30 Ocak 2014 Perşembe

Öykü, birbirimizi anlamayı kolaylaştırır

Öykünün genç kalemlerinden Yılmaz Yılmaz’ın üçüncü hikâye kitabı Yıllardır Bir Ev (Sütun Yayınları) geçtiğimiz ay okurla buluştu. Hikâyeleri Dergâh, Hece Öykü, Edebiyat Ortamı, Türk Edebiyatı, İtibar, Aşkar ve Yağmur gibi dergilerde yayımlanan Yılmaz, “Birbirimizi anlayabilmek, hayata anlam katmak, anlamsızları anlamlandırabilmek için ve yaşayabilmek için öykü” yazdığını söylüyor. İlk iki kitabında da izleri görülen arayış, arınma, var olma, ailenin dönüşümü gibi izlekler, üçüncü kitapta daha da belirginleşmiş. Yılmaz ile yeni kitabını ve öykünün sunduğu imkânları konuştuk.Sâlik Yola Düşünce (2010) ve Sabahleyin Bir Tantana’dan (2012) sonra Yıllardır Bir Ev üçüncü hikâye kitabınız. Öyküde gayret mi diyelim buna?Gayretimiz o yöndedir. Olabiliyorsa, yapabiliyorsak kendimizi bahtiyar addederiz. Kıssa, mesel, masal geleneğinden geldiğimiz için öykünün/hikâyenin imkânlarını kullanmak daha doğru gibi geliyor bana. Hani Yunus’un meşhur ‘ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm’ mısraı gibi; koca bir oluş ağacının –mükevvenâtın, meyvesi ‘hikâye’dir. Yeryüzü yolculuğumuz hikâyedir, halifetullah oluşumuz hikâyedir, bu dünyanın ‘tutkulu bir oyalanma’ yurdu olması hikâyedir, hep ama hep bir ‘gerçek hayat/asıl yurt’ özlemi hikâyedir. İlk iki kitabınızdan biraz farklı bir çizgide mi duruyor bu öyküler?Modern hikâyenin –öykünün, imkânları dâhilinde, o muhteşem gelenekten kopmadan, söz söyleme çabasındayız. Aslında diğer kitaplarda da bu öykülerin uçları seçilebilir. Arayış, yakarış, arınma, var olma, ailenin dönüşümü, hayata bıraktığımız izler benim belli problemlerim… Bu kitapta biraz daha belirgin hâle gelmiş olabilir. Bir de anlattığınız şey, ‘neyi anlattığınız’ nasıl anlatacağınızı da belirliyor. Tekniği belirleyip anlatıyı da ona göre kurmak bana –açıkçası, pek de mantıklı gelmiyor. ‘Aslolan’ tahkiyedir çünkü. Bugün öykümüzde teknik uğruna zayıflamış/müphem hâle getirilmiş bir ‘öz’ var. İnsan faktörü öykünün olmazsa olmazıdır, yerinde bir tespitle söylendiği gibi, insanı hikâyeden kovarsanız onun adı başka bir şey olur.Yıllardır Bir Ev, Mustafa Kutlu’nun Hüzün ve Tesadüf kitabından o meşhur paragrafla başlıyor: “Bir şey yap güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin.” Öykünün nihai amacı nedir sizce?Benim öykümün/hikâyemin nihai amacı iyiden yana olmak, sahih olana varmaktır. Safımı bu şekilde belli ediyorum öncelikle. Zaten Kutlu’nun ‘bir şey yap güzel olsun, hakikate işaret etsin’ demesi her şeyi özetliyor. Bütün sanatın amacı da bu olmalıdır, O’na varmak yahut O’nu işaret etmek. Yoksa ‘lehve’l hadis’ ifadelerle, metinlerle büyük sanatı ıskalamış oluruz. Ben hikâyenin de romanın da şiirin de birbirimizi anlamak için icat ettiğimiz araçlar olduğuna inanıyorum. İnsan insanın kurdudur tezinden insan insanın yurdudur anlayışına hizmet etmesi gerektiğini de düşünüyorum. Birinci tezden çatışma çıkar, ikincisinden anlaşma… Ötekini anlamak, başkasının sesine kulak vermek çabasından öte bir şey değildir zaten sanat dediğimiz şey. Birbirimizi anlayabilmek, hayata anlam katmak, anlamsızları anlamlandırabilmek için ve yaşayabilmek için öykü…‘Yakınımız Irak Oldu’ hikâyenizde büyükbaba ve onun tabiri ile “Foko” ve “Niçe” okuyan, Hamparsum notası öğrenip Batı müziği dinleyen torunu arasındaki acı bir gerçeğe, kuşak farkına değiniyorsunuz. Gelenekle modernin çatışmasında öyküleriniz nerede duruyor?Kuşak çatışması her dönem olmuş, makasın arası açıldıkça açılıyor. Eskinin/geleneğin yeniyi/moderni anlamaması, yeni gelenin eskiye kulak vermemesi çatışmanın temel sebebidir. Sonuç itibarıyla her modern ‘geleneksel’ olmaya mecburdur. O zaman Batı’yı okuduğumuzun misliyle Doğu’yu da okumalıyız. Attar’ın ‘kendi sesinden haber ver’ dediği gibi, âlemde bu kadar gürültü var iken kendi sesini işitemeyebiliyor insan. Kendi sesine yabancı bir kuru rebaptım diyen Mevlana gibi, bir ‘Şemsî yay’ dokunmalı tellerimize. Bu derin yarılmanın –bilinç yarılması da diyebiliriz, kırılmanın sosyal hayata yansımaması mümkün değil. Medeniyetin sarsıldığı, kültürün güdükleştiği ortamda, bunun yaşanılan hayata, sıcak hayata yansıması yine aynı derinlikte trajedileri/yaralanmaları/yabancılaşmayı getirdi. Öykü tam da bu noktada ‘insanın trajedisine’ kulak vermeli, onu yansıtabilmeli diye düşünüyorum.Babasına mesafeli bir oğul, annesinden çok teyzesini kendine yakın hisseden bir evlat... Ebeveyn ile çocukları arasındaki kırgınlığı çokça işliyorsunuz öykülerinizde. Ne anlatmak istediniz bu hikâyelerle, biraz açar mısınız?İnsan âlemin özetidir, demişler. Dolayısıyla aile de insanın özetidir. Karakoç ‘bir insanı al, onu çöz çöz çocuk olsun’ dizesiyle aynı hakikate işaret etmiş kanaatimce. Yani her şey ailede başlar, çocukta başlar. Aile salah bulmadan insan salah bulmuyor, insan düzene girmiyor. Bugün aile mefhumunun içi boşaltıldı, üç beş kişi bir araya gelince ‘biz bir aileyiz’ klişesine giriyor da asıl ‘aile’nin bizar hâli görmezden geliniyor. Herkesin odasının olduğu, odalarda özel işlerle vaktin harcandığı evler var, aileler yok!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder