, şehri ters yüz etmek. Arka sokakların gerçek yüzünü öne taşımak. Sanatçı, aynı arkadaşlarının portrelerini tekrar çeker. Hepsine söylediği şudur: ‘Korkunç olun!' Ortaya karikatürize edilmiş korkunçlukta çok yakından çekilmiş onlarca portre çıkar. JR bu portreleri kocaman posterler halinde Paris'in en sosyetik, en ‘ulaşılmaz', en 'dokunulmaz', en, en… sokaklarına asar. Önceleri astığı posterler çıkartılır. Ancak zaman geçtikçe Parisli burjuvalar her şeyin medyanın anlattığı gibi olmadığını, gettolarda yaşayan insanların da canavar olmadıklarını görmeye başlar. 1 yıl sonra Paris Belediyesi JR'a eserlerini belediye binasının duvarlarında sergilemesini önerir. JR, sanat galerileri ya da magazin dergilerinde değil, sokaklarda sergilediği sanatıyla insanların bir konu hakkında düşünmesini sağlar. Sokaktaki sanatın gücünü keşfeden genç sanatçı, çalışmalarını Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere 120 farklı ülkede, farklı sosyal konuları ele alarak devam ettirir. Bu gücü başka insanların da keşfetmesini ve dertleri her ne ise kendi fotoğraflarını çekip, kendi sokaklarında anlatmalarını ister. Fransız duvar sanatçısı JR'ın bireysel çabalarıyla başlayıp, kolektif bilince açtığı global fotoğraf projesi Inside Out Project'in (Ters Yüz Etme Projesi) Türkiye ayağı 15 Şubat'ta Balat'ta gerçekleştirilecek. Fotoğraf sanatçısı Tolga Bayraktar ve proje koordinatörü Tuba Aynur, o gün saat 14.00'te altı aydır Balat'ta çektikleri 70 gülümseyen portreyi duvarlara asacaklar. Tüm dünyada farklı sorunlara işaret eden projenin Türkiye için belirlenen konusu “Gülümseyince Aynıyız”. Son aylarda ülkemizin en büyük sorunu bu çünkü. Bir karamsarlık çöktü üzerimize, kötü senaryolar duyuyor, kâbuslara uyanıyor, kalbimizi, ruhumuzu serin ve selametli bir yola iletmeye zorlanıyoruz. Hepimizin hakikaten gülmeye ve güldürmeye çok ihtiyacı var. Gülümseyince çok güzel oluyorsun Türkiye… “Sponsor kabul edilmiyor” Tolga Bayraktar-Tuba Aynur: “Dünyada ve çevremizde hep bir ayrımcılık var. Sadece Türkiye'de değil, dünyada politik çatışmaların olduğu bir dönemdeyiz. Biz ortak kodlardan hareket etmek istedik. Bu nedenle gülümseyince aynıyız diyoruz. Balat'ta farklı kültürlerde, dinlerde ve sosyal yapıdaki insanlar hoşgörü içinde yaşıyor. Bu nedenle Balat'ı seçtik. Inside Out Project için konuyu siz belirliyorsunuz, ırkçılık, şiddet ve teşhircilik içermeyen, sosyal konulara parmak basan her fotoğraf kabul ediliyor. Fakat belli standartları var. Sadece portre çekmek zorundasınız ve kesinlikle sponsor desteği almamanız gerekiyor. Kabul edilen her fotoğraf başına para ödüyorsunuz. Ama biz ödemedik. 70 fotoğrafın baskısını şu anda New York'ta yaşayan JR, projenin fonundan karşıladı. Bazı projeleri destekliyorlar. Bizim ki de onlardan biri. Amerika'dan gelen portreleri 15 Şubat'ta Balat'ta asacağız. Herkesi bekleriz.”

27 Ocak 2014 Pazartesi

Edirne’nin tarihî camileri müzayedede satıldı

Bu ülke, tarihinin nasıl yağmalandığına çok şahit oldu ama eminiz müzayedeye çıkarılan camileri pek çok kişi ilk kez duyuyor. Şair ve Türk-İslam sanatı tarihi araştırmacısı Rıfkı Melül Meriç'in (1901-1964), 1963'te yazdığı “Edirne'nin Tarihi ve Mimari Eserleri Hakkında” makalesi, eğer “Şehrin Hüznü” adıyla kitaplaştırılmasaydı, Edirne'deki 120 caminin akıbetini belki de uzun bir süre daha öğrenemeyecektik.Rıfkı Melûl Meriç, Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri Dergisi’nin 1963 yılında yayımlanan sayısı için bir makale yazar. 439-536 sayfa arasında, oldukça uzun olan makalenin içeriği Edirne’nin tarihi ve mimarî eserleri hakkındadır. Meriç, yazısında, Edirne’de 1930’lu ve 1940’lı yıllarda satılan 120 camiyi tespit eder. Camilerin kimini Edirne Valiliği ve Edirne Vakıflar Bölge Müdürlüğü resmî kayıtlarından, kimini gazete ilanlarından bulur. Meriç, iyi ki bu araştırmayı yapmış, eğer yapmasaydı bugün Edirne’de satılan, daha da vahimi müzayedeye çıkarılan camilerden haberdar olmayacaktık. Bu ülke, tarihinin nasıl yağmalandığına çok şahit oldu, ama açık artırmayla kelepir fiyata satılan camileri pek çoğumuz yeni öğreniyoruz. Edirne Valiliği tarafından “Şehrin Hüznü” adıyla geçtiğimiz ay kitaplaştırılan makalede belirtildiğine göre 1800’lü yılların sonu, 1900’lü yılların başında şehirde 15’i selatin, 46’sı hayır sahipleri tarafından yaptırılan 61 cami, 164 mescit, 56 tekke ve zaviye, 49 medrese, 103 mezarlık ve türbe, 9 imaret, 53 mektep, 4 çarşı, bedesten ve arasta, 24 han, kervansaray, 6 harap ve eseri kalmayan han, 16 hamam, 19 tane izi kalmamış hamam, 13 sebil, 10 havuz, 124 çeşme, 8 köprü, 8 buzhane, 16 kilise, 2 Ermeni, 2 Bulgar, 1 Katolik, 1 Frenk ve 14 sinagog bulunuyor. Ancak bahsi geçen eserler, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Rus, Bulgar ve Yunan istilalarına maruz kalıyor, ardından 1. Dünya Savaşı’nda harap oluyor. Daha sonra depremler ve yangınlar geçiriyor. Bunca felakete uğrayan tarihî eserlerin zarar görmesi elbette normal. Yapılması gereken; tekrar ihya edilmesi. Aslında Mustafa Kemal Atatürk, 1935’te, mebuslardan, alimlerden, gazetecilerden oluşan bir heyeti eski eserler hakkında konuşmak üzere İstanbul’daki Denizköşkü’ne davet ediyor ve görüşme sonucunda eserlerin korunması ve tamir edilmesi üzerine karar veriliyor. Fakat Meriç’i hayrete düşüren olay, kendi ifadesiyle şöyle: “Yaptığım araştırmalara göre son zamanlara kadar ayakta duran ve daha uzun müddet de durabilecek olan tarihî ve mimarî eserlerimizin cami, medrese, hamam, han, kervansaray, türbe, çeşme, imaret gibi binalarımızın büyük bir kısmı kendi kendilerine yıkılmamış, insan elinde bulunan ve insan iradesiyle işleyen kör kazmanın gadrine uğramıştır.”MANZARAYI BOZUYOR DİYE...Peki bunları kim yıkıyor, satıyor? Yine Meriç’in ifadesi ile aktaralım: “Ne faide ki, inkılapları düşünen ve yapandan daha çok inkılapçı görünmeyi çıkar edinen (…) iktidar mevkilerine geçmiş bulunan nadan, cahil, mütereddi, tatlı su Türkü birçok kimseler, yine alabildiklerine tahrip ve yok etmeye devam ettiler, bir kısım cahil halk da taş, tuğla ve kereste gibi ihtiyaçlarını kolayca, ucuzca ve bedavasına temin etmek imkânını elde ettikleri için bu vandalizme seve seve iştirak etti. Vatanın her köşesi, eski eserler katl-i ammına mahsus birer mezbaha oldu.” Meriç’in ne demek istediğini, vakıf kayıtlarından derlediği bilgi gayet güzel açıklıyor: “Su İşleri Müdüriyeti tarafından müteahhidine ihale olunan Bosna köyündeki su bendi için taşa ihtiyaç olduğu makam-ı vilayetten bildirilmiş olduğundan Daye Hatun ve Veled-i Veliyüddin camilerinin duvar taşları 19 Eylül 1940 tarihinde müteahhid Mehmed Öker’e 50 liraya satılmıştır.” 17 Ağustos 1933’te İkinci Sultan Bayezid’in zevcesi Gülbahar Hatun tarafından yaptırılan Gülbahar Camii’nin avlu duvarı 70 liraya Çiçekçi Sezai’ye satılmış. Edirne Müşir Dairesi (o zamanki Orduevi) yanındaki metruk Ahi Çelebi Hamamı, manzaraya mani oluyor diye ortadan kaldırılmak istenmiş, kazmayla yıkılamayan bina dinamitle havaya uçurularak parçalanmış. Camilerin minare taşları ise ayrıca satılmış, mezarlıklarla hazirelerdeki lahit ve mezar taşlarından duvarlar örülmüş, kaldırımlar döşenmiş. Satış kayıtlarının bizce en acımasızı, müzayede yolu ile yani açık artırma usulüyle yapılanlar… İşte kitaptaki pek çok müzayede satış belgesinden biri: “Karabulut Camii: Banisi Karabulut İbrahim Bey’dir. Kıyık’tadır. 31 Mart 1932 ve 25 Nisan 1932 tarihli 302 ve 309 numaralı kararlarla müzayedeye çıkarılan enkazı, muhammen bedelinin yirmi lira fazlasıyla 14 Mayıs 1932’de Mustafa Efendi’ye yüz elli liraya satılmıştır. (Karar No: 617) Arsası 78 numaralı kararla 28 Eylül 1940’ta müzayedeye konmuştur.” O zaman satışa çıkarılmayan; Selimiye, Üç Şerefeli Camii, Eski Muradiye, Darül Hadis ve Şifahane camileri bugün Edirne’nin sembolü olan eserler. Satılan 120 camiden ise sadece ikisi ayakta; Lâri Cami nasıl olduysa yıkılmamış ve ibadete açık. Hasan Sezai Camii’ni ise Edirne Valiliği restore ediyor. Arzu edilen, devlet yardımıyla diğer 118 caminin de ihya edilmesi. Şehrin Hüznü, ibretlik bir yayın olarak tarihteki yerini aldı. İnşallah bu ve benzeri araştırmalar, bugün yapılan tarihî katliamlar için bir ihtar olur.

25 Ocak 2014 Cumartesi

Gurbette solan karanfil

2001 yılında ilk kez perde açan Fırat Kültür Merkezi Tiyatrosu, yeni oyunu Gurbetteki Karanfil'i sahnelemeye başladı. Hicret eden doktor Esra ile öğretmen İbrahim'in hem acıklı hem komik hikâyesini anlatan oyun, yarın akşam saat 19.00'da FKM'de izlenebilir.Onların hikâyesi, adanmışlığın hikâyesi. Evini, ailesini, işini burada bırakıp, belki aylarca hiç ücret almadan çalışmanın, rıza-yı İlahi için, hizmet için, hicret için çabalamanın ama tereddüt etmeden bu cefaya katlanmanın hikâyesi. O gönül erleri gittikleri ülkelerde hem öğretmenlik, hem hademelik, hem hastabakıcılık yaptılar. Binlercesi Fethullah Gülen'in sözlerinde geçen o keşkeyi gerçekleştirdi. Hocaefendi bir konuşmasında diyordu ki: “Keşke ben de eğitimci olsaydım, öğretmen arkadaşlar gibi dünyanın bir yerine gitseydim. Keşke doktor olsaydım. Hicret deyip bir yere göç etseydim. O fakir o yoksul o bakımsız insanların hastalıklarına baksaydım… Ama benimki sadece keşkeye bağlı kalıyor. Acı bir nesil olmak lazım. Kendi için yaşamayan, yaşatmak için ölüp ölüp dirilen, herkesi hayrete sevk edecek bir nesil…” Fırat Kültür Merkezi'nde önceki akşam galası gerçekleştirilen “Gurbetteki Karanfil” adlı oyunda da dönmemek üzere yurt dışına giden insanların hikâyesi, İbrahim ile Esra'nın yolculuğu üzerinden anlatılıyor. Esra annesini yitirmiş ve üniversitede okuyup doktor çıkmıştır. Tıpkı diğer bütün babalar gibi Esra'nın babası da biricik kızına çok düşkündür. Onu istemeye gelecek İbrahim'in, öğretmenlik yaptığı okulun evlerine uzaklığını bile hesap eder. Fakat ne Esra'nın ne de babasının bilmediği bir şey vardır, İbrahim okulundan istifa etmiş, bir Türk okulunda öğretmenlik yapmaya karar vermiştir. En başta baba kabul etmez ama el mahkûm, kızının mutluluğu için razı olur. Hedef bellidir artık, evliliklerinin üçüncü gününde İbrahim ile Esra, Kazakistan'ın yolunu tutarlar. Esra'nın giderken yanında götürmek istediği tek şey ise karanfil tohumudur. Çünkü karanfil annesine dedesinin verdiği son hediyedir ve bu yüzden en sevdiği çiçektir. Esra'nın babası da ona bir karanfil hediye eder, başta kabul etmek istemez ama babası bir şart koşar. Der ki: “Hangi ülkeye, ne kadar uzağa gideceksen git ama son nefesimi verirken yanımda ol. O yüzden bu karanfili al çünkü bu birbirimizi son görüşümüz değil!” Yeni evli çift, Kazakistan'a gider, oranın soğuğuna, yiyeceklerine, insanlarına alışırlar. Zor olur ama hangi güzelliğe kolaylıkla ulaşılabilmiş ki insanoğlu? Bunu çok iyi bilir Esra da, İbrahim de. Bu yüzden karşılarına çıkan bütün zorlukları sevgiyle, inançla aşarlar. Günler günleri, aylar ayları kovalar. İbrahim bir gün Afrika'da yeni bir okulun inşaatına yardım etmek üzere Nijerya'ya gider. Döndüğünde yanında bir hastalık getirir İbrahim. Bir de sürpriz yapar karısına. Eşinin Kazakistan'da doktorluk yapabilmesi için Sağlık Bakanlığı’ndan izin almıştır ve muayenehane Esra'nın doktor abisi ve yengesinin de İstanbul'dan gelmesiyle açılır. Oyunun bundan sonrası, esinlenilen gerçek öyküler kadar hüzünlü... FKM tiyatrosu oyuncularının başarıyla sahnelediği Gurbetteki Karanfil'i Murat Genç kaleme aldı, Ömer Okuyan yönetti. Bir buçuk saat süren iki perdelik oyunun ışık tasarımı Nejat Karapınar'a, müziği ise Ferdi Karameşe'ye ait. Komedi ile dramın birleştiği Gurbetteki Karanfil yarın akşam saat 19.00'da FKM'de sahnelenecek. (www.fkmtiyatrosu.com)

24 Ocak 2014 Cuma

Kediler güzel şarkı söyler!

Broadway'in en uzun soluklu müzikali 'Cats', Türkiye'deki ilk gösterilerine başladı. T.S. Eliot'un kitabından, Andrew Lloyd Webber'in sahneye uyarladığı müzikalde önceki akşam İstanbullu sanatseverler eğlenceli ve unutulmaz bir gece yaşadı. Fakat, kedi isimlerinin sahnenin tepesindeki Türkçe ekrandaki tuhaf ve şaşırtıcı çevirileri gözden kaçmadı. Öyle ki, yılların meşhur kedileri Billy, Bilo; Lilly, Lale ve Macavity ise Çapuluki olarak müzikalde boy gösterdi."Güngör Sami bir sabah, sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında, kendini yatağında ürkütücü dev bir böceğe dönüşmüş buldu." Cümledeki tuhaflığı, Franz Kafka'nın benzersiz romanı Dönüşüm'ü okuyanlar hemen fark etmiş, hatta hiddetlenmiştir. Zira, Gregor Samsa'yı, Türkçeye ‘Güngör Sami' olarak çevirmek, şaşırtmanın ötesinde esas metne sadık kalmanın sorumluluğunu alıp götürür.Sanatseverlerin günlerce heyecanla beklediği Cats müzikali, önceki akşam ikinci kez Zorlu Center PSM'de sahnelenirken, izleyicileri bekleyen böyle sürpriz bir ‘dönüşüm' vakası yaşandı. T.S. Eliot'un ‘Old Possum's Book of Practical Cats' adlı kitabından, Andrew Lloyd Webber'in sahneye uyarladığı müzikalde yer alan kedilerden Billy, Bilo; Lily, Lale; Macavity, Çapuluki; Skimbleshanks, Haytabacak; Old Deuteronomy ise İhtiyar Ezeli olarak çevrilmişti. Türkiye'ye ilk kez yolu düşen ve dünya çapında birçok unvana sahip bu müzikalde sahnenin tepesindeki ekranda, şarkının Türkçe sözleri kulakları tırmalarken, Webber'in orijinal metnindeki ritmi de zedelemiş oluyor. Müzikalde yer alan “Kedinin kendi adıyla hitap edilmeye hakkı vardır.” cümlesini bir kenara iten bu garip dönüştürmeyi saymazsak, Zorlu Center PSM'de sahnelenen müzikalde Eliot'un kedileri, İstanbullu sanatseverlere eğlenceli ve unutulmaz bir gece yaşattı. Tıpkı yazarın kitabındaki heyecan veren dünya gibi. T.S. Eliot'un 1930'da yayımladığı kitabından uyarlanan müzikal, ilk kez 1981'de New London Theater'da sahnelenir ve dünya çapında büyük bir başarı sağlar. Eliot, kitabındaki şiirleri her ne kadar çocuklar için yazmış olsa da yetişkinlerin de ilgisini çeker. Bugüne kadar 20'den fazla ülke ve 250'yi aşan şehirde, 11 farklı dilde sahnelenen ve 50 milyondan fazla izleyiciye ulaşan müzikal, kedilerin dünyasından sesleniyor. Müzikalin konusu kısaca şöyle ilerliyor: İlk anda sahnede toplanan kediler Jellicle (Ciciko) kabilesini ve amaçlarını bir bir dile getirir. Kabilenin lideri herkesçe sevilip sayılan yaşlı, bilge kedi Old Deuteronomy, sahneye gelir ve yeni bir hayata başlayacak kedinin seçiminin yapılacağı fark edilir. Tüm kediler Old Deuteronomy'nin yapacağı tercihi bekler. Hain kedi Macavity ise planlar peşindedir. Kutlamalar esnasında cazibeli bir kedi olarak nam salsa da yaşının ilerlemesinden dolayı tüm alacasını yitiren Grizabella, kedilere katılmak ister. Farklı bir hayat tercih ettiği için Jellicle kedileri tarafından dışlanan Grizabella, Memory adlı muhteşem şarkıyı söyler fakat diğer kediler bunu umursamaz ve onu bir kenarda sessizliğe terk eder. Müziğin, dansın ve şiirin muhteşem karışımıMüzikalin ikinci perdesi ise daha hareketlidir. Jellicle kedileri hep birlikte The Moment of Happiness şarkısını söyler. Tam bu esnada hain kedi Macavity'yi ürkütücü bir kahkahayla sahneye çıkar ve onun şürekası kediler, yaşlı kedi Old Deuteronomy'yi kaçırır. Bilgeyi kurtarma işi Mistoffelees'e düşer. Bu sihirbaz kedi, Old Deuteronomy'yi kurtarır ve hayata yeniden dönecek kedinin kim olduğu seçimi için sahne yeniden hareketlenir. Neşeli danslar ve şarkılar eşliğinde ilerleyen müzikalin en heyecan verici bölümlerinden biri Sklimbleshanks adlı, tren yollarında postaların takibini yapan kedinin performansı. Sihirli güçleri olan ve bilge kedi Old Deuteronomy'yi kötü kedi Macavity'nin elinden kurtaran Mistoffelees adlı kedinin sahnedeki dansı da görülmeye değer. Bu danslardan sonra herkes yerine geçer ve Grizabella yeniden meydana çıkar. Göz alıcı bir performansla seslendirdiği "Memory" şarkısıyla izleyicileri kendine çekerken, yeniden hayata dönecek kedinin kendisi olduğu, bilge kedi Old Deuteronomy tarafından duyurulur. Gösteri daha sonra büyüleyici bir sonla nihayete erer. İzleyiciler ile etkileşim halinde olan, tıpkı kediler gibi beklenmedik zamanlarda ummadık yerlerden çıkan oyuncular, müzikali izleyenlere neşeli anlar yaşatırken, müzikalin senelerdir sahnelenmesinin ardındaki sır böylece açığa çıkıyor. le veriyorlar. Müziğin, dansın ve şiirin muhteşem karışımı Cats, Zorlu Center PSM'de 9 Şubat'a kadar sahnelenecek.

23 Ocak 2014 Perşembe

Bu üniversitenin altı da üstü de film platosu

İpek Üniversitesi iki yıl içinde 4 plato ve 4 stüdyo ile kapılarını sinema sektörüne açacak. Ulusal sinemaya büyük katkıda bulunması hedeflenen kampüsün mimarisi de üniversiteyi her yönüyle film platosuna dönüştürüyor.Ankara’da kurulan İpek Üniversitesi, sinema ve dizi sektörüne önemli bir katkıda bulunmaya hazırlanıyor. 2013-2014 öğretim yılında eğitime başlayan üniversitenin kampüs alanının zemini film platosu ve stüdyo olarak tasarlandı. Ülkemizde diğer üniversitelerde benzeri olmayan yapıda, 4 adet plato ve 4 adet stüdyodan oluşacak alanın tamamı 4170 metrekare. En büyük platonun alanı 1150 metrekareye ulaşırken yüksekliği ise 18 metreyi buluyor. Bu çabanın ulusal sinemaya katkısı ise plato ve stüdyoların sadece üniversitenin öğrencileri için değil, yurtiçinden ve yurtdışından burada film çekmek için başvuruda bulunacak herkese açık olmasında. Sinema Sanatları Fakültesi Film Tasarımı Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Şükran Akpınar, kampüs yerleşkesinde yer alan tren garı, göl evi, Beylerbeyi Sarayı gibi yapıların üniversitenin tamamını bir açıkhava film platosuna dönüştüreceğini ifade ediyor. Önümüzdeki yıl faaliyete geçecek olan fakülte binalarında öne çıkan Roma klasikçiliği, barok, Rönesans mimarisi, art deco, neo klasik, romanesk gibi mimari tarzlar da Akpınar’ın sözlerini doğruluyor. Öncelikli hedeflerinden birinin ulusal sinemayı desteklemek olduğunu dile getiren Akpınar, “Bizim derdimiz sektörün kendisini de ulusal sinema anlayışını da bir revizyondan geçirmek.” diyor. Yine Akpınar’ın sözlerine göre üniversite, ilk filmini yapmak isteyen ama maddi destek bulamamış kişilere destek vermenin yanı sıra, yıllarca sinema sektörüne emek vermiş insanlarla da kol kola yürümek istiyor. İpek Üniversitesi, Güney Kaliforniya Üniversitesi Sinema Sanatları Fakültesi’yle de işbirliği içinde. Müfredattan teknik altyapıya kadar buradan destek alıyorlar. Öğrenciler bu sayede en az bir dönem yurtdışında bir film okulunda tecrübe edinebilecekler. Okuldaki öğretim modelinde ise öğrenciler üçüncü sınıfa geldiklerinde iki modülden birini seçecekler, yani, yollarına ya yönetmenlik eğitimi alarak ya da senaryo yazarlığında uzmanlaşarak devam edecekler. Akpınar, senaristlere en az yönetmenler kadar değer verilen bu anlayışla birlikte, 2020’lerden itibaren yeni bir sinema kuşağı çıkacağından emin.“Tanpınar okumamış biri sinemacı olmasın!”Akpınar, Film Tasarımı Bölümü’ne kayıt olan öğrencileri muhakkak edebiyat, tarih ya da siyaset bilimi bölümlerinden birinde çift anadal yapmaya yönlendirdiklerini anlatıyor. “Bu besleme olmadan öğrenciler buradan sinemacı olarak çıkamayacak.” diyen Akpınar’a soruyoruz: “Neden bunu gerekli gördünüz?” Akpınar haklı gerekçesini şöyle anlatıyor: “Çünkü kendi edebiyatını bilmeden senaryo yazarı olunabileceğine inanmıyorum. Çok başarılı yazarlarımız var ama onlar sinema için yazmıyor, senaristler de edebiyat altyapısı kuvvetli olmadığı için hikâyede çok başarılı olamıyorlar. Buradan çıkan bir öğrenci yönetmen bile olacaksa edebiyatı biliyor olması lazım. Hiç edebi eser okumamış, Ahmet Hamdi Tanpınar okumamış biri sinemaya el atmasın! Bu konuda böyle bir direncim var.” Bu vesileyle sık sık gündeme gelen senaryo sorununa da değiniyoruz. Akpınar bu konuda sinema sektöründeki kişilerin aksine oldukça umutlu. Diyor ki: “Bizim senaryo sorunumuz olduğuna inanmıyorum. Bu topraklar hikâye toprakları. Dede Korkut’un olduğu, mitolojinin bile doğduğu topraklardan bahsediyoruz. Bu ülkede hikâye bol ama bunu fark edemeyen sinemacılar var.”

22 Ocak 2014 Çarşamba

Sabancı hat koleksiyonu Bahreyn’de

Sakıp Sabancı Müzesi ‘Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu ve Resim Koleksiyo-nu’ndan bir seçki olan “İslam Hat Sanatının Beş Yüz Yılı” sergisi, Bahreyn’in başkenti Manama’da açıldı. Bahreyn Milli Müzesi’nde sanatseverlere sunulan sergide, Sabancı Koleksiyonu’ndan toplam 86 eser yer alıyor. Bahreynlilerin sergiye olan ilgisi bir hayli dikkat çekiciydi.Yaşı yetmişe yakın Bahreynli Asma teyze, kızını koluna takıp dedelerinin doğduğu topraklardan gelen hat levhalarını, büyük bir titizlikle inceliyordu. Anne ve kızın çocuksu heyecanı müzedeki pek çok kimsenin dikkatini çekmiş olsa gerek, bir gazeteci dayanamayıp Asma teyzenin yanına yaklaştı ve sergi konusunda fikirlerini aldı: “Dedelerimiz Türkiye'den. Serginin açılacağını duyunca müzeye geldik, bu güzel hat levhalarını gördüğümüz için çok mutluyuz.” Asma teyzenin, kızıyla birlikte Hasan Rıza'nın elinden çıkma sülüs ve nesih hatla yazılmış Hilye-i Şerif'in önünde fotoğraf çektirirken yaşadığı mutluluğu tarif etmek biraz zor. Asma Hanım müzede yalnız değildi, onunla birlikte aynı coşkuyu yaşayan pek çok Bahreynli vardı. Sakıp Sabancı Müzesi Koleksiyonlarından Başyapıtlar “İslam Hat Sanatı'nın Beş Yüz Yılı” sergisi Başkent Manama'daki Bahreyn Milli Müzesi'nde geçtiğimiz pazar günü açıldı. Bahreyn Milli Müzesi'nin 25. kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında düzenlenen sergide, İslam yazı sanatından seçkin elyazmaları, cilt ve güzel yazı sanatının örnekleri, divitler, yazı çekmeceleri, Osmanlı sultanlarının tuğralarıyla başlayan diplomatik belgeler, fermanlar ve yazı ustalarının kullandığı malzemeler yer alıyor. Küratörlüğünü Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer'in, tasarımını ise sergi "mimarı" Boris Micka'nın yaptığı “İslam Hat Sanatı'nın Beş Yüz Yılı” sergisini, Bahreyn Kültür Bakanı Shaikha Mai bint Mohammed Al Khalifa açtı. Pek çok davetlinin katıldığı geceye Bahreynliler yoğun ilgi gösterdi. Denizin hemen kıyısında bulunan Bahreyn Milli Müzesi'ndeki sergide, toplam 86 eser yer alıyor. 15. yüzyıldan 20. yüzyıla tarihlenen kitap sanatlarının yanı sıra, içinde hat sanatından izlerin bulunduğu Halil Paşa, Osman Hamdi Bey ve Şehzade Abdülmecid Efendi gibi isimlerin de yağlıboya tabloları sergileniyor. Osmanlı'nın kitap sanatlarına olan ilgisini gösteren uzun bir minyatürlü yoldan girilen sergi, hem seçilen eserler hem de tasarımıyla göz dolduruyor.'MÜZELER ARASINDAKİ İŞBİRLİĞİ DİYALOĞU ARTIRIR'Sakıp Sabancı'nın ölümünün 10. yılı için düzenlenen ilk etkinlik olan serginin hazırlıkları, geçtiğimiz yıl Bahreyn Kültür Bakanı Shaikha Mai bint Mohammed Al Khalifa'nın, Sabancı Müzesi'ni ziyaret edip koleksiyonu beğenmesiyle başlar. Shaikha Mai, serginin kendi ülkelerine taşınması için Nazan Ölçer'e bir mektup yazar. Tanımadıkları bir toprakta Sabancı Müzesi'ni nelerin beklediğini bilmedikleri için, ayaklarını sağlam basmak istediklerini söyleyen Ölçer, daha önceki dönemlerde birlikte çalıştığı bir ekiple sergiyi hazırlar. Böyle bir işbirliğinden çok mutlu olduklarını dile getiren Ölçer, önümüzdeki yıllarda Sabancı Müzesi'nin çağdaş sanat koleksiyonunu da buraya taşıyabileceklerini söylüyor. Müzeler arası bu tür işbirliklerinin ülkeler arasındaki diyaloğu da artırdığını söyleyen Ölçer, Bahreyn'de sanat eserlerinin depolanması ve sergilenmesi biraz zayıf olsa da bu ülkeden epey umutlu. Bunun yanı sıra Bahreyn'de 40 yıldır bir çağdaş sanat sergisinin düzenlendiğini de belirtmek lazım. Müzenin hemen yanı başına kurulan sergi, Bahreyn güncel sanatının eğilimlerini, gelişimini gösteriyor. Bahreyn Milli Müzesi'nin komşusu olan ve geçtiğimiz yıl açılan Bahreyn Milli Tiyatro binası da ülkenin sanat yatırımları konusundaki kararlılığını gösteriyor. Sabancı Müzesi'nin, Bahreyn Milli Müzesi'nde açtığı sergi, karşılıklı anlayışı geliştirmek için fikirlerin, bilgilerin, sanatın ve diğer kültürel faaliyetlerin ülkeler ve ülke insanları arası alışverişi olarak tanımlanan kültürel diplomasi açısından büyük bir önem taşıyor. Zira, sergiye gelen kalabalığın hat sanatına ve Türkiye'ye ilgisi dikkate değerdi. 2012'den beri teknolojideki yeniliklerden yararlanılarak sergilenen Sakıp Sabancı Müzesi'nin “Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu” diğer ülkelerde daha da fazla tanınmayı hak ediyor. Bahreyn Milli Müzesi'nde sergi, 13 Nisan'a kadar açık kalacak.

21 Ocak 2014 Salı

Siyad’ın seçimi ‘Zerre’

46. SİYAD Ödülleri’nde Erdem Tepegöz’ün yönettiği ‘Zerre’, en iyi film, kadın oyuncu ve kurgu dallarında ödüle ulaştı. Yılmaz Erdoğan imzalı ‘Kelebeğin Rüyası’ ise beş ödül alarak gecenin en çok sahneye çıkan yapımı oldu. Kıvanç Tatlıtuğ, sinemadaki ilk başrolünde en iyi erkek oyuncu seçilirken, Yozgat Blues, Sen Aydınlatırsın Geceyi ve Jîn filmleri törenden birer ödülle ayrıldı.Sinema Yazarları Derneği’nin (SİYAD) yılın en iyilerini seçtiği SİYAD Ödülleri dün akşam 46. kez sahipleriyle buluştu. Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen ödül törenine eleştirmenlerin yanı sıra sinema dünyasından birçok isim de katıldı. Törende, SİYAD’ın 93 üyesinin 2013 yılında sinema salonlarında en az yedi gün ticarî gösterime girmiş yerli ve yabancı filmler arasında yaptığı iki turlu değerlendirme sonucunda belirlenen ‘en iyiler’ açıklandı. D-Smart’tan canlı olarak yayınlanan ve oyuncu Ceyda Düvenci’nin sunduğu törende en iyi film ödülü, Erdem Tepegöz’ün yönettiği ‘Zerre’ filmine verildi. Geceden üç ödül ile ayrılan Zerre’nin başrol oyuncusu Jale Arıkan en iyi kadın oyuncu ödülünü alırken, Mesut Ulutaş da en iyi kurgu ödülünü kazandı. Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği ve bu yıl Türkiye’nin Oscar adayı olan ‘Kelebeğin Rüyası’ filmi ise beş ödül ile sinema yazarlarından en fazla ödülü alan yapım oldu. Sinemadaki ilk başrolünde Kıvanç Tatlıtuğ’a en iyi erkek oyuncu ödülü kazandıran ‘Kelebeğin Rüyası’, yardımcı kadın oyuncu, görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni ve müzik dallarında ödül listesine adını yazdırdı. En iyi film dalının güçlü adaylarından Onur Ünlü’nün ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’, Reha Erdem’in ‘Jîn’ ve Mahmut Fazıl Coşkun’un ‘Yozgat Blues’ filmleri ise törenden birer ödül alarak ayrıldı. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan ‘Mavi En Sıcak Renktir’ filmi de SİYAD tarafından yılın en iyi yabancı filmi seçildi. Karsu ve Sema Moritz’in müzikleriyle renklendirdiği gecede bu yılın onur ödülleri sinema ve tiyatro oyuncusu-çevirmen Serra Yılmaz; yönetmen ve senaryo yazarı Ali Özgentürk; senaryo yazarı, sinema ve tiyatro oyuncusu Macit Koper olacak. SİYAD’ın Emek Ödülü ise yayıncı, tasarımcı, fotoğraf sanatçısı ve sinemamızın unutulmaz afişlerine imza atmış olan Erol Ağakay’a verildi.46. SİYAD ÖDÜLLERİEn İyi Film: Zerre En İyi Yönetmen: Reha Erdem (Jîn) En İyi Senaryo: Onur Ünlü (Sen Aydınlatırsın Geceyi) En İyi Kadın Oyuncu: Jale Arıkan (Zerre) En İyi Erkek Oyuncu: Kıvanç Tatlıtuğ (Kelebeğin Rüyası) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Farah Zeynep Abdullah (Kelebeğin Rüyası) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Nadir Sarıbacak (Yozgat Blues) En İyi Müzik: Rahman Altın (Kelebeğin Rüyası) En İyi Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki (Kelebeğin Rüyası) En İyi Kurgu: Mesut Ulutaş (Zerre) En İyi Sanat Yönetimi: Hakan Yarkın (Kelebeğin Rüyası) En İyi Belgesel Film: Saroyan Ülkesi (Lusin Dink) En İyi Kısa Film: ‘Tornistan’ ve ‘Nerdesin?’

20 Ocak 2014 Pazartesi

Orhan Kemal 100 yaşında

Çukurova özelinde Anadolu insanını bütün doğallığıyla eserlerine taşıyan, Türk edebiyatının özgün kalemlerinden Orhan Kemal (1914-1970), 100 yaşında. Orhan Kemal, doğumunun 100. yılında çeşitli etkinliklerle anılıyor. Baba Evi, Avare Yıllar, Murtaza, Cemile ve Bereketli Topraklar Üzerinde gibi unutulmaz romanlara imza atan yazar için Hece dergisi de özel bir sayı yayımladı.Oyuz yıllık yazarlık hayatına on iki öykü kitabı, yirmi yedi roman ve iki tiyatro oyunu sığdıran Orhan Kemal, 55 yaşında ve hastalıkların pençesindedir. Son yılları ameliyatlar, krizler, kanamalarla geçen yazar; dinlenmesi gerektiğini söyleyen doktorlara rağmen kalemi elinden bırakmaz. Bir zamanlar ekmek parasını çıkardığı “yazmak” artık onun için tutkudur. Güç bela aldığı pasaportla önce bir davet üzerine Moskova’ya uçar. Yeni ameliyat olan yazar, rahatsızlanınca hastaneye kaldırılır. Yıl 1969… O yıl ödüllerine bir yenisi eklenir. “Önce Ekmek” adlı kitabı Türk Dil Kurumu 1969 Hikâye Ödülü’ne değer görülür. Asıl adı Mehmet Raşit olan Orhan Kemal, Bulgaristan göçmeni ailesinin hikâyesini yazmak için eşi Nuriye Hanım’la Mayıs 1970’te Sofya’ya gider. Ama kalbi onu rahat bırakmaz. Kaldırıldığı hastanede vefat eder. Cenazesi konvoy eşliğinde karayoluyla Türkiye’ye getirilir. Orhan Kemal’i taşıyan arabanın üzerinde şöyle yazıyordur: “Biz işçiler senin hatıran önünde saygıyla eğiliriz.” Çukurova’da pamuk tarlalarında, çırçır fabrikalarında çalışan işçileri anlatan, ezilen ırgatların, yoksul köylünün, taşradan geçim derdiyle şehre göçüp hakir görülen Anadolu insanının hikâyesini tüm gerçekliğiyle eserlerine taşıyan Türk edebiyatının usta ismi Orhan Kemal, 100 yaşında. Devlete sadık bir memur babanın oğlu olarak 1914’te doğar. Zamanla devlete muhalif bir tavır alan baba Abdülkadir Kemalî Bey ülkeyi terk etmek zorunda kalınca, ailesiyle Suriye’ye kaçar. Elde avuçta kalan altınlarla açtıkları lokanta iflas edince önce Orhan Kemal, sonra anne ve kardeşleri bir bir Adana’ya dönerler.‘AVARE YILLAR’ BAŞLIYOROrhan Kemal, okul yıllarında edebiyattan adeta nefret etmektedir. Kitapla tanışması da hayatın içinde olur. O yıllar, onun için “varsa futbol, yoksa futbol”dur. İstanbul’a eğitimini tamamlamak için gitmiş ancak bir kız uğruna Adana’ya geri gelmiştir. Artık ‘Avare Yıllar’ başlamıştır. İşsiz güçsüz dolaşırken sıkça uğradığı kahvede İsmail Usta adında bir adamın hediye ettiği birkaç kitap sayesinde edebiyatın dünyasına girer. Yıllar geçer ve bu kitap sevgisi onu romancılığının vesilesi olacak olaya sürükler. Daha ilk çocuğu doğalı yirmi gün olmuştur. Fakat askere çağrılır. Tezkere almasına kırk gün kala bir ihbara uğrar. “Nazım Hikmet ve Maksim Gorki okuduğu için” mahkemeye çıkarılır ve beş yıl hapse mahkûm edilir. Orhan Kemal’in hapishanede yazdığı şiirler, dergilerde yayımlanır. Babası bu sırada ülkeye dönmüş ve oğlunun başına gelenleri öğrenmiştir. Onu önce Adana, sonra da Bursa Cezaevi’ne naklettirir. O yıllarda Nazım Hikmet de hapistedir ve Çankırı Cezaevi’nden Bursa’ya nakledilmiştir. Birkaç gün sonra Orhan Kemal’le kalmak isteyen Nazım Hikmet’in bu isteği kabul edilir. Orhan Kemal de ilk iş olarak şaire kendi şiirlerini okur. Nazım Hikmet beğenmediği gibi sert bir şekilde eleştirir. Nazım Hikmet, “Sizde, sanat için iyi bir kumaş var.” diyerek onunla ilgilenmeye devam eder. Şiir yazmaya devam eden Orhan Kemal, bir de roman kaleme almaya başlar. Bu çalışma Nazım Hikmet’in eline geçer ve şair metne hayran kalır. Orhan Kemal’e şiiri bırakmasını ve roman yazmasını salık verir. O güne kadar Mehmet Raşit olarak çok şey görüp geçiren, fabrikada çalışan, tarlada ırgat olan, mahpus yatan genç adam, o günden sonra kendine has kurduğu ve zamanla geliştirdiği dili ve üslubu ile “Orhan Kemal” olmuştur. Baba Evi, Avare Yıllar, Murtaza, Cemile, Bereketli Topraklar Üzerinde romanları birbirini izler. Ardından Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğulları, Gurbet Kuşları, Evlerden Biri, Kötü Yol, Kaçak ve Tersine Dünya gibi pek çok roman... İlk öyküsünü 1941’de kaleme alan usta romancı, öyküden hiçbir zaman vazgeçmez ve Ekmek Kavgası, 72. Koğuş, Babil Kulesi, Önce Ekmek gibi öykü kitapları da yayımlar. Yazarın, yayımlandığı yıllarda sinemaya ve tiyatroya uyarlanan birçok eseri, son yıllarda adeta yeniden keşfedilerek çeşitli televizyon dizilerini beslemeye devam ediyor.Hece’den Orhan Kemal özel sayısı2010 yılında ölümünün 40. yılında andığımız Orhan Kemal’in 100. doğum yılında da etkinlikler yapılıyor. Usta yazarın doğduğu topraklarda gerçekleşen “Çukurova 7. Kitap Fuarı”nda (4-19 Ocak) ana tema “Orhan Kemal 100 Yaşında” olarak belirlendi. Bir güzel haber de Hece dergisinden geldi. Dergi, 18. yılının ilk sayısını (205. sayı) Orhan Kemal’e ayırdı. Aynı zamanda Hece’nin 27. özel sayısı olan “Bereketli Topraklar’ın Yazarı Orhan Kemal” başlıklı dergi, yedi bölümden oluşuyor. Birinci bölümde yazarın hayatı, kişiliği ve düşüncesi anlatılıyor. Mehmet Narlı’nın kaleme aldığı portre, Mehmet Raşit’ten Orhan Kemal’e geçişi özetliyor. İkinci bölümde Fikret Uslucan, Bilâl Uysal, Köksal Alver, Özlem Fedai, Alâattin Karaca, Bâki Asiltürk gibi yazarlar, Orhan Kemal’in romancılığını ve öykülerini ele alıyor. Üçüncü bölümde ise yazarın eserlerindeki konular, meseleler, dil, üslup, halk kültürü unsurları ve çeşitli imgeler ele alınıyor. Özel sayıda beşinci bölüm “Mektuplar ve Tanıklar” başlığına ayrılmış. Derginin dikkatle okunması gereken ve Orhan Kemal’in hayatına içeriden bir bakış sunan bu bölümdeki müstakil yazılarda, günlükler ve mektuplar eşliğinde pek çok ayrıntıya yer veriliyor. Doğan Hızlan’dan Talât S. Halman’a, Kültür Bakanı Ömer Çelik’ten yazarın oğlu Işık Öğütçü’ye, Abdulkadir Budak’tan Yüksel Aksu’ya pek çok isim ise ‘soruşturma’ bölümünde Orhan Kemal’e dair düşüncelerini paylaşıyor. Yusuf Turan Günaydın tarafından hazırlanan bibliyografya ve Orhan Kemal albümü de dergiye değer katan bölümler arasında.

18 Ocak 2014 Cumartesi

Cumhurbaşkanlığı Korosu yılı ilklerle karşılıyor

Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu, 40’ıncı yılına adım attığı yeni yılın ilk konserini, 19 Ocak Pazar günü saat 11.30’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda veriyor. Pek çok bakımdan ilklerle dolu konseri, şef yardımcısı Mehmet Güntekin yönetiyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de izleyeceği konserin detaylarını Güntekin anlattı.Bu konser neden çok önemli?1975’te kurulan koromuz 39 yılı geride bıraktı ve bu, 40. yılımıza adım attığımız ilk konser. Sayın Cumhurbaşkanımız da konsere katılacak. Bu, onun katılacağı ilk periyodik konserimiz olacak. Ayrıca koromuzun icrasında da bazı ilkler söz konusu. Konser boyunca toplam 4 eser, koromuzda ilk defa icra edilecek. Bunlardan biri çok eski dönemlere ait Maragalı Abdülkadir’in bir eseri; tamamen Farsça güftelerden oluşuyor. Diğeri yakın bir geçmişte kaybettiğimiz Cinuçen Tanrıkorur’a ait bir eser. Yine solistimiz Bekir Ünlüataer’in seslendireceği dört eserden ikisi, koromuzda ilk defa seslendirilecek. Tüm bu bakımlardan konserimiz büyük ilgi görüyor, davetiyelerimiz tükendi. Bir de ben iki yıldır koroda şef yardımcısıyım, ilk defa bir konseri yöneteceğim, o yüzden bu konser benim için ayrıca önemli.Bahsettiğiniz yeni eserler koronun daimi repertuvarının bir parçası olup diğer konserlerde de karşımıza çıkacaklar mı? Tabii... Bundan sonra tekrar karşımıza çıkacaklar. Ama koromuzun repertuvarı o kadar geniş ki mesela biz bir eseri hiç tekrarlamadan 6 yıl geçirmişiz. Düşünün... 6 yıl önce okuduğumuz bir esere sıra ancak gelebilmiş. Yani o kadar geniş bir repertuvar; bir de sadece klasik eserler bunlar.Periyodik konserleriniz nasıl, yılda kaç kez yapılıyor?Aslında önceden AKM bizim asıl çalışma merkezimizdi. Orası açık olduğu sürece biz her hafta, her pazar konser yapardık. Kurulduğumuzdan bu yana kemikleşmiş bir konser düzenimiz vardı. Fakat AKM kapandıktan sonra konserlerimizi ancak Cemal Reşit Rey Konser Salonu müsait oldukça vermeye başladık. O da ancak ayda bire tekabül ediyor. Ama biz tabii ayda bir konser yapıp beklemiyoruz. Onun dışında Dolmabahçe Sarayı’nda, Bakırköy Musiki Vakfı’nın İspirtohane Binası’nda, İstanbul Radyosu Stüdyosu’nda halka açık konserler vermeyi sürdürüyoruz. İstanbul dışında da konserlerimiz oluyor; mesela çok yakın bir geçmişte Eskişehir’deydik. En mühimi küçük gruplar halinde dünyanın her tarafında festivallere katılıyoruz ve klasik Türk müziğini hem yurtiçi hem yurtdışında temsil ediyoruz. Yani ayda ortalama 7-8 etkinliğimiz oluyor.AKM ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Son durumu hakkında bir bilginiz var mı? Son bilgimiz şu: AKM’nin içinde yer alan birimlerin hepsi binanın yıkılıp yeniden yapılmasını istiyor. Biz zaten baştan beri bunu istiyorduk. Ama birtakım ideolojik yaklaşımlar, otel olacak, alışveriş merkezi olacak gibi söylentiler ve yönetime karşı olan güvensizlik; süreci geciktirdi. Orası çoktan yapılacaktı, içine geçmiş olacaktık. Şimdi çalışma yerimiz bir yerde, arşivimiz bir yerde, konserlerimiz bir başka yerde. Biz de bütün diğer kurumlar gibi mağduriyet yaşıyoruz. Nihayet herkes anladı, buraya başka bir şey yapılmayacak. Yapılabilir mi zaten; ihtiyaç belli: kültür merkezi. En son restorasyonuna karar verilmiş, paralar ayrılmıştı ama restorasyon işini üstüne alan müteahhit, binanın depreme dayanıklı olmadığını ileri sürerek işten çekildi. Her şey başa döndü, bu kadar vakit de boşa geçti.Dede Efendi’nin meşkine katılmak mümkünCumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu’nun 2014 yılındaki ilk periyodik etkinliği olması sebebiyle ‘Yeni Yıla Merhaba’ başlığını taşıyan konserin repertuvarında Dede Efendi’nin 24 makam ve 25 makam geçkisinden oluşan Rast Kâr-ı Nâtık’ı da bulunuyor. Bu eser musikiseverler için ‘Dede Efendi’nin meşkine katılmak’ anlamını taşıyor. Konserin bir başka sürprizi de solistlerden Bekir Ünlüataer’in Sûznâk makamından seçtiği dört şarkıyı seslendirecek olması. Bir de yine konserde; korodaki 30’uncu hizmet yıllarını dolduran sanatçılar Aziz Şenol Filiz (ney), Birol Yayla (tanbur) ve Salih Bilgin’e (ney) şükran plaketleri verilecek.

17 Ocak 2014 Cuma

Zamanlaması manidar bir film

17 Aralık’tan bu yana ülkemizde yaşananlar herkesin malumu. Bazı siyasilerin ve işadamlarının da adının karıştığı yolsuzluk ve rüşvet soruşturması, bunun üzerine polis teşkilatında gerçekleştirilen görevden almalar, yargının işleyişine yönelik yapılması düşünülen değişiklikler ve nihayetinde soruşturmanın gündemden düşmesi için ‘dış mihraklar’, ‘paralel yapı’, ‘çete’, ‘Haşhaşi’ gibi kavramlar ile yürütülen karalama kampanyaları… Şimdi, 36 yıl öncesine gidelim. 1978 yılının Amerika Birleşik Devletleri’nde New Jersey kentindeyiz. 10 yıldır büyük bir özveri ve başarıyla yöneticilik yapan Belediye Başkanı Carmine Polito, şehri kalkındırmak için bir kentsel dönüşüm hamlesi başlatır. Beş çocuk babası belediye başkanı, gücünü halkın sevgisinden ve sağlam iradesinden almaktadır. Başkan, 1929’daki Büyük Buhran öncesi gözde eğlence mekânı olan Atlantic City’yi yeniden şaşalı günlerine kavuşturmak gibi bir çılgın proje ortaya atar. Söz konusu semti (Atlantic City) oteller, kumarhaneler ve eğlence mekânlarıyla yeniden inşa edip halkına istihdam alanı açmak ve şehri kalkındırmak için kolları sıvar. Bunun için gerekli sermayeyi ise yakın dostu Irving Rosenfeld aracılığıyla kısa süre önce tanıştığı Abdullah adlı bir Arap şeyhinden sağlayacaktır. Şeyh Abdullah, yatırım yapacak yer arayan hayırsever bir işadamıdır. Başkan Polito, şeyhe yatırım imkânı sağladığı için ondan ‘hakkı olan’ komisyonunu alır. Kumarhane işinden dolayı mafya yapılanması da bu kentsel dönüşümün ‘doğal’ yatırımcısı konumundadır. Ve onların şartı Şeyh Abdullah’ın ABD vatandaşı olmasıdır. Bu noktada Başkan Polito, Amerikan Senatosu’ndaki kongre üyesi dostlarıyla görüşerek Şeyh Abdullah’ın vatandaşlık işlemlerini halletmelerini ister. Tabii ki onlar da şehrin yararına olacak bu ‘hayırlı’ işten paylarına düşen komisyonu alacaktır. Derken, aniden gündeme gelen bir yolsuzluk soruşturmasıyla bütün bu ‘hayırlı’ işlerin önü kesilir. FBI, şehrini kalkındırmak isteyen Carmine Polito’ya ve onun hayırsever kongre üyesi (milletvekili) dostlarına ‘komplo’ düzenlemiş ve onları tongaya düşürmüştür. Hâlbuki her şey vatandaşa hizmet için yapılmıştır. Ama gel de bunu âdeta bir ‘paralel yapı’ gibi çalışan, soruşturmayı, bağlı bulunduğu bakanlığa vs. bildirmeden, habersizce operasyon düzenleyen FBI’a anlat! 86. Oscar Ödülleri’nde 10 dalda aday olan ‘Düzenbaz / American Hustle’, eğlenceli bir dolandırıcılık ve polisiye öyküsü anlatıyor. Hınzır, zekice, gırgır ve şamata havasındaki atmosferi ise bu eğlenceyi artırıyor. 70’lerin modasını ve müziğini öyküsüne başarıyla dahil eden filmin oyunculukları ise üst düzeyde. Özellikle Christian Bale ve Amy Adams, amiyane tabirle ‘döktürüyor’. Ancak filmin Türkiye’de yaşayan sinemaseverler için yeterince ‘eğlenceli ve gerilimli’ olduğunu söylemek zor! Zira filmde Belediye Başkanı çıkıp halkının bir bölümüne çete, kirli örgüt, paralel yapı yahut Haşhaşi demiyor. ‘Yolsuzluk hikâye, esas amaç benim; bana komplo kurdular’ gibi şeyler de söylemiyor. Soruşturmayı yürüten kolluk kuvvetleri ve yargı mensupları görevlerinden alınıp sürgün edilmiyor. Velhasıl, ‘Düzenbaz’ iyi, hoş film de Türkiye’den bakınca heyecanı, gerilimi, entrikası biraz yavan kalıyor. Hollywood’un hikâye anlatıcılarının bizim memleketten öğreneceği çoook şey var! Ama yine de filmin zamanlaması manidar, öyle değil mi?

Vazgec, "alt tarafi ask" de gec

Insan nezaman asik olur? nezaman birini kendinden fazla sever? 

Neyi kaybeder onun icin, neyden vazgecer? Nedir ki ask? Birinden hoslanmakmi, vurulmak mi onsuz yasayamamak mi? Onun icin herseyi vermek mi? Hemde hic gözünü kirpmadan. Sayi nedir ki ask? ne icin lazim, O olmadan olmaz mi? Ask cok tehlikeli bunu anladim.  Bir yol düsün, nereye ve kime gidicegini sen belirliyorsun. Bazilarimiz emin adimlarla yürür bu yolu. Bazilari ise yavas ve korkak. Bazilarimiz da gözünü kirpmadan, önüne ne cikarsa ciksin yürürler. Bunun icin cesaret gerekir. Her an düsebilirsin cünkü. Bir yanlis adim seni ucuruma sürükleyebilir. Hislerini tepetakla edebilir. 

Bir bakis herseyi yikabilir. Kendini kaybedersin farkinda olmadan. 

Sesini cikarmadan, kimse seni duymadan....

16 Ocak 2014 Perşembe

Bir kez daha 'İstanbul Kent Müzesi' hayali

Tarih Vakfı 18 yıl önce kapattığı sandıkları açtı ve ‘Dünya Kenti İstanbul’ sergisini ‘Yine, Yeni: Dünya Kenti İstanbul’ ismiyle İstanbullularla buluşturdu. 1996’da Topkapı Sarayı’nın dış avlusundaki tarihî Darphane-i Âmire binasında açılan serginin yeni mekânı Karaköy’deki Galata Rum Okulu.Bundan 18 yıl önce Topkapı Sarayı'nın dış avlusundaki tarihi Darphane-i Amire binasında açılan ‘Dünya Kenti İstanbul Sergisi'nin bütün malzemesi, sergi bitiminde, sandıklara kondu ve mekânın deposunda İstanbul Kent Müzesi'nin açılmasını beklemeye başladı. On binlerce belge İstanbul'un binlerce yıllık geçmişinin öyküsünü canlandırmak üzere bir araya getirildi. Ve bunun için yüzlerce yazılı, on binlerce de görsel belge elden geçti, tartışıldı, elendi ve seçildi. Tarih Vakfı, bu sergiyi UNESCO himayesinde gerçekleşen Habitat-II İnsan Yerleşimleri Konferansı'nın rüzgârıyla, büyük emeklerle açmıştı. Niyeti, İstanbul Kent Müzesi'nin çekirdek malzemesini hazır etmekti. Ama aradan 18 yıl geçmesine rağmen İstanbul Kent Müzesi bir türlü açılamayınca, hatta günlük çıkarlara söylem olarak hizmet etmekten öteye geçemeyince; sergiyi yeniden İstanbullularla buluşturmaya karar verdi. 22 Şubat’a kadar Galata Rum Okulu'nda ziyaret edilebilecek ‘Yine, Yeni: Dünya Kenti İstanbul' sergisi; her ne kadar değişen, dönüşen ve herhangileşen İstanbul'a hafıza tazeletmeyi amaçlasa da aslında biraz da mecburiyetten açıldı. Müze umuduyla itinayla saklanan sandıkların, artık Darphane-i Amire deposunu terk etmesi gerekiyordu. Çünkü orası bundan sonra Arkeoloji Müzeleri'ne hizmet edecekti. Peki, sandıklar içindeki onca emek ne olacaktı; atılacak mıydı, satılacak mıydı? Tabii ki hayır; yani en azından bir kez daha sergilenmeden, hayır. Böylece 18 yıl önce Prof. Dr. Afife Batur'un genel koordinatörlüğünde, pek çok araştırmacı, arşivci ve mimarın gayretleriyle hazırlanan sergi yeniden ve aynı ekibin desteğiyle gün yüzüne çıktı. Ekipte yine Pelin Derviş, Ahmet Özgüner, Mert Eyiler, Eray Makal ve Murat Germen vardı. İstanbul Kent Müzesi söylemlerinin gölgesinde yepyeni bir kuşağın karşısına çıkan sergiye şimdi bir de pencereden dışarı baktığımızda gördüğümüz İstanbul dâhil edildi. Dünya kenti kavramıyla bütünleşen bir öykü akışında ve zamandizinsel olarak, hatta büyük patlamadan bugüne İstanbul'u itinayla anlatan serginin bir özelliği de kapanışla birlikte her biri kendi içinde bir tasarım nesnesi sayılan pano ve maketlerin ziyaretçilere bağış karşılığında emanet edilecek olması. Bu sayede, 18 yıl önceki serginin varoluş nedeni olan ama bir türlü gerçekleşmeyen ‘Hayali' İstanbul Müzesi için üretilmiş özgün malzemeler depolarda çürümekten kurtulacak. Sergi, 23 Şubat Pazar günü 10.00-18.00 saatleri arasında yapılacak ‘İstanbul Müzesi Hayali' pazarı ile son bulacak.İstanbul Kent Müzesi’nde son durumİstanbul Kent Müzesi tartışmaları 1990’ların başında Tarih Vakfı’nın çabalarıyla başlamıştı. Müze için ilk düşünülen yer Darphane-i Amire binalarıydı. Ama 1996’dan beri dillendirilen o proje bir türlü gerçekleşmedi. 2006’da başka bir yer önerildi: Sirkeci Garı. Hatta müzenin 2010 İstanbul Kültür Başkenti’ne yetişmesi planlandı ama o plan da hayata geçirilemedi. İstanbul’a bir kent müzesi kurulması tartışması, en son Gezi Parkı olayları başladığında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Burada bir kent müzesi de kurulabilir’ sözüyle gündeme geldi. Bu söylem 2012’nin son aylarında atılan ciddi adımları sekteye uğrattı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) 17-18 Kasım 2012’de müzeci, tarihçi, şehir plancısı ve ilgili disiplinlerden uzmanların davet edildiği bir çalıştay düzenlemişti. Çalıştayın raporunda İstanbul Kent Müzesi’nin kurulacağı yer olarak Topkapı Şehir Parkı gösteriliyordu. Konunun uzmanları İstanbul Kent Müzesi’nin projesinin hazır olduğunu, hatta ihaleye verildiğini ve çalışmaların yakında başlayacağını konuşuyordu. Ama Başbakan’ın malum açıklaması İstanbul Kent Müzesi çalışmalarını yeniden bir belirsizliğe sürükledi.Sergiye eşlik eden etkinliklerMüzesiz, hafızasız ve kimliksiz bırakılan İstanbul’un başına gelen olumsuzluklara işaret etmeyi amaçlayan sergiye pek çok yan etkinlik eşlik ediyor. 1993 yılında Tarih Vakfı’nın düzenlediği ‘İstanbul İçin Ütopyalar’ sempozyumuna atıfla düzenlenecek ‘Yine, Yeni: İstanbul İçin Ütopyalar’ buluşması, mekân kısıtı nedeniyle sergi kapsamından çıkarılan İstanbul Müzikleri bölümü yerine, bölüm küratörü Ersu Pekin ile ‘Yine, Yeni: İstanbul Müzikleri’ söyleşisi, hafta sonları gerçekleşecek ‘İstanbul İçin Açık Kürsü’ ve ‘İstanbul Forumu’ bunlardan bazıları.

15 Ocak 2014 Çarşamba

‘Altın flütlü adam' ile iki saat

Yüzüklerin Efendisi, Cesur Yürek, Forrest Gump, Atlara Fısıldayan Adam, Postacı gibi filmlerin müziklerine flütüyle katkıda bulunan İrlandalı yan flüt virtüozu Sir James Galway, yarın akşam saat 20.00'de Zorlu Center PSM'de sahneye çıkacak. Pink Floyd, Stevie Wonder, John Denver, Elton John ve Ray Charles gibi sanatçılarla aynı sahneyi paylaşan Galway, konser verdiği her ülkede ‘flütün efendisi' olarak görülüyor.Sir James Galway'e “Flüt çalmaya nasıl başladınız?” diye sorulduğunda, “Nasıl başlamayayım ki, ailemdeki herkes flüt çalıyordu. Büyükbabam, babam, amcam… Flüt endüstrisi gibiyiz.” diye cevap veriyor. Böyle olunca Galway'in müzik kariyeri önce ailesinden, sonra da özel hocasından aldığı derslerle başlıyor. İlk yıllarda öyle bağlanıyor, öyle seviyor ki enstrümanını, onu yanından hiç ayırmıyor, okula gidip gelirken bile hep elinin altında bulunduruyor. Hatta öğretmenleri flüt sevgisini kıskanıp biraz da dersleriyle ilgilenmesi konusunda genç Galway'i uyarıyor. Tüm dünyada “altın flütlü adam” olarak tanınan James Galway, 8 Aralık 1939'da İrlanda'nın kuzeyindeki Belfast kasabasında dünyaya gelir. Hocasının desteği ile dünyanın en önemli müzik okullarından Londra'daki kraliyet müzik akademisi Royal College of Music, Guildhall School of Music ve Paris Konservatuvarı'nda eğitim görür. Jean Pierre Rampal, Marcel Moyce ve Geoffrey Gilbert gibi ustalarla çalışarak virtüöz olma yolunda emin ve kararlı adımlarla yürür. Eğitim hayatı bittikten sonra 15 yıl orkestra sanatçılığı yapan Galway, 1950’lerde ünlü dönemini yaşayan İngiltere’nin ulusal orkestrası Filarmoni Orkestrası’nda (Philharmonia Orchestra) çalar.Sadler's Wells Opera, Covent Garden Opera, Londra Senfoni Orkestrası ve Royal Filarmoni Orkestrası'ndaki yerini de alır zamanla. Şef Herbert von Karajan ile anlaşmazlık yaşayana dek Berlin Filarmoni Orkestrası'nda 1969'dan 1975'e kadar baş flütçüdür. Berlin Filarmoni, onun için önemli bir kariyerdir, fakat bundan sonrası için aldığı karar Galway'i dünya sanatçılığına taşır. Sayısız altın ve platin CD, 30 milyondan fazla albüm satışı, Recording Academy Başkanlık Ödülü ve Klasik İngiltere Yaşam Boyu Başarı Ödülü ve dahası… Hepsi solo kariyerine başladığı 1975 yılından sonra gelir. Phil Collins, Stevie Wonder, John Denver, Elton John, Ray Charles, Alanis Morisste, Shania Twain ve Andrea Bocelli gibi farklı tarzlarda müzik yapan sanatçılarla aynı sahneyi paylaşan Galway, 1990 yılında Pink Floyd'un Berlin Duvarı’nın yıkılışı için verdiği The Wall konserinde de sahnedeydi. Flüt sanatçısı eşi Jeanne ile İsviçre'de yaşayan Galway, 2001'de İngiltere Kraliçesi Elizabeth tarafından ‘Sir' unvanıyla onurlandırılır. Flütü insanlara sevdiren sanatçı, klasik müziğin yanı sıra pop, caz ve Latin müziklerinde de başarılı icralar yapar. Peter Jackson'ın Oscar ödüllü filmi Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin müziklerine katkı sağlayan Sir Galway, klasik eserler ve İrlanda halk şarkılarını birlikte sunduğu sahne şovlarıyla kendini milyonlarca insana sevdirir. Galway'in nefesiyle klasik besteciler; Bach, Vivaldi ve Mozart'ın ustalık eserleri yorumlanırken çağdaş bestecilerin kendisi için bestelediği yeni flüt eserleri de sese kavuşuyor. Sir James Galway'e yarın akşamki konserinde eşi Lady Jeanne Galway flütüyle, Michael McHale de piyanosu ile eşlik edecek. Birlikte, İrlanda halk şarkılarından flüt sonatlarına, romanslardan düetlere iki saatlik bir konser verecekler. Galway, konserde ayrıca genç yeteneklere müziğe olan yaklaşımını ve flüt tekniğini aktaracak.Ünlü filmlerin zarif sesiJames Galway’in daha çok Yüzüklerin Efendisi filminin müziklerine yaptığı katkı biliniyor. Fakat 2004 yılında çıkardığı “Quiet on the Set: James Galway at the Movies” albümü onun pek çok filmin müziğinin gizli kahramanı olduğunu gösteriyor. İşte o filmlerden bazıları: Atlara Fısıldayan Adam (The Horse Whispereer), Postacı (Il Postino), Forrest Gump, Uzak Ufuklar (Far and Away), Kırmızı Değirmen (Moulin Rauge) filmi için bestelenen Nature Boy parçası, Cennet Sineması (Cinema Paradiso), Kalbinin Sesini Dinle (My Big Fat Greek Wedding) için bestelenen Stalia Stalia, Cesur Yürek (Braveheart), Manzaralı Oda (A Room With A View), Aşk Engel Tanımaz (Nothing Hill) için bestelenen She...

14 Ocak 2014 Salı

Altın Küre Ödülleri ‘Düzenbaz’a gitti

Oscar öncesi düzenlenen onlarca ödül töreni arasında en çok ses getiren ve sırf bu yüzden basınımızda yıllarca "Oscar’ın habercisi" olarak adlandırılan Altın Küre ödülleri dün sabaha karşı sahiplerini buldu.Hollywood Yabancı Basın Birliği (HFPA) tarafından Los Angeles’ta düzenlenen törende üç ödül alan ‘Düzenbaz / American Hustle’ filmi gecenin galibi oldu. Televizyon ve sinema alanında drama, komedi-müzikal ve mini dizi dallarında verilen ödüllerde David O. Russel’ın yönettiği ‘Düzenbaz’, komedi-müzikal dalında en iyi film seçildi. 1970’lerde bir dolandırıcılık çetesinin maceralarını konu alan filmin oyuncularından Amy Adams komedi-müzikal dalında en iyi kadın oyuncu, Jennifer Lawrence da en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünün sahibi oldu. Hatırlanacağı gibi Lawrence, geçen yıl da ‘Umut Işığım’ filmindeki rolüyle Altın Küre ve Oscar ödüllerinde en iyi kadın oyuncu ödülünü almıştı. Steve McQueen’in yönetmenliğini yaptığı ve Oscar ödüllerinde de en güçlü aday olarak öne çıkan ‘12 Yıllık Esaret / 12 Years a Slave’, beklendiği gibi drama dalında en iyi film seçildi. En iyi yönetmen ‘Yerçekimi / Gravity’ filmiyle Alfonso Cuaron’ın olurken, Matthew McConaughey ‘Dallas Buyers Club’daki performansıyla drama dalında en iyi erkek oyuncu seçildi. Drama dalında en iyi kadın oyuncu ödülünü ‘Mavi Yasemin’ filminden Cate Blanchett, müzikal-komedi dalında en iyi erkek oyuncu ödülünü ise ‘The Wolf of Wall Street’ filmindeki rolüyle Leonardo DiCaprio aldı. Gecede Hollywood’un ünlü yönetmeni Cecil B. DeMille adına verilen onur ödülü ise Woody Allen’ın olurken ödülü, Allen’ın yerine oyuncu Diane Keaton aldı.SİNEMA:A Film (DRAMA): 12 Yıllık Esaret Kadın oyuncu (DRAMA): Cate Blanchett (Mavi Yasemin) Erkek oyuncu (DRAMA): Matthew McConaughey (Dallas Buyers Club) Film (KOMEDİ-MÜZİKAL): Düzenbaz / American Hustle Kadın oyuncu (KOMEDİ-MÜZİKAL): Amy Adams (Düzenbaz) Erkek oyuncu (KOMEDİ-MÜZİKAL): Leonardo DiCaprio (The Wolf of Wall Street) Yardımcı kadın oyuncu: Jennifer Lawrence (Düzenbaz) Yardımcı erkek oyuncu: Jared Leto (Dallas Buyers Club) Yönetmen: Alfonso Cuaron (Yerçekimi) Senaryo: Spike Jonze (Her) Yabancı dilde en iyi film: Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza (Yön.: Paolo Sorrentino / İtalya) Animasyon: Karlar Ülkesi / Frozen Müzik: Alex Ebert (Sona Doğru / All Is Lost) Şarkı: Ordinary Love / U2 (Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol)TELEVİZYON: Dizi (DRAMA): Breaking Bad Kadın oyuncu (DRAMA): Robin Wright (House of Cards) Erkek oyuncu (DRAMA): Bryan Cranston (Breaking Bad) Kadın oyuncu (KOMEDİ-MÜZİKAL): Amy Poehler (Parks and Recreation) Erkek oyuncu (KOMEDİ-MÜZİKAL): Andy Samberg (Brooklyn 99) Dizi (KOMEDİ-MÜZİKAL): Brooklyn 99 Mini dizi/film: Behind the Candelabra Kadın oyuncu (Mini dizi/TV filmi): Elisabeth Moss (Top of the Lake) Erkek oyuncu (Mini dizi/TV filmi): Michael Douglas (Behind the Candelabra) Yardımcı kadın oyuncu (Dizi, mini dizi, TV filmi): Jacqueline Bisset (Dancing on the Edge) Yardımcı erkek oyuncu (Dizi, mini dizi, TV filmi): Jon Voight (Ray Donovan)

9 Ocak 2014 Perşembe

Her yer Shakespeare her yer tiyatro!

Dünyaca ünlü oyun yazarı Shakespeare’in 450’nci doğum günü bu yıl tüm dünyada çeşitli etkinlikler ve tiyatro oyunlarıyla kutlanıyor. Shakespeare’in ülkesi İngiltere’den tutun da Türkiye’ye uzanan kutlamalar, usta yazarın seneler evvel yazdığı eserlerinin hâlâ aramızda dolaştığının açık delili.Geçtiğimiz yıl Galler'deki Aber-ystwyth Üniversitesi'nin arşivlerini tarayan bir grup akademisyen, dünyaca ünlü oyun yazarı William Shakespeare (1564-1616) hakkında yeni bilgilere ulaştıklarını ve şairin kıtlık zamanında tahıl stokçuluğu yapan, karapara aklayan ve vergi kaçıran bir işadamı olduğunu öne sürmüştü. Araştırmacılar Shakespeare'in bu yönünün görmezden gelindiğini, çünkü pek çok kimsenin böyle bir dahinin aynı zamanda kendi çıkarları peşinde koşan biri olabileceği hakikatini kabullenmek istemediğini dile getirmişti. Hakkında pek çok efsane dolaşan, dünyaca ünlü oyun yazarı Shakespeare hakkında bildiklerimiz bu yıl daha da aydınlanacak, zira 23 Nisan Shakespeare'in 450'nci doğum günü bu yıl tüm dünyada çeşitli konferanslar, etkinlikler, kitaplar ve tiyatro oyunlarıyla kutlanacak. Resmi kayıtlarda doğum ve ölüm günü 23 Nisan olarak geçen Shakespeare, 2016'da ise ölümünün 400. yılıyla anılacak. Pek çok ülkenin şairin doğum yıldönümüne küçük de olsa bir katkı sağlayacağı bu yıl "Bütün dünya bir sahnedir" diyen Shakespeare adına neşeli ve hareketli bir yıl olacağa benziyor.Shakespeare'in 154 sonetini, 154 aktör seslendirecekShakespeare için düzenlenecek etkinliklere yazarın ülkesinden başlayalım. Londra'daki Shakespeare's Globe Tiyatrosu, yazarın ünlü Hamlet oyunuyla yaklaşık 200 ülkeyi kapsayacak bir dünya turuna çıkacak. Hamlet'in oynanacağı mekanlar arasında şimdiye kadar hiç profesyonel Shakespeare oyununun sahnelenmediği ülkeler de yer alacak. Dünya turu Shakespeare'in gelecek yıl nisan ayındaki doğum yıldönümünde başlayacak ve yazarın Nisan 2016'daki ölüm yıldönümünde sona erecek. Londra'nın önemli müzelerinden Victoria&Albert Müzesi'nde ise 8 Şubat-28 Eylül 2014 tarihleri arasında ‘Shakespeare: Our Greatest Living Playwright' başlıklı bir sergi düzenlenecek. 17-21 Mart'ta ise bir Shakespeare Haftası düzenlenecek. Okullarda, galerilerde, sinemalarda, kütüphanelerde ve tarihi mekânlarda kutlanacak olan bu etkinlik özellikle öğrencileri merkeze alıyor. Yazarın “Antony&Cleopatra”, “Julius Caesar” ve “The Comedy of Errors” adlı oyunları meşhur Shakespeare's Globe Tiyatrosu'nda yeni bir uyarlamayla sahnelenecek. Oscar ödüllü “Shakespeare in Love” adlı film de Noel Coward Tiyatrosu'nda sahnelenecek. Fransa'da da pek çok etkinlik düzenlenecek. 21-27 Nisan 2014 tarihleri arasındaki “Shakespeare 450” başlıklı büyük bir konferans ve buna paralel olarak, yuvarlak masa toplantıları, atölye çalışmaları, seminerler, paneller düzenlenecek. Tiyatro, konser salonları, müzeler ve kütüphaneler yazarın oyunlarının sahneleneceği bir mekana dönüşecek. New York'ta ise daha farklı bir etkinlik var. Dünya edebiyatının en güzel örnekleri arasında yer alan Shakespeare'in 154 soneti, 154 aktör tarafından kentin farklı yerlerinde seslendirilecek ve bunlar online olarak tüm dünyaya sunulacak.Devlet Tiyatroları'nda Shakespeare HaftasıTürkiye’de ise Devlet Tiyatroları (DT), bu yıl “Shakespeare Haftası” düzenliyor. Yazarın klasikleşmiş eserleri, bir hafta boyunca Ankara, İzmir, İstanbul, Antalya ve Erzurum Devlet Tiyatroları'nda sahnelenecek. 21-26 Ocak tarihlerinde başlayacak hafta kapsamında sahnelenecek oyunlar arasında ‘Macbeth', ‘Venedik Taciri', ‘Fırtına' ve ‘Hamlet' yer alıyor. Kenter Tiyatrosu da, Shakespeare'in en iyi bilinen iki tragedyası “Romeo ve Juliet” ile “Othello”yu bilinenden farklı bir bakış açısıyla yeniden sahneliyor. Müziklerinden kostümlerine, kurgusundan ışığına kadar farklı bir komediyi sahneleyecek olan Kenter Tiyatrosu'ndaki oyunun yazarı Ann-Marie MacDonald, Shakespeare'in kadın karakterlerini ön plana çıkararak; aşk, nefret, kıskançlık, öfke, ihanet, kullanılmışlık gibi duyguları trajikomik bir şekilde yorumlayacak. “Romeo ve Juliet” ile “Othello”nun bu yeni yorumundan yola çıkan "İyi Geceler Desdemona, Günaydın Juliet", 10-11-24-25-26 Ocak 2014'te Kenter Tiyatrosu'nda sahnelenecek. Oyun, mayıs ayına kadar Kenter Tiyatrosu'nda izlenebilir. Geçtiğimiz yıl Kadıköy'de kurulan Altkat Sanat da Shakespeare'in efsanevi oyunu Hamlet'i yepyeni bir uyarlamayla sahneleyecek. Amerikalı yönetmen Neil S. Fleckman rejisiyle farklı bir biçimde sahnelenecek oyunun prömiyeri, 11-12 Ocak tarihlerinde saat 19.30’da gerçekleştirilecek.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Türkiye’nin en dayanıklı film arşivi oluşturuluyor

Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü bünyesindeki sinema arşivi uluslararası standartlara göre yeniden düzenlendi. Sinema Genel Müdürlüğü, sağlıklı bir ulusal film arşivi oluşturabilmek için tüm yapımcılara çağrıda bulundu: “Filmlerinizi getirin, biz saklayalım.”UNESCO'ya göre, dünya genelinde 1895-1918 yılları arasında üretilen sinema filmlerinin yüzde 80'i kayıp. Türkiye'de ise 19 Temmuz 1959'da çıkan yangında, Türk sinemasına ait orijinal negatiflerin bulunduğu bir depodaki pek çok sinema filmi tamamen yok oldu. Bugüne kadar da Türkiye'de üretilen tüm sinema filmlerinin bir arada tutulduğu ve sağlıklı şartlarda korunduğu bir arşivi oluşturulmadı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, Türkiye'deki sinema filmlerinin gelecek nesillere daha sağlıklı bir şekilde aktarmak için mevcut arşivini uluslararası standartlara göre yeniden düzenledi. Ve ulusal film arşivi oluşturabilmek için tüm film yapımcılarına çağrıda bulundu: “Filmlerinizi getirin, biz saklayalım.” Arşivdeki mevcut yerli filmler, ısı ve nem koşulları açısından daha sağlıklı depolara alındı. Yani artık ısı, nem, ultraviyole ışınları, kimyasal artıkları, nitrojen gazı, havadaki zararlı gazlar, bakteriler, mantarlar hiçbir şekilde filmlerin yapısını etkileyemeyecek. Arşive, dijital çağın gereksinimlerini karşılamaya yönelik raf sistemleri kuruldu, arşive giriş için de elektronik kartlı sistem oluşturuldu. Filmlerin korunması, Bilgi Güvenliği Yönetim Sistemi Politikası (BGYS) çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Filmlerin takibinde de radyo frekansı ile tanımlama sistemi kullanılıyor. Sessiz sinema örnekleri tüm dünyada kayıpKültürel alandaki arşivleme sorunu, sadece bize özgü değil. UNESCO'nun 1950 tarihli ‘‘Legal Questions Facing Audovisual Archives'' isimli raporuna göre dünya genelinde 1895-1918 yılları arasında üretilmiş sinema filmlerinin yüzde 80'i kayıp. Bunlar ülkeler düzeyinde incelendiğinde, İtalyan sessiz sinemasının (1905-1930) yüzde 80'i, Amerikan sessiz sinemasının yüzde 75'i, Fransız sessiz sinemasının yüzde 70'i, Alman sessiz sinemasının yüzde 40'ı, Rus sessiz sinemasının da yüzde 10'u kayıp. Türkiye'de de filmlerin korunmasıyla ilgili ihmallerin sonucu olarak, 19 Temmuz 1959'da Türk sinemasına ait orijinal negatiflerin bulunduğu bir depodaki yangında pek çok film yok oldu.

7 Ocak 2014 Salı

Yeni yılın ilk kitapları

Dopdolu bir yayın yılının ardından yayınevleri, 2014'te de iyi kitapları yayıma hazırlıyor. İskender Pala'dan Mustafa Kutlu'ya, Murakami'den Orhan Pamuk ve Ayfer Tunç'a ‘zengin’ biryıl okurları bekliyor.“Ses ve Öfke”nin usta yazarı William Faulkner, Nobel konuşmasında “İyi bir yazı yazmak için gereken tek şey kalptir.” demişti. Faulkner günümüzde yaşasaydı ve Türk edebiyatını takip edebilseydi, tahminimizce, 2013'te kitapları yayımlanıp, o eserlere kalbini damıtanlar arasında Gülten Akın'ı, Hasan Ali Toptaş'ı ya da Ahmed Arif'i de gösterirdi. Peki, 2014'te okuru neler bekliyor? Yayınevlerine yeni yılda yayımlanacak, kalbiyle, diliyle, üslubuyla okuyucusunu kıskıvrak yakalayacak iyi yazarları, iyi kitapları sorduk… Bu yıl yayımlanacak önemli kitaplardan akla ilk gelenler arasında Kapı Yayınları'nca neşredilecek olan İskender Pala'nın ‘Mihmandar' adlı romanı bulunuyor. Önümüzdeki günlerde okuyucuyla buluşacak romanda Pala, Hazreti Eyyub El-Ensari'nin hayatını anlatıyor. Bir diğer önemli kitap ise İhsan Oktay Anar'ın ‘Galîz Kahraman' adlı son romanı. İletişim Yayınları'ndan 17 Ocak'ta çıkacak roman İdris Âmil Hazretleri'nin maceralarını anlatıyor. Ufuk Yayınları ise bu ay içerisinde sadeleştirilmiş Mektubat'ı okura sunacak.Mustafa Kutlu'dan NurDergâh Yayınları usta hikâyeci Mustafa Kutlu'nun ‘Nur' isimli yeni kitabını önümüzdeki günlerde okuyucuyla buluşturacak. Geçtiğimiz yıl yayımına başlanan Ahmet Mithat Efendi külliyatından ‘Hayal ve Hakikat', ‘Hikmet-i Peder', ‘Ben Neyim?', ‘Felatun Bey ile Rakım Efendi' ve ‘Amiral Bing' de Dergâh aracılığıyla yayımlanacak önemli eserlerden. Kaynak Kültür Yayın Grubu bünyesinden çıkacak önemli kitaplar ise Cezmi Eraslan'dan ‘2. Abdülhamit ve Çanakkale Müdafaası', Feridun Emecen'den ‘Kanuni Sultan Süleyman', M. Ertuğrul Düzdağ'dan ‘Ali Ulvi Kurucu Hatıraları'nın 4. cildi ve ‘Sahabe Ansiklopedisi'.Murakamı’den ‘RENKSİZ TASAKI’NİN HAC YOLCULUĞU’Can Yayınları'nın bu yıl göze çarpan kitapları arasında önümüzdeki günlerde okuyucuyla buluşacak olan Ayfer Tunç'un ‘Dünya Ağrısı' adlı yeni romanı var. Aynı zamanda Tunç'un edebiyatta 25. yılını kutlamaya hazırlanan Can Yayınları, 2014'te Paul Auster'ın anı-romanını, Ferzan Özpetek'in ‘İstanbul Kırmızısı' adlı kitabını ve Murat Gülsoy'un yeni romanını yayımlayacak. Siren Yayınları ise bu yıl yayımlayacağı iki kitapla Amerikalı çağdaş yazar Dave Eggers'ın külliyatını tamamlamış olacak. Siren'de öne çıkan diğer kitaplar Henry Miller'ın ‘Oğlak Dönencesi', David Foster Wallace'ın ‘Tuhaf Saçlı Kız'ı ve Jack Kerouac'ın uzun yıllar boyunca yayımlanmamış ilk romanı ‘Deniz Benim Kardeşim'. Doğan Kitap'ın okurlarıyla buluşturacağı kitaplar arasında ‘1Q84' ve ‘Sahilde Kafka' ile adından sıkça söz ettiren Japon yazar Haruki Murakami'nin son romanı ‘Renksiz Tasaki'nin Hac Yolculuğu' bulunuyor. Bunun dışında Doğan Kitap'ta dikkat çeken kitaplar arasında Nedim Gürsel'in kaleme aldığı ‘Yüzbaşının Oğlu' ve yıl sonuna doğru çıkacak Hakan Günday'ın öyküleri ve Yavuz Ekinci'nin yeni romanı var.YKY’DE Orhan Pamuk YılıYapı Kredi Yayınları da yeni yılı dolu dolu geçirecek yayınevleri arasında. Orhan Pamuk'un yeni baskılarının yanında üç farklı kitabı daha yayımlanacak: ‘Kar Üzerine Yazılar', ‘Benim Adım Kırmızı'ya Giriş' ve yeni romanı ‘Kafamda Bir Tuhaflık'. Orhan Veli'den ‘Nahid Hanım'a Mektuplar', Philip Roth'un ‘Hayalet Yazar' adlı kitabı, Gündüz Vassaf'tan ‘Balık ve Kedi' ile Alberto Manguel'den bir eser YKY aracılığıyla bu yıl okurla buluşacak. Doğu-Batı Yayınevi'nin yayın listesine bakıldığında göze çarpan kitaplar Hilmi Ziya Ülken'in ‘Eğitim Felsefesi', Serhat Soyşekerci'nin ‘Rembrandt ve Beden Sanatı' ile Novalis'in ‘Felsefi Fragmanlar'. Metis'te öne çıkan kitaplar ise Alain Badiou'nun ‘Platon'un Devleti', Thedor W. Adorno'nun ‘Negatif Diyalektik' adlı kitabı ve Murathan Mungan'ın iki seçkisi. Ötüken'in 2014'ün ilk aylarında yayımlayacağı kitaplar arasında dikkat çekenler Metin Savaş'ın ‘Kuva-yi Milliye'nin Hazinesi' adlı romanı, Hasan Erdem'in ‘Argos Kalesi' ile Funda Özsoy Erdoğan'ın ‘Öğrenilmiş Çaresizlik' isimli hikâye kitabı. İş Bankası Kültür Yayınları'nın Hasan Ali Yücel Klasikler serisinden iki kitap, Stendhal'in ‘Kırmızı ve Siyah'ı ile Victor Hugo'dan ‘Notre Dame'ın Kamburu' bu ay yayımlandı. Bunun dışında Van Gogh ile Leonardo da Vinci'nin 500 eserinin ve hayatlarının yer aldığı inceleme kitapları da raflardaki yerini aldı. İthaki'ye baktığımızda ise şubat ayında yayımlanacak Aldoux Huxley'in ‘Kadim Felsefe' adlı kitabı ile mayısta okura ulaşacak olan ‘Menakıbname-i Hâce-i Cihân’ dikkat çekiyor. Henüz yeni sayılabilecek bir yayınevi olan Alakarga da art arda yayınladığı iyi kitaplarla dikkat çekiyor. Alakarga'dan bu yıl çıkacak kitaplar arasında ise Herman Melville'in öyküleri, Rus yazar Leonid Andreyev'in romanı ve Marx'ın aforizmaları bulunuyor.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Sızıntı’dan 35. yılında ‘vefa ödülleri’

İlk sayısı 1979 yılının Şubat ayında yayımlanan, aylık ilim ve kültür dergisi Sızıntı, bu sene 35. yılını kutluyor.Bu vesileyle derginin ilk yazı heyetine ve halihazırdaki yazarlarına Fırat Kültür Merkezi'nde (FKM) önceki akşam düzenlenen bir törenle vefa ödülü verildi. Törene derginin ilk yazarlarından Mehmet Ali Şengül, Feza Gazetecilik İmtiyaz Sahibi Ali Akbulut, Kaynak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Naci Tosun, Gazeteci Yazar Abdullah Aymaz, yazar Reşit Haylamaz, Nevzat Bayhan, Mustafa Uslu, Mehmet Erdoğan, Şerif Ali Tekalan, Yusuf Erdoğan'ın yanı sıra birçok gazeteci-yazar katıldı. Derginin başyazılarını kaleme alan Fethullah Gülen Hocaefendi adına ödülü Mehmet Ali Şengül ve geçen yıl hayatını kaybeden derginin eski yayın yönetmenlerinden Şerafettin Kocaman'ın ödülünü eşi Sema Kocaman aldı. Törende konuşan Sızıntı Dergisi Genel Yayın Yönetmeni İrfan Yılmaz, "İlk yola çıktığımızda aklımızdan böyle bir şey geçmezdi. Sanki bir hareket, hobi gibi. ‘Gençlere iman adına bir şey verebilir miyiz?' diye sorarak içinde bulduk kendimizi. Hakikaten tesirli oldu. Bu hale geleceğini tahmin etmiyorduk.” dedi. Feza Gazetecilik İmtiyaz Sahibi Ali Akbulut, "Sızıntı Dergisi ile iftihar ediyoruz. Allah'a hamd olsun, matematikle, fizikle, kimya ile Rabb’imi anlatan bir dergi. 35 yıldır sürekli tirajı artarak günümüze kadar geldi, insanlığa çok güzel hizmetler verdi." şeklinde konuştu. Kaynak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Naci Tosun, "Sızıntı bir dönemde kendini kuyu dibinde bulan bir neslin dergisi. O gün belki de tereddütle çıkmıştı okunur mu, diye. Şimdi gerçekten bir neslin yetişmesinde ana temel dinamik olmuştur." diye konuştu. Mehmet Ali Şengül ise Sızıntı'nın kuruluş günlerinden bahsetti. Şengül, "5-10 arkadaşımızla aramızda topladığımız parayla siyah-beyaz basımını gerçekleştirdik. Allah'ın yarattığı insanoğlunun aklının ilimle aydınlanması, gönlünün iman, ahlak, faziletle donatılması adına böyle bir dergiye ihtiyacı vardı." dedi. Yazar Reşit Haylamaz ise şunları söyledi: "Sızıntı, 35 yıldır kültür hayatımızda çok önemli bir misyon edindiren dergi. Ayrıca yazar yetiştirme, insanları doğru bilgilendirme, doğru yönlendirme ve ihtiyaç duyduğu konuları ele alma konusunda kendi kulvarında belki de dünyada eşi benzeri olmayan bir dergi. İnsanın derinliklerine ifade eden, onun bir manada irfan boyutunu anlatan bilgilerin yanında tarih, fizik, matematik gibi alanlarda yazıları yayınlayan kendi etrafında da yavrularını sürükleyen, kendini dünyaya ulaştıran bir dergi."11 DİLDE YAYINLANIYORTörende konuşan gazeteci-yazar Abdullah Aymaz, "Sızıntı hakikaten büyük bir boşluğu doldurdu ve doldurmakta. Sızıntı'dan sonra Yeni Ümit, Yağmur, Gonca Dergisi, Sızıntı'nın İngilizce, Fransızca ve Arapça versiyonları da çıktı.” dedi. Derginin en önemli hizmetlerinden biri de misyonu ile bağlantılı olarak yurtdışı versiyonlarının yayımlanması. Sızıntı bugün, 11 dilde yayınlanan uluslararası bir dergi. İngilizce (The Fountain), Almanca (Die Fontane), Rusça (Noviye Grani), Arapça (Hira), Fransızca (Ebru) ve İspanyolca (Cascade) yurtdışında yayımlanan dergilerden bazıları. İlk sayısı 6 bin basılan Sızıntı, bugün 800 bin tirajıyla Türkiye’nin en çok satan dergisi unvanına sahip. Aynı zamanda birçok dergiye de kaynaklık yapmış olan bir yayın.Ağlayan çocuğun yer aldığı ilk kapağın hikayesi1980’li yıllarda doğudan batıya neredeyse her evde yandaki ağlayan çocuk resmi çerçevelenmiş bir şekilde duvara asılırdı. 80’ler dizisinin dikkatli izleyicileri bilir. O resim, dizide de 1980’lerin bir nişanesi olarak kullanılıyor. Mavi renkli gözlerinden tomurcuk gibi damlalar inen bu hüzünlü çocuk resmi, Sızıntı’nın 1979’da yayımlanan ilk sayısının kapağından tüm Türkiye’ye yayıldı. Herkes adını sanını bilmediği, tanımadığı bu çocuğu çok sevdi, sahiplendi. “Ağlayan çocuk” olarak kaldı akıllarda. Derginin ilk başyazısı “Bu Ağlamayı Dindirmek İçin Yavru”yu kaleme alan Fethullah Gülen Hocaefendi, yazısında “Senin için bu yola atıldık.” diyerek o çocuğa hitap ediyordu. Derginin Genel Yayın Yönetmeni İrfan Yılmaz’a, bu fotoğrafı nereden bulduklarını, kime ait olduğunu soruyoruz. Yılmaz, “Tam emin olmamakla birlikte bu fotoğrafın İzmir Kemeraltı’ndaki bir sahaftan alındığına dair rivayetler var.” diyor.‘Sızıntı’da yazıyorum diye 10 yıl profesör olamadım’Sızıntı dergisi, bugünlere elbette kolay gelmedi. Dergide yazıları çıkıyor diye pek çok isim, yıllarca akademik haksızlıklara maruz kaldı. Şu anda İzmir 9 Eylül Üniversitesi Zooloji Bölümü’nde profesör olan derginin genel yayın yönetmeni İrfan Yılmaz’ın akademisyenlikte ilerlemesi, profesörlüğünü alması sırf derginin yazı heyetinde olduğu için 10 yıl geciktirilmiş. Daha doçentlik imtihanındayken başına gelenleri şöyle anlatıyor: “Jürideki arkadaşlardan biri benim evrime inanmadığımı biliyor. Bu yüzden sınavı geçemeyeyim diye hep evrimle ilgili sorular soruyor. Tabii ben de o zamanki Amerikan kitaplarında evrimle ilgili ne yazıyorsa ona göre cevap veriyorum. Benden bu cevapları beklemiyorlar haliyle. Benim alanım zooloji, hayvanlarla ilgili. Sınavda sadece bu konuyla alakalı sorular sorulabilir, fakat bahsettiğim jüri üyesi bu sefer, sırf ben sınavı veremeyeyim diye kimyanın, fiziğin konularına girmeye başladı. Ben onlara da cevap verdim. Jüri başkanı kadın itiraz etti: ‘Bunları bilmek zorunda değil ki, biz de bilmiyoruz, niye bu soruları soruyorsunuz’ diye uyarıda bulundu. Bana soruları soran beyefendi geri adım atmak zorunda kaldı. Neyse çıktık dışarıya. Jüri başkanı kadın, “Hocam bunları biz de bilmiyoruz, siz nereden biliyorsunuz?” diye merakından sordu. Sızıntı’nın yazı heyetindeyim. Her hafta dergide yayınlanacak yazılarla ilgili toplantı yapıyoruz. Yıl 1989. Dergi 1979’da çıktı. Tam on sene olmuş. Haftada bir toplanılıyor. Yılda 52 hafta var. Bir toplantıda 10 yazı okusak 520 yazı yapar. 10 senede 5 bin 200. Bunun içinde fizik, kimya, matematik var. Dolayısıyla pek çok konuda ayaklı kütüphane gibi oluyorsunuz. Şimdi 35 sene oldu. Yani benim doçentliğime de, profesörlüğüme de faydası oldu Sızıntı’nın.”

2 Ocak 2014 Perşembe

Hibrid yazarlar çağı!

Geride bıraktığımız 2013, dünyada yayıncılık endüstisine bayrak açıp daha özgün bir alan arayışına giren yeni bir yazarlık anlayışının geliştiği yıl oldu. ‘Hibrid’, sıfatıyla anılan bu tip yazarlar, kitaplarının bütün haklarını yayıncılara vermeyerek alternatif yayıncılığın imkanlarını da değerlendiriyorlar.Yayıncılık endüstrisi gittikçe karmaşık bir hal alıyor. Bu sektörde yer etmeye başlayan yeni tanım ve kavramlar bizi gelecekte nelerin beklediğinin ipuçlarını veriyor. Klasik yayıncılık anlayışında yazar, eserinin yazılı, sesli, görüntülü ve e-kitap olarak tüm haklarını yayınevine devrederken önüne getirilen telif sözleşmesine alelade bir göz atıp, hatta kimi zaman okumadan imzasını atıyordu. Yayıncılık endüstrisinin zorlu çarkları dönedursun, gelişen teknolojiyle birlikte yazarların kitaplarını yayımlamak için pek çok seçenekleri doğdu. Artık sadece basılı kitap için telif anlaşması yapan ve daha da söz sahibi konumuna gelen bir yazar profili yükselmeye başladı. Yazar, bilgisayar programları, online siteler sayesinde kitabın dizgisinden kapağına, redaksiyonundan dağıtımına her alanda sesinin gür çıktığı bir konuma erişti. Bireysel yayıncılık sayesinde yazarlar, yayınevine ihtiyaç duymadan ve çok da masrafa girmeden kitaplarını, internet üzerinden istediği fiyata, e-kitap veya basılı olarak satabiliyor. Tüm telif hakları da bu sayede yazarın kendisinde olurken, daha kazançlı bir yolda kitaplarını üretiyor. Mesela dünyanın online kitap satış devi Amazon’un bireysel yayıncılık imkânını kullanarak kitabını hazırlayan yazar, eserine yaklaşık altı saat içerisinde dünyanın dört bir yanına erişimini sağlıyor. Amazon, kitabı satın almak isteyen okura hem basılı hem de e-kitap önerisi sunuyor. Kitaplarını hem geleneksel hem de bireysel yöntemle yayımlayan yazarlar için kullanılmaya başlayan ‘hibrid’ yazar, bir başka deyişle ‘melez’ yazar, yakın zamanda daha sık duyacağımız bir tanım halini aldı. Her iki yayıncılık anlayışının imkânlarını kullanarak kitaplar üreten bu yazarlar, kitabı okura ulaştırma tekniğini ve kitlelerini genişletme metotlarını yayınevinden çok daha iyi şekilde üstleniyor. Hatta kendi okurlarını yayınevinden daha iyi tanıyor denilebilir. Kimi ünlü yazarlar uzun yıllara dayanan geleneksel yayıncılığın ardından edindikleri okur kitlesini, bireysel yayıncılığa taşıyarak yeni imkanlar kazanıyor. 2013, her iki yayıncılık yöntemini kullanan bu hibrid yazarların yılı oldu. Alanın uzmanları, hibrid yazarların yayıncılık dünyasında artarak, kendilerine daha özgür bir alan açtıklarını söylüyor.‘BENSİZ EDEBİYAT SANAYİİ VAR OLAMAZ’Gelişen teknoloji sayesinde Amazon ve Kobo gibi firmalar bireysel yayıncılığın gelişmesinde en büyük etken. Dünyanın önemli e-kitap satıcılarından Kobo’nun 2013’te en çok satılan 50 kitabından yaklaşık 10’u bireysel yayıncılık ürünü. Bunun yanı sıra Kobo’da 250 bin başlık altında bireysel yayıncılıktan çıkan kitap yer alıyor. Amazon’da ise bireysel yayıncılık yapan 14 yazarın her birinin kitabı (e-kitap ve basılı kitap) bir milyonu aşkın satış rakamına ulaştı. Örneğin, Amerikalı Michael J.Sullivan, bu meşhur hibrid yazarlardan biri. İlk kitabını bireysel yayıncılıkla yayımlayan Sullivan, çok satan yazarlar arasına girdi. Daha sonra büyük yayınevlerinin dikkatini çekerek dünyanın önemli yayıncısı Hachette tarafından yayınevine katılarak hatırı sayılır bir okur kitlesine ulaştı. İki tür yayıncılığın da imkânlarını bilen ve kullanan yazar, bu ayın sonunda yeni kitabını yeniden bireysel yayıncılık kanalıyla okurlarına sunacağını duyurdu. Sullivan, önümüzdeki yıllarda kendisi gibi hibrid yazarların daha da artacağını söylüyor. Hugh Howey de tıpkı Sullivan gibi her iki yayıncılık anlayışını kullanarak çok satanlar listesine giren yazarlardan. Edebiyat ajanları, iki tür yayıncılığın da geniş bir alanını olduğunu söylüyor ve gelecekte bireysel yayıncılığın daha da kaçınılmaz olduğunu dile getiriyor. Fakat kimi ajanlar ise yazarların bu işi kendi başlarına yapmak yerine yine bir ajan yardımıyla yola koyulmasını daha sağlıklı buluyor. Türkiye’ye baktığımızda ise ‘hibrid yazar’ tanımına uyan yazar henüz yok. Online kitap satış sitesi Idefix.com, 2011’de Açık Kitap adlı bireysel yayıncılık projesini duyurmuş ve 2012’de projeyi yayına geçireceğini söylemiş olsa da görünürde bir proje hayata geçmiş değl. Dünyada hibrid yazarların yayıncılık dünyasında daha özgür alanda üretim yaptıklarını söylemek mümkün. Her iki yayıncılık anlayışını da bilen bu yazarlar, daha da söz sahibi olarak bir nevi özgürlüğünü ilan ediyor. Geçtiğimiz ay vefat eden Nobel ödüllü yazar Doris Lessing’in şu sözleri, yazarın esas değerini ve hibrid yazarların bu özgürlüğünü gayet güzel özetliyor: “Bensiz edebiyat sanayii var olamaz: Yayıncılar, ajanlar, ajan vekilleri, ajan vekillerinin vekilleri, muhasebeciler, hakaret davası avukatları, edebiyat bölümleri, profesörler, tezler, eleştiri kitapları, eleştiriler, kitap sayfaları, bütün bu muazzam ve çoğalan bina bu küçük, patronluk taslanan, küçümsenen ve en az ücret verilen kişi sayesinde.”

1 Ocak 2014 Çarşamba

Fotoğrafın ‘Ozan’ı 80 yaşında

Türkiye’deki foto muhabirliğinin yaşayan çınarı Ozan Sağdıç’ın 80. yaş günü anısına bir fotoğraf sergisi açıldı. Aynı gün eşi Olcay Hanım’la evlilik yıldönümünü de kutlayan Sağdıç’ın anlattıkları fotoğraflı Türkiye tarihi gibi.Kültür ve sanat ile aşinalığınız ailenizden geliyor. Babanız ile Mehmet Akif Ersoy arasındaki muhabbeti birçok insan bilmiyor. Bu yakınlıktan söz eder misiniz?Bu yakınlığın kurulmasına vesile Balıkesirli bir aydın olan Hasan Basri Çantay. Mütareke yıllarında çıkardığı bir gazetede işgallere karşı sert muhalefet ettiği için İngilizlerin takibine uğramış. Kaçak durumundayken dedem onu bir süre Pelitköy’deki evinde saklamış. Hasan Basri Bey, Ankara’da Mehmet Akif’in Tacettin Dergâhı’nda-ki ev arkadaşı aynı zamanda. Akif’e, dedemin asaletinden, âlicenap-lığından, konukseverliğinden ve Pelitköy’ün güzelliğinden bahsedip dururmuş. Öyle ki, Mehmet Akif Pelitköy’e, gıyaben âşık olmuş. Diğer taraftan babamın da Balıkesir’de Çağlayan dergisini çıkardığı yıllarda da Hasan Basri Bey ile derin bir muhabbeti olmuş. Mehmet Akif’te, dünyadan el etek çekip inzivaya çekilmek gibi bir eğilim sezilince dedem, Pelitköy’deki mevcut iki evinden birini emrine seve seve verebileceğini söylemiş. Mithat Cemal’in Mehmet Akif’e ait biyografik eserinde, ölümünü anlatan bölümünün sonunda şöyle bir cümle var: “Eğer biraz daha yaşasaydı son günlerini Burhaniye’nin Pelitköy’ünde denize nazır bir evde geçirecekti.” Sözü edilen o ev benim doğduğum evdir.“Elimdeki negatiflerle ve baskılarıyla o adrese gittim. Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Hikmet Feridun Es ve Karl Rudolf gibi kişilerden kurulu heyet fotoğraflarımı incelediler.”Fotoğraf ile tanışıklığınız ne zaman ve nasıl başladı?Babamın dostları arasında Fehmi Mine diye bir fotoğrafçı vardı. Stüdyosunda eskiden çektiği birçok portresini görmüştüm, hep usta işiydi. Benim üç aylıkken, altı aylıkken çekilmiş fotoğraflarım hep onun imzasını taşıyor. 1953 yılında ülkede döviz sıkıntısı vardı. Fotoğraf makinesi lüks eşyadan sayılıyor ve ithal edilmiyordu. Fehmi Bey’e iki adet Alman malı kutu makinesi gelmişti. Birini babam bana aldı. Oyuncak gibi bir şeydi. Bir mercekten ibaret objektifi vardı ve sabit, tek enstantaneliydi. Fehmi Bey çektiğim kareleri hayretle karşıladı ve tanıdıklarına “Göreceksiniz bakın, Ozan’ın fotoğrafları bir gün Avrupa mecmualarında çıkacak.” dedi.İstanbul Boğazı buz tuttuğunda siz de ilk foto röportajınızı yapmış oldunuz. O günü anlatır mısınız?Kabataş Lisesi’nde okurken yaz tatillerinden sonra yatakhanede pencere kenarındaki karyolayı kapmak için okula erken dönerdim. Gerçi orası soğuk olurdu, çoğu öğrenci beğenmezdi. Gece ışıklar sönüp herkes uykuya daldığı saatlerde Boğaz’da bir şehrayin başlardı ki, deme gitsin. Sabahları hep farklı bir manzara beklerdi bizi. 1954 yılının bir Mart sabahında, daha camların buğusunu silmeden, dışarıdan acayip bir beyazlığın ışığı yansıyordu içeri. Buğuyu elimle silip baktığımda Boğaz bembeyazdı. Bağırarak bütün koğuş arkadaşlarımı ben uyandırdım, ‘Arkadaşlar, Boğaz buz tutmuş.’ diye... Yaz tatilinde aldığım kutu makineyi okula getirmiştim. Beşiktaş’a koşup bir fotoğrafçıdan iki rulo film alıp okula döndüm. Birkaç öğrenci buzların üzerine çıkmıştı. Buzlar hareket halinde oldukları için bazıları üzerlerindeki çocuklarla birlikte uzaklaşmışlardı. Daha sonra arkadaşlarım kayıklarla kurtarıldı. O gün çektiğim fotoğraflar, benim bir olayın çeşitli evrelerini saptadığım ilk dizi fotoğraflar oldu.Fotoğraflarınızda estetik ve şiirsel bir tarz mevcut. Bu özellik nereden geliyor?Babamda ve dedemde şairlik damarı mevcuttu. Babam şairlikten çok şiir hocalığı etmekle övünürdü. Örneğin Sabahattin Ali’yi henüz 9 yaşındaki bir çocukken keşfetmiş ve 15 yaşına kadar onun eğitimiyle meşgul olmuştu. Ona ağabeylik etmiş, yol göstericilik yapmış. Kesin olarak yetiştirdiği bir şair var: Mustafa Seyit Sutüven. Orhan Şaik Gökyay, Esat Adil Müstecaplıoğlu, Sıtkı Yırcalı gibi bazı isimlerin de babamdan feyiz aldıkları söyleniyor. Böyle bir aile içinde büyümüş olmanın elbette insan üzerinde birtakım kalıcı etkileri oluyor. Ağabeyim Emrah Sağdıç kasaba ölçeğinde de olsa gazetecilik mesleğini seçti.Gazeteciliğe geçişiniz nasıl oldu?Aslında ilk basın fotoğrafım Akis dergisinde yayımlanmıştı. Fotoğraftan ilk telif ücretimi ise Milliyet Gazetesi’nde rahmetli Abdi İpekçi’nin eliyle almıştım ama maaşlı olarak gazeteciliğe başladığım yer Hayat Mecmuası oldu. Bir gün Cumhuriyet gazetesinde ‘Manzara fotoğrafları satın alınacaktır.’ şeklinde bir ilan gördüm. Elimdeki negatiflerle ve baskılarıyla o adrese gittim. Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Hikmet Feridun Es ve Karl Rudolf gibi kişilerden kurulu heyet fotoğraflarımı incelediler. On tanesini kartpostal basmak üzere satın aldılar. Bana da orta karar bir makine alabilecek bir para ödendi. İş bittikten sonra Şevket Rado’nun yönlendirmesiyle Hikmet Feridun Es benimle konuştu. Dediği şuydu: “Biz burada iki aya kadar modern bir dergi çıkaracağız. Babıâli tecrübesi olmayan taze bir göz arıyorduk. Onu sende bulduk. Bizimle çalışır mısın?” Tepeden inme, şoke edici bu davet ilk anda beni ürkütmüş olmalı ki hemen karar veremedim. Hayat Mecmuası isimli bu dergi çıkmaya başlayınca kendim gidip ‘Evet’ dedim.Hayat Mecmuası’nda Ara Güler ile birlikte çalışıyordunuz. Biraz o günlerden bahsedebilir misiniz?Hayat Mecmuası’nda yazı işleri dediğimiz idarehane bölümündeki salona ilk girişimde Ara Güler bana, “Yeni bir fotoğrafçı arkadaş almışlar, sen misin o?” diye sordu. Diyaloğumuz böyle başlamış oldu. Benden kıdemli sayılırdı ama bana kıdemli tafrası yapmadı. Birlikte çok uyumlu çalıştık, dostça birbirimizin nazını çektik. Bazen amaçsız, plansız fotoğraf çekimlerine çıkardık. Eski mahallelerde, Haliç çevresinde, Kumkapı’da filan birlikte dolaşırdık. Ara o zamanlar daha tertipli, düzenli konuşurdu. Özel hayatında mizah duygusu hayli yüksek olan Ara’nın o mizah duygusunu fotoğraflarına taşımadığına hep hayret etmişimdir. Fotoğrafları son derece ciddidir.1960’lar Türkiye için zor yıllardı. O dönemde yaşadıklarınızı anlatır mısınız?27 Mayıs günü sokaklarda fotoğraf çekiyorum diye beni adeta tutuklu gibi Harp Okulu’na götürdüler. Yassıada’ya gideceklerin kuyruğuna soktular. Tam bodruma giden kapıda aklıma bir şeytanlık geldi. Oraya izin almaya gelmişim gibi, “Ben gazeteciyim, fotoğraf çekebilir miyim?” dedim. Sıradakileri içeri atan ak saçlı albay bir ‘La havle’ çekti, “Biz neyle uğraşıyoruz, bu vatandaş neyle.” dedikten sonra yanındaki askerlere, “Atın bu herifi dışarı.” dedi. Beni evimin kapısına kadar getirdiler. Ama 10 dakika sonra yine sokaklardaydım. Ankara’da Milli Birlik hükümetleri ve Kurucu Meclis döneminde çok fotoğraf çektim. Nihat Erim, Naim Talu, Ferit Melen hükümetlerini gördüm. Sonra İnönü, Demirel ve Ecevit dönemleri de bana arşivimi daha çok zenginleştirme fırsatı sundu.60 yılı aşkın meslek hayatınızı göz önünde bulundurduğunuz zaman günümüzde nelerin eksikliğini hissediyorsunuz?Nostalji, eski günlerin hayali güzel şeydir ama faydasız. Her dönem kendi olanakları ölçüsünde kendi çağını yaşar. Yüz metre öteye su fışkırtan araçlar varken yangına tulumbacı takımıyla koşamazsınız artık. 1950’lerde ve 1960’larda ben çok güzel, çok yalın ve özlü fotoğraflar çektim. Yaşam daha sade, çevre daha doğal, insanlar daha naifti. Çevre sorunları sözünü ben ilk kez 1960’larda duymaya başladım.