3 Aralık 2014 Çarşamba

‘Şiirler bana hep yol gösterdi’

Ayşe Sarısayın, son romanı Ansızın Günbatımı’nda okurları bir ailenin geçmiş yaşantısına konuk ederken geçmişin aslında hiçbir biçimde dünde kalmadığını, gölgesinin sürekli bugün üzerinde dolaştığını oldukça çarpıcı bir kurgu ve dille anlatıyor. Yazar, romanın temel yönelimini ise Edip Cansever’in “Kaç türlü girilirdi anılardan içeri.” dizesiyle ifade ediyor. Çünkü karşımızda, yaşanmış bir hayat kadar o hayata bir yaşanmışlık biçen ve bu yönüyle de edebiyat ve gerçeklik tartışmalarına dokunan bir roman var.Ansızın Günbatımı başkahramanı Şahika Ener’in sert, katı tutumu neticesinde sonu hüzünle biten bir “aile romanı”. Romanın güçlü duygusu da bu hüzün, mutsuzluk üzerinden yükseliyor. Bir okur olarak bu güçlü duyguya, hikâyeye tanıklık etmek sarsıcı bir deneyimdi. Bu bağlamda romanın yazım sürecinde sizin cephenizden neler yaşandığıyla başlamak isterim…Yazma isteğini yaratan, hayata duyduğumuz tepki, dile getirmek istediğimiz bir rahatsızlık hali; yazmak ise daha da sancılı bir süreç. Tasarladığımız hikâye ne olursa olsun, tüm metinler birikimlerle şekilleniyor. Geçmişte kalmış, unuttuğumuzu sandığımız bir an, bastırılmış bir anı kırıntısı, bir ses, renk ya da koku farkında olmadan sızıyor metne, ister istemez kendimizle de yüzleştiğimiz, zorlandığımız oluyor bazen...Farklı anlatıcılar üzerinden, farklı bakış açılarıyla hikâyeye nüfuz etmek, romanı çatmak karşınıza ne türden zorluklar ya da kolaylıklar çıkardı?Hiçbir şey tek taraflı değil; görünenler kadar görünmeyenler de belirliyor olayların akışını. Tıpkı anlatıcının hatalar konusunda dediği gibi: “Hiçbir hata karşılıksız değil de, karşı tarafa yüklemeye eğilimliyiz yalnızca. Kendi hatalarını taşıyabilmenin güçlüğü. Altında kalıp eğilmek, iki büklüm, soluk alamamak...” Farklı anlatıcı seçimleri ve bakış açıları, görünmeyeni görünür kılmak açısından kolaylık sağlayabiliyor. Roman ağırlıklı olarak Sarı Papatya’nın gözünden ilerlese de, öteki karakterlerin iç seslerini, sahne arkasını da göz ardı etmemeye çalıştım elimden geldiğince.Romanın usta işi bir kurgu üzerinden serpildiğini, ilerlediğini görüyoruz. Kurguyu yazmadan önce mi planladınız yoksa roman ilerlerken mi ortaya çıktı?Kurgu ana hatlarıyla belirmişti zihnimde. Yazarken tümüyle metne teslim ettim kendimi, zaman sıçramalarına, anlatıcı değişimlerine direnmedim, nasıl geldiyse öyle sürdürdüm. Hikâyenin akışını karmaşık kılmamasına dikkat ederek tabii...Bir yandan CD’den ele geçen eksik, parçalı bir hayatın kaydı; öte yandan bu eksik hikâyeyi tamamlamak için ona kendince bir yaşantı biçen üst anlatıcı. Yalnız, üst anlatıcı bunu yaparken bir hayatın hakkına girdiği sızısını da derinden duyumsuyor. Bu tutumunuzla temelde edebiyat ve gerçeklik tartışmalarına da girdiğinizi düşünüyorum. Ansızın Günbatımı özelinde, edebiyat ve gerçeklik ilişkisi üzerine neler söylemek istersiniz?Bu sızıyı daha önce yazdığım birkaç öyküde derinden hissettiğim olmuştu. Bu kez üst anlatıcı benzer kaygılar taşısa da benim için farklı, gerçeklerden öte, duygu dünyamda birikenlerle yol almaya çalıştım çünkü. Edebiyat bir kurmaca sanatı, ama gerçeklerden besleniyor, yaşanmışlıklara uzanıyor bir ölçüde. Yaşanmışlık kavramını, geniş anlamda alırsak elbette: Yaşananlar, tanıklıklar, okunanlar, izlenenler -bir hayattan geriye kalanların tümü. Bizi yazmaya yönlendiren gerçek, yeniden yaratılıyor, dönüştürülüyor, ancak en derindeki duygu değişmiyor. Bu bağlamda edebiyat ve gerçeklik arasındaki çizginin hem çok ince hem de çok kalın olduğunu söyleyebilirim.Romanının iki erkek kahramanı Fikret Ener ve Okan Demir’in kadın kahramanlara göre biraz gölgede, geride kaldığını söyleyebilir miyiz?Fikret Ener silik, pasif bir karakter, ama aynı Fikret Ener ne çok hayatın akışını yönlendiriyor! Ya da Okan Demir, başarılı genç ressam, coşkulu ve ısrarcı kişiliğine rağmen Şahika Ener’in yolunu değiştirmeyi başaramıyor, yeniliyor. Yine de gölgede kalıyorlar, haklısınız, sanırım bu algıyı yaratan kişilik özellikleri değil de, olayların ve duyguların kadın karakterlerin gözünden dile getirilmesi.Okan ile Şahika Ener’in ilişkisi akla Neruda’nın “Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer” dizesini getiriyor. Ne dersiniz?Şahika Ener, Okan’ı sevdi mi gerçekten, yoksa yıllarca baskıladığı cinselliğini, kadın kimliğini hatırlattığı için mi kapılıp gitti ona? Yaşlılığın usul usul yaklaşmakta olduğunu hissettiği bir dönemde terk edilip gururu kırılmışken, yalnızlığın ağırlığıyla başa çıkmaya çalışırken üstelik... Yine de öğretiler, tabular baskın çıktı, sürdüremedi bu ilişkiyi. Unutmadı, evet, yaşadıklarından çok yaşayamadıkları yüzünden unutamadı belki de...Neruda demişken, romanda birçok şairi de ağırladığınızı görüyoruz. Şairlerin dizeleri romanın diline, duygusuna nasıl bir katkı sağladı?Şiirle iç içe geçen bir çocukluğun etkisi olsa gerek, şiirler hep yol gösterdi bana. Hissettiğim, ancak ifade etmekte zorlandığım hemen her şeyi şiirlerde bulabildim hem de yüzlerce sözcük yerine birkaç dizede, en damıtılmış haliyle. Bu romanı yazarken de kendiliğinden çıkageldi dizeler, geldikleri anda da yer buldular metinde. Şiirle yol arkadaşlığım, yazım sürecini kolaylaştırmanın, anlatıcıya ışık tutmanın yanı sıra dile, duyguların dile gelmesine de katkı sağlamış olabilir. Bir arkadaşım, şiirlerin ‘harç’ görevi üstlendiğini söylemişti romanı okuduğunda...Öykü yazmayı sürdürüyorumAnsızın Hayat, sizin ilk romanınız, Yorgun Anılar Zamanı ile 2005 Sait Faik Hikâye Armağanı ve Denizler Dört Duvar ile de 2004 Yunus Nadi Öykü Ödülü aldınız. Ayşe Sarısayın’ın yazınsal yolculuğu artık roman ile mi devam edecek yoksa öykü yazmayı da sürdürecek misiniz?Bunu şimdiden bilmem imkânsız. Yazılacak türü bir karar ya da tercihten çok, yazmak istediğimiz ‘malzeme’ belirliyor, öykünün ya da romanın tanıdığı alanlara denk düşen durumlar farklı. Başlangıçta bu romanı, geçmişte de denediğim gibi birbirine bağlı bir öyküler toplamı olarak tasarlamıştım, ancak detaylandırınca olmayacağını gördüm, böylece romana evrildi. Çok sık değilse de, öykü yazmayı sürdürüyorum. Bakalım, yol nereye götürecek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder