31 Ekim 2014 Cuma

Unutursam hatırlat

İzleyicisini sık sık geçmişe götüren Çağan Irmak, yeni filmi Unutursam Fısılda’da bu kez 70’li yıllara yol alıyor. Dönemin müzikleri ve kıyafetlerinin perdeye yansıdığı filmin eses oğlanı nostalji. ‘Çağan Irmak seyircisi’nin beklentilerini tastamam karşılayacak filmden geriye kalan ise Farah Zeynep Abdullah’ın başarılı oyunculuğu.Yaşadığımız çağın hastalıklarından biri de nostalji. Evlerden uzak olsun, kanser varken nostalji hastalık bile sayılmayabilir belki. Fakat modadan müziğe, sinemadan edebiyata kadar bir nostaljidir gidiyor. Nereye yüzümüzü çevirsek bir retro hevesi, yaşadığı zamandan kaçma telaşı. Herkesin Altın Çağ’ı kendine tabii. Kimi çocukluğunun hayalinde, kimi 80’lere özlem duyar, kimi 70’lere... Woody Allen, Paris’te Geceyarısı filminde bu Altın Çağ sendromuna kendince bir reçete yazmıştı: Altın Çağ geride kaldı. Aslında o güzel günler de bugünden farklı değildi; hepsi birbirinden beter. Bundan gayrı herkes yaşadığı dönemde kendi altın çağını oluşturmaya bakmalı! Çağan Irmak, kendi zamanından kaçıp sıklıkla nostaljiye sığınan bir yönetmen. Bu zamanda geçen filmleri bile aslında bizim yaşadığımız zamanda değil, başka bir ‘paralel’ evrende geçer. 29 Ekim’de gösterime giren Unutursam Fısılda, bu kez 70’li yıllara götürüyor seyirciyi. Bir zamanların ünlü şarkıcısı Ayperi, muhasebecisinin bir oyunuyla elindeki her şeyi kaybeder ve yıllar önce terk ettiği memleketi Tire’ye geri döner. Tire’de ablasından başka kimse yoktur. Ablasıyla yıllar öncesine dayanan hesaplaşması çetin geçecektir. İki yaşlı kardeşin yüzleşmesi geçmişin hatıralarını da beraberinde getirir. Bu vesileyle 70’li yılların müzik dünyası, şarkıları ve şöhret yolculuğu da perdeye yansır. AH O 70’LER YOK MU... Unutursam Fısılda, Çağan Irmak’ın ‘kaçış’ sinemasından yeni bir örnek. Bu kez 70’lere kaçıyoruz hep beraber. Ege yine kadrajda fakat filmi ve karakterleri sempatik kılacak kadar değil. Çünkü bu filmin esas kızı 70’lerin ünlü şarkıcısı Ayperi olduğu gibi esas oğlanı da nostaljidir. Plastik özlemlerle örgülenen bir nostalji. “Ah o 70’ler yok mu, o zamanlar her şey mümkündü” nostaljisi. Esasen bütün film, memleketine dönen yaşlı Ayperi’nin hastalığı dolayısıyla hemen her şeyi unutmadan önce son bir kez hatırlaması üzerine kurulu. Ayperi, belki de son kez hayatını gözden geçirecek, bu yolda ablasıyla çetin bir hesaplaşmaya girecek ve ondan sonra unutuluş başlayacak. Fakat filmin hafıza yahut hafıza kaybıyla ilişkisi ışıltılı bir nostalji hevesinden öteye geçmiyor. Belki de Proust’un dediği gibi, sadece nesnelerin nostaljisi. Dolayısıyla kıyafetler de, müzik de, renkler ve ışıklar da kendini teslim etmeyen seyirciyi 70’lere götürmek için yeterli olmuyor. Dünden razı olanlara diyecek sözümüz yok. Unutursam Fısılda’nın gösterdiği bir başka şey, Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum sendromu. Dönüp dolaşıp o yola tekrar giriyor. Ne vakit genç Ayperi gibi çeperini yırtıp başka dünyalara açılsa, çok geçmeden yaşlı Ayperi gibi ‘memleketine’, yani Babam ve Oğlum’un dünyasına dönüyor. Irmak’ın ‘formül’ü Unutursam Fısılda için de geçerli: Hasta bir karakter yaz, onu en yakınındakiyle çatıştır, sonra ikisinin geçmişine git, nostaljik şarkılar ekle, plastik bir umut ışığı ve gözyaşı... Doğrusu, her zaman iş yapacak bir formül. Hele Unutursam Fısılda’da Hümeyra ve Işıl Yücesoy’un oyunculuklarıyla köpürecek iki ‘drama queen’ sayesinde meseleyi daha da garantiye alırsanız, endişelenecek bir şey kalmaz. Bu formülün iş yapıp yapmaması ayrı konu fakat Unutursam Fısılda, Çağan Irmak sineması için geri adımdır. Belki de bir yerinde sayma. Ama aynı zamanda, ‘Çağan Irmak seyircisi’nin beklentilerini tastamam karşılayacak, Farah Zeynep Abdullah’ın görülesi oyunculuğu ile hatırlanacak şurup şeker bir yapım.

30 Ekim 2014 Perşembe

Ayvazovski'nin İstanbul'una ses veriyor

Piyanist ve besteci Anjelika Akbar, Boyut Yayın Grubu Genel Müdürü Bülent Özükan ve Kazakistan Astana Milli Müzesi Müdürü Darhan Mınbay, geçtiğimiz hafta Astana'da buluşup bir anlaşma imzaladı. Akbar, Boyut Yayın Grubu ile birlikte ünlü Rus ressam Ayvazovski'nin eserlerinin dijital ortama aktarılıp seslendirileceği bir proje yürütüyor. Proje kapsamında dünyadaki 60 müzeden, ressamın, başta İstanbul olmak üzere Türkiye ve Osmanlı konulu 300 resmine ulaşıldı. Anjelika Akbar'ın ‘Çok heyecanlıyım.' dediği sergi için bestelediği 'Ayvazosvki Rapsodisi' ile ressamın eserleri adeta yeniden doğacak. Geçen hafta Kazakistan Astana Milli Müzesi'nde bir anlaşma imzaladınız. Bu proje nasıl ortaya çıktı?Evet, Boyut'un Genel Yayın Yönetmeni Bülent Özükan ile Astana'da idik. Cumhurbaşkanı Nazarbayev'in yeni yarattığı ve çok önem verdiği tarih ve sanat müzesinin genel müdürü ile Ayvazovski projemizi konuştuk. Hikaye aslında 1 sene önce başladı. Boyut Grubu ile bir kitabımın yayınlanması konusunda bir araya gelmiştim. Boyut Yayın Grubu'nun Genel Sanat Yönetmeni Murat Öneş bana Ayvazovski ile büyük bir koleksiyon kitabını yayına hazırladıklarından bahsetti. Kitabın yanı sıra Ayvazovski'nin muhteşem tablolarının hareketlendirileceği ‘dijital bir sergi' düzenleyeceklerini söyledi. Yani Ayvazovski'nin tabloları duvara yansıtılacak ve canlandırılacak. Sergide tablolardaki mekan ve ortam sesleri de mi kullanılacak? Evet öyle. Tabloda dalga varsa hareket edecek, ateş varsa çıtırtısı işitilecek. Dalga sesi, kuş sesi, insanların konuşma sesleri… Örneğin Ortaköy Camii tablosunun canlandırmasında ezan sesi; Dokuzuncu Dalga tablosunda ise fırtına ve gök gürültüsü efektleri olacak. Bu haber beni inanılmaz heyecanlandırdı. Ayrıntıları nedir sizi heyecanlandıran bu projenin? Projenin genel adı “Ayvazovski'nin İstanbul'u”. Açılım olarak ‘Ayvazovski'nin şehirleri ve denizleri'. Ayvazovski İstanbul'a 8 kez geldi ve bu gelişler geniş bir zaman dilimine yayılmıştı. O sürede üç Osmanlı padişahı değişti. Ressamın üçü ile de yakın dostluğu vardı. Ayrıca Osmanlı hanedanı tarafından kendisine verilmiş nişanlar söz konusu. İstanbul, Ayvazovski'ye ve onun tablolarına, Ayvazovski ise İstanbul'a hayran kalmıştı. Tüm dünyayı karış karış gezen bu ressam, dünyanın en güzel şehirlerinin İstanbul'un gölgesinde kaldığını anlatıyor Rus arkadaşlarına. Ayvazovski'nin kaç eseri var ve ne kadarı İstanbul'la ilgili? Kayıt altında 1000 tablosu olduğu biliniyor. Ama aslında 6 bin civarında tablosu bulunuyor. En güzel ve aynı zamanda en pahalı tabloları İstanbul ile ilgilidir. En son uluslararası müzayedede İstanbul konulu tablolarından birinin 5 milyon Paunda satıldığını biliyorum. İş böyle olunca projenin İstanbul'dan dünyaya açılması kadar doğal ve heyecan verici olamaz. Sergide ressamın 300 resmi olacak. 300 resim tamamen İstanbul'la ilgili mi? Hayır, 300 tablodan yaklaşık 20-25 tablo doğrudan İstanbul ile ilgili, büyük kısım Türkiye ve Osmanlı topraklarına ait. Ayrıca Ayvazovski'nin denizleri ve şehirleri olunca birçok şehir ve denizler yer alıyor. Kendisinin İstanbul ile ilgili toplam 100 kadar tablosu var ki, çoğu özel koleksiyonlarda ve kendilerini açıklamayan kişilerde. Bu isimlerin büyük kısmı Amerika'da yaşıyor. Bugüne kadar hangi müzelerle bağlantı kurdunuz? Sadece Rusya'da iletişim kurduğum müzenin sayısı 45'tir. Bunun içinde Peterhof Sarayı, Rus Müzesi, Tretyakov Galerisi, St-Petersburg Askeri Deniz Müzesi Ayvazovski'nin dünyadaki en geniş koleksiyonlarına sahip olan kurumlardır. Rusya Kültür Bakanlığı da işin içinde. Bunun yanı sıra tüm dünyada toplam yaklaşık 60 müze ile iletişimdeyiz. Türkiye'de de yaklaşık 50 tablosu var, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği de bu proje için yüksek çözünürlüklü fotoğraflarını bize verdi. Müzisyen olarak resim projesinde sizi görmek elbette şaşırtıcı değil ama merak uyandırıcı. Projede tam olarak rolünüz nedir? Murat Öneş'in bana bu projeden bahsetmesi tam da müzisyen olduğum için anlam kazanıyor. Çünkü dijital sergi demek, müzik demektir. Yani insanlar bir mekanda kocaman duvarlarda canlandırılmış yüzlerce Ayvazovski tablolarını "yaşarken", buna eşlik edecek ve duyguları daha da yoğunlaştıracak müzikler gerekecekti. Ve ben, besteci olarak Rusya'da doğup, çocukluktan beri Ayvazovski'nin tablolarını bilen, İstanbul'a bir sebeple gelip buraya aşık olan bir insan olarak bu duyguları yansıtmam öyle bir denk geldi ki, projeyi duyunca heyecandan konuşamadım bile. Projede resim ve müzik ilişkisi nasıl ilerliyor? Ben tabloların canlandırmasına göre hem beste yapacağım, hem de o dönemin Rus ve Türk müziğinden örnekler sunacağım. Ayvazovski'nin Türkiye'ye geldiği zamanlardaki Türk müziğinin atmosferini de yansıtacağım besteler üzerine çalışıyorum. Aynı zamanda projenin aktif yöneticilerinden biriyim. Besteleri hazırlarken Ayvazovski'ye dair keşfettiğiniz yeni bir şey oldu mu? Olmaz mı! Rus klasik müziğinin babası sayılan M. Glinka ile ilişkileri büyük bir sürprizdi. Ayvazovski sadece bir ressam değil, gezgindi. Sanatın her dalına ilgi duyuyordu. Mesela keman çalardı. En iyi arkadaşlarından biri de Glinka idi. Ayvazovski doğduğu Kırım'da (Feodosya) öğrendiği melodileri Glinka'ya çalıyor, o da bu müzikten etkilenip bazılarını dünyaca ünlü Ruslan ve Ludmila operalarında ‘doğu motifleri' olarak kullanıyordu. Biz o melodileri Glinka'ya ait olarak biliyoruz, aslında onlar bu şekilde “Ayvazovski kaynaklı” oluyor! Bu bilgilere ulaştığımda şaşırmıştım, daha önce hiçbir yerde okumadığım bir detaydı. Dolayısı ile müzik üzerinde çalışırken Ayvazovski'nin içinde taşıdığı müzik "tablosuna" ulaşmaya çalışıyorum. Bestelerinize Ayvazoski'nin dünyasından neler yansıyor? Ayvazovski'nin içinde doğduğu Rus ve Kırım Tatar müzikleri, Kafkasya'dan bolca dinlediği Gürcü ve Ermeni tınıları, Avrupa'da iç içe olduğu İtalyan, Fransız, İngiliz klasik müzik ekolleri, Osmanlı topraklarında dinlediği türküler, ilahiler, saray müzikleri... Tüm bu tınıların benim özgün müziklerim kucaklaşınca “Ayvazovski Rapsodisi” ortaya çıktı. Bu rapsodi sergide 30 dakika sürecek ve kesintisiz olarak serginin açık olduğu saatlerde tekrar edilecek. Açılışlarda ve özel günlerde ben de canlı performans ile sahnede olacağım. Aktif yönetici olarak bir yıldır neler yaptınız? Rusya ile Türkiye arasında yıllardır gönüllü ‘kültür ataşeliği' yapıyorum biliyorsunuz. İki ülke ile hem gönül bağı hem de bağlantılarım olduğu için, özellikle Rusya'daki akademik çevreleri ve Kültür Bakanlığı cephelerine bu projeyi tanıtmak adına hızla adımlar atmaya başladım. Babamdan dolayı hem Moskova hem de St-Petersburg'da bağlantılarım vardı, herkesi aradım ve çok kısa zamanda birçok kişi bize heyecan ile destek vermeye başladılar. Destek verenler arasında önemli isimler var sanırım. Evet… Rusya'nın en önemli Ayvazovski uzmanı Sergey Levandovski, heyecanla ve şevkle projemizin danışmanı ve kitabın yazarlarından biri oldu. Ayvazovski'nin okuduğu ve sonra da profesör olduğu St-Petersburg Resim Akademisi'nin (daha çarlık zamanında kurulmuş dünyanın en önemli resim ekollerinden biri) Resim Bölümü Başkanı dakitabımız için araştırma yapıyor, yazı hazırlıyor. Yazarlar arasında Türkiye'den de önemli isimlere yer verilecek. Peki resme olan sevginizin, ilginizin özel bir hikayesi, nedeni var mı? Görsel sanatlara olan ilgim çok küçükken ortaya çıktı. Öncelikle mutlak kulak özelliğim keşfedilmişti; fakat benim için daha önemli olan şey; seslerin renklerini gördüğümü fark etmemdi. Hatta bunun çok doğal bir şey olduğunu, herkesin öyle algıladığını zannetmiştim ilk başta. Müzisyen olan annem ve babamın nota duyduklarında bir rengi görmediklerini öğrenince çok şaşırdım, çünkü bu benim için çok doğaldı. (Artık bu tür olayların bir bilimsel terimi var: "sinestezi" ve birçok üniversite kürsüsünde araştırılıyor, ama o yıllarda böyle bir araştırma yapılmamıştı ve ben kimseye bunu yıllardır söylemedim bile). İş öyle olunca seslerin renklerini gördüğüm gibi, tabloların içindeki renklere baktığımda her biri benim için bir ses anlamına geliyordu. Tabloları "dinliyordum" ve sesleri "görüyordum". Bu yüzden resim sanatı benim için daima çok önemli idi. Ayvazovski ile özellikle çocukluğumda başlayan çok özel bir ilişkimiz var. Anlatmanızı istesek? Benim küçüklüğümden beri astımım var, bu yüzden Rusya'daki nem oranı yüksek deniz beldelerine gitmem yasaktı, doktorlar izin vermiyordu. Annem gidiyordu, ben de onun getirdiği fotoğraflara imrene imrene bakıyordum. Evimizde bir sanat ansiklopedisi vardı, hâlâ kütüphanemde duruyor, sıklıkla oradaki resimlere bakardım, ilk gördüğüm deniz manzarası siyah beyazdı. Denizin ne olduğunu da bilmiyordum, 2 yaşında filan olmalıyım; bir gün annem geldi dedi ki: “Bu deniz, onu çizen ise Ayvazovski adlı bir ressam.” Adını ilk defa o zaman duydum. Küçükken suluboya çok resim yapardım, sürekli olarak kullandığım renkler siyah ve yeşildi, çünkü resimlerimi Ayvazovski'ninkilere benzetmeye çalışırdım, benim için deniz Ayvazovski oldu. Bütün tablolarında adeta içine girip yüzüyordum. 21 yaşımda Türkiye'de, Marmaris'te ilk defa denize girdiğimde düşündüğüm Ayvazovski resimlerinin içinde olduğumdu. Benim için deniz eşittir Ayvazovski. Proje ne zaman hayata geçecek, izleyiciye hangi platformda ve ne zaman sunulacak? Bülent Özükan ile beraber Astana Milli Müzesi'ne gitmemizin sebebi, sergilerden birini, hatta belki dünya prömiyerini Cumhurbaşkanlığı Müzesi'nde yapma fikri idi. Müzenin bölümlerinden biri, dijital sergilere uygun bir şekilde inşa edildiğinden, müze yönetimi projenin dünya prömiyerinin o müzede yapılmasını çok arzu etti. Kazakistan'da deniz yok ve Ayvazovski ile birlikte oraya ‘deniz' getirilebilir. Ama aynı şekilde dünya prömiyeri İstanbul'da, Ayvazovski'nin doğum yeri olan Feodosya'da ya da yaşadığı, okuduğu ve kariyerinin büyük bölümünü oluşturduğu St-Petersburg'da da olabilir. Şu anda bunun için karar verme aşamasındayız. Sergi teknik olarak ocak sonunda hazır olacak. Serginin başladığı yer elbette önemli, ama biliyoruz ki, tek bir şehir veya ülke ile değil, birçok ülke ve şehri ile ilerleyecek bir projedir Ayvazovski projesi.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Yazarından satılık roman kahramanı

Aralarında Julian Barnes, Ian McEwan, Margaret Atwood ve Zadie Smith gibi dünyaca ünlü isimlerin bulunduğu 17 yazar, yeni romanlarında yer vermek üzere, bir karakter ismini satılığa çıkardı. Barnes’ın öncülüğünde 20 Kasım’da yapılacak açık artırmadan elde edilecek gelir, şiddete karşı faaliyetler düzenleyen bir vakfa bağışlanacak.Edebiyatçıların eserlerindeki karakterlere nasıl isim verdikleri okurlar için merak uyandırıcı bir sorudur. Jorge Luis Borges'e “Karakterlerinize isim bulurken belli bir yönteminiz var mı?” diye sorulduğunda, usta yazar şöyle cevap verir: "İki yöntemim var. Birincisi dedelerimin, onların babalarının adlarını kullanmak. Diğeri ise bir şekilde dikkati­mi çekmiş adları kullanmak. Örneğin, bir öykümde sürekli ora­dan oraya gidip gelen bir karaktere Yarmolinski dedim, çünkü isim ilgimi çekmişti – garip bir sözcük, değil mi? Diğer bir karakterin adı da Red Scharlach'tı çünkü Scharlach Almancada kızıl demektir ve karakter bir katildi; kıpkızıl yani, değil mi? Red Scharlach, Kızıl Kırmızı."İçimizdeki edebi üretimi dışarı çıkarmaya gücümüz yetmese de sevdiğimiz bir yazarın kitabında karakter ismi olarak yer almak heyecan verecektir şüphesiz. Fakat bu edebi girişimin bedeli öyle çok kolay değil. Julian Barnes, Ian McEwan, Margaret Atwood ve Zadie Smith gibi ünlü isimlerin aralarında bulunduğu on yedi yazar, yeni romanlarında yer vermek üzere, bir karakter ismini satılığa çıkardı. Julian Barnes'ın öncülüğünde düzenlenen açık artırmadan elde edilecek gelir, şiddete karşı faaliyetler düzenlenen Fredom From Torture adlı vakfa bağışlanacak.Açık artırma için yazarlardan yayımlayacakları kitaptan bir karakteri bağışta bulunmaları istenirken, açık artırmada en yüksek fiyatı veren, yazarın kitabında bir karakter ismi olarak yer alacak. Atwood, Shakespeare'in Fırtına adlı eserini yeniden yazdığı kitabın karakterlerden birini bağışlayacağı açık artırmanın ilgi görmesi bekleniyor. Kurmaca karakterlerin açık artırmada satılması yeni değil. 2005'te online satış sitesi ebay'in öncülüğünde, Stephen King, Dave Eggers ve Michael Chabon gibi yazarların yer aldığı bir başka bağış müzayedesi düzenlenmişti. Kings'in romanında bir karakter ismi olmayı kazanan kişi 25 bin dolar ödemişti. Karakter ismini bağışta bulunan yazarların listesi şöyle: Julian Barnes, Margaret Atwood, Ian McEwan, Alan Hollinghurst, Joanna Trollope, Martina Cole, Sebastian Faulks, Rober, Harris, Zadie Smith, Hanif Kureishi, Ken Follett, Will Self, Kathy Lette, Adam Mars-Jones, Adam Foulds, Pat Barker ve Tracy Chevalier. Açık artırma 20 Kasım'da Royal Institution of Great Britain'da düzenlecek. Artırmaya katılamayanlar online olarak 5 Kasım'dan itibaren tekliflerini verebilecek. (www.freedomfromtorture.org)

27 Ekim 2014 Pazartesi

Uluslararası Yayıncılar Birliği: Türkiye ifade özgürlüğünün kısıtlandığı bir ülke

Uluslararası Yayıncılar Birliği’nin Ekim 2013-Ekim 2014 raporu geçtiğimiz hafta yayınlandı. Türkiye, raporda ifade özgürlüklerinin kısıtlandığı bir ülke olarak anılırken, hükümetin ifade ve yayınlama özgürlüğünü güvence altına almaktaki başarısızlığına dikkat çekiliyor.Sansüre karşı mücadele eden, telif hakları, okur-yazarlık ile yayınlama özgürlüğünü dünya çapında destekleyen ve merkezi İsviçre’de olan Uluslararası Yayıncılar Birliği’nin (The International Publishers Association - IPA) Ekim 2013-Ekim 2014 raporu geçtiğimiz hafta yayınlandı. Türkiye, raporda ifade özgürlüklerinin kısıtlandığı bir ülke olarak anılırken, hükümetin ifade ve yayınlama özgürlüğünü güvence altına almaktaki başarısızlığına değiniliyor. Kırk ülkenin yer aldığı raporda, dünyadaki yayıncılık sektörünün son bir yılına dair çeşitli değerlendirmeler de var. Raporda, “Türkiye’de hükümetin sansür konusundaki tavrına duyulan endişeye karşılık, Uluslararası Yayıncılar Birliği Yayınlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı Ola Wallin, geçtiğimiz yıl ekim ayında, İstanbul ziyaretinde Türk hukuk sisteminde acil reform çağrısı yaparak, yayıncı İrfan Sancı ve çevirmen İsmail Yerguz’un hapis istemiyle yargılandığı 17 Ekim’deki duruşmasına katıldı.” ifadelerine yer veriliyor.Raporda, iki yılı aşkın tutuklu bulunan ve daha sonra serbest bırakılan Deniz Zarakolu davasına da Birlik olarak dikkat çektikleri belirtiliyor. Birliğin raporunda ayrıca, “Uluslararası Yayıncılar Birliği olarak Çin, Belarus, Kamboçya, Suudi Arabistan, Tunus, Rusya, Fransa ve Türkiye’nin aralarında bulunduğu ülkelerdeki ifade ve yayınlanma özgürlüğü için çeşitli raporlar hazırladık ve gelişmeleri yakından takip ettik.” deniliyor. Geleneksel yayıncılığın yerini alan dijital teknolojinin endüstriyi dünya genelinde şekillendirdiğini belirten rapor, dijital çağda telif hakları, e-kitap yayıncılığı ve sansür gibi çeşitli konular üzerine analizlere eğiliyor.Yayınlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı Wallin, geçtiğimiz yıl Türkiye ziyareti sırasında şu sözleriyle ülkemizdeki durumu eleştirmişti: “Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmeleri, bu yazar ve yayıncılara görüşlerini özgürce ifade etme ve hapsedilme veya eziyet görme korkusu taşımadan yazma ve yayınlama haklarını vermektedir. Yazmak ve yayınlamak toplumun politik ve kültürel hayatına tüm seslerin katılması için barışçıl ve demokratik yollardır. Uluslararası insan hakları yasası hükümetleri vatandaşların yazma, yayınlama veya okumayla ilgili seçimlerine saygı duymakla yükümlü kılar. Demokrasi, kültürel çeşitlilik ve toplumsal ilerleme için açık bir tartışma ortamı gereklidir. Görüşlerin çeşitliliğini ifade eden yazarlar ve yayıncılar bu diyalog için esastır. Uluslararası Yayıncılar Birliği Türkiye’de ifade ve yayınlama özgürlüğü için sürdürülen mücadeleyi desteklemekte kararlıdır.”Uluslararası Yayıncılar Birliği raporunun sevindirici tarafı ise Türkiye’nin Brezilya, Çin, Kore ve Meksika ile birlikte dünya yayıncılık piyasasında gelecek vaat eden pazar arasında değerlendirilmesi. Raporda, kitaba ilgi gösteren yeni küresel orta sınıfın bu ülkelerde gittikçe daha da genişlediğine dikkat çekiliyor. Türkiye’ye ayrılan bir başka bölüm ise geçtiğimiz mart ayında getirilen Twitter yasağı ile ilgili oldu. Türkiye Yayıncılar Birliği ve Uluslararası Yayıncılar Birliği’nin Twitter’ı engelleme girişimini özgürlüğe müdahale edildiği şeklinde ortaklaşa kınadıklarına yer veriliyor.Dünyanın kitap cenneti BritanyaRaporda dikkat çeken bir önemli nokta ise Britanya’nın dünyada kişi başına en çok kitap yayımlayan ülkesi olması. Ülke genelinde her bir saatte yaklaşık yirmi yeni başlıkta kitap basılıyor. 2013 rakamlarına göre ülkede 184 bin yeni ve tekrar baskısı yayımlanan kitap var. Bu rakamın 60 binini ise dijital kitaplar oluşturuyor. Bu rakamlara göre her bir milyon kişiye 2.873 farklı kitap başlığı düşmekte. Britanya’nın hemen ardında ikinci sırada ikinci sırasında Tayvan ve Slovenya yer alırken, Avusturya bu listenin sonunda.Uluslararası Yayıncılar Birliği’nin raporu, İngiliz yayıncıları ve yazarları ikiye böldü ve yeni bir tartışmayı doğurdu. Bir tarafta yayımlanan kitapların kültürel bir canlılık olduğu öte tarafta ise bu gelişmenin bir yayıncılık intiharı olarak değerlendirilmesi. Kimi yayıncılar yılda gereğinden fazla kitap bastıklarını kabul ederek, bunun önüne geçilmesinin şart olduğunu söylüyor. Basılan kitabın kalitesinin tartışılmaya açık olduğunu ifade eden yayıncılar fazla kitap basımının yayıncılık endüstrisine de olumsuz etkisi olduğu kanaatinde. Bu görüşün karşısında ise bu kitapların toplumun kültürünün gelişmesine katkı sağladığı ve bu sürecin devam etmesi gerektiği yer alıyor.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Çok yaşa ‘dert dinleme uzmanı’ !

Yazı hayatına oyun, öykü, roman, deneme, anı, anlatı, günlük, mektup türlerinde yaklaşık 40 eser sığdıran Adalet Ağaoğlu, 85 yaşına girdi. Everest Yayınları ve Bilgi Üniversitesi, ustanın doğum gününü dün başlayan ve bugün devam eden bir sempozyumla kutluyor.Yazmak, onun için en zor, belki en tehlikeli zamanlarda bile vazgeçilmezdi. Evlerin aranıp, insanların içeri alındığı zamanlarda bile inandığı şeyleri yazmaktan geri durmadı. Oyunları sahnelendi, romanları yayımlandı, o bazı gelenekleri reddetti diye okurlarından gelinlik giymeyi reddedenler bile oldu; çok okurları oldu, dostlar biriktirdi, Halim ondan desteğini hiç çekmedi. Yazıya adanmış ve sevgiyle donanmış bir ömür: Adalet Ağaoğlu, şimdi 85 yaşında!Everest Yayınları bu büyük yazı ustasının doğum gününü Bilgi Üniversitesi’yle düzenledikleri sempozyumla kutluyor. Yazar, akademisyen ve aile dostlarının bir araya geldiği “Türkiye’nin Dert Dinleme Uzmanı Adalet Ağaoğlu 85 Yaşında!” başlıklı sempozyum dün başladı, bugün de devam ediyor.Açılış konuşmaları Emre Gönen, Aydın Uğur ve Doğan Hızlan tarafından gerçekleştirildi. Gönen’in kısacık konuşmasında sarf ettiği cümleler Adalet Ağaoğlu’nun yazarlığına verdiği önemi gösteriyordu. Diyordu ki, “Ağaoğlu’nun hayatımızdaki son derece önemli görevi, düşüncelerimizi, imgelerimizi zenginleştirmek. O kelimelerde her birimiz başka başka anlamlar buluyoruz. Bizi daha akıllı, daha az aptal hale getirmek konusunda Ağaoğlu, önemli bir rol oynuyor.” Dekan Aydın Uğur ise Ağaoğlu’nun edebiyat tarihi bakımından çok önemli olmakla birlikte, Türkiye tarihini, sosyolojik yakın tarihini anlamak isteyenlerin yararlanabileceği kitaplar yazdığından bahsetti. Doğan Hızlan, Ağaoğlu kitaplarının dünyasından, karakterlerinden ve eserlerindeki ince ironiden bahsetti.Ağaoğlu’nun da katıldığı ilk oturumda Erkan Irmak moderatörlüğünde Murat Belge, Jale Parla ve Orçun Üçer konuştular. Orçun Üçer, Ağaoğlu denemeleri üzerine kapsayıcı incelemeyle karşılaşmadığı için bu konuyu gündeme getirdi. Yazarın yayımlanmış beş deneme kitabında ele aldığı temalara -köy edebiyatı, oyun yazarlığı, seyahat, gezi, kent, Türkçe, dil, sinema, İstanbul, zaman, tıp dili, siyaset, hukuk- hızlıca değindikten sonra Ağaoğlu’nun üstünde durduğu nitelikli okurluk konusunu ele aldı. Jale Parla, Modern Zamanlar dörtlemesindeki modern ironiden bahsetti. 1973’te yayımlanan Fikrimin İnce Gülü’nden sonra bu yıl yayımlanan Dert Dinleme Uzmanı’na kadar 40 yılda, “Yeni bir üslup deniyor, sanki daha postmodern ironiye yaklaşan ama oraya varmadan duran bir ironi gerçekleştiriyor.” dedi. Erkan Irmak, Ölmeye Yatmak adlı eserin başkahramanı Aysel’in flanöz olma durumunu sorguladı; Murat Belge ise konuşmasında, ilk kez 1973 yılında, hapisteyken bir Adalet Ağaoğlu romanıyla tanıştığını ve yazarın romanlarındaki ideolojik duruşunu anlattı.Eşi, Adalet Ağaoğlu’nu anlatacakSaat 12.00’de başlayacak bugünkü ilk oturumda, Betül Dünder’in moderatörlüğünde, Haydar Ergülen, Ethem Baran ve Asuman Susam, Adalet Ağaoğlu’nun dünyasını konuşacaklar. Ömer Erdem’in yöneteceği “Adalet Ağaoğlu ile Yaşamak” adlı ikinci oturumda, Ağaoğlu’nun eşi Halim Ağaoğlu, Özden İnönü Toker, Selim İleri ve Ömer Madra söz alacaklar. Günün sonunda da Adalet Ağaoğlu, kapanış konuşması gerçekleştirecek.

23 Ekim 2014 Perşembe

‘Osmanlı kültürünün iktidar eliyle var edilmesi tehlikelidir’

Bu yıl 24.sü gerçekleştirilen Akbank Caz Festivali dün başladı. Festival kapsamında en dikkat çeken konserlerden biri neyzen Kudsi Erguner ve Alman caz piyanisti Michael Wollny'yi, 25 Ekim Cumartesi günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda bir araya getiren 'Nefes' performansı olacak. Kudsi Erguner'le Nefes'i konuştuk.Projenin adı neden Nefes?Bir ilk olacak bu projeye Nefes adını vermemizin nedeni, yapacağımız doğaçlamaların ilham kaynağının İstanbul Bektaşi nefeslerinden oluşması. Vakay-ı Hayriye ile II. Mahmud'un 1826 yılında yeniçeri ocağını ve Bektaşileri yasaklaması ile son yıllarda Anadolu Bektaşi kültürünün öne çıkması nedeniyle unutulmuş bir İstanbul Bektaşi literatürü ve müziği var. Konserimizin temelini oluşturan nefeslerin melodilerinin en azından caz meraklıları için sürpriz olacağına inanıyorum.Konserde birlikte sahnede olacağınız sanatçılar özel isimler, nasıl bir araya geldiniz?Michael Wollny, genç Alman caz piyanistleri arasında gittikçe parlayan bir sanatçı. Kendisiyle 2011 yılında, Ahmet ve Nasuhi Ertegün'ün anısına düzenlenen Bremen Jazzahead Festivali'nde tanıştık. Daha sonra Köln'de ikinci konseri verdik. Daha önce birçok projede beraber olduğumuz Hamdi Akatay ise Türkiye'de perküsyon sanatının en önemli isimlerinden biri.Tasavvuf müziğinin ana enstrümanı ney'i caz enstrümanlarıyla birleştiren neyzen olarak tanınıyorsunuz. Bu yolculuğa başlarken temel hedefiniz neydi?Yaptığım çalışmalara hedef, iddia ve amaç yüklemekten hep kaçındım. Davet edildiğim her ortamda neyimi kendi zevk ve itikatlarıma sadık kalarak üflemeye çalıştım.Bugüne kadar cazdan çağdaş müziğe kadar birbirinden çok farklı sanatçılarla çalıştınız. Bu çalışmaları yapmanızın özünde hangi düşünce vardı?Kırk beş yıldır süren kariyerimde, 100'ün üzerinde CD yayınladım. Dünyanın neredeyse her yerinde, en prestijli konser salonlarında binlerce konser gerçekleştirdim. Bunların en büyük kısmı mensup olduğum Osmanlı mirası musikisinin çeşitli formları üzerineydi. Lakin, nedense bütün dünya beni özellikle klasik Osmanlı müziği ve Mevlevi müziği konusunda yaptığım çalışmalarla tanırken, Türkiye'de bir kesim beni, sadece bazı ünlü caz, pop veya klasik müzisyenlerle yaptığım birliktelikler vesilesiyle tanımakta.Bu kadar farklı kulvarlarda çalışmanız ve sürekli arayış içinde olmanız size ve müziğinize neler katıyor?Müzik bir medeniyetin zevkini yansıtan sanattır. Sanatçıların kişisel zevki ise içinde geliştikleri medeniyetin özümsenmesiyle oluşur. Benim farklı müzik konularında yaptığım çalışmalar bir arayıştan ziyade, bulduğum ve yaşadığım zevki müzikle paylaşmamla ilgilidir.Dünya müzik arenasında hatırı sayılır bir yeriniz var. Yabancı müzisyenlerin ve müzik dinleyicisinin Türk müziğine bakışı nasıl?“Bizim bile artık dinlemediğimiz müziği yabancılar niye dinler?” sorusu yıllardır herkesi meşgul etmekte. Dünyanın her yerinde müziğe yabancı olanlar ve aşina olanlar var. Türk olduğu için Türk müziğinden hoşlandığını zannetmek müzik sanatına ilginin sadece başlangıcı olabilir. Bu nedenle, benim için salt müzikseverlerden oluşan dinleyici kitlesine müzik yapmak ne denli bir zevk ise müzikle ilgisi olmayan etiketler nedeniyle, bazı müziklerden zevk alabileceğini zannedenlere dinleti vermek de bir o derece eziyettir.Müziğimizin dünyaya yeterince tanıtılabildiğini düşünüyor musunuz?Kendinize ait olmayan bir şeyi başkalarına satmaya kalkışmak elbette namussuzluktur. Özümüzde biliyoruz ki, yabancılar seviyor diye sahip çıkmaya ve ihraç etmeye kalktığımız kültürel miraslarımızın hiçbiri aslında sahip olduğumuz, yaşayan kültürümüz değil. Bu nedenle müziğimizin dünyaya tanıtılmasından önce kendi insanımıza tanıtıp sevdiremememize üzülüyorum.Son dönemde neye ve tasavvuf müziğine karşı hatırı sayılır bir yöneliş var Türkiye'de. Bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz? Bu ilginin özellikle saz müziğinin gelişimine ve geleceğine katkı sağlayacağını düşünüyor musunuz?Aslında eskiye dönüş olan bir “Yeni Türkiye” yaratılmakta, bu nedenle Osmanlı döneminin bazı değerleri gündeme getirilmekte. Tasavvuf ve özellikle Mevlevi mirasının ortaya koyduğu edebiyat, musiki, hat ve tüm diğer güzellikler yüzyılların devamlılığıyla oluşmuştur. Osmanlı elitine ait olan bu birikimin, bir siyasi iktidarın emriyle yok edilmesi ne kadar vahim ise başka iktidarların emriyle var edilmeye çalışılması da o kadar tehlikelidir.Tam olarak ne söylemek istiyorsunuz?Ortaya çıkan söylemlerin, müziklerin tasavvufla bir ilgisi olmadığı kanaatindeyim. Allah'ın lütfuyla oluşan güzelliklerin siyasi iktidarlarla kayboluşu veya geri gelişi ortaya sadece kötü taklitler koymaktadır. Ancak bugün caz da dahil varoluş nedenini kaybetmiş birçok sanatsal, sosyal hatta dini gerçekler var ki, tasavvuf da onlardan biridir, ancak bu kayboluş geçmişteki sanat mirasını terk etmemizi gerektirmez.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Sinemanın “Çiçekçi Kız”ı Selda Alkor’a Onur Ödülü!

Türkiye Sinemasının “Çiçekçi Kız”ı Selda Alkor, 5. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde Onur Ödülüne değer görüldüMalatya Valiliği’nin koordinasyonunda, Malatya Kayısı Araştırma-Geliştirme ve Tanıtma Vakfı tarafından; Kültür ve Turizm Bakanlığı, Başbakanlık Tanıtma Fonu, Malatya Büyükşehir Belediyesi ve İnönü Üniversitesi’nin destekleri ile düzenlenen 5. Malatya Uluslararası Film Festivali ilk yılından başlayarak her yıl, sinemamıza büyük hizmetlerde bulunmuş isimlere “Onur Ödülü” vermeye devam ediyor. Bu yıl 21-27 Kasım tarihleri arasında beşincisi düzenlenecek olan Malatya Uluslararası Film Festivali kapsamında verilecek olan “Onur Ödülünün” sahipleri belli olmaya başladı. Türkiye Sinemasının Yakışıklı Jönü İzzet Günay’ın ardından Türkiye Sinemasının “Çiçekçi Kız”ı Selda Alkor da ödüle değer görülen isim oldu. 1965 yılında Yeşilçam’a “merhaba” diyen Selda Alkor, Senede Bir Gün, Buzlar Çözülmeden, İlk ve Son, Erikler Çiçek Açtı gibi sinemanın klasikleri arasında yer alan pek çok filmde rol aldı. Bugün hâlen oyunculuğu ile üretmeye, sinemaya emek vermeye devam eden usta sanatçı Selda Alkor’a Onur Ödülü, 21 Kasım Cuma gecesi, Malatya Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenecek olan Festival Açılış Töreni’nde takdim edilecek.

21 Ekim 2014 Salı

Ortadoğu şarkıları

Azeri asıllı İranlı tenor Ramin Farhangniya ‘Ortadoğu Şarkıları'ndaki 12 parçayı barış ve kardeşlik için okudu. Çocukluğu İran-Irak Savaşı’nın ortasında geçen Farhangniya, “Dünya barışı ve göçe zorlanan insanlar için bu albüm yapıldı. Amacımız halkların kardeşliği. Bugün de bu değerlere çok ihtiyacımız var.” diyor.Ramin Farhangniya, geçtiğimiz cumartesi akşam Kuruçeşme Ada’da yeni çıkan ikinci albümü ‘Ortadoğu Şarkıları’nın (Ahenk Müzik) tanıtımı için küçük bir canlı performans gerçekleştirdi. Bu akşam ise Üsküdar Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde hem albümünü tanıtacak hem de ilk albümü Azerbaycan Aşk Şarkıları’ndan parçalar okuyacak. Ramin Farhangniya, tüm şarkılarını savaşın ve göçün savurduğu hayatlara ithaf ediyor, dünya barışı ve halkların kardeşliği için söylüyor.Bütün bu barış ve kardeşlik şarkılarının arkasında, sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı var. Çocukluğunu bu savaşın tam göbeğinde yaşayan Farhangniya, daha 8 yaşındayken bütün kentler bombalanmaya başlayınca ailesiyle birlikte güvenli bölge olan Mashad’e taşınır. Savaş tüm acımasızlığıyla devam etmektedir, göç etmişlerdir ve daha o günlerde gurbetle tanışır. Albümündeki 12 şarkının teması bu nedenle göç ve hasret. “Dünya barışı ve yerinden yurdundan edilen insanlar için bu albüm yapıldı. Bu projedeki amacımız halkların kardeşliği. Bugün de bu değerlere çok ihtiyacımız var. Göç, ayrılık, hasret şarkılarını bu nedenle seçtik ve seslendirdik.” diyen Farhangniya’nın albümünün aslında birkaç özelliği daha bulunuyor. Tüm eserler, ilk albümünde olduğu gibi Batı klasik tarzında piyano ile çalınıyor. Sadece üç parçada akordeon sesi duyuluyor. Mesela Karadeniz Bölgesi’nin çok sevilen şarkısı, Kazım Koyuncu’nun seslendirdiği Gelevera Deresi’ni piyanodan dinliyorsunuz. İkinci özelliği ise şarkıların yedi dilde okunması. Shekar E Ahoo, Farsça anonim bir eser. Hey Yar Hey Yar, İran’ın Mazenderan bölgesinden yine anonim bir eser. Sto Pa Ke Sto Yunanca, Bahar E Delkash Farsça, Ay Işığında Azerice, Sareri Hovin Mernem Ermenice, Sallana Sallana Kürtçe, Robabeh Jan şarkısı Mazenderan dilinde, Çalın Davulları Türkçe Selanik türküsü. Gelevera Deresi ve Kerkük Zindanları, o yörelerin şivesiyle söylenmiş albümdeki iki ayrı şarkı.Orkestrasında Estonya, İran, Azerbaycan, Irak, Rusya’dan sanatçılar yer alan Farhangniya’ya albümünde ülkemizin önemli müzisyenleri de enstrümanlarıyla katkıda bulunmuş. Erkan Oğur perdesiz gitarıyla, Türkan Kandıralı klarnetiyle, Baki Kemancı kemanıyla, Akın Eldes elektronik gitarıyla, Derya Türkan klasik kemençesiyle… “Müzik rüzgâr gibidir, göremezsiniz ama hissedersiniz.” diyen Farhangniya’nın konseri bu akşam saat 20.00’de Üsküdar Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde.Müziğe akordeon ile başladıDört beş yıldır İstanbul’a gidip gelen Azeri asıllı İranlı tenor Farhangniya, 16 aydır eş durumundan tamamen İstanbul’a yerleşti. Artık çalışmalarına burada devam edecek. Ramin Farhangniya, 1973 yılında İran’ın Artavil şehrinde doğdu. Müziğe on iki yaşında babasının hediye ettiği akordeonu kendi kendine icra ederek başladı. İran’ın önemli okullarından olan Ferhango Honer’de nota, solfej ve nazariyat eğitimi aldı. Akordeon virtüözü Ali Aghapur’dan ders alırken hocası onun sesini fark etti, ‘böyle güçlü bir tenor sesin çok az kişide olabileceğini ve bu yeteneğini geliştirmesi gerektiğini’ söyledi ve şan derslerine başladı. Daha sonra müzik eğitimine Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de devam etti. Bakü Konservatuvarı’nda üniversitenin dekan yardımcısı Prof. Dr. Rafiq Omrani ve Bakü Müzik Akademisi’nin hocası ve Azerbaycan’ın ünlü tiyatro şefi Prof. Dr. Ziya Bagirov ve çok değerli hocalarla müzik eğitimini Bakü’de tamamladı.

20 Ekim 2014 Pazartesi

Altın Portakal’ın ‘Kuzu’su

Sansür kriziyle sönük bir başlangıç yapan 51. Altın Portakal, önceki akşam düzenlenen kapanış ve ödül töreniyle sona erdi.Kutluğ Ataman'ın yönettiği ‘Kuzu', En İyi Film dahil beş ödül alarak gecenin yıldızı oldu. Ödülü, festivalde Yaşamboyu Başarı Ödülü alan Abbas Kiyarüstemi'nin elinden alan Ataman, “Bir sanatçının kendi ülkesinde değer görmesi kadar büyük bir hediye yok. Siz bana bu hediyeyi verdiniz.” diyerek jüriye teşekkür etti. İtirazım Var filmiyle Onur Ünlü, En İyi Yönetmen seçilirken, En İyi İlk Film ödülü Annemin Şarkısı'na gitti. Hükümetin çevre politikalarını sert bir dille eleştiren ‘Oflu Hocayı Aramak' filmi Jüri Özel Ödülü aldı.Korhan Abay'ın sunduğu gecenin yıldızı ‘Kuzu' olsa da, törene Ertem Göreç'in başlattığı ‘Türkiye sineması' tartışması damga vurdu. FİLM-YÖN Ödülü'nü vermek için sahneye çıkan yılların sinemacısı Ertem Göreç, “1994'e kadarki sinemamıza 'Türk sineması' deniyor. Sonrasına ise 'Türkiye sineması' diyorlar. Türk sinemasına tecavüz etmeyin; onu rahat bırakın. Yoksa ananızı ….” sözleriyle salonda soğuk duş etkisine neden oldu. Göreç'in ardından ödül almak için sahneye çıkan Kaan Müjdeci ve Erol Mintaş gibi genç sinemacılar ise ısrarla Türkiye sineması diyerek tartışmayı sürdürdü.Törenden dört ödülle ayrılan Annemin Şarkısı filminin ekibi Kobani'ye destek mesajları gönderirken Behlül Dal Özel Yetenek Ödülü vermek için sahneye çıkan oyuncu Demet Evgar, Gezi olaylarında hayatını kaybedenleri andı. Onur Ünlü, yönetmenler olarak yaşadıkları sansür sürecini anlatan bir belgesel yapacaklarını ve bu konuda yapılacak iki akademik tezi finanse edeceklerini açıkladı.51. Altın Portakal ÖdülleriEn İyi Film: Kuzu (yanda) En İyi Yönetmen: Onur Ünlü (İtirazım Var) Jüri Özel Ödülü: Oflu Hocayı Aramak, Sivas En İyi İlk Film: Annemin Şarkısı En İyi Senaryo: Onur Ünlü (İtirazım Var) En İyi Müzik: Başar Ünder (Annemin Şarkısı) En İyi Kadın Oyuncu: Nesrin Cavadzade (Kuzu) En İyi Erkek Oyuncu: Serkan Keskin (İtirazım Var), Feyyaz Duman (Annemin Şarkısı) En İyi Görüntü Yönetmeni: Vedat Özdemir (Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku) En İyi Sanat Yönetmeni: Osman Özcan (Neden Tarkovski Olamıyorum) En İyi Kurgu: Yorgos Mavropsaridis (Sivas) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Nursel Köse (Kuzu)En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Aziz Çapkurt (Annemin Şarkısı) Behlül Dal Özel Yetenek Ödülü: Doğan İzci (Sivas), Mert Taştan ve Sıla Lara Cantürk (Kuzu), Avni Tolunay Özel Ödülü: Oflu Hocayı Aramak FİLM-YÖN Ödülü: Ömer Uğur (Guruldayan Kalpler) SİYAD Ödülü: Kuzu Halk Ödülü: İyi BiriUluslararası YarışmaEn İyi Film: Test (Rusya) SİYAD Ödülü: Mahkeme (Hindistan) Halk Ödülü: Beyaz Tanrı (Macaristan)

18 Ekim 2014 Cumartesi

Yönetmenler, sansürü delecek kadar zeki olmalı

Dünyaca ünlü yönetmen Abbas Kiyarüstemi, 51. Altın Portakal Film Festivali kapsamında dün ustalık dersi (masterclass) verdi.Alin Taşçıyan'ın moderatörlüğünde, yönetmen Faysal Soysal'ın Farsça çevirisiyle gerçekleştirilen söyleşide Kiyarüstemi, sansürden sanata bakışına, filmlerinin vazgeçilmezi yollardan zaman mefhumuna kadar sorulara içtenlikle cevap verdi. Hatta görüntü yönetmeni arkadaşı Seyfullah Samedyan'ın bir sorusu üzerine şair, fotoğrafçı, yönetmen, düşünür Kiyarüstemi'nin aynı zamanda mahir bir marangoz olduğunu da öğrendik. Samedyan, yıllara dayanan dostluğuna istinaden mikrofonu alıp “Bu kadar yeteneğiniz içinde hepsini kuşatacak şekilde hangisini yapmak isterdiniz?” sorusunu yöneltti Kiyarüstemi'ye. Usta yönetmenin cevabı ise “Ben hangi işi yapacaksam en iyisini yapmak isterim. Marangozluk ise sadece marangozluk, şiirse sadece şiir, yönetmenlikse sadece yönetmenlik. Ama sanat ve fikri işler insanın zihnini çok yoruyor. Marangozluk benim zihnimi dinlendiriyor.” Festivalin en yoğun katılımına sahne olan etkinlik olarak kayda geçen Abbas Kiyarüstemi masterclass'ı, yönetmenin 2006'da çektiği 30 dakikalık ‘Yollar' filminin gösterimiyle başladı. Dolayısıyla usta yönetmen ilk olarak yolların ve zamanın kendisi için öneminden, Doğu kültürü ve insan hayatı için de bir ‘tercih' anlamına geldiğinden bahsetti: “Hepimiz bir yolu tercih ederiz, ama bu tercih gerçekten bizim midir, yoksa başkalarının bize yaptırdığı tercihler midir, ona bakmak gerek.” İtalya ve Japonya'da çektiği son iki filmi hakkında, kendisi için önemli olanın o coğrafyalarda da kendi dertlerini anlatabilmek olduğunu söyledi. “Benim için her film bir tecrübedir” diyen Kiyarüstemi, dilini ve kültürünü bilmediği ülkelerde film çekmesinin, farklı kültürlere ve dillere rağmen insanlık dertlerinin aynı olduğunu göstermek amacı taşıdığını belirtti. “Sizin için kimlik nedir?” sorusuna ise “Kimlik, yönetmektir. Benim İran pasaportum var. Ama yönetmen olarak bununla yetinemem. Eğer kimlik ve sınırlar bu kadar önemli olsaydı, bugün burada bunları konuşamazdık. Nasıl ki işçiler dışarıda çalışıp akşam evine geliyor. Ben de öyleyim; filmimi çektikten sonra Tahran'daki evime dönüyorum. Başka bir yerde yaşayamam. Ama yurtdışında başkalarıyla çalışırken tecrübe ettim ki yabancılarla da çalışabilirim, hatta yaşayabilirim. Bize televizyonlarda insanların kültürlerinin, dillerinin ve dinlerinin farklı olduğu, hatta bazılarının düşman olduğu söylendi. Ama tecrübeyle gördüm ki kültürlerimiz çok farklı değil. Hatta dinler arasında bile çok fark yok. ” cevabını verdi. YENİ FİLMİNİ ÇİN'DE ÇEKECEK Söyleşide, Kiyarüstemi'nin İtalya'da çektiği ‘Aslı Gibidir' ve Japonya'da geçen ‘Aşık Biri Gibi / Like Someone in Love' filmlerinden sonra yeni filmini Çin'de çekeceğini de öğrendik. Hayatı boyunca iki filminin etkisinde kaldığını söyleyen Abbas Kiyarüstemi, filmleri çektikten sonra kendisinin de bir seyirci olduğunu ve onları eleştirdiğini belirtti. ‘Yakın Plan' (1990) ve ‘Şirin' (2008) filmlerinin kendisi için özel bir yeri olduğunu söyleyen usta yönetmen, “Yakın Plan ve Şirin, zaman geçtikçe derinliği artan iki film. Ama biliyorum ki, ben onları yaparken bu derinliğin farkında değildim. Bu iki filmi de defalarca izledim ve her izlediğimde yeni bir şey görüyorum.” dedi. Bir filmin iyi olup olmadığının seyirci beğenisine, gişe ya da ödül başarısına göre belirlenemeyeceğini düşünen Kiyarüstemi, bu konuda tek ölçütün filmin 30 yıl yaşaması olduğunu ifade etti. Abbas Kiyarüstemi, bir soru üzerine, galasına katıldığı Ulusal Uzun Metraj Yarışma filmlerinden Balık hakkında da değerlendirme yaptı. Balık'ın duygusal bir film olduğunu söyleyen Kiyarüstemi, “Her şeyi yönetmene vermek istemiyorum. Mekanlar ve görüntülerin etkisi de çok iyiydi. Bu açıdan, siz Türkler çok şanslısınız. Film çekmek için çok güzel mekanlara sahipsiniz.” Sansür konusunda konuşan İranlı yönetmen, filmlerinin 18 yıldır İran'da gösterilmediğini hatırlattı. “Benim filmlerim sansüre uğramadı, sadece gösterilmedi” diyerek ironik bir yaklaşım sergileyen yönetmen, sansürün bazı kötü yönetmenleri meşhur ettiğini düşünüyor. “Ben filmi makaslanıp da sonra bunun mağdur edebiyatını yaparak ünlenen yönetmenlerden değilim.” diyen Kiyarüstemi'ye sansürle mücadele konusunda yönetmelere de görev düşüyor: “Yönetmenler o kadar zeki olmalı ki, eğer bir sansür kurulu varsa, oradan geçebilecek filmler yapmalı. Sansürün ya da otoritenin onun film çekmesini engellemesine izin vermemeli. Bu, iktidara itiraz edilmesin demek değil; itirazın üslubu ve yöntemine dair. Eğer bir iktidarı, otoriterlik ya da diktatörlükle suçluyorsan ve ona diktatör diyen bir film yapıp sonra da bunu illa göstereceksin diyorsan bu çelişki değil mi? O zaman, iktidar mı otoriter oluyor sen mi?” Kiyarüstmi, sansürün yol açtığı ‘mağdur edebiyatının' İran sinemasını kötü etkilediğini savunuyor: “İran'da iktidar karşıtı söylemler kullanarak en iyi filmi yaptığını iddia eden o kadar kötü yönetmenler çıktı ki, bu İran sinemasını ve genç yönetmenleri de olumsuz yönde etkiledi. Ben 18 yıldır filmleri İran'da gösterilmeyen bir yönetmenim. Çok rahat ve zengin olduğumu düşünmeyin. Ama sansür de olsa, insanlara ulaşmak için öyle bir yöntem bulmalısınız ki, filmleriniz kutularda kalmasın, seyirciye ulaşsın.” Sinemanın geleceği hakkına umutlu olduğun söyleyen Abbas Kiyarüstemi, dijital kameraların yaygınlaşmasının sinemayı devlet elinden uzaklaştıracağını düşünüyor: “Yeni imkanlar, elbette yeni bir sinema doğuracaktır. Fakat önemli olan bunun nasıl bir sinema olacağı…”

17 Ekim 2014 Cuma

Kütahya’nın Sıtkı’sı, bir de türküleri...

Kütahya'nın Türk kültür hayatına en büyük iki armağanı, Sıtkı Olçar çinileri ile Hisarlı Ahmet türküleri, dün akşam Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda bir araya geldi. Sıtkı Olçar ve "Sıtkı II" markasıyla babasının geleneğini sürdüren Nida Olçar'ın eserlerinden oluşan sergi, 19 Ekim Pazar gününe kadar ziyaret edilebilir.Tarihi bin yılı aşan çini sanatının günümüzde bilinen en önemli ustası Sıtkı Olçar, 15 Kasım 2010'da Hakk'a yürüdüğünde arkasında kıymeti ölçülmez bir imza ve sayısız eser bıraktı. Öyle ki, çini ve seramik sanatına yaptığı hizmetlerden ötürü UNESCO, büyük ustaya sağlığında ‘Yaşayan İnsan Hazineleri' unvanını verdi. Eserleri dünyanın en önemli merkezlerinde sergilendi ve onlardan bazıları da özel koleksiyon ve müzelere katıldı. Olçar'ın vefatından bu yana artık eserleri satılmıyor, sergilenmek ve gelecek kuşaklarla buluşmak üzere kalıcı müzesini bekliyor. Şimdi Olçar'ı yeniden gündeme getirmemizin sebebi, onun eserlerinin İstanbul'a konuk olması. Cemal Reşit Rey Konser Salonu “Ustalar ve Yöreler” başlıklı kültür-sanat programı dizisinde Kütahya yöresini temsil eden bir sergi ve bir konser düzenledi. Sergi, tahmin edileceği üzere Sıtkı Olçar'ın eserlerini içeriyor. Fakat dün akşam açılan sergi bununla sınırlı değil, Olçar'ın ekolünü sürdüren ve babasının izinde eserlerini ‘Sıtkı II' olarak imzalayan, kızı Nida Olçar'ın eserleri de sergide yer alıyor."BABAMIN İSMİNİ ZİRVEDE TUTMAYA ÇALIŞIYORUM"Atlar, kuşlar, ördekler, balıklar; duvar süsleri ve biblolar... Çininin o büyülü dünyasında baba kızın hayal gücüyle yoğrulmuş, pişmiş, renklenmiş, ışıltısıyla göz dolduran tam 80 eser. Bunlardan 40 tanesi Sıtkı Usta'nın geçmişi 30 yıla uzanan eserleri, diğerleri de Nida Olçar'ın, nam-ı diğer ‘Sıtkı II'nin 7 yıla sığdırdığı eserler. “Ben şimdilik bayrağı yeni devraldığımı düşünüyorum. Kendimi asla bir sanatçı olarak değerlendirmiyorum. Sıtkı Usta'nın atölyesini ve ismini yaşatan ve bayrağını zirvede tutan kızı olarak yola devam ediyorum.” diyor Nida Olçar. “Geçmişten Günümüze Sıtkı Olçar ve Nida Olçar Çini Sergisi”nin önemi ise Olçar'ın vefatından sonra gerçekleştirilen -o yıl Çırağan Sarayı'nda düzenlenen Usta'nın yarım kalan projesi ‘Çeşmeler'i saymazsak- ilk sergi. Haftaya da Sıtkı Usta'nın Ayasofya'daki mozaiklerden birebir esinlenerek 10 yıl önce yapıp depoya kaldırdığı eserleri Kapadokya bölgesinde sergilenecek. O sergiden iki eser de CRR'de yer alıyor.HİSARLI AHMET TÜRKÜLERİDün akşam açılışı yapılan serginin ardından, saat 20.00'de, Kütahya'nın yetiştirdiği en önemli halk müziği ustalarından Hisarlı Ahmet'in (1908-1984) eserlerinden oluşan bir de konser gerçekleştirildi. “Elif Dedim Be Dedim”, “Kütahya'nın Pınarları”, “Ben Kendimi Gülün Dibinde Buldum” ve “Feracemin Ucu Sırma” gibi onlarca türküyle adeta Kütahya'nın ses varlığı olan Hisarlı Ahmet'in eserlerini Nursaç Doğanışık ve Celal Bakar seslendirdi. Nida Olçar: Kalıcı müze bürokratik engellere takıldı “Ben kendi imkânlarım dahilinde geçici bir müze yaptım. Bunda da bürokratik engellerle karşılaşıyorum. Örneğin karayolları müzenin tabelalarını kaldırmak istiyor ya da gelip müzenin önüne kocaman bir karayol tabelası asılıveriyor. 30 yıldır orada olmayan bir yol levhası müzenin önüne dikiliverdi bir anda. Babam vefat ettiğinde kalıcı müze için o zamanki Başbakanımız bir talimat vermişti yerel yöneticilere. Bir dönem önceki belediye başkanıyla bir protokol imzaladık. Bu yaz yerel seçimler yenilenince, başkanımız değişti ve bir anda öğrendik ki, Sıtkı Usta Müzesi satılığa çıkartılmış. Zaten üç yıldır bunun açılması için bekliyoruz. Eserler deşifre edildiği için, 3,5 yıldır hırsızlığa karşı önlem almak ve eserleri korumak için 4 ayrı ev kiralamak zorunda kaldım. Benim için büyük bir maddi külfet. Yazışmalar sonunda satıştan geri çektiler evi. Şimdi müzeyi tekrar açmamızı istiyorlar fakat belediye Kültür Bakanlığı'na müracaat yapmamış. Açılması en az 1,5 yıl sürer, benim artık buna maddi olarak dayanma gücüm yok.”

16 Ekim 2014 Perşembe

Yönetmen Derviş Zaim: Sanat sineması, bindiği dalı kesti

Yönetmen Derviş Zaim'in insan ve doğa ilişkisini konu alan üçlemesinin ikinci filmi 'Balık' seyirciyle buluşmak için gün sayıyor. Adana Altın Koza Film Festivali'nde En İyi Senaryo ödülü alan film, bugün Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde görücüye çıkıyor. 17 Ekim'de gösterime girecek 'Balık'ı Derviş Zaim ile Bursa galası öncesi konuştuk. Zaim, 'Devir' filmi ile başladığı insan ve doğa ilişkisini neden seçtiğini, sanat sinemasının geleceğini, eleştirel film yapmanın zorluklarını ve en önemlisi filmleriyle nasıl konuştuğunu anlattı. Balık, insanın doğadan 'vermeden daha çok nasıl alırım?' sorusuna bir cevap. 'Devir' ile başlayan ve insan-doğa ilişkisi üzerine yeni bir üçleme mi? Birkaç film daha yapmak niyetim var. En azından bir film daha yapmayı düşünüyorum. Bu ikincisi... Üçüncü film de doğa ve insan üzerine mi olacak? Evet. Çünkü insan ve doğa ilişkisi bana göre şu an insanlığın çözmesi gereken en önemli sorunlardan bir tanesi. Belki de en önemlisi. İstihdam, büyüme paylaşım, işsizlik bütün bunlar gelip eninde sonunda doğayla olan ilişkimizin nasıl olacağı meselesine dayanan konular. Dolayısıyla insanlığın doğa ile olan ilişkisi sadece rasyonel olarak değil, kalbiyle de ele alınması gerekiyor. İşte film, bu noktada devreye girmeli. Film, bu kadar hoyrat olduğumuz bir konuda bize bazı sorular sorabilir. Benim yapmaya çalıştığım şey de bu... Sinemada bu tür özgün konuları senaryolaştırmak ciddi bir risk değil mi? Risk tabii ki. Ama kesinlikle çekilmesi gerekiyor. İnsanlığın en önemli problemi doğayla ilişkisinin nasıl olacağı. Bu tip meseleler gelişmesini tamamlamış ülkelerde gündeme gelir. Çünkü iş işten geçmiştir ve gelişme tamamlanmıştır. Çünkü kömürle olan ilişkilerini bitirmişlerdir. Petrolle olan ilişkilerini bitirmişlerdir. Doğayı kirletmiş ve katletmişlerdir. Ondan sonra akıl başa gelir ve ondan sonra da şapkalarını önüne alıp 'biz ne yaptık?' diye düşünmeye başlarlar. Oysa gelişmekte olan ülkelerde bu sorular lüks sorun olarak addedilir. Gelişmekte olan ülkelerin çevreci bakış geliştirmesi zor mu diyorsunuz? Şöyle ki; insanlar kendilerine önce bir karnımız doysun, sonra başka şeyleri düşünürüz derler. Ama karınları doyup da ortalıkta ormanların kesildiğini, madenlerin tükendiğini gördüklerinde, 'şimdi karnımız doydu, başımızı sokacak yerimiz de var ama biz ne yaptık doğaya?' diye sormaya başlarlar. İşte iş işten geçmeden, bu soruları sormak lazım. Bu yüzden bu filmler ve hatta 'Balık' filmi var. Üç-beş gün önce bir gazetede gördüğüm haberi söyleyeyim; ülkemizde de zehirle avlanma pek bilinmiyor. Ama yaygınlaşıyor ve maalesef var. Gazete haberinden bahsettiniz. Senaryoda ilham aldığınız herhangi bir olay var mı? Üç-beş hikâye var beni etkileyen. O hikâyelerin anekdotların, durumların, benim okumalarımın bir araya gelmesi sayesinde senaryo ortaya çıktı. Mekânın kendisini görünce daha evvel yazdığım senaryoları bir kenara bıraktım. Bursa /Gölyazı'da karar kıldım. Yine bir arkadaşımın yaşadığı olay beni etkiledi. Arkadaşım, oğlunun ölen balığının aynısını bulmak için kasaba kasaba Karadeniz'de dolaşmış. Bu ya da buna benzer hikâyeler benim bu senaryoyu bir araya getirmemi kolaylaştırdı. Bir değil, birçok kaynak var. Balık ölümleri doğayı katledişimiz.. Bunlar bana batıyordu.. Her şeyi içeriğe indirgemek istemiyorum. Biçimsel olarak da bir şey denemek istedim. Bu filmde de bir biçim arayışı, bir deneme var. Bir önceki filminiz Devir'de de doğa-insan ilişkisine odaklanmıştınız. Bu anlamda Balık nasıl bir tamamlayıcı oldu? Devir'de de benzer bir form anlamında biçim anlamında denediğim bir şey vardı, hem de slogan atmadan söylemeye çalıştığım bir şey vardı. O da şuydu; doğaya bir şey verirsen, sana cömert davranır... Bu filmde doğayla ilgili olarak insanlara bindiğin dalı kesmeye başladığın anda nelerin olabileceğini soruyoruz. Biçimsel arayış ve deneysel sinemadan bahsettiniz. Balık, bu arayışınıza yani filmoğrafinize ne kattı? Filmografimi şöyle görüyorum ben: Bir yere doğru giden kompartımanlar olduğunu söylemek mümkün. Bir trenin kompartımanları gibi, geleneksel sanatlara dayanarak yapmaya çalıştığım filmler, kompartımanlardan birini oluşturuyor. Şimdi ise sanki başka bir kompartımana geçtik gibi duruyor. Ama kompartımanın içindeki eşyalar birbirlerine benziyor. Masalar, döşemeler birbirine benziyor. Farklı kompartımanlarda devam eden bir şeyler var. Balık'ın kendisinden çok daha farklı tarzda bir şeyi işaret ettiğini söylemekle yetineyim... Gerisini meraklı olan seyirciye bırakayım.. İnsanın doğayı tahrip etmesi dediniz de; betonlaşma, yeşil alanların tahribatı, bunlar da bir katliam değil mi? İnsanlık, dediğim gibi hep doğadan bir şey almak, onu dönüştürmek ve daha farklı bir yere getirmek istiyor. Ama burada da bir paradoks var; ne kadar doğadan alıp sözüm ona uygarlığına taş üstüne taş koymaya kalkışırsan, bir şeyi eksiltiyorsun. Eksilen şeylerden bir tanesi de senin hayatın oluyor. İnsanların toplam hayat kalitesinde, eskiyle kıyaslandığında düşmelerin olduğunu düşünüyorum. Sizi bu düşünceye iten şey ne? Mesela, çok daha iyi olduğunu düşündükleri toplu konutlarda yaşıyorlar ama daha yaşlı kuşaklara bakıldığı zaman özellikle kırsal kesimlere geliyorsa 'romatizmalarım bu evlerde azdı. Kerpiç evler daha iyiydi' diyor. Ama kerpiç 5 bin senenin tecrübesiyle oluşturulmuş bir şey. Kerpiç, nemle ilgili sıcaklıkla ilgili senin daha önce deneyimlerinden süzülerek sana nefes alan bir yapı sunuyor. Sen onu bırakıp da toplu konuta çıktığında kafana naylon poşet yerleştirmiş gibi oluyorsun. Bu kaba bir örnek ama bizim doğayla ilişkimizdeki eski kadim bilgeliğimizi kaybettiğimizi sadece alma ilişkisi üzerine kurulan bir alışverişin eninde sonunda insanı duvara çarptıracağını söylemeye çalışıyorum... Söylemeyi görmeyi bilen birine doğa her zaman bir şeyler fısıldar. Meşrebince fısıldar. Vote gibi aydınlanma filozofları için bahçe ile uğraşmak doğaya bakmak kendi meşreplerince başka bir anlam ifade ediyor. Onlara göre aklı bulmak için bir vasıta bile oluyor doğa ve bahçe. Doğaya bakmak her insanın kendisinden bir şeyler bulabileceği hatta zamanla kendisini değiştirebileceği öylelikle dünyayı da dönüştürebileceği bir egzersize bir tefekküre de gidebilir. Ne güzel olurdu öyle bir şey olsa. Geleneksel sanatlar, doğa insan ilişkisi... İnsanlara bir şeyler anlatmak derdindesiniz. Bir sinemacı olarak bu tür konuları gündeme getirmekteki temel amaç sadece bir arayışın eseri mi? Türk sinemasında Kıbrıs ile ilgili üç-beş filmden birkaçını ben yaptım. Doğayla ilgili üç-beş filmden birkaçını ben yaptım, yapacağım, yapıyorum. Allah'a şükür. Bunlar bana sadece ve sadece gurur verir. Bunları yapmak kolay oluyor mu, olmuyor. Bunları yapmak kan, gözyaşı, ter anlamına geliyor mu, geliyor. Ama bu da benim kendi seçimim. İnsanlar başlarına ne geliyorsa başka türlü şey gelemeyeceği için o hayatı yaşarlar. Bu da belki benim kaderim. Filmlerim bundan ibaret değil. Başka çeşit işler de yapacağımı biliyorum. Hayatın neleri getireceğini bilemeyiz. İnşallah ben de daha farklı işler yapma gücünü kendimde bulurum diye umut ediyorum. Deneysel, biçimsel derken nereye gidiyor Derviş Zaim sineması? Çokluk içindeki birliğe benziyor. O çokluğu, o karnaval havasını önemsiyorum. Bütün bu çokluk, renklilik içindeki birlik de, benim önemsediğim şeylerden bir tanesi. Bu sürecin kendisi, bu çokluluk, bu gittikçe açılan dönen dolaşan bezeme gibi devam eden duvarlar ve sütunlar boyunca giden bu örüntü benim hoşuma gidiyor. Örüntünün kendi içindeki değişik motifler, değişik renkler ve bu değişikliğin, ileride bana vaat ettikleri hoşuma gidiyor. Bu örüntünün peşinden gidiyorum, bu örüntünün bir ipini, ipliğin bir kenarından tutup sonunun nereye gideceğini ve beni nereye götüreceğini merak ediyorum. Süreç böyle devam ediyor, umarım böyle devam eder. Bu çokluk içindeki birlik size ve sinemanıza ne katıyor? İnsan değişir, dönüşebilir. İyi ki de böyledir. Muhtemelen beni de değiştiriyordur. Bir zamanlar yaptığım filmlere baktığım zaman ve onların seninle konuştuğunu görmek en büyük zevktir. Bazen filmler sizinle konuşmayı bitirir. Eski filmlerden bahsediyorum. Filmler sizinle ilişkilerini keserler. Küser size filmler. Siz de onlara küsebilirsiniz. Artık konuşacak bir şey kalmaz. Bitmiş bir ilişkiye dönüşür film. Eğer devam ediyorsa ya da bitmiş bir ilişki yeniden başlayabilir. Öyle işler yapıyor olursanız, sizden daha mutlusu yoktur. Bu ne anlama geliyor? Siz değiştiniz dönüştünüz yada hayat bir şeyleri değiştirdi sizinle ilgili siz bir zamanlar düşünmediğiniz şeyleri filmlerinizde görmeye başladınız demektir... Siz filmle başka bir platformda tekrar ilişkiye geçtiniz demektir. Bu da insanı besler. Bir zamanlar yaptığın ve bir süre beğenmediğin filmi artık beğenmeye başlarsın. Bir zamanlar yaptığın beğendiğini de artık hiç beğenemiyorsun. Bunlar güzel şeyler. Çünkü hayat değişir. O olmakta olan oluş hali binim hoşuma gidiyor. Filmlerimi okurken de böyle bir oluş halinin olması hoşuma gidiyor.. Yarı amatörlerin yaptıkları, maymun iştahlılıklardan bahsetmiyorum, iş biter memnunsunuzdur ama karşılaşmalarınız hayata bakışınız, hayatı görüşünüz yaşadıklarınız nedeniyle değişebilir dönüşebilir. Bu nedenle oluşan o çoğul okumadan bahsediyorum. Filmlere ilişkin çoğunluktan bahsediyorum. Filmlerim beni yaratır, ben de filmlerimi yaratırım. Bu karşılıklı birbirini çizen iki el. Derviş Zaim sineması bir dil oluşturdu. Bu dilin halkta, kitlelerde karşılık bulduğunu düşünüyor musunuz? Tabutta Rövaşata ile başlayan süreç çok farklı yerlere giderek devam ediyor. Çok farklı duraklarda duruyor. Bu da beni mutlu ediyor. İnsanlar kimileri benim filanca dönemimi daha çok sevecektir, kimileri daha farklısını seveceklerdir. Bunlar zenginlik. Elbette bu dönemler arasında bir bel kemiği omurga olacaktır. Arayan, bulmak isteyen bu omurgayı bulur. İnsanların da kendi meşreplerince filmlerimden bir şeyler aldıklarını görmek beni mutlu ediyor. Bazı yönetmenler vardır, hayatları boyunca hep aynı filmleri yaparlar. Bunun kimseye bir zararı yoktur. Yönetmene de millete hatta gazetecilere de faydası vardır. Çünkü bilirler ki bu yönetmen bir film yaptıysa teması şudur, stili budur, onun hakkında yazmak da çok kolaydır. Adam iletişimsizlik üzerine yazar stili milimalisttir, şehirlerde çeker, şöyle yapısı vardır, böyle yapısı vardır. Ama kötü yapmıştır iyi yapmıştır gibilerden şeyler onun hakkında düşünürler yazarlar. Bu da bir kolaylıktır. Ben böyle değilim. Ben her defasında yürüdüğüm yolu, şu ya da bu şekilde farklı patikalardan geçerek zenginleştirmekten hoşlanıyorum. Farklı yerlerden gidiyorum ama yaptıklarımı birbiriyle hiç alakası olduğunu söylemiyorum. Gene birbirlerini tamamlayan bir kimyasal bağ, tutkal elbette var. İşte bu birlik içindeki farklılık, önemsediğim şeylerden biri. Bu form arayışı ve de içerikle birleştirilebilen form arayışı, benim filmografimde hoşlandığım şey. Tabutta Rövaşata ile Filler ve Çimenler, politik sinemaya iyi örneklerdendi. Peki günümüzde politik sinemayı nerede görüyorsunuz? Şu an için benzer filmler çekilebilir mi? Çok protez tarafı olan film yapmak o kadar kolay değildir. Çünkü protez tarafı olan filmleri yapabilmek için gerekli bağımsız finansmanı, kaynakları bulmak, bunları yeterli oranda bulmak o kadar kolay değildir. Bağımsız finansmanı bulduğunuzu varsayın, hacmi ve büyüklüğünün yeterli miktarda olup olmadığı sorusu ortaya çıkıyor. Bağımsız finansman bulamadığınız zaman kendinizi muhtemel kısıtlamalardan nasıl koruyacağınız sorusu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla ayakları yere basan ama özgür olan bir protez film, alternatif film ve hatta eleştirel filmi yapmak günden güne zorlaşıyor. Bağımsız, eleştirel sinemayı yaşatmak için ne yapmak gerekiyor? Şöyle yapmak daha akıllıca; milletin daha kolay kabul edebileceği paradigmaları seçip, onlar içinde kalarak protez film yapabilirsiniz. Mesela Kürt hareketi var. Kürt haraketinin bir bireyisiniz. Bu hareketin içinden geliyorsunuz, Kürt hareketiyle ilgili, onun geçirdiği deneyimlerle ilgili film yapmak istiyorsunuz. Kaynaklarınız muhtemelen tali ya da kısmî Kürt kaynaklı işler olacaktır. Eğer bütünüyle Kürt paradigmasından bakan bir iş yapmak istiyorsanız. Aynı şeyi İslamcılar için de söylemek gerekir. Aynı şeyi solcular için de söylemek gerekir. Tabii gerçekte bu saydığım noktaların arasında yaşayan yani gri bölgelerde yüzen çok sayıda insan var. Yani devletten kısmen para bulup bunu kısmen metaforlarla, sembollerle gizleyip eleştirel bir film yapabilirsiniz. Belli bir kamp da size yardım eder, onun da desteğiyle işinizi bitirir, protez damar içinde yerinizi alırsınız. Genelde Türkiye'de yapılan işler böyle oluyor. Böyle yapılarak bazen etliye sütlüye karışılabiliniyor. Her zaman sanatın şaşırtıcı olan tarafı da bu. Hiçbir zaman bir artı bir eşittir iki gibi bir formülü yok sanatın. Bazen garanti dediğiniz şeyden çok berbat şeyler çıkıyor. Olmayacak dediğiniz şeylerden güzel şeyler çıkıyor. İşin doğasında böyle bir hoşluk var. BASKI ORTAMI, YARATICILIĞI KIŞKIRTIR Sanatın ülkemizde özgür olduğunu düşünüyor musunuz? Kendini ifade etmek isteyen adam, her yerde her zaman ifade eder. Ben ona inanıyorum. İspanyol sinemasının en güzel yapıtları Marco dönemindeki sansürde ortaya çıktı... Sovyet sineması o baskı ortamı içinde en güzel, en olağanüstü yapıtları üretti. Türkiye'deki ifade özğürlüğünün oranının ne olduğu başka bir tartışmanın konusu. Elbette bununla bağlantılıdır ama başka bir platformun tartışmasıdır. Çünkü ben şahsen kısıtlamalarda yaratıcılığı kışkırtan bir şey olduğuna inanırım. Eğer bir yerde sınırlama varsa orada yaratıcılık kışkırtılabiliyor... Sinemaya bir şeyler öğrenmek için değil, eğlenmek için giden bir ülkede yaşıyoruz. Bu anlamda sanat sinemasının işi zor diyebilir miyiz? Yaptığım filmlerin içeriğine bakarsanız bir seyirci gözetme tavrı olduğunu göreceksiniz. Tek plan olarak çektiğim Nokta filminde bile, bir seyirciye gel otur şu filmi izle, sıkılmadan çıkacaksın tavrı vardır. Halbuki izlenmesi en zor filmim olarak görülmesine rağmen. Tek plan olduğu için Nokta örneğini seçtim. Dolayısıyla yaptığım filmleri, sadece ahkâm kesen, ders veren filmlerden ibaret olarak görmek istemem. Görülmesini de istemem. Çünkü, haz vermek, millete keyif vermek, sıkılmadan izlenmesi önemli bir boyuttur filmlerimde. Bunu gözetirim ve bunu bir düstur olarak kabul edip buna göre inşa etmeye gayret ederim. Filmler çok fazla gişe yaparlar yapmazlar o ayrı bir şey. Böyle bir tavrım vardır. Bir şeyi seyirciyle paylaşmak. Onları bir yerlere çağırmak, her zaman sıkıcı olmak anlamına gelmemelidir. Aksi takdirde seyircinizi kaybedersiniz. Türk sinemasının önemli handikaplarından biri, seyirciyle iletişim kurmakta zorlanmasıdır. Özellikle Türk sanat sinemasının. Seyirci kaybı sanat sinemasını nasıl etkiliyor? Seyirciyi kaybettiğinizde bir sonraki filminizi yapmak için ya bakanlığa gideceksiniz ya da olmadık duaya amin deyip sponsor aramaya başlayacaksınız. Halbuki kendi seyircinizi yaratmaya başladığınızda kendi seyirciniz sizin filmlerinize gelmeye başladığında ortaya daha farklı bir şey çıkacaktır. Siz kendi seyircinizi oluşturmuş, dolayısıyla kendi seyircisiyle film yapmaya devam edecek adam konumuna ulaşırsınız. Bu da sizi yarı bağımlı halden çıkarır. Daha özgür bir adam haline getirir. Ben seyirciyle ilişkimin, bir barış ilişkisi içinde olması gerektiğini söylüyorum. Ama bu barış ilişkisi çadır tiyatrosu yapalım anlamına gelmiyor. Seyirciye gel yanıma otur şöyle, sana bir şey anlatacağım diyeceksin, onu sıkmadan anlatacaksın. Anlatmaya çalıştığın şey de çayın şekeri gibi görünmez olacak. Çayını içecek, içindeki şekeri hissedecek ama o şeker görünmez kıldığın için çok daha kolay içilebilecek. Fark edilmeden seyirciye verilen şey en iyi şeydir. Peki sanat sinemasının seyirci sorunu yaşamasında suç kimin? Benim filmlerimde yapmaya çalıştığım budur. Gerek form arayışı gerekse biçim arayışı gerekse bunların birleşmesi söz konusu ediliyor ya bunların peksemet gibi değil, bir şerbet gibi seyirciye verilmesi gerektiğini blirim. Aksi takdirde sinemacı olarak bindiğimiz dalı keseriz ve ne yazık ki Türk sanat sinemasının başına bu geldi. Türk sanat sineması bindiği dalı kesti, seyirci günden güne eridi, 20 binlerden 3-4 binlere düştü. Bütün bu sürecin böyle olmasında tek tek hepimizin suçu var. Halbuki sinamanın seyirciyle barışık olmasının yollarını araması lazım. Seyirci her şey değildir ama seyirciyle barışık olmayı da başarmak gerekir. Kesilen bilet sayısıyla yaşayanlar elbette olacaktır. Onlar önemlidir. Kemal Sunal bu yüzden önemlidir. Cem Yılmaz bu yüzden önemlidir. FKM'nin yaptığı işler bu yüzden önemlidir. Bunun yanı sıra, her şeyi kesilen bilet ile de ölçmemek lazım. Türk sineması bu farklı yönelimleri, bu farklı sinemaları bir arada tutabilirse çok sağlıklı bir iş yapmış olacaktır. Sizin kriteriniz, çıtanız var mı? Filmden filme değişebilir. Bazen öyle bir film yaparsınız ki bu anca anlayana sivrisinek sazdır, bazen daha farklı iş yaparsınız buna seyirci gelir dersiniz. Bunun gişesi olur dersiniz. Standart bir şey söylemek mümkün değil. Ama şunu söyleyim; hepimizin tüm Türk sineması, kombine bilet alırsınız ya maçlara, Ali filmini çıkaracak, Veli filmini çıkaracak bilecek ki 40 bin seyircisi var. Hüseyin filmini çıkardığında 35 bin diyecek. Üstüne gelirse ne âlâ. Böyle bir şey yaratsak olağanüstü bir şey olacak. Ama bu bindiğin dalı kesmekle ile olmaz. Bindiğin dalı keser, seyirciyi küstürürsen, bir zamanlar 20-30 bin gelen seyirci gelmez. Sen seyirciyi küstürmezsen aynı seyirci tüm filmlere gideyim, bunu da beğenirim belki diyerek 40-50 bin seyirci gelirse ne âlâ. Borçlarını ödersin, yola devam eder bir sonraki filmini daha kolay çekersin. Siz gelenekten besleniyorsunuz ama toplum hızla değişiyor. Yeni jenerasyona gelenekseli nasıl sevdireceksiniz? Bir teoriye göre gelenekle ilgili yapılacak şeyler yapıldı bitti. Karagöz'ü Ramazan'dan Ramazan'a hatırlıyorlar. Bunun dışında Karagöz'ün esamesi okunmuyor. Ben, 'Gölgeler ve Suretler'de Karagöz'ün esamesini farklı bir bağlamda okumaya çalıştım. Gelenek bana bu çağda nasıl seslenebilir sorusu önemlidir. "Geleneğin bazı yapılarını alıp nasıl dönüşüme uğratabilirim sorusu önemlidir. Benim gelenekle kurduğum ilişki bu çağa bağlı kalmında nasıl tevarüs edebilirim ilişkisi. Yapmaya çalıştığım şey de budur. Bu çağın silahlarıyla eskiye bakmaya çalışırım. Benim yapmaya çalıştığım bu. Geleneği bir şekilde yeniden yorumlamaya gayret ediyorum. İlk çıktığında filmler değişik nedenlerden dolayı bir patlama biçiminde çıkmıyorlar. Ama o patlamalar uzun zamana yayılarak benim filmimde devam ediyorlar. DVD'si sürekli satan insanlardan biriyim. Sürekli keşfederler ve yeni keşfederler. Tekrar keşfederler. Bir anda milyonlarca seyirci olmayabilir ama benim filmlerin yavaş yavaş gelir. O film kendisine çağrır zaten. Ne diyelim korsanın gözü kör olsun...

15 Ekim 2014 Çarşamba

Maddî destek edebiyata zararlı mı?

Kültür ve Turizm Bakanlığı eserlerine ilk kez teşvik verdiği 40 yazarın ismini sır gibi saklarken, 2015 başvuruları bugün sona eriyor. Nobel Edebiyat Ödülü’nün seçici kurulundan Horace Engdahl’ın geçtiğimiz hafta, yazarlara verilen maddî desteğin edebiyatı olumsuz etkilediğini söylemesi, teşvikleri yeniden hatıra getirdi.Entelektüel üretimin maddi kaygılardan arınmış olması pek çok yazarın hayali. Yazarlığın profesyonel bir uğraş olarak görüldüğü çağımızda, bu arzuyu gerçekleştirmek için kalem erbabının türlü türlü yollar aradığını görmek çok da zor değil. William Faulkner'a yazarın ekonomik özgürlüğe ihtiyacı olup olmadığı sorulduğunda, usta yazar ‘hayır' diye başlayarak devam eder: "Yazarın ekonomik özgürlüğe ihtiyacı yok. Tek ihtiya­cı olan şey kâğıt ve kalemdir. Para karşılığı yazılmış iyi bir şeye rastlamadım hiç. Bir yazarın kurumlarla uğraşmaya hiç vakti yoktur. Her zaman bir şey yazmakla meşguldür. Eğer birinci sınıf bir yazar değilse, zamanı veya ekonomik özgürlüğü olma­dığı gibi özürlerin arkasına sığınır. İyi bir sanat eseri hırsızlar, kaçakçılar veya at bakıcılarından da çıkabilir. İnsanlar gerçekte zorluğa ve yoksulluğa ne kadar dayanabileceklerini keşfetmek­ten korkarlar. Ne kadar güçlü olduklarını keşfetmekten korkar­lar. Hiçbir şey iyi bir yazarı yok edemez. İyi bir yazarı değiştire­cek tek şey ölümdür. İyi yazarların başarıyla veya zengin olmak­la uğraşacak zamanları yoktur." Faulkner'ın yazarın para ile ilişkisinin sınırları üzerine, bu bir hayli açık ve kararlı cümlesini bir kenara yazalım zira, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ‘Edebiyat Eserlerinin Desteklenmesi Hakkında Yönetmelik' kapsamında destek verdiği 40 yazar, hâlâ sır gibi saklanıyor. Bakanlık, söz konusu destekten hangi yazarların, hangi eserleriyle ne kadar yararlandıklarını açıklamazken, 2015 başvuruları da bugün sona eriyor. Nobel Edebiyat Ödülü'nün açıklanmasının hemen öncesinde ise İsveç Akademisi üyelerinden edebiyat tarihçisi ve eleştirmen Horace Engdahl'ın ​​6 Ekim'de Fransız La Croix gazetesinde çıkan söyleşisinde yazarlara verilen maddi desteğin edebiyata olumsuz etkisi olduğunu söylemesi ‘teşvik' konusunu yeniden akla getirdi. Nobel Edebiyat Ödülü'nün kime verileceğine karar veren akademinin 18 üyesinden biri olan Engdahl'ın bu görüşü bir taraftan haklı görülürken öte yandan, yazarın entelektüel etkinliklerini sürdürmesi için maddi telaştan uzak kalması karşı görüşünü yükseltti.Halktan kopan yazarlarMaddi güvencenin yazarı kimi endişelerden alıkoyduğu bir gerçek, fakat işin ipucunu kaçıran yazarın rehavete kapılması da tanıdık hikâyelerden biri. Engdahl'ın dikkat çektiği, devlet kurumlarının ve özel kurumların desteğinin, kitaplardan kazanılanların yazarı maddi bir rehavete sokup toplumdan kopardığı. Bir başka deyişle günlük, sıradan hayattan ayrı düşürdüğü. Özellikle devletle girişilen ‘maddi destek' sözleşmesi türünden bir girişimin, sağlıksız bir ilişki doğurduğuna işaret eden Engdahl, Samuel Beckett ve daha pek çok yazarın taksi şoförlüğü, kâtiplik ve garsonluk gibi işlerde çalıştığını hatırlatıyor. Böyle bir hayatın zorluğunu da dile getiren Engdahl, bu türden mesleklerin yazarları edebi olarak beslediği gerekçesini öne sürerken, yazarı baştan çıkarmaya yetecek maddi rehavetin edebiyata zarar verdiğini savunuyor. Engdahl, Batı edebiyatının bu maddi desteklerle gittikçe fakirleştiğine dikkat çekiyor.Truman Capote'ye bir söyleşisinde maddi güvencenin iyi yazmak için belirleyici bir rolü olup olmadığı sorulur. Şöyle cevap verir yazar: “Maddi rahatlığa genç yaşta ulaştıysanız ve yaşamayı işinizi sevdiğiniz kadar seviyorsanız, ipin ucunu kaçırmamak için sağ­lam karakterli olmak lazım. Ancak yazmak en ağır günahınız ve en büyük zevkiniz olmuşsa tek engel ölümdür. Maddi güvence yazarı endişelerden kurtardığı için çok işe yarar tabii. Endişe, yazma yeteneğini yok eder. Sağlık sorunları da endişeye yol açar, bu da bilinçaltınızı rahatsız eder ve zihinsel birikimlerini­zi eritir.”Bir taraftan yazara verilen maddi desteğin entelektüel özgürlük için tehlike oluşturduğu görüşü, öte yanda ise yazarın her türden ekonomik sıkıntıdan uzak kalması gerektiği fikri… Üretimin merkezinde olan yazarı vicdanıyla baş başa bırakan bu zorlu süreç, öyle kolayca içinden çıkılacak bir duruma benzemiyor, Faulkner'ın dediği gibi yazarın “tek ihtiya­cı olan şey kâğıt ve kalemdir” belki de.

14 Ekim 2014 Salı

Bilet fiyatları ‘festival teyzeleri’ni kızdırdı!

Yorumları ve sorularıyla film ekiplerine zor anlar yaşatan Altın Portakal seyircisi, bu yıl salonları dolduramadı. Sansür krizi ve Kobani eylemlerinin yanı sıra bilet fiyatlarındaki yüzde 60’lık artış da bu konudaki önemli bir etken. İki yıl önce kadın izleyicilerin 1 TL’ye izlediği festivalde biletler bu yıl 8 TL.51. Altın Portakal Film Festivali, açılış törenini şehir merkezinden uzaktaki EXPO Center’da yapsa da festival hareketliliği her zamanki gibi Atatürk Kültür Merkezi (AKM) çevresinde gerçekleşiyor. AKM’nin etrafına kurulan panayır havasındaki yiyecek-içecek çadırları, önceki yıllarda bir tost yemek için bazen yarım saat bekleyen basın mensupları ve film ekipleri için önemli bir imkân. Ancak Antalya’nın meşhur ‘festival teyzeleri’ için durum öyle değil. Bu yıl sansür krizi ve Kobani eylemleri dolayısıyla son yılların en sönük açılışını gerçekleştiren festivalin, heyecansız havası, ulusal gala gösterimlerinde de sürüyor.Ulusal Uzun Metraj Yarışma galalarını hıncahınç dolduran, her filmden sonra soruları ve yorumlarıyla film ekiplerine zor anlar yaşatan festival teyzeleri, bu yıl bilet fiyatlarından şikâyetçi. Fiyatlardaki fahiş artış, teyzeleri kızdırmış. Salona girmek için beklerken mavi eşarplı bir teyze, arkadaşına dert yanıyordu: “8 TL bilet mi olur?” Evet, AKM’de yapılan Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nın gala gösterimlerinin bilet fiyatı 8 TL. Geçtiğimiz yıl 5 TL olan bilete yapılan % 60’lık zam sadece teyzelerin değil, festival seyircisinin de tepkisini çekti. Geçen yıl galaları ücretsiz izleyen 65 yaş üzeri seyircinin indirimi de kaldırıldı. 2012’de festivalin kadın temasına özel olarak kadın seyircilerin 1 TL’ye bilet aldığı düşünülünce festival teyzeleri için biletler 2 yılda % 700 zamlanmış oldu! Yaşanan olumsuzluklara bilet fiyatlarındaki ‘orantısız’ artış da eklenince yarışma filmlerinin galalarında alışılmışın aksine boş koltuk sayısı hayli fazlaydı.AKM’nin karşısında Migros AVM’deki Cinamaximum salonunda yapılan festival gösterimlerinin bile 7,5 TL olduğunu düşününce festival galalarının fiyatlarının 8 TL olması seyirciyi salonlardan uzaklaştıran en önemli etkenlerden biri. Bir kıyas yapmak gerekirse, şu sıralar İstanbul’da devam eden ve dünyanın A sınıfı festivallerinde ödül almış usta yönetmenlerin filmlerinin gösterildiği Filmekimi etkinliğinde hafta içi gündüz seansları 6 TL. Mesela, iki etkinlikte de gösterilen Altın Aslan ödüllü ‘İnsanları Seyreden Güvercin’ filmini hafta içi gündüz seansında Antalya seyircisi 7,5 TL’ye izlerken, İstanbullu sinemasever 6 TL’ye seyrediyor.YÖNETMENLERDEN SANSÜR BİLDİRİSİUlusal Uzun Metraj yarışması, cumartesi günü Neden Tarkovski Olamıyorum? filmi ile başladı. Yönetmen Murat Düzgünoğlu, film sonrası söyleşide ilk önce ‘sansür bildirisi’ okudu. Yarışmada yer alan 12 filmden dokuzunun yapımcı ve yönetmenleri ile birlikte Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği (SE-YAP) Başkan Yardımcısı ve Antalya Film Forum Koordinatörü Yamaç Okur, Antalya Film Forum Danışma Kurulu Üyesi Marsel Kalvo, Antalya Film Forum’da yer alan Ak Ejder filminin yapımcısı Funda Alp ve yapımcı İsmail İçen’in de metinde imzası var. ‘Kuzu’, ‘Oflu Hoca’yı Aramak’ ve ‘Guruldayan Kalpler’ filmlerinin yönetmenleri ise bildiriye imza atmadı.Ulusal yarışmadaki her filmin söyleşisinden önce okunacak bildiride, sansürün sinemacılar kadar seyirciyi cezalandırdığı belirtiliyor. Açıklamada, festivaller dışındaki kurumsallaşmış sansür aşamalarına da dikkat çekiliyor: “Sinema Sınıflandırma Kanunu, bakanlıkla temas ve destek alma sürecinin kendisi, belgesellerin dahi eser işletme belgesi alma zorunluluğu sansürün tespit edilmesi daha güç olan yüzünü ortaya kıymaktadır.” Bildiri, sansürü tartışmak için festival içinde bir serbest kürsü kurulacağının ve 17-18 Ekim günlerinde bu konu forumlarda tartışılacağının ilanıyla sona eriyor.Ulusal yarışmada önceki gün gösterilen sahte belgesel (mockumentary) türündeki ‘Oflu Hocayı Aramak’ filminin söyleşisinde yönetmen Levent Soyarslan, filminin festivalde yarışmasının sürpriz olduğunu söyledi. Özen Film’in sahibi Mehmet Soyarslan’ın oğlu olan yönetmen, babasının ilk üç filmde yapımcı ortağı olduğu Recep İvedik filmleri hakkında ise “Sadece 20 dakika dayanabildim.” yorumunda bulundu. Aynı akşam seyirciyle buluşan Venedik ödüllü ‘Sivas’ filminin köpek dövüşü sahnelerine tepki gösteren bazı seyirciler, salonu terk etti.Tabela gerginliğiDün, Ulusal Uzun Metraj Yarışması’ndaki ‘Kumun Tadı’ filminin gala söyleşisi gergin geçti. Filmin bir sahnesinde görünen AK Parti İlçe Başkanlığı tabelası seyircilerin “Neden reklam yapıyorsunuz?” sorusuna yol açtı. Yönetmen, “Planlı değildi. Biz de sonradan fark ettik ama sahneyi tekrar çekmedik.” dese de başka seyircilerin de araya tartışma büyüdü ve bir bakıma gereksiz bir gerginlik oluştu. Ulusal yarışmada bugün ‘Çekmeköy Underground’ ve ‘Kuzu’ filmleri seyirciyle buluşacak. Yarın programında ise ‘İyi Biri’ ve ‘Guruldayan Kalpler’ var.

13 Ekim 2014 Pazartesi

Âşık Veysel ile iki gün…

Gazeteci ve fotoğraf sanatçısı Ergun Çağatay, 1970'te Ümit Yaşar Oğuzcan ile Ankara treninde karşılaşmasaydı ve birlikte Sivas'a gitmeselerdi, elma bahçesinde çekilen Aşık Veysel'e ait yukarıdaki kare bugün olmayacaktı. Âşık Veysel ile iki gün geçiren Çağatay, “Elimde onun bir düzine daha fotoğrafı var.” diyor. Ergun Çağatay arşivinden çıkardığı Aşık Veysel'in bu nadide fotoğrafını Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi'nde açtığı ‘Merceğimde 50 Yıl' sergisinde sergiliyor. 25 Ekim'e kadar açık kalacak sergide, Çağatay'ın dünyadan ve Türkiye'den çektiği başka kareleri de var. Ünlü ozanımız Âşık Veysel’e ait o kadar az fotoğraf var ki, Google’a adını yazdığınızda hep elinde sazıyla çekilen bilindik o kare çıkar karşınıza. Oysa Sivas’ın Sivrialan köyünde, evinin yakınlarındaki elma bahçesinde, kız kardeşi ve torunuyla çekilen yandaki mütebessim karesini görmek bugün için ne güzel bir sürpriz. 1968’de fotoğraf çekmeye başlayan ve 1974 yılında Paris’te GAMMA fotoğraf ajansına girerek foto muhabirliğine adım atan Ergun Çağatay imzalı kare, Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde geçtiğimiz hafta içi açılan “Merceğimde 50 Yıl” adlı fotoğraf sergisinden. Ergun Çağatay, sergi için tüm meslek hayatı boyunca çektiği karelerden bir seçki yapmış. Fakat elinde Âşık Veysel’in daha pek çok fotoğrafının olduğunu söylüyor. 1970’te çektiği bu karenin hikâyesi ise hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını bir kez daha gösteriyor. AŞIK VEYSEL: “BEN EDEBİYAT OLUP OLMADIĞIMI DÜŞÜNMEM” 1937 doğumlu olan Ergun Çağatay, 1970’te Ankara’daki ailesini ziyaret etmek üzere Haydarpaşa’dan trene biner. Yemekli vagonda seyahat etmektedir. İki masa ötesinde tanıdık bir sima görür. Kim olduğunu hatırlar ve masadan kalkıp yanına gider, “Siz Ümit Yaşar Oğuzcan değil misiniz?” diye sorar. Aldığı cevap evettir. Ümit Yaşar, o yıllarda İş Bankası Kültür Yayınları’nı yönetiyordur ve Ankara treninde bulunmasının nedeni Sivas’a, Âşık Veysel’i ziyarete gidecek olmasıdır. “Çok yaşlandı, ölmeden evvel tüm sözlerini bir kitap halinde toplamak istiyorum.” der Çağatay’a. Nihayetinde birlikte gitmeye karar verirler. Çağatay ve Oğuzcan, ertesi gün Ankara garında buluşur, Şarkışla’nın Sivrialan köyüne varırlar. Hikâyenin gerisini Çağatay’dan dinleyelim: “Köyde iki güne yakın kaldık. Âşık Veysel’in bir düzine fotoğrafını çektim ama bugün o anları tekrar yaşasaydım bu işi başka türlü yapardım. O yıllar Türkiye’de film bulmak bile bir dertti. Eldeki malzemeyi dikkatli hatta pinti kafasıyla kullanıyorduk. O köyde de öyle oldu. Sergideki fotoğrafı Âşık Veysel, beni elma bahçesine götürdüğü zaman çektim. Yanında kız kardeşi ve torunu vardı. Veysel köylülere ‘Burada iyi elma yetişir’ dediği zaman etrafındakiler ‘bu kör adam ne bilir’ demişler. Âşık Veysel’in inatla diktiği fideler boy verip meyveye durunca köylüler bu sefer asıl kör olan bizmişiz itirafında bulunmuş.” Ümit Yaşar Oğuzcan İstanbul’a dönünce Âşık Veysel’in Dostlar Beni Hatırlasın adlı kitabını yayınlar ve birkaç ay sonra onu İstanbul’a getirir. İş Bankası’nın o tarihte Beyoğlu Atlas Sineması’nın yanında bir lokali vardır. Bankanın önde gelen şube müdürleri Âşık Veysel onuruna burada bir akşam yemeği verir. Ergun Çağatay da davetliler arasındadır. Çağatay o anı şöyle anlatıyor: “Hiç unutmam banka müdürlerinin övgü dolu sözlerinden Âşık Veysel çok sıkılmış, buram buram terlemişti. Bir banka müdürünün ‘Türk edebiyatının yücesi, kendinizi edebiyatımızın neresinde görüyorsunuz?’ sorusuna Veysel ‘Ben edebiyat olup olmadığımı düşünmem sadece içimden geldiği gibi söylerim. Edebiyat olup olmadığıma benim dışında başka insanlar karar veriyor. Bu onların işi.’ cevabını vermişti. DİJİTAL ÖNCESİ FOTOĞRAFLAR ‘Merceğimde 50 Yıl’ sergisi Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi’nde 25 Ekim’e kadar devam edecek. Sergide Çağatay’ın Türkiye’den ve dünyadan çektiği, özellikle 1970’li yıllara ait başka kareleri de yer alıyor. Mesela Sultanahmet’in bilindik klasik fotoğraflarından çok farklı bir kare, Hasankeyf, Gümüşlük’ün şimdiki halinden eser olmayan bir görünümü, Küçükçekmece’de muhteşem ahşap mimarisine sahip bir ev, Mersin Aydıncık’ta bir kahve, İsveç’te sonbahar görülmeyi hak eden diğer kareler arasında... Sergi temasını dijital öncesi fotoğraflar olarak tanımlayan Çağatay, dijitalleşmeyle birlikte fotoğraf sanatındaki gelişmelere ilişkin görüşlerini şöyle ifade ediyor: “Bence fotoğrafın ölüm fermanı verileli neredeyse on yılı aşan bir zaman dilimi oldu. Bugün fotoğraf, kimliğinden soyutlanıp bir medya malzemesi oldu. Bugün fotoğraf, bir ressamın boya fırçası, bir yazarın kalemi kağıdı durumunda. Dijital ortam ve elektronik alanında her geçen gün kaybedilen baş döndürücü gelişmeler fotoğrafı basite indirdi ve fotoğrafı üzerinde oynayarak sahteleştirmek kolaylaştı. Daha önemlisi fotoğraf belge/belgesel olma niteliğini kaybetti, herkesin üretebileceği alelade bir mal oldu. Elektronik gelişmenin yavaş yavaş yok ettiği basım sayfalarından çıkıp, kişinin bilgisayar ortamında yarattığı kendi dünyasının fantezi malzemesine dönüştü. Dijital fotoğrafçılık doğru ışık ve açı için beklenen uzun saatleri, karanlık odalardaki mesaiden fotoğrafçıyı kurtardı ama fotoğraf sanatçısının esere olan katkısını, emeğini en aza indirdi... Bu sergi, dijital öncesi çağda, fotoğrafın ölüm fermanından çok önce çekilen, bazıları klasik anlamda, bazıları ise ölüme çeyrek kala çekilen gerçek fotoğrafların son kareleridir. Gerçek tarihtir.” Ergun Çağatay Sultanahmet ve Hasankeyf karelerini nasıl çektiğini anlatıyor: Sultanahmet… İstanbul üzerinde fotoğraf çekmek için üç defa uçtum. İki defa helikopterle bir defa dört kişilik ufak bir uçakla. O tarihlerde askeriyenin dışında helikopteri olan ne şahıs ne devlet dairesi (polis gibi) nede şirket vardı. İstanbul’da iki şirket helikopter kiralıyordu. Aklımda kalan kiralık helikopterlerin saati beş yüz Amerikan dolarıydı, uçak ise bir havacılık kulübünden kiralanmıştı. Helikopterle ikinci uçuşumda Sultanahmet Meydanı’nın üstüne geldik. Karşımda neredeyse benden evvel bin defa çekilmiş beylik manzara vardı. Meydan ve Sultanahmet Camii, biraz gerisinde Ayasofya ve onun gerisinde Topkapı Sarayı. Aynı klişeyi belki lazım olur diye bir iki kere çektim ama daha başka bir şey yapmak istiyordum, değişik bir şey olmalıydı. Birden Sultanahmet Camii’nin kesiti gözümün önüne geldi. Makinama takılı objektif ile kafamdaki fotoğrafı tam alamıyordum, yetersiz kalıyordu. Pilota meydanın üstünde bir tur daha atmasını söyledim. Minareleri bir yerden kesmeliydim, ikinci turdan sonra istediğim fotoğrafı tam anlamıyla çekemeyeceğimi anladım. Üçüncü turda ne çıkarsa bahtına niyetine üç kare fotoğraf çekebildim. Bir tanesi düşünceme en yakın olanıydı yani sergideki fotoğraf. Helikopterin zamanını kendi kafamdaki fanteziler için harcamak istemedim. Nasıl olsa herkesin ilgilendiği, benim beğenmediğim o beylik fotoğraflar diyerek başka taraflara uçtum. Genellikle çektiğim fotoğrafları ben beğenmem. O fotoğraf yıllarca arşivde öylesine kaldı. Sadece birkaç yıl önce yanımda çalışan Seval hanım, negatiflere bakarken “Ergun bey ben bu fotoğrafı sevdim, benim için basar mısınız?” dediği zaman yeniden odak noktası oldu. Hasankeyf… Hasankeyf’e birkaç kere gittim ama bu fotoğraf tam anlamıyla spontane bir şey oldu. Bir şirket bana bir araç ve şoför verdikten sonra Anadolu’daki şirkete ait servis istasyonlarının fotoğrafını çekmemi istedi. O yıllarda PKK olayları yeni yeni başlamıştı. Sadece Van ile Hakkari yoluna gece gitmeyin diye uyarmışlardı. Sonbaharla kış arası bir mevsimdi. Batman’dan çıktık Mardin'e doğru yol alıyorduk, uyumuşum. Birdenbire belki bir sarsıntı ile uyandım. Araç bir köprüyü geçiyordu. O sırada ilk defa Hasankeyf'i gördüm. Manzara karşısında oldukça şaşırmıştım. Şoföre arabayı durdurmasını söyledim. Araçtan dışarı çıktım soğukça bir havaydı, köprünün üstünden Hasankeyf'i seyrettim, buranın ne biçim yer olduğunu algılamaya çalıştım, sonra yürüyerek köprünün başına gittim. Bir çoban sürüsünü geri getiriyordu. Her şey o kadar etkileyici idi, ışık, bulutlar, sürü manzarayı tamamlıyordu. Sanki yukarlarda bir görünmez el her şeyi düzenlemişti. Bu fotoğrafın hâlâ Hasankeyf'in çekilmiş en iyi fotoğrafı olduğuna inanırım. ERGUN ÇAĞATAY KİMDİR? 15 Ocak 1937'de İzmir'de doğdu. İlköğretimini İzmir’de tamamladıktan sonra, 1958 yılında İstanbul Robert Kolej'den mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki eğitimini yarıda keserek gazeteciliğe başladı. 1968 yılında, eşinin hediye ettiği bir fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekmeye başlayan Çağatay, 1974 yılında Paris'te GAMMA fotoğraf ajansına girerek foto muhabirliğe adım attı. 1980’de New York'ta Time/Life grubunda çalışmaya başladı ve dergide ses getiren pek çok önemli habere imza attı. 1983’de Paris / Orly Havaalanı’nda Ermeni terör örgütü ASALA'nın bombalı saldırısında çok ağır yaralanan Çağatay uzun süre yanık tedavisi gördü. Saldırı, hayatında bir dönüm noktası oldu ve bu dönemden sonra özellikle de tarih alanında yoğun araştırmalar yapmaya yöneldi. Yurtdışındaki başarılarının ardından Türkiye’ye dönen Ergun Çağatay’ın Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki nadir el yazması kitaplar üzerine yaptığı çalışma, Japonya'dan Brezilya'ya kadar dünyanın bir ülkesinde yayınlandı ve büyük beğeni topladı. Ergun Çağatay, Avrupa'ya göç eden Türk, Cezayirli, Pakistanlı ailelerin Avrupa'da büyüyen ikinci nesil çocukları üzerine de önemli araştırmalar yaptı. Paris/Fransa'da Nathan Yayınevi için TÜRKİYE kitabını hazırladı. Ergun Çağatay’ın en kapsamlı projesi “Turkic Speaking Peoples - Türkçe Konuşanlar” en çok ses getiren çalışmalarından biri oldu. Çok geniş ve kapsamlı olan bu proje; kitap, sergi ve belgesel film çalışmaları hedeflenerek hazırlandı. Sanatçı, yapımını üstlendiği ve fotoğraflarını çektiği, “Türkçe Konuşanlar: Orta Asya’dan Balkanlar’a 2000 Yıllık Yolculuk” kitabında, okuyucuları, birbirinden çarpıcı özgün fotoğraflar eşliğinde dil ve kimlik üzerine; göçebelik etkileşimleri, Türk - Çin ilişkileri, Türklerle Orta Asya İran – Arap, Slav, Avrupa etkileşimleri üzerine, sözlü edebiyattan mimariye, yemek kültüründen çeşitli sanat alanlarına, insan davranışlarına, eşsiz bir yolculuğa çıkarttı. Ergun Çağatay, 14 yılda tamamladığı kitap için 110 bin kilometre yol kat ederek 35 bin kare fotoğraf çekti. Türk, Alman, Amerikalı, Fransız, İsveçli, Kazak, Norveçli, Özbek, Rus, Ukraynalı uzmanların bilimsel makaleleriyle yer aldığı 495 sayfalık büyük boyutlu kitapta, Oslo Üniversitesi'nden Prof. Bernt Brendemoen'in takdim, Ergun Çağatay'ın önsöz ve Doğan Kuban'ın Giriş yazılarından sonra 400 fotoğraf ve 34 makale yer aldı. Kitap, Kasım 2006’da Turkic Speaking Peoples başlığıyla İngilizce olarak Almanya’da Prestel Yayınevi tarafından Hollanda Kraliyet Vakfı Prince Claus Fund desteği ile yayınlandı. Kitabın Türkçe çevirisi ise 2008’de İstanbul’da yayınlandı. Türkçe Konuşanlar kitabı çalışmaları devam ederken çıkardığı Bir Zamanlar Orta Asya kitabı ile beraber hazırlanan sergi ise, İstanbul, Eskişehir, Taşkent (Özbekistan), Almatı (Kazakistan), Austin (Texas /ABD), Kashiwazaki (Japonya) ve Uppsala (İsveç) şehirlerinde izleyiciyle buluştu. Yine aynı proje çerçevesinde 1986 Çernobil nükleer santralindeki patlamadan sonra, dünyanın en büyük çevre felaketi olarak nitelenen, hatalı sulama sonucunda Aral Gölü'nün Kuruyup Çölleşmesi’ni anlatan belgesel filmini Akademi Prodüksiyon şirketi ile ortak çalışma sonucunda hazırladı. Filmden kısaltılarak hazırlanan 30 dakikalık bir film, 37. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (2000) Kısa Belgesel Film dalında 98 yerli ve yabancı katılımcı arasından birincilik ödülünü kazandı. Ödülün maddi tutarı, bölgedeki yardım çalışmalarına aktarıldı. Filmin Türkçe, Rusça ve İngilizce bir kitapçıkla birlikte VCD olarak yayınlandı. Son olarak Paris’te 2009 Eylül ve 2010 Ocak-Şubat aylarında Türkçe Konuşanlar kitabı için çekilmiş fotoğraflardan oluşan iki adet sergisi açıldı. Eylül 2009 da açılan sergi Paris’ten sonra sırasıyla La Rochelle, Clermont-Ferrand, Bordeaux (le Conseil général de Gironde), Lyon kentlerini dolaştı.

11 Ekim 2014 Cumartesi

‘Gül ve lale devrim geçti, şimdi Nergis devrimdeyim’

Nazan Bekiroğlu, iyi bir romancı, öykücü ve denemeci. Kalemini edebiyattan yolculuklara, sinemadan fotoğrafa geniş bir alanda gezdiren yazar, edebiyat üzerine denemelerini "Kelime Defteri" (Timaş Yayınları) adıyla kitaplaştırdı. Sonra biz sorduk, o anlattı; denemeyi, kelimelerini, gazete yazarlığını ve okurla ilişkisini...Mimoza Sürgünü ve son olarak Kelime Defteri'nin kapakları da birer sanat eseri. Bildiğim kadarıyla bizzat ilgileniyorsunuz kapaklarla. Zarf-mazruf ilişkisine nasıl bir anlam yüklüyorsunuz?Teşekkür ederim. İkisini de Ravza Kızıltuğ tasarladı. Ekrana bakarken ben de onun omuz başındaydım. Kitap kapağı benim için önemli. Çünkü o da metnin dünyasına dâhil ve ben görmeyi seviyorum.‘Kelime Defteri' rastgele bir isim değil. Çoğu yazının ucu da kelimeye çıkıyor. Sizin için edebiyat da hayat da ‘kelime'den başlıyor sanırım. Nedir biz faniler için kelimelerin anlamı? Hepimiz aslında birer kelimenin oğlu-kızı mıyız?Dilin kendisi bana bir mucize olarak görünüyor. Konuşmak ve yazmak. Cümle kurabilmek. Kelime de öyle. Aynı zamanda ürkütücü. Kelimenin tene değdiğini, kestiğini hatta öldürebildiğini biliyorum. Kelimeler hayatın ta kendisi ama hayatla aramıza giren engel de.Hayatınıza anlam katan ve sizi en iyi anlatan on kelimeyi sorsam…Her yazar elli kadar kelime etrafında oluşturur temel izleğini. Ama on'a indirmeye gayret edersem sanırım şöyle: Aşk, ezel, zaman, insaniyet, empati, acı, şefkat, tabiat, fıtrat, dil.Kelime Defteri ‘edebiyat üzerine denemeler'den oluşuyor. Deneme'yi nerede gördüğünüzü merak ediyorum; bir ara tür mü deneme sizin için? Romanla karşılaştırınca nerede duruyor?Her yazar kendisini bir türde en iyi ifade eder. Benim kendimi en iyi ifade ettiğim tür roman. Fakat yazı dünyamın denemesiyle, hikâyesiyle, romanıyla bir bütün olduğunu biliyorum. Romanımla denemem arasında hiyerarşi değil bütünleme söz konusu. Romanlarımın arka planını dikkatli gözler denemelerimden takip etmişlerdir. Daha yazılış sürecinde Nar Ağacı'nın rengi bu köşeden sızdırdı kendisini. İsimle Ateş Arasında'nın, Lâ'nın ve Yusuf ile Züleyha'nın meseleleri bu köşede gösterdi kendisini.Mesela, denemede anlatamadıklarınızı romanda mı anlatıyorsunuz yahut tam tersi?Deneme, roman yazma sürecimin çilekeşi, sırdaşı olmanın yanı sıra beni roman sayfalarını denemeyle doldurma acemiliğinden de kurtardı. Bilirsiniz roman yazarken bazı sayfaların denemeye dönüşmesi riski her zaman vardır. Bunları kesip atmak kolay değildir. Onları denemede anlatırım. Ay'ı kırpıp yıldız yapmıyorum. Yani deneme, romanımın arka bahçesi değil ama arka planı. Zihin ve duygu haritam onlarda kayıtlıdır. Denemem olmasa eksik kalırım.Salâh Birsel, köşe yazısından deneme olmaz der ama ben ve siz dâhil pek çok yazar gazetede deneme yazıyoruz. Denemeye ihanet mi bu? Yoksa gazetenin edebiyata hizmeti mi?Denemeye ihanet değil. Deneme ile Salâh Birsel'in kastettiği köşe yazısını ayırıyorum ben. Sizin, benim ve benzer köşe yazarlarının yazdıkları genelgeçer anlamda köşe yazısı değil. Ve bunların bir alıcısı varsa gazete edebiyata hizmet ediyor demektir. Bu köşe bana ilk teklif edildiğinde siyaset yazmaktansa insaniyeti göstermeyi önceleyen biri olarak “köşe yazısı” yazamayacağımı söylemiştim. Meşrebim bu benim. Sonra anlattılar ki zaten benden beklenen de genelgeçer manada köşe yazısı değil. Bu, hele de günümüzde bir gazete için riskli görünebilir. Ama onurlu, değerli ve gerekli. Gazete sadece haber ve yorum değil, kültür hizmeti de vermeli. Pek çok klasik romanın önce gazetelerde tefrika edildiği unutulmamalı.Deneme yazarlığınız Zaman'daki yazılarla başladı, yanılıyor muyum? Bu anlamda biraz cebrî oldu diyebilir miyiz? Okurla aranızda nasıl bir ilişki gelişti bu süreçte?Büyük ölçüde Zaman'da başladı. Önceden de deneme yazıyordum ama bir deneme kitabı çıkarmak aklımdan geçmezdi meselâ. Bu köşe beni dağınıklıktan kurtardı, disipline etti. Haftalık zorunluluk olmasa bu yazıların büyük ihtimalle hiçbiri yazılmazdı. Bazen cebriliğin de faydası var. Nadir de olsa zorlandığım, yazmak istemediğim haftalar oldu. Fakat bu yazıların çoğunu severek, isteyerek yazıyorum. Diğer yandan benim kendimi kısa periyotlarla ifade ettiğim tek yer de bu köşe. Aktif bir sosyal medya kullanıcısı değilim. Bu yüzden bu köşe benim için önemli. Zaman okurunun vefakârlığını ise her fırsatta dile getiririm. Dertleşiyor, halleşiyoruz. Birbirimizi görmesek de.Mimoza Sürgünü'ndeki bir denemede, “Ben biraz azalsam. Sadeleşsem. Durulsam” demiştiniz. Bu kaygı, Kelime Defteri'nde de sürüyor. Mesela “Bu kadarcık kitapla da yaşanırmış” yazınız… “Boş bir sayfa gibiyim. Yepyeniyim. Çok sadeyim…” diyorsunuz. Ve o “Ben artık düz cümleler kurmak istiyorum” yazınız... Nedir bu sadeleşme, durulma arzusu?Gül devrim, Lale devrim geçti, şimdi Nergis devrimdeyim. O kadar gürültülü ve kalabalık akan bir hayattan sonra gelen sadeliğin değerli olduğunun da farkındayım. Kül suyunun berraklaşması gibi. Üslubum sanırım böyle de gidecek. Çünkü iç dünyam sadeleşme temayülünde. Nokta'ya kadar gidebilirim.Kitaptaki metinler, sizin farklı ilgi alanlarınızı da açığa vuruyor; Rus yazarlar, sinema, internet, plastik sanatlar, müzik, nesneler ve okuma serüveniniz… Denemenin bu pervasızlığına ne diyeceksiniz?Harika, diyeceğim. Denemenin benim için cazibesi sonsuz bir zenginleşme alanında kalem oynatma hakkı vermesi.Kelime Defteri hangi okurların hangi derdine derman olacak?Başkalarının hikâyelerinde kendimizi anlayabilir ve onarabiliriz. Bir romanın, bir filmin hikâyesinden insanlığa ve kendine dair bir anlama çabası çıkarmak isteyenler Kelime Defteri'nin talip olduğu okuyucuyu teşkil eder. Çünkü Kelime Defteri, ilgilendiği metinler üzerinden dünyayı ve şu zor insanları anlama derdinde. Edebiyat tahlili yapmak niyetinde hiç değil. Çok zor bir dünyada yaşıyoruz. En azından bana öyle geldi.

10 Ekim 2014 Cuma

Mutluluk hiçbir şeydir, imaj her şey!

David Fincher’ın yeni filmi ‘Kayıp Kız’, mutsuz bir aileden yola çıkarak bireysel ve toplumsal anlamda kurumsallaşmış olan imaj sahtekârlığını yüzümüze çarpıyor. Modern bir Anna Karenina uyarlaması olarak da okunabilecek film, beşinci evlilik yıldönümünü kutlamaya hazırlanan evli bir çiftin üzerindeki imaj perdesini çarpıcı hamlerle yırtıyor.“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” (Anna Karenina, Leo N. Tolstoy)Geçen yüzyılın sonunda ‘müjdesi’ verilen bilgi çağının ve beraberinde gelen akıl almaz teknolojik gelişmenin bizi ikiyüzlü bir ‘imaj çağı’na mahkûm edeceğini kim bilebilirdi? Görüntünün, hakikat dahil her şeyi perdelediği, içinden çıkılması güç bir hapishanedeyiz artık. The Truman Show’un (1998) imajların kurmaca dünyasında yaşayan ana karakterini hatırlayalım. Hani filmin sonunda o ‘yalan dünya’nın çeperini yırtıp ‘gerçek dünya’ya adım atıyor ya... Şimdinin gözüyle bakınca ne kadar da naif! İmajlar hapishanesinde mutlu-mesut yaşayıp giden günümüz insanının kabuğunu kırabileceği öyle bir dünya kalmadı.Yaşayıp durduğumuz imaj hapishanesi sadece yalan ve riya üzerinde yükselmiyor. Zemininde, kapitalizm ile postmodernizmin sıkı işbirliği sonucu yayılan tüketim ekonomisi yatıyor. Bu muazzam çark, bireye ait bütün özel ve mahrem alanları, onun duygularını, zamanını, birikimini, düşüncelerini, topyekun hayatını ‘piyasa ekonomisi’ içinde alınır-satılır bir meta haline getiriyor. Daha ürkütücü olanı ise bireyin hiçbir zorlama ve baskı hissetmeden, bu çarkı yürütmek için üzerine düşen hemen her şeyi gönüllü olarak yapmasıdır. Kapitalizmin en acımasız haliyle yaşandığı ülkemiz, hiç şüphesiz imajlar hapishanesinin en mümtaz şubesi. Özellikle son 10 aydır (bir yönüyle 12 yıldır) yaşadıklarımız, imajların ve algıların her alanda galip geldiğini gösteriyor. ‘En azından şimdilik’ diyelim de geleceğe dair umudumuz saklı kalsın.MUTSUZLUĞUN RESMİNİ ÇİZEBİLİR MİSİN?Bu haftanın menüsünde imaj, riya, mutluluk ve mutsuzluk üzerine kafa yorabileceğimiz sıkı bir film var. David Fincher’ın yeni filmi ‘Kayıp Kız / Gone Girl’, mutsuz bir aileden yola çıkarak bireysel ve toplumsal anlamda kurumsallaşmış olan imaj sahtekârlığını, yani riyayı yüzümüze çarpıyor. Modern ve serbest bir Anna Karenina uyarlaması olarak da okunabilecek film, beşinci evlilik yıldönümünü kutlamaya hazırlanan evli bir çiftin üzerindeki imaj perdesini sinsi, kurnaz ve çarpıcı hamleler ile yırtıyor. Mutluluk kılıfının altındaki mutsuzluğu hiç acele etmeden, kazıya kazıya gösteriyor seyirciye.New York’lu yazar Nick ve çocukluğundan itibaren bir ‘proje’ gibi yaşayan karısı Amy’nin parıltılı hayatı beşinci evlilik yıldönümlerinde sarsılır. O sabah Amy esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. Evde boğuşma izleri vardır. Nick, şüphe uyandırıcı davranışları ve kendisinden beklenen hüznü takınmadığı için polisin bir numaralı şüphelisi olur. Amy’nin kaybolması ve cinayet şüphesi, onların evliliği üzerindeki gizemi de gündeme getirir. Polisin yürüttüğü soruşturma, komşuların, kasaba halkının ve medyanın da dahil olmasıyla karmaşık bir hal alır.2011’de Ejderha Dövmeli Kız’ın yeniden çevirimiyle biraz hayal kırıklığına yol açan yönetmen David Fincher, ‘Kayıp Kız’ ile ustası olduğu polisiye-gerilim sularına dönüyor. ABD’li yazar Gillian Flynn’ın filme kaynaklık eden aynı adlı romanı, özellikle ustalıklı kurgusu ve güçlü kadın karakteriyle öne çıkıyordu. Roman, ülkemizde Artemis Yayınları etiketiyle geçtiğimiz yıl yayımlanmıştı. Senaryoyu Flynn’a emanet eden Fincher, kitabın kurgusunu bir adım ileriye taşıyarak gerilimi ve gizemi daha da artırıyor. Açılışta Nick’in seslendirdiği şu cümleler, ne kadar güvensiz, gerilimli ve gizemli bir evlilikle karşılaşacağımızın ipuçlarını veriyor: “Ne düşünüyorsun Amy?.. Evliliğimiz boyunca dile getirmesem bile, içten içe, sürekli sorduğum soru bu. Sanırım bu tür sorular tüm evliliklerin kaçınılmazı: Ne düşünüyorsun? Neler hissediyorsun? Sen kimsin? Bize ne oldu? Şimdi ne yapacağız?”Yönetmen, ana hikâyeyi polisiye kayıp olayı üzerinde yürütüyor. Perdeye yansıyan tarih düşürmeler sayesinde zaman ile oynama kozunu elinde tutuyor. Böylece ihtiyaç duyduğunda kaybolma olayında iz sürülen kronolojik zamanı bir kenara bırakarak ‘anı-bellek zamana’ geçiş yapabiliyor. Bu ustalıklı geçişler, Nick ve Amy’in üzerindeki gizemi ortadan kaldırmak yerine gerilimi ve merak unsurunu daha da artırıyor. Çünkü Nick’in dış sesiyle başlayan hikâye anlatımı usta bir hamle ile Amy’ye geçiyor. Gizem perdesi aralandığında bile yönetmenin kurguladığı gerilim sona ermiyor.Yıllardır kayıp olan Hollywood’un ‘yönetmenler kuşağı’nı yeniden diriltebilecek isimlerden biri olan Fincher, hayranı olduğu Hitchcock’un gerilim ruhunu ‘Kayıp Kız’ın tekinsiz atmosferine ustalıkla yansıtıyor. Oyuncu seçimiyle de takdiri hak eden filmde Rosamund Pike üst düzey bir performans sergilerken Ben Affleck, kariyerinin en iyi rolünü çıkarıyor. Dedektif Boney’de Kim Dickenson, kız kardeş Margo’da Carrie Coon ve filme tehlikeli bir Muhteşem Gatsby efekti katan Neil Patrick Harris de hikâyeye ruh katan oyuncular. ‘Kayıp Kız’, yılın en iyi filmleri arasına adını şimdiden yazdırıyor.

9 Ekim 2014 Perşembe

Altın Portakal, sancılı başlıyor

Altın Portakal Film Festivali’nin 51. yılı sansür tartışmalarının gölgesinde başlıyor. Sansüre uğrayan ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ filminin de yer aldığı 13 belgeselin festivalden çekilmesiyle dün Ulusal Belgesel Yarışması iptal edildi.Altın Portakal Film Festivali, 51. yılına sansür krizinin gölgesinde giriyor. O kadar ki, yarın başlayacak festivalin program akışı bile henüz açıklanmadı. Oysaki festival, uzun süre sonra ilk kez ulusal ve uluslararası yarışma bölümündeki seçkisiyle heyecan uyandırmıştı.HER ŞEY UMUTLA BAŞLAMIŞTIKeşke sinema dünyası, festivalde yarışacak filmlere ya da Antalya’ya gelecek yabancı konuklara odaklansaydı. Fakat yaşanan sansür krizi, bütün bunları gölgede bıraktı. Aslında her şey 100. yıla yaraşır başlamıştı. Ödül heykelciği ufak dokunuşlarla yenilendi, Al Pacino gibi dünyaca ünlü oyuncular festivale davet edildi, yeniden ‘uluslararası’ olma hedefi konuldu. Hatta ilk basın toplantısı, Lumiere Kardeşler imzalı, sinema tarihini başlatan filmin bu topraklardaki ilk gösteriminin yapıldığı Yıldız Sarayı’nda gerçekleştirildi... 51. yılında ‘Gelenekten geleceğe’ sloganıyla yola çıkan Altın Portakal’ın geçmişindeki ‘sansür geleneğini’ 2014’lere taşıyacağı kimsenin aklına gelmemişti!Elif Dağdeviren, Alin Taşçıyan, Hülya Uçansu ve Zeynep Özbatur Atakan’dan oluşan festival komitesinin de katıldığı basın toplantısında Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’e o kritik soru soruldu: “İyi bir Gezi filmi festivale başvurursa yarışabilecek mi?” Türel’in cevabı netti: “Yarışmaya kıstas, engel koyamayız. Film festivalimiz herkese açık. Siyasi filmler olacaktır. Biz filmleri herhangi bir siyasi yapıya sahip diye Altın Portakal’da yarışmaktan men edemeyiz.”TCK’YA GÖRE FİLM SEÇMEKNe yazık ki olaylar başkanın sözlü teminatına göre gelişmedi. Gezi olaylarını konu alan, Reyan Tuvi’nin yönettiği ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ adlı belgesel, ön jüri tarafından yarışmaya seçilmesine rağmen festival yönetimi tarafından Ulusal Belgesel Yarışması’ndan çıkarıldı. Üstelik bu uygulama Berke Baş, Ayşe Çetinbaş ve Seray Genç’ten oluşan ön jürinin açıklamasıyla ortaya çıktı. Festival yönetimi, söz konusu filmin yarışmaya alınmamasına gerekçe olarak Türk Ceza Kanunu’nun 125. (kişilere hakaret) ve 299. (Cumhurbaşkanına hakaret) maddelerini gösteriyordu. Sinema dünyası şaşkınlık içindeydi zira işin içinde, hepsi birbirinden tecrübeli ve adlarını sansürle yan yana anamayacağınız festival komitesi üyeleri vardı.Festival komitesi cevaben, meselenin Gezi ile ilgisi olmadığını, festivalde başka ‘Gezi filmleri’ de olduğunu açıkladı. Ancak yine de TCK’nın ilgili maddelerine dayandırılarak sansür kararını savundu. Bu açıklamaya ilk tepki Sinema Yazarları Derneği’nden (SİYAD) geldi. Derneğe üye 75 sinema yazarı bir bildiri yayımlayarak olayın sansür olduğu ve festival yönetiminin söz konusu belgeseli yönetmenin kurguladığı haliyle yarışmaya geri alması gerektiği vurgulandı. Festivalin yarışmalı bölümlerinde görev alan 10 jüri üyesi de yaşananları ‘vahim’ olarak nitelendirdi. Festival yönetimi ise geri adım atmak yerine Reyan Tuvi üzerinde baskı kurarak festivalin akıbetini ve sorumluluğunu yönetmenin omuzlarına bıraktı. Tuvi de ‘festivalin yapılması’ için İngilizce altyazıdaki bir kelimeyi çıkarmayı kabul etti.BELGESELCİLER ÇEKİLDİ, YARIŞMA İPTAL!‘Kriz çözüldü’ derken, festival komitesinin bu uzlaşmayı duyururken kullandığı ifadeler sinema dünyasını hareketlendirdi. Filmin ‘yeni versiyonuyla’ başvuru yaptığı ve yarışmaya öyle kabul edildiğini açıklayan yönetim, hatasını kabul etmeyen ve sansürü savunmaya devam eden açıklamasıyla krizi yeniden alevlendirdi. Tepkiler artınca da en başta yapması gerekeni sonda yaparak hatasını kabul etti ve uzlaşma çağrısı yaptı. Fakat sansür kararından dolayı yine özür dilenmediği için önce Ulusal Belgesel Yarışması jüri başkanı Can Candan istifa etti, ardından da ulusal ve uluslararası uzun metraj dahil, festivalin yarışmalı bölümlerinde görev alan 11 jüri üyesinin istifası geldi. 40’a yakın sinema yazarının ve birçok sinema platformunun festivale katılmayacağını açıklamasının ardından Reyan Tuvi’nin de aralarında olduğu Ulusal Belgesel Yarışması’ndaki 13 yönetmen, filmlerini festivalden çekti. Festival de çareyi yarışmayı iptal etmekte buldu. Kutluğ Ataman hariç, Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nda yer alan filmlerin yapımcı ve yönetmenleri ise bir açıklama yaparak festivale katılacaklarını açıkladı. Festival yönetiminin sansür uyguladığı belirtilen açıklamada, festivale katılarak ve seslerini duyurarak sansürle mücadele edileceği ifade edildi.Sonuç olarak, festivalin can damarı olan ulusal uzun metraj yarışması, yapımcı ve yönetmenlerin bu açıklamasıyla ‘direkten döndü’. Fakat festival yönetiminin sansür kararı ve devamındaki anlamsız inadı yüzünden Türk sinemasının 100. yılında Altın Portakal, büyük bir yara aldı.Ulusal Uzun Metraj YarışmasıBalık / Derviş ZaimÇekmeköy Underground / Ayşim Türkmen KeskinFakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku /Çiğdem VitrinelGuruldayan Kalpler / Ömer Uğurİtirazım Var / Onur Ünlüİyi Biri /Ayhan SonyürekKlama Dayika Min – Annemin Şarkısı / Erol MintaşKumun Tadı / Melisa ÖnelKuzu / Kutluğ AtamanNeden Tarkovski Olamıyorum / Murat DüzgünoğluOflu Hoca’yı Aramak – O.H.A. /Osman Levent SoyarslanSivas / Kaan MüjdeciUluslararası Uzun Metraj YarışmasıMahkeme (Chaitanya Tamhane)Michael Jackson Anıtı (Darko Lungulov)Beyaz Tanrı (Kornél Mundruczó)Test (Alexandr Kott)Çekingen (Marienne Tardieu)Turist (Ruben Östlund)Macondo (Sudabeh Mortezai)Villa Touma (Suha Arraf)Dağdaki Tabut (Xin Yukun)Her Şeye Rağmen (Maciej Pieprzyca)