31 Ocak 2015 Cumartesi

Memleket hikâyeleri büyük ödül getirdi

Dünyaca ünlü fotoğraf ajansı Magnum, 2009’dan bu yana genç fotoğraf sanatçılarını desteklemek amacıyla ‘Magnum Acil Yardım Fonu’ (Magnum Emergency Fund) adıyla bir yarışma düzenliyor.Dünyanın her yerinden sayıları her yıl 8 ile 15 arasında değişen fotoğraf sanatçısına para ödülü veriyor. Ajans, altı yılda 45 ülkeden 60 fotoğrafçıyı destekledi, projelerine toplamda 500 bin dolar para ödülüyle katkıda bulundu. Bu yılki yarışmayı kazanan 11 sanatçı arasında ilk kez Türkiye’den bir fotoğrafçı bulunuyor. ‘Homeland Delirium-in progress’ adlı projesiyle Magnum’un beğendiği sanatçılar arasına giren, 30 yaşındaki Emine Gözde Sevim’e ödülü ve fotoğraf yolculuğunu sorduk.Magnum’un desteklediği genç fotoğrafçılardan biri oldunuz. Bekliyor muydunuz, ne düşünüyorsunuz bu ödül hakkında?Aday gösterildiğim zaman da, seçilen fotoğrafçılardan biri olduğumu öğrendiğimde de tabii ki heyecanlandım ve çok mutlu oldum. Bu ödülden elbette haberdardım. Çok prestijli bir ödül. 2009 yılından beri genç fotoğrafçıların yanı sıra bazı en önemli fotoğrafçıların işlerini destekleyen bir ödül. Ama her ödül adaylığında ve sonucunda olduğu gibi, sanatçı olarak yapılabilecek tek şey başvuruda kendinizi en iyi şekilde ifade edebilmek. Bu seçimler bağımsız jüriler tarafından yapılıyor ve karar verilirken birçok faktör göz önünde bulunduruluyor. O sebeple beklentiyle yaklaşmak üretime zarar bile verebilir. Bunun pozitif sonucu şu: Desteklenmek tabii ki kendime güvenimi artırdı ama aynı zamanda, üretimimi, kendimi, çalışmalarımı tekrar tekrar gözden geçirmeme teşvik etti.Projeniz ‘Homeland Delirium-in progress’ hakkında neler söylersiniz. Nasıl başladınız ve nasıl devam edecek?Çekiğim fotoğraflar Gezi Parkı protestoları sonrası ülkede var olmaya dair hisle ilgili. Anlattığım görsel hikâyeler, içinde bulunduğumuz tarihsel değişimlerin bireysel deneyim üzerinde etkilerine odaklanarak; olaylardan çok, uzun bir zamana yayılmış hisleri ifade etmeye çalışıyor. Ayrıca son yedi senedir Ortadoğu coğrafyasına odaklı. Yaşadıklarımı izlenimci bir dille anlatmaya çalışıyorum.Bu ödül bundan sonraki çalışmalarınızı nasıl etkileyecek?Buna şu an cevap vermek zor. İlk olarak aldığım destekle çalışmalarıma devam edeceğim. Üretim bence dinamik bir varoluş. Böyle destekler “bu daha başlangıç, mücadeleye (yeniden keşfetmeye ve bu anlamda üretmeye) devam” hissinin bir kez daha altını çiziyor. Ama yolun başında böyle bir destek görmek işlerin görünürlüğü ve değişik platformlarda yer alması için çok ümit verici.Çalışmanızı farklı yapan neydi?Türkiye’den ilk olmak tabii ki güzel ancak sanat evrensel bir dil konuşmayı gerektiriyor. Tabii ki fotoğrafın tarihi boyunca değişik coğrafyalarda, değişik ekoller ortaya çıktı, çıkmaya devam ediyor. Ancak yaşadığımız çağ bu sınırları saydamlaştırdı. Bu da bireyi kendi dilini tekrar tekrar geliştirmeye, şekillendirmeye yönlendiriyor. Görsel hikâyeler anlatmaya çalışırken bu bakış açısıyla yaklaşıyorum.Kişisel fotoğraf yolculuğunuzda neler var?Fotoğrafa lise yıllarında ilgi duymaya başladım. Üniversitede sosyal bilimlerle birlikte fotoğraf okudum. Mezun olduktan sonra New York’ta çeşitli fotoğrafçılarla ve fotoğraf tarihini konu alan video prodüksiyonu üzerine çalışma şansım oldu. 2012’den itibaren tamamen kendi çalışmalarıma yoğunlaştım.Fotoğraf sizin için kendinizi ifade etme tarzı mı yoksa bir öykü anlatma aracı mı, sanatsal bir faaliyet alanı mı?Bence bunların hepsi birbirine bağlı. Fotoğraf bir yaşam tarzı bana göre. Var olabilmek, hayatla bağ kurmak için fotoğraf çekiyorum.Savaş bölgelerinde çalıştı1985 İstanbul doğumlu Emine Gözde Sevim, şu anda New York’ta yaşıyor. Eğitimini New York Hudson Valley’deki Bard College’da tamamladı. Yedi yıldır Ortadoğu’daki değişen hayata tanıklık eden genç sanatçı, en son Mısır’daki ayaklanma sonrasında günlük hayatı fotoğrafladı. 2007 yılında Afganistan’da, 2010’da İsrail ve Batı Şeria’da fotoğraflar çeken Sevim’in çalışmaları, merkezi Doha ve Dubai’de bulunan East-Wing Galeri tarafından temsil ediliyor.

30 Ocak 2015 Cuma

Beni sev, beni öv, bana tabi ol!

Beş dalda Oscar’a aday olan ‘Foxcatcher Takımı’ ABD’de yaşanmış trajik bir olayı anlatıyor. Oyuncu kadrosunun takdiri hak ettiği film, klasik Hollywood anlatımının dışına çıkarak bir sistem eleştirisine dönüşüyor.Günlük hayatta bazı film repliklerinin olmadık yerde dost sohbetlerine sızması gibi büyük edebî eserler de iyi filmlerin içine sızar. Sızmaktan öte, o filme ruh üfler. F. Scott Fitzgerald’ın geçen yüzyılın eşiğinde yazdığı Muhteşem Gatsby (1925), “Altına Hücum” ile sembolleşen Amerikan Rüyası’nın erken dönem çöküşünü resmeder. Bu efsunlu rüya, çok çalışanın başarılı olacağı ve ödüllendirileceği, yetenek ve çalışma ile kısa sürede refahın ve şöhretin yakalanabileceği fikri etrafında şekillenir. Rüyanın en büyük motivasyonu ise ‘fırsat eşitliği’ sanrısıdır: Herkes eşit fırsatlara sahip; sen çalış, sen de başar!Bennett Miller’ın yönettiği Foxcatcher Takımı / Foxcatcher, Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’si ile birlikte değerlendirilmeyi hak eden bir film. Hikâyesi, Amerikan Rüyası’nın Rambo ile sembolleşen, milliyetçi dalgayla büyüyen Reagan dönemine denk düşüyor.Ağabeyi Dave gibi başarılı bir güreşçi olan Mark Schultz, 1984 olimpiyat ve 1985 dünya şampiyonudur. Babasız büyüdüğü için ağabeyi ona babalık ve akıl hocalığı yapmıştır. Ancak ağabeyinin gölgesinde kaldığını ve hak ettiği değeri görmediğini düşünür. Film, bunun altını çizen bir sahne ile açılıyor. Ağabeyi müsait olmadığı için onun yerine bir ilkokula konferansa giden Mark, Amerikan değerlerini ve başarıya giden yolu anlatır. Fakat öğrencilerin pek umursadığı yoktur. Konferans bitiminde 20 dolarlık ücretini veren muhasebe görevlisi, onu ağabeyi zanneder ve “Dave Schultz, değil mi?” diye sorar. Ardından gelen sahnede Mark antrenmana hazırlanırken ağabeyi Dave, Güreş Federasyonu’ndan üst düzey yetkililer ile görüşmektedir. Dave’in işi bitince Mark’ı çalıştırmaya gelir ve 4 dakikalık diyalogsuz güreş sahnesinde yönetmen iki kardeşin ilişkisindeki rol dağılımını, bu ilişkinin nasıl ayakta durduğunu etkili bir şekilde gösterir.BİR RÜYANIN SONUMark Schultz, ağabeyinin gölgesinden kurtulma fırsatını zengin vâris John du Pont’tan gelen teklifte bulur. 1988 Olimpiyatları’na hazırlanmak için bir güreş takımı kurmaya çalışan John du Pont, Mark’ı şu sözlerle ikna eder: “Amerikan değerlerini yüceltmeliyiz. Tıpkı eskiden olduğu gibi, herkes hak ettiği değeri ve saygıyı görmeli. Senin hak ettiğin değeri görmediğini düşünüyorum. Sen sadece ‘Muhteşem’ Dave Schultz’un kardeşi değilsin. Sen ‘Muhteşem’ Mark Schultz’sun.” Bennett Miller, Schultz kardeşlerin ilişkisiyle açtığı filmin odağına bir süre sonra John du Pont’u yerleştiriyor. Filmin esas derdi, John du Pont’un kişiliğinde simgeleşen Amerikan rüyasıyla. Beyaz Saray’ı andıran evleri ve bir Amerika alegorisi kıvamındaki çiftlikleri ile Amerika’nın kristalize olmuş hali du Pont’lar. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda orduya silah satarak zenginleşen bu ailenin vârisi John’un en büyük amacı annesinin gözüne girebilmek. Bir ‘koleksiyoncu’ olan John’u birçok sahnede -Fitzgerald’ın sözleriyle- “Az önce birini öldürmüş gibi” görürüz. Madalyaları ve plaketleri biriktirdiği birkaç odası var. Kuşbilimci, kabuklu canlılar uzmanı, pul koleksiyoncusu, madalya koleksiyoncusu ve spor meraklısı... Schultz kardeşleri de başarı koleksiyonunun bir parçası ve iktidarının kuklası yapmak niyetinde.YA BENİMSİN YA DA TOPRAĞIN!Foxcatcher, Hollywood mahsulü herhangi bir yönetmen elinde pekâlâ John du Pont’un kişisel trajedisi, annesiyle kurduğu Freudyen ilişki, arkadaşsızlığı ve sevgisizlik travması ekseninde gelişen duygusal bir drama olabilirdi. Capote (2005) ve Kazanma Sanatı (2011) filmlerinde yetkinliğini kanıtlayan Bennett Miller, meseleyi yine can alıcı yerinden yakalamasını biliyor. Hikâyenin merkezine Schultz kardeşlerin dramatik hayat öykülerini ya da John du Pont’un duygusal travmalarını değil, doğrudan Amerika’yı yerleştiriyor. Başından sonuna seyirciye bir karakter gerilimi yaşatıp müthiş bir belirsizlik duygusu ve tekinsiz bir atmosfer inşa ediyor.Tam da burada, Kibarca Öldürmek / Killing Them Softly (2012) filminin çarpıcı repliğini hatırlayalım: “Amerika bir ülke değil, şirkettir.” Bu şirketin, türlü türlü başarı efsaneleri eşliğinde sunduğu rüyanın kibir, hegemonya, şovenizm ve histeri ile nasıl bir kâbusa döndüğünü gösteriyor Bennett Miller. Foxcatcher, son dönemde God Bless America (2011) ve Killing Them Softly ile birlikte Amerikan sistemini ince ince kıyan, sakin ama sert bir şekilde eleştiren nadir filmlerden biri. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Amerikan rüyasının insan ruhunda açtığı yaraları kalemiyle deşen Fitzgerald’dan beslenen Miller, aynı yüzyılın sonunda bu rüyanın bütün cesametiyle bir toplumun üzerine çöküşünü resmediyor.

29 Ocak 2015 Perşembe

İngiliz istihbaratının fişlediği yazarlar

İngilizlerin, Osmanlı'nın son dönemindeki devlet adamı ve askeri simalar ile Türkiye Cumhuriyeti'nin bir döneminde aralarında devlet adamı, siyasetçi, asker ve edebiyatçıların bulunduğu çok sayıda önemli isim hakkında topladığı bilgiler kitap olarak yayımlandı.İngiliz istihbaratının özellikle 1930'lu yıllarda ve 1947-1950 yıllarına ait fişlemeleri, yıllar sonra Prof. Dr. Bülent Özdemir ile Prof. Dr. Cihat Göktepe'nin ortaklaşa hazırladığı "Fişlenen Cumhuriyet" (Yitik Hazine Yayınları) adlı kitapta gün yüzüne çıkıyor. Kitaptaki fişleme bilgilerinde, söz konusu isimlerin kısa özgeçmişi, başarıları, başarısızlıkları, İngiltere hakkındaki düşünceleri, zaafları ve fişleyenlerin şahsi yorumları yer alıyor. Kitapta, İngiliz istihbarat belgelerinde yer alan Sultan Vahdeddin, Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi devlet adamlarının yanı sıra aralarında Falih Rıfkı Atay, Hüseyin Cahit Yalçın, Halide Edip Adıvar, Memduh Şevket Esendal, Nazım Hikmet, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nadir Nadi, Sedat Simavi, Kazım Taşkent, Hasan Ali Yücel gibi edebiyatçı ve gazetecilerin de olduğu 173 kişinin bilgileri bulunuyor. Belgelerde Sultan Vahdettin için "Nadiren hırs gösterir. Anlaşılan o ki istediği yalnızca ülkesine hizmet etmek, hanedanını korumak ve ülkedeki farklı öğelerin tümünün adalet ve huzur içinde olduğunu görmekti." notu yazılı. Atatürk hakkında, "Etkileyici, akıcı bir hitabeti ve biraz da kişisel cazibesi var. Hayatına ait kayıtlar, liderlikten öte sert bir yönetici olduğunu, süper beyinleri kıskandığını ve muhalefete katlanamadığını gösterir." denirken, İnönü için "Kibar ve kızgınlığını hiç göstermez. Ama yenilgiden hoşnut olmaz." notu düşülmüş. Kitapta devlet ve siyaset adamları kadar İngiliz istihbarat görevlilerinin Türk edebiyatının önemli simaları hakkındaki ilginç notları dikkat çekiyor. Edebiyatçıların şahsi hayatları, özellikle eşleri hakkındaki merak ve mahrem bilgiler ise şaşırtıcı. İşte o fişlemelerdeki edebiyatçılardan bazıları ve haklarında yazılanlar: Nazım Hikmet: Troçkist eğilimleri var Türk Marksistlerin önde gelenlerinden. Bağımsız (Troçkist) eğilimleri olduğu söylenir. Elli yaşlarında. Gelenekçi ekolü temsil eden Yahya Kemal'den sonra en seçkin çağdaş Türk şairidir. General Fuat Cebesoy'un anne tarafından yeğenidir, dolayısıyla Alman ve Polonya kanına sahiptir. Türkiye'de hayranlık uyandıran ve komünist olmayan birçok kişinin de gizlice ellerinde dolaşan çok sayıda şiir ve bir iki roman yazmıştır. Falih Rıfkı Atay: Gayretli bir "Batılı" Falih Rıfkı Bey, aynı zamanda cumhurbaşkanının ahbaplarından en genç ve en asi olanı. Samimi, oldukça iyi Fransızca bilgisine sahip ve gayretli bir "Batılı". Kocaman, enerjik, güçlü ve aşırı içici. Maatteessüf aşırılıkları yapar ve yalanlarını her zaman söyler. Mükemmel bir briç oyuncusu. Otel vurgunculuğu ve diğer vurgunculuklarla azımsanmayacak bir servet toplayan Atay, aradaki iki yılını İstanbul'da anılarını yazarak geçirdi. Tüm Türk gazetecileri içinde muhtemelen bizim en sürekli ve vefalı destekçimiz olmuştur. Hüseyin Cahit Yalçın: Düşmanları tarafından korkulan biri Cahit Bey, fevkalade dokunaklı bir hiciv ustası ve düşmanları tarafından korkulan birisi. Birkaç şiir yazdı ve birçok bilimsel kitap kaleme aldı. Eski gücü kuşkusuz Cavit Bey'le birlikteliğinden kaynaklanmaktaydı ve hükümetin ona şartlar getirdiği görülüyor. Ercüment Ekrem Talu: Akıllı biri ama asla güvenilmez Ercüment Ekrem Bey, kısa boylu, uyumsuz, şişman bir adam. Gerçekten akıllı biri ama asla güvenilmez. Halide Edip Adıvar: Amerikalılara yakın duygular besler Her şeyden önce bir sanatçı. Yurtdışında daha çok bir romancı olarak iyi tanınır. Romanlarının bazıları İngilizceye çevrilmiştir. Ateşten Gömlek ve Sinekli Bakkal romanları, Türk inkılabının İncilleri gibidir. Türkiye'nin entelektüel dünyasında halen çok önemli bir kişiliktir. İşlek bir aklı vardır ama genellikle duyguları aklını çeler. İngilizlere ve onlardan daha da çok Amerikalılara yakın duygular besler. Üniversitede British Council'in bir üyesi ve destekçisidir. Pek çok British Council üyesi ve çalışanı mutat bir şekilde onun evinde toplanır. Ziyad Ebüzziya: Zeki biridir Savaşın büyük bir bölümünde açıkça Alman yanlısı bir çizgi izleyen Tasvir gazetesinin sahibiydi... Savurgan ve alkoliktir. Ekim 1949'da yayınına son vermeden önce meslektaşı Cihat Baban'a geçen Tasvir gazetesi üzerinde etkilidir. Bay Ebüzziya zeki biridir. Memduh Şevket Esendal: Sessiz ve arkadaş canlısıdır ama... Mehduh Şevket, eskiden beri koyu bir Asyalı olmasıyla ünlenmiştir, pratikte ise Batı Avrupa'nın cahilidir. Buna rağmen Tahran'da akıcı Fransızca konuşmayı öğrendi ve majestelerinin elçiliğine karşı arkadaşça tavırlar içindeydi... Sessiz ve arkadaş canlısıdır ancak muhtemelen eleştiriler artan biçimde yankılandığı zaman disiplinini sürdürmeyi gerektirecek kişilik gücüne sahip değildir. Ruşen Eşref Ünaydın: Biraz tembeldir Ruşen Eşref Bey çekici bir kişiliktir. Kültürlüdür ve dikkate şayan derecede iyi konuşur. Çok okuma yapmıştır ve oldukça bilgilidir. Ama yapısı itibarıyla belki biraz tembeldir. Son zamanlarda klasik Batı yazarlarını çevirmekle meşguldür. Bazen iki yüzlü olduğu suçlamalarına karşın harika bir arkadaştır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Duyarlı bir yapısı vardır Profesyonel bir gazeteci ve bir dizi romanın yazarı. 1927-34 arası vekil. Bay Karaosmanoğlu ufak ve pek gösterişli olmayan bir görüşüne sahiptir. Duyarlı bir yapısı vardır. Eşi hoştur ve İngilizce bilir. Sedat Simavi: Saldırgan bir milliyetçidir Şu an Türk gazeteleri içerisinde en yüksek tirajı olan Hürriyet'in sahibi ve editörüdür. Bize karşı tam anlamıyla yardımsever ve iyi niyetlidir. Ancak kendisine kralla bir röportaj sağlamakta başarısız olduğundan dolayı majestelerinin büyükelçisini henüz tam olarak affetmemiş. Değişken ve çok meraklı bir kişiliktir. Fransızlardan hoşlanmaz ve gazetesinden sert ve ses getirici politikaları savunur. Saldırgan bir milliyetçidir. Hasan Ali Yücel: Gülünç ve tuhaf Bektaşi fıkralarına bayılır Eğitim bakanı olarak başarılı oldu ve cumhurbaşkanının desteğini aldı... En büyük oğlu Cambridge Üniversitesi'ndeydi, sonra Londra Üniversitesi'ne geçti. 1950 genel seçimlerinde koltuğunu yitirdi... Gülünç ve tuhaf Bektaşi fıkralarına bayılır. Emekliliğini Türkçe bir İngiltere tarihi yazmakla geçiriyor. Sultan Vahdeddin Savaştan önce Avrupa çevrelerinde pek de bilinmiyordu. Türkiye'de ise İttihat ve Terakki Partisi'nin muhalifi olarak tanındı, ama siyaset sahnesinde etkin bir rol oynamadı. Büyük ölçüde bilgi peşinde koşan bir adamdır, cana yakın bir yapısı ve yapmacıksız tavırları var. Nadiren hırs gösterir. Anlaşılan o ki istediği yalnızca ülkesine hizmet etmek, hanedanını korumak ve ülkedeki farklı öğelerin tümünün adalet ve huzur içinde olduğunu görmekti. Tahta çıktığından beri sultan ve halife olarak kişisel nüfuzu ve otoritesi içeride büyük saygı uyandırıyordu ve o bunları nasıl kullanması gerektiğine dair belirli fikirler edinmişti. Ama zayıflığı, korkaklığı ve ihtiyatı onu daha büyük bir adamın yapabileceğinden farklı olarak tahtını baskın bir güç merkezi yapmaktan alıkoydu. İşte onun azametini engelleyen yegâne unsur budur. Mustafa Kemal Mustafa Kemal Paşa 1,75 boyunda, solgun bir cilde sahip. Sabit bir yüz ifadesi ile birlikte gri gözleri var. Güçlü, düzenli özelliklere sahip... Şu sıralar şişmanlığa meyilli. Etkileyici, akıcı bir hitabeti ve biraz da kişisel cazibesi var. Hayatına ait kayıtlar, liderlikten öte sert bir yönetici olduğunu, süper beyinleri kıskandığını ve muhalefete katlanamadığını gösterir. İlk zamanlardan beri içki ile arası iyidir ancak güçlü bir irade ve yapıya sahiptir. Konuşmaları –öyle görünüyor ki kendi tarafından hazırlanmaktadır- insanları ve olayları yönlendirmede büyük ölçüde etkili olmaktadır. Çarpıcı ve otoriterdir, ama onu vatansever veya dürüst olmamakla suçlamak doğru olmaz. Hasan Fehmi Ataç: 1902'den 1910'a kadar Türk yönetim kadrosunda çeşitli görevler aldı... Kasım 1924'ten Mart 19925'e kadar Tarım Bakanı... 1946'da yeniden Gümüşhane milletvekili seçildi. Hasan Fehmi'nin güçlü bir adam olduğu söylenemez. bakanlık makamlarındaki işlerinde Mustafa Kemal'in kuklası olmaktan öteye pek gitmedi. İsmet İnönü İsmet Paşa'nın, ordudaki dönemlerinde olağanüstü yetenekli bir subay, yorulmak bilmez bir işçi ve 1922'de Yunanlılara karşı kazanılan ulusal zaferde büyük oranda pay sahibi olduğu kabul edilir. Lozan'da kendisinin inatçı ama yetenekli bir delege olduğunu gösterdi. Kibar ve kızgınlığını hiç göstermez. Ama yenilgiden hoşnut olmaz. Mustafa Kemal'in güvenini kazanan ilk ünlü milliyetçi liderlerden sadece birisidir ve öyle kaldı. Son altı yılda Mustafa Kemal'in sağ kolu oldu. Halide Hanım'a göre (Temmuz 1926) “ O tamamen Gazi'nin emrinde oldu ve sadece herkesi ipe çekmekle uğraştı.” Adnan Menderes Çalışkan ve etkileyici ama çoğu zaman aceleci, kışkırtıcı bir konuşmacı. Bay Menderes, Bay Bayar'ın güvenini kazanmanın keyfini sürer. Diğer taraftan takipçileri arasında sorumsuz ve hırslı olanları kontrol etmekte zorlanmaktadır. Giyimine dikkat eder, evli ve bir çocuğu var.

28 Ocak 2015 Çarşamba

Müziğinin kaynağı Hafız, Şems ve Mevlânâ

Bu akşam Türkiye’de ilk konserini verecek olan dünyaca ünlü İranlı sanatçı Mohsen Namjoo, sevildiği kadar tartışılan bir müzisyen. 2009’da ülkesinde yasaklandı, hakkında beş yıllık hapis kararı çıktı. Olay, sanatçının özür dilemesiyle tatlıya bağlanmış gibi gözükse de Namjoo, “Duygusal olarak İran’la ilgili birçok şeyi unuttum.” diyor.Türkiye’ye ilk kez gelen dünyaca ünlü İranlı sanatçı Mohsen Namjoo’nun bu akşam Ankara Congresium’da vereceği konserin biletleri tükenmek üzere. 30 Ocak Cuma akşamı İstanbul Kongre Merkezi’ndeki ikinci konserinin biletleri ise epeydir yok satıyor. Kasım ayının başında satışa çıkan biletler kısa sürede tükendi. Bütün bunlar, Türkiye’deki hayran grubunun onu sahnede canlı izleyebilmek için duyduğu heyecanı gösteriyor. Sosyal medyadaki konuşmalarına bakılırsa konserde Namjoo’ya eşlik edebilmek için öncesinde prova yapanlar bile var. Bugüne kadar 6 albüm yayınlayan sanatçının şarkılarını hayranlarının büyük bir kısmı ezbere biliyor, bu telaş yedinci albümü ‘Trust the Tangerine Peel”den (2014) bilmedikleri yeni parçalar için. Hazırlıklar bu kadarla bitmiyor; hep bir ağızdan Toranj, Shirin, Dele Zaram, Zolf Barbad, Sareban ve Nobahari’yi söylemek isteyenler, sahnede ilk hangi şarkısını seslendireceği konusunda iddiaya girenler, bilet bulmak için kulis yapanlar, şafak sayanlar...Mohsen Namjoo, sadece ülkemizde değil, Avrupa ve Amerika’da da müziği, tarzı, sesi ve besteleriyle sevilen bir sanatçı. Müziğini dinleyenler ona, ‘vicdan azabının sesi’, ‘hüznün babası’, ‘feryat-ü figan eden bir tını’, ‘adaletin sesi’, ‘efsunlu bir ses’ gibi yakıştırmalarda bulunuyor. Haksız sayılmazlar, hakikaten sesi insanın içini dağlıyor ve vicdanınızda bir ağıt gibi yankılanıyor. Türkiye’de 4-5 sene önce “Ey Sareban” şarkısıyla tanınan Namjoo’nun ülkemizdeki hayran kitlesi oldukça geniş, her kesime hitap ediyor. Sareban’ın klibi sosyal medyada en çok paylaşılan video klipler arasında birinci sırada geliyor. Kendisi her ne kadar reddetse de New York Times gazetesi onu “O İran’ın Bob Dylan’ıdır, müziği ise Acem-Blues’dur.” diye tanımladı. Namjoo, Bob Dylan benzetmesinden hoşlanmıyor, çünkü tarzlarının farklı olduğunu düşünüyor. Rock ve cazı geleneksel İran müziği ile harmanlayan Namjoo, bestelerinde Hafız, Şems, Mevlânâ, Sâdi, Câmi gibi sevdiği ulu şairlerin şiirlerini yorumluyor. Özellikle ilk albümü Toranj’da Mevlânâ ve Hafız’ın etkisi yoğun. İran’ın geleneksel enstrümanlarından setar da çalan Namjoo, şarkı sözlerini yazarken İran edebiyatından etkilendiğini her zaman belirtiyor.Namjoo sevildiği kadar çok da tartışılan sıra dışı bir müzisyen. Yaklaşık 6 yıldır İran’dan uzakta yaşıyor. 2009’da ülkesinde yasaklı olunca önce Viyana’ya Almanca öğrenmeye ve müzikoloji çalışmaya gitti. Sonra bu fikrinden vazgeçip ABD’de altı şehirde ve birkaç ay sonra Kanada’da solo konserler verdi. Bu konserler sırasında Kuzey Amerika’ya yerleşme kararı aldı ve California’daki Stanford Üniversitesi’nden araştırmacı olarak bir burs kazandı. 2012 yazında eşiyle birlikte New York’a taşındı. İki yıldır yaşadığı New York’u ve ABD’nin doğu sahilini artık evi olarak görüyor. “İran ile ilgili içimde taşıdığım ya da üzerinde çalıştığım tek şey İran müziği ya da daha genel olarak Ortadoğu müziğidir. Bundan bir rahatsızlık duymuyorum, yani müzikal olarak bir İranlı, yurttaş olarak İranlı olmayan... Dürüstçe söyleyebilirim ki duygusal olarak İran’la ilgili birçok şeyi unuttum.” diyor sanatçı.Peki neden? 1976’da Horasan’da dünyaya gelen, Tahran Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde tiyatro okuyan, yüksek lisansını müzik üzerine yapan ve 4 oktavlık sesini adeta bir müzik aleti gibi kullanabilen sanatçıya böyle hissettiren ne? Namjoo, 2007’den bugüne 7 albüm yayınladı. Toranj (2007), Geographical Determination (2008), Oy (2010), Useless Kisses (2011), Alaki (2011), 13/8 (2012) ve son albümü Trust the Tangerine Peel (2014). Üçüncü albümü Oy’daki Shams şarkısının sözlerinin büyük bir kısmı Kur’an-ı Kerim’deki Şems, Duha, Mümezzil, Nebe ve Fecr Sûresi’nden oluştuğu için ülkesinde yasaklı müzisyen ilan edildi. 2009’da hakkında 5 yıl hapis kararı çıktı. Olay, sanatçının özür dilemesiyle tatlıya bağlanmış gibi gözükse de Namjoo, müzik, edebiyat ve sanat dışında İran’la bağını koparmış görünüyor. 2011’de Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da vereceği konser, bu nedenle iptal edilmişti. Oysa Namjoo’nun Shams dışında dinlenilmeyi hak eden ne çok bestesi var.

27 Ocak 2015 Salı

‘Okuma uğraşı’nda geçen bir ömür

İki aylık edebiyat dergisi Kitaplık, ocak-şubat sayısında kapağına, Şubat 1988’de vefat eden bilim adamı, çevirmen, eleştirmen ve eğitimci Akşit Göktürk’ü taşıdı.Dilek Doltaş, Ayşe Ece, Ayşegül Yüksel ve kızı Deniz Göktürk’ün yazıları, mektupları ve fotoğrafları eşliğinde hazırlanan dosyada, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Ocak 1989’da Göktürk’ü anlatan bir şiirine de yer veriliyor. Dilek Doltaş, “Akşit Göktürk’ün Türk Eleştiri Tarihindeki Yeri” başlıklı yazısına, Göktürk’ün Türk yazın eleştirisi alanına yaptığı katkıların bugün de önemini ve güncelliğini koruduğunu anlatarak başlıyor ve okur merkezli yayınlarının 21. yüzyılda bile neden referans metin olarak kullanılabileceğini açıklıyor. Yazarın 1979’da yayımladığı Okuma Uğraşı adlı kitabı, hâlâ okur merkezli eleştiri alanında Türkçe yazılmış özgün eserlerin başında kabul ediliyor. Ayşe Ece ise “Yeni Okumalar, Çeviriler ve Düşler” adlı yazısında yazarın son eseri “Çeviri: Dillerin Dili” üzerine bir inceleme metni kaleme alıyor. Dosyanın ilgiyle okunan asıl yazısı ise Akşit Göktürk’e ait. “Birkaç Çizgiyle Ben” başlığıyla ilk kez, Çağdaş Türk Dili dergisinin ikinci sayısında, ölümünden bir ay sonra Nisan 1988’de yayınlanan yazıda Göktürk, çocukluğundan bilim adamlığına uzanan süreci, çok kısa ama samimi ve etkileyici bir dille anlatıyor. Van’da başlayıp İstanbul’a uzanan bu ‘kısa’ yolculuğun hikâyesini biz de aşağıda yayınlıyoruz.Birkaç Çizgiyle Ben (Akşit Göktürk, 1988)Van’da doğdum. Bir Anadolu çocukluğu, küçük, sapa, uykulu kasabalarda geçen: Karayazı (Erzurum), Demirköy (Kırklareli), Karapınar (Konya), Reyhanlı (Hatay), Saimbeyli (Adana). Beş kardeşiz. Ablam, ben, küçük kızkardeşim, sıtmadan kavruluyoruz uzun süre. Taşralı bir memur evinin geçim sıkıntıları, gündelik küçük sevinçleri, acıları. Babamızdan ne istesek “aybaşında” diyor. Annem çok genç yaşta hastalanıyor. Dokuz on yaşlarındayım o zaman. Bir daha hiç iyileşmiyor. Yatalak annemizin bakımı bizim çocuk omuzlarımızda. Uykularımız delik deşik onun inlemeleriyle. Yirmi yıl kötürüm yaşıyor ölümüne dek. Bu durum bütün kardeşlerimde görünür görünmez izler, eziklikler bırakıyor. Babamız hep düşünceli, acıya doygun, gene de gülümsüyor arada bir. Bugün de öyle.On iki yaşında, yük kamyonlarının üstünde komşu kentlere gidiyorum. Ortaokul, Antakya, Adana. Sonra Van’a dönüyorum tek başıma. Liseyi orda okuyorum.Yalnızlık, arayış, özlem içinde bir ilk gençlik. Resim yapmayı seviyorum o yıllarda. Babam emekli olunca bütün aile Van’a dönüyor. Kitaplar, dergiler. Okuyorum hep. Van Gölü’nün, gümüş kavakların, çepeçevre karlı dağların ötesindeki büyük, yabancı, değişik dünyaya kanatlanıyor düşlerim. Işıklı, büyük kentlere. İstanbul’u, ötesini düşünüyorum.Tahta bavullarımız elimizde, Kurtalan Ekspresi’ne biniyoruz bir gün, birkaç arkadaşımla. Ankara, İstanbul, üniversite. Büyük kent yalnızlığı. Uyumsuzluk. Sıkıntılı, bunalımlı, yoksul öğrencilik yılları. Türkçede, yabancı dilde okuyorum hep. Yazın, sanat, felsefe, dil tartışıyoruz boyuna, birkaç arkadaşla. Sıkıcı derslerden kapabildiklerimizi yaşama özümlemeye çalışıyoruz, kafamıza, yüreğimize. Kolay olmuyor bu. Küçük insanlardan, doğadan, sokaklardan daha çok şey öğreniyoruz sanki. Çocukluğumdan bu yana çevremde sık sık gözlediğim, olduğundan başka görünmek, kendine önemli süsü vermek, başkalarına tepeden buyurmak gibi huylar irkiltiyor beni. Okul günlerinde Tanrı’nın günü saç, şapka, kıravat, yaka denetlemesi diye öğrencileri sıraya dizen, elinde koca makasla, kız erkek demeden saçlarımızı koyun kırkar gibi kırkan altın dişli okul müdürü, nicemizin çocuk bilincinde yıllar yılı bir karabasan olarak sürüyor.Yıllar ilerledikçe, kendilerini hem dünyayı, hem insanları düzeltmekle görevli sanan bu tür sözde önemli kişilerin, toplumumuzda tepeden tırnağa birçok kurumda işbaşında bulunduklarına tanık oluyorum. İnsanlarda en çok içtensizlik, her yeni esinti doğrultusunda fırdöndü bir değişkenlik, omurgasızlık ürkütüyor beni.Bir yandan bu tür gözlemler sürerken, bildiğim, öğrendiğim, yaşadığı herşeyi, kafamın yüreğimin yettiğince, kendi çabamla ediniyorum. Bu koşullarda olabildiğince. Eşim Angela’nın katkısı büyük oluyor. Yıllardır, her yeni başlangıçta, her aşamada hep yüreklendiriyor beni, destek oluyor. Karınca kararınca, yazıyoruz, çiziyoruz, öğretiyoruz.Kızım Deniz, öğrencilerim, çocuklarımız, sevgi içinde, erdemi, hoşgörüyü, içtenliği, açıkyürekliliği, inançla yüceltsinler isterim. İnsana saygı, her türlü yapmacığı, çıkarcılığı, ikiyüzlü buyurganlığı kovsun.Gönlümde üstüne titreyerek büyüttüğüm umut budur.

26 Ocak 2015 Pazartesi

Müzeler zaruretten eser satıyor!

Ekonomik kriz yaşayan müzeler, kaynak elde etmek için koleksiyonlarındaki eserleri satmaya başladı. Geçtiğimiz yıl 4 bin yıllık Mısır heykelini elden çıkaran İngiltere’deki Northampton Müzesi’nden sonra şimdi de Amerika’daki ünlü sanat müzesi MOMA, kurumun masraflarını karşılamak için Fransız ressam Monet’nin kavaklar serisinden önemli bir tablosunu satışa çıkardı.Dünya müzeleri son yıllarda büyük ekonomik krizlerle karşı karşıya. Hükümetlerin kültür ve sanatta yaptığı kesintilerin yanı sıra artan sigorta ve güvenlik masrafları pek çok müzeyi zora sokarken, yöneticileri farklı arayışlara itiyor. Müzeler, masraflarını karşılamak ve yeni yatırımlar yapmak için koleksiyonlarındaki eserleri müzayedelerde satışa çıkarıyor. Kurumlar eserleri satılığa çıkarmaktan memnun olmasa da değişen şartlar böyle bir yöntemi gerekli kılıyor. New York’taki ünlü modern sanat müzesi MOMA da koleksiyonundaki Fransız ressam Claude Monet’nin “Les Peupliers à Giverny” adlı tablosunun, Sotheby’nin 23 Şubat’ta gerçekleştireceği açık artırmada yer alacağını duyurdu.Müzayede kataloğunda MOMA’nın bu eseri müzenin ihtiyaçları ve yapacağı yatırımlar dolayısıyla satışa çıkardığı şeklinde bir not yer alırken, Monet’nin 13,6 ile 18 milyon dolar arasında fiyat biçilen eserine, daha müzayedeye çıkmadan ilgi büyük. Londra’da düzenlenecek müzayedeye Çin ve Rusya gibi ülkelerden büyük koleksiyonerlerin dikkat kesildiği ve hatta eserin şimdiden satıldığı konuşulmakta. Monet’nin 1887 tarihli bu tablosu, daha önce hiç müzayedeye çıkmamış. Monet’nin Paris’e seksen kilometre uzaklıkta, Giverny’deki kır evinin kenarındaki kavakları resmettiği bu ünlü eser, sanatçının “Kavaklar” serisinden önemli bir çalışma. 1951’de New Yorklu koleksiyonerler William ve Evelyn Jaffe tarafından MOMA’ya bağışlanan ve kurumun koleksiyonunda uzun yıllar sergilenen bu eserin satılacağı haberinin duyulması, sanat dünyasında pek çok eleştiriye de neden oldu. Zira, sanat eleştirmenleri, açık artırmaya girdikten sonra bu tablonun özel bir koleksiyonda yer alıp sanatseverlerin erişiminden uzak kalmasından endişe duyuyor. Öte yandan, müzenin herkesi memnun etmede yaşayacağı zorluğa dikkat çekilerek, dünyanın önemli sanat kurumlarından MOMA’nın yeni yatırımlar yapabilmesi için bu kararın gerekli olduğunu düşünenler de var. 4000 yıllık Sekhemka heykeli MISIR HEYKELİ SATAN MÜZESon yıllarda Monet koleksiyoncular arasında hatırı sayılır bir yükselişe geçmiş durumda. Özellikle Ortadoğu, Asya ve Rusya’dan koleksiyonerlerin yoğun ilgi gösterdiği usta ressamın MOMA’daki bu önemli tablosu bir süre sonra özel bir koleksiyona dâhil olacak. Sanat dünyası şimdi, müze yönetimlerinin, kurumlara bağışlanan eserleri daha sonra satmaya hakkı olup olmadığı sorusunu tartışıyor. Bu konuda görüş birliğinden söz etmek mümkün değil. Müze yönetiminin kararına bağlı olan bu eylem değişen şartlar göz önünde bulundurulduğunda akla gelen ilk eylem planlarından biri oluyor.Koleksiyonundaki eserleri satan müzeler sınıfında MOMA yalnız değil. İngiltere’deki Northampton Müzesi, geçtiğimiz temmuz ayında 1880’de müzeye bağışlanan kireç taşından yapılmış 4000 yıllık Sekhemka heykelini açık artırmada 23 milyon dolara satmıştı. Bölgedeki müze ve sanat galerisinin masraflarını karşılamak üzere böyle bir çözüm üreten müzenin tavrına karşılık sanat çevreleri tarihî miras niteliğindeki heykelin satışa çıkarılmasını “pervasızlık” olarak nitelendirmişti. Mısır’ın Britanya Elçisi Ahsraf Elkholy, heykelin satışa çıkarılmasını “Mısır arkeolojisi ve kültür mirasının suistimal edilmesi” olarak değerlendirmişti.Sanat eserleri gözden uzak kalacakMüzelerin masraflarını karşılamak ve kurumlarında yenilikler yapmak için bu tür satışlara yöneldiğine dair haberlere sanatseverler önümüzdeki günlerde daha çok şahit olacak. Hükümetlerin sanat kurumlarına verdiği desteğin azalması, bu türden zorunlu satışların sayısını artıracak. Pek çok kurum faaliyetlerini devam ettirebilmek için mecburen bu yola başvuracak gibi görünüyor. Müzelerle özdeşleşen ve sanatseverlerin ilgi gösterdiği sanat eserlerinin bir bir gözden uzak kalacak olması ise çok ciddi bir endişe. Bu tür satışların artması, elbette koleksiyonerleri müzelere bağış yapma konusunda bir kez daha düşünmeye, eğilimlerini gözden geçirmeye de itecektir. Her halükârda sonuçtan etkilenen yine sanatseverler olacak.

24 Ocak 2015 Cumartesi

Animasyon devi küçülüyor

Geçtiğimiz yıl Japonya’nın ünlü Ghibli Stüdyoları’nın kapatılacağıhaberinin ardından şimdi de DreamWorks Animasyon’dan küçülme haberi geldi. Şrek, Ejderhanı Nasıl Eğitirsin,Madagascar gibi serilerin üreticisi olan şirket, ekonomiksıkıntılardan dolayı bu yıl içinde 500 kişiyi işten çıkaracak.Hollywood’un büyük yapım şirketlerinden DreamWorks’ün animasyon şirketi DreamWorks Animasyon, sürpriz bir şekilde küçülmeye gidiyor. Amerikalı yapım şirketinden önceki gün yapılan açıklamada yıl sonuna kadar kademeli olarak 500 kişinin işten çıkarılacağı bildirildi. Mali olarak küçülmeye giden şirket, önümüzdeki üç yıl boyunca üreteceği film sayısını da azaltacak.Şrek, Kung Fu Panda, Ejderhanı Nasıl Eğitirsin, Madagascar, Çizmeli Kedi gibi animasyon filmlerinin yapımcısı DreamWorks Animasyon, işten çıkarmaların ‘kâr oranlarını düzenlemek’ için yapıldığını açıkladı. 2015 ile birlikte bir daralmaya giden şirket, bundan böyle biri yeni (orijinal) diğeri devam (sequel) olmak üzere yılda sadece iki film yapmayı planlıyor.2015’TE SADECE BİR FİLMŞirketin şimdiye kadar açıklanan 2015 projelerine bakıldığında bu durum daha net görülüyor. DreamWorks Animasyon’un 2015 planlamasında 27 Mart’ta Türkiye’de gösterime girecek Evim / Home’den başka bir film yok. Şirketin önümüzdeki üç yıla dair planlaması ise yılda iki film üzerine kurulu. 2016 programında Kung Fu Panda 3 ve Trolls; 2017’de Boss Baby ve The Croods 2; 2018’de ise Larrikins ve Ejderhanı Nasıl Eğitirsin 3 filmleri var.Konuyla ilgili AP’ye konuşan DreamWorks Animasyon’un CEO’su Jeffrey Katzenberg, daralma ve işten çıkarmaların sebebini ‘fazla hırs’a bağladı. Steven Spielberg ve David Geffen ile birlikte DreamWorks’ün kurucularından biri olan Katzenberg, son yıllarda şirketin film planlamalarının çok iddialı büyüdüğünü ve bu durumun tutarsız bir performansa neden olduğunu söyledi. Şirketin içine düştüğü durumda, gişe geliri ve başarısı beklentilerin altında kalan bazı filmlerin payının olduğu bilinen bir gerçek. Özellikle, geçtiğimiz yıl gösterime giren Bay Peabody ve Meraklı Sherman: Zamanda Yolculuk filmi, eleştirmenlerden kötü not almakla birlikte Oscar ve Altın Küre’de de aday gösterilmemişti. 145 milyon dolar bütçeli film, Amerika’da 111 milyon dolar gelir getirmişti.Walt Dısney-Pıxar ortaklığına dayanamadıDreamWorks Animasyon’un küçülme kararında iki dev rakibi Pixar ve Walt Disney’in son yıllardaki başarılı animasyon filmleriyle mücadele edememesinin de etkisi var. Özellikle, Steve Jobs’un başına geçmesiyle animasyonda bir çığır açan Pixar’ın 2006’da Walt Disney tarafından satın alınmasıyla DreamWorks Animasyon rekabette iyice geriye düştü. Gişede rakiplerinin gerisinde kalan şirketin Oscar ödüllerinden yana da yüzü gülmedi. Son 10 yılın Akademi törenlerinde Walt Disney-Pixar ortaklığının 7 ödülü varken, DreamWorks Animasyon sadece bir Oscar alabildi.DreamWorks Animasyon, darboğazdan kurtulmak için 290 milyon dolarlık vergilendirilmemiş kredi alacak. Bu hamle ile 2017 yılında 60 milyon dolar büyümeyi planlayan şirket, 2015 için de 30 milyon dolar tasarruf hedefliyor. Çalışanların % 18’ine tekabül eden 500 kişilik işten çıkarmanın yıl sonuna kadar tamamlanması bekleniyor.DreamWorks’ün ekonomik sebeplerle küçülmeye gitmesi, geçtiğimiz yıl Japonya merkezli Ghibli Stüdyoları’nın kapatılma kararını hatırlattı. Anime ustası Hayao Miyazaki’nin kurucusu olduğu Ghibli Stüdyoları’nın genel menajeri Toshio Suzuki, yapılan harcamaların gişe gelirleriyle kapanamayacak boyutlara geldiğini belirterek, animasyon bölümünün tamamen kapatılacağını açıklamıştı. Oscar ödüllü Ruhların Kaçışı, Yürüyen Şato, Ponyo ve Rüzgarlı Vadi gibi ödüllü animasyon filmlerinin üreticisi Ghibli Stüdyoları’nın ardından DreamWorks Animasyon’dan gelen haber, stüdyolar arası rekabetin vardığı boyutu gösterirken, animasyon severleri de üzecek gibi görünüyor.

23 Ocak 2015 Cuma

Aramakla bulunmaz vicdan

Fransız yönetmen Michel Hazanavicius, Oscar’lı filmi The Artist’in ardından herkesi şaşırtan bir hamle yaparak savaş filmiyle seyircinin karşısına çıkıyor. Cannes’da sert eleştirilere maruz kalan yönetmen, Çeçenistan gibi, dünya sinemasının görmezden geldiği bir coğrafyaya çeviriyor kamerasını.Kabul etmeliyiz ki, Stanley Kubrick gibi her türde başyapıt değerinde filmler yapabilmek, pek az yönetmenin mazhar olduğu bir yetenek. Yakın zamanda, Fatih Akın’ın Kesik filmiyle daldığı sularda kulaç atmakta ne kadar zorlandığını gördük. Benzer bir durum, bugün gösterime giren Arayış / The Search filmi için de geçerli.Fransız yönetmen Michel Hazanavicius, Oscar ödüllü The Artist’in (2011) ardından herkesi şaşırtan bir hamle yaptı. En İyi Yönetmen Oscar’ını almış bir isim olarak pekâlâ kendini Hollywood stüdyolarının başdöndüren kollarına bırakabilecekken, pek de bilmediği bir alana yöneldi.Arayış, 1999’da başlayıp 10 yıl süren 2. Çeçenistan Savaşı’nın orta yerine bırakıyor seyircisini. 9 yaşındaki Hacı (Abdülhalim Mamutsiev), ailesi gözlerinin önünde Rus askerler tarafından öldürülünce kundaktaki kardeşini de alıp kaçar. Kader, Hacı ile İnsan Hakları İzleme Örgütü görevlisi Carole’un (Bérénice Bejo) yollarını Grozni’de kesiştirir. Birbirlerinin dillerini bilmeseler de ailesini kaybetmiş Hacı ile Carole arasında bir bağ oluşur. Bu sırada, Hacı’nın öldüğünü sandığı ablası Raissa (Zukhra Duishvili) her yerde kardeşini aramaktadır. Diğer tarafta ise sokaklarda bir serseri gibi gezerken mecburen orduya katılan Rus genç Kolya (Maksim Emelyanov), aldığı askeri eğitim sonrası soğukkanlı bir katile dönüşür...Michel Hazanavicius, henüz beş yapımlık uzun metraj filmografisinde ‘kırılmalara’ açık bir yönetmen. Televizyon filmi ve diziler ile başladığı kariyerinde Jean Dujardin’in başrolde olduğu ‘Fransız James Bond’u sayılabilecek iki film var. Hemen ardından gelen The Artist ile sessiz sinemaya saygı duruşuna geçen yönetmen, dümeni 180 derece kırarak savaş filmiyle karşımıza çıktı. Üstelik Çeçenistan gibi, dünya sinemasının görmezden geldiği bir coğrafyaya çeviriyor kamerasını.Cannes’da yerin dibine batırıldığı kadar kötü bir film olmayan Arayış’ta Haza-navicius’un yapamadığı, belki de yapmak istemediği şey, karakterlerin motivasyonlarını vurgulamak. Bundan ısrarla kaçınan yönetmen, meselesi ile arasındaki mesafeyi korumak adına karakterlerin dünyasına nüfuz etmekte sıkıntı yaşıyor. Hacı ile Kolya’nın iç dünyası ne kadar seyirciye açıksa kilit roldeki Carole ile Raissa’nın hissiyatı ve motivasyon unsurları o kadar kapalı. Merkezinde etkileyici bir insan hikâyesi olmasına rağmen, bütün soğukluğuyla sorumluluğu ‘işgalci sisteme’ atan film, katı bir belgesele tanıklık eder gibi izlettiriyor kendini. Dramanın esaslarını hikâyesinden uzaklaştıran Hazanavicius, savaşın sebepleri, sonuçları ya da sosyal-siyasî boyutları ile ilgilenmiyor. Bu durumu ajitasyona gönül indirmeme olarak da değerlendirebiliriz. Ancak Carole, Helen (Annette Bening) ve Raissa’nın hayli özensiz diyaloglarının yanı sıra hikâyeye nüfuz etmeyi zorlaştıran kurgu da bu konudaki iyi niyetli okumaları akim bırakıyor.Öte yandan, Arayış’ın vicdanlara dokunan bir yanı var. Carole’un, Çeçenistan’daki sivil katliamlar hakkında hazırladığı raporu Avrupa Parlamentosu’nda okurken karşılaştığı umursamaz tavır gibi detaylar, filmin samimiyetini ve vicdani duyarlılığını göstermesi bakımından önemli. Kolya’nın askerlikteki dönüşümü çok işlenmiş bir tema olmasına rağmen etkileyici. Hacı rolünde Abdülhalim Mamutsiev tüm doğallığı ile filmi sürükleyen en önemli isim. Arayış’ın en güçlü yanı ise açılıştaki video çekimi. Film, bu videonun ardından gelen, Hacı ve kucağındaki bebeğin yolda yürüdüğü sahne ile biten bir kısa film olarak kalsaymış, efsane olurmuş.

22 Ocak 2015 Perşembe

‘Ertuğrul Faciası’ Japonya’da çekiliyor

Ertuğrul Faciası’nı konu alan ‘Ertuğrul / Kainan 1890’ adlı filmin çekimleri Japonya’nın Wakayama şehrinde başladı. Türk-Japon ortak yapımı filmde 1890’daki facia ile 1985’te Tahran’da mahsur kalan Japon vatandaşlarının kurtarılması olayı birlikte anlatılıyor. Türk oyuncu kadrosu henüz kesinleşmeyen filmin Türkiye çekimleri mart ayında yapılacak.125 yıl önce 587 mürettebatıyla birlikte Japonya açıklarında batan Ertuğrul Firkateyni’nin hikâyesinin anlatılacağı filmin detayları ortaya çıkmaya başladı. Hatırlanacağı gibi, geçtiğimiz yıl Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin de katıldığı Marmaray’ın açılış töreni sırasında bir proje olarak bahsedilen Türk-Japon ortak yapımı filmin Japonya çekimleri başladı.Japonca adı Kainan 1890 (Facia 1890) olarak belirlenen filmin çekimleri Wakayama şehrinde devam ediyor. Japonya ayağının büyük oranda tamamlandığı filmin Türkiye çekimlerine ise mart ayında başlanacak. Mitsutoshi Tanaka’nın yönettiği filmin Türkçe adı ise Ertuğrul olacak. İki ülke kültür bakanlıklarının ortak çalışmasıyla gerçekleştirilen filmin Türkiye’deki yürütücü yapımcılığını ise Böcek Yapım üstleniyor.Filmde yer alacak Türk oyuncular henüz kesinleşmezken, Japon oyuncu kadrosunda ünlü yönetmen Takashi Miike’nin 13 Suikastçı filminde rol alan Masaaki Uchino ve 2012’de Japonya’nın önemli sinema ödüllerinden Kinema Junpo’da En İyi Genç Kadın Oyuncu seçilen Shiori Kutsuna başrollerde yer alıyor. Filmin diğer Japon oyuncuları Yui Natsukawa, Yukiyoshi Ozawa, Naoto Takenaka ve Takashi Sasano. Ertuğrul’un tahminî bütçesinin 12 milyon TL olması bekleniyor.1890’DAN 1985’E İKİ KURTARMA OPERASYONUSenaryosunu Eriko Komatsu’nun kaleme aldığı filmin merkezinde Ertuğrul Faciası yer alsa da iki ana hikâye olacak. Birinci bölümde 1890’da Japonya’nın Kushimoto kenti açıklarında kayalıklara çarparak mürettebatıyla batan Ertuğrul Firkateyni’nin yolculuğu ve Japonların gemi mürettebatını kurtarmak için gösterdiği mücadele konu ediliyor. Filmin ikinci bölümünde ise 1985’te, İran-Irak Savaşı sırasında Saddam Hüseyin’in ‘48 saat içinde Tahran’ı bombalama’ tehdidi üzerine şehirde mahsur kalan Japon vatandaşlarının Türk yetkililer tarafından kurtarılması anlatılacak. Ertuğrul / Kainan 1890 filminin bu yılın kasım ayında vizyona girmesi planlanıyor.Türk-Japon dostluğunun temelini atan faciaII. Abdülhamit, Japon Prensi Komatsu’nun İstanbul ziyaretine ve Japon imparatorunun uzattığı dostluk eline karşılık vermek amacıyla 1889 yılında Ertuğrul Firkateyni’ni 600’e yakın mürettebatıyla Japonya’ya gönderir. 14 Temmuz 1889’da başlayan yolculuk, Türk denizcilik tarihinin en acı hatıralarından biri olarak tarihe geçer. İngiliz hâkimiyetindeki Hindistan’ın Bombay limanına da uğrayan ve halk tarafından yoğun ilgiyle karşılanan Ertuğrul Firkateyni, yola çıktıktan 11 ay sonra, 7 Haziran 1890’da Japonya’nın Yokohama limanına demir atar. 15 Eylül 1890’da Yokohama’dan ayrılan firkateyn, Kushimoto açıklarında tayfuna yakalanır ve 18 Eylül 1890’da kayalara çarparak batar. 587 denizcinin şehit olduğu kazadan sadece 69 denizci kurtulur.

21 Ocak 2015 Çarşamba

Kara Murat’ı eleştiren yandı!

Fatih’in Fedaisi: Kara Murat filminin yapımcısı Murat Usta, filmini eleştiren sinema yazarlarına sosyal medya hesabından küfür ederek, “Sinek gibi ezileceksiniz” tehdidinde bulundu. Galasına Sedat Peker’in de katıldığı film hakkında eleştiri kaleme alan sinema yazarları ise bu durumun sinemamız adına endişe verici olduğunu dile getirdi.Geçtiğimiz cuma günü gösterime giren Fatih’in Fedaisi: Kara Murat filminin yapımcısı Murat Usta, dün filmini eleştiren sinema yazarlarını tehdit etti. İlk üç gün sadece 64 bin kişi tarafından izlenen filmin yapımcısı, Twitter hesabından eleştirmenleri ‘çapulcu’ ilan etti. Bununla da yetinmeyen Murat Usta “Kime hizmet ediyorsuzunuz o... çocuğu çapulcu takımı.” ifadelerini kullandı. Filmin “bazı çevreleri rahatsız etti”ğini öne suren Usta, film hakkında çıkan eleştirileri “büyük bir karalama kampanyası” olarak nitelendirdi.Eleştirmenlere karşı hakaretlerine tehditleri de ekleyen yapımcı, “Sinek gibi ezileceksiniz.” ifadesinin ardından eleştirmenleri alenen tehdit etti: “Bunları yapanları tek tek tespit ediyoruz. Kimlere hizmet ettiğinizi de biliyoruz.” Murat Usta, hakaret ve tehdit tweetlerini birkaç saat sonra sildi. Aytekin Birkon’un yönettiği, Fatih Usta ile Nefise Karatay’ın oynadığı filmin yapımcıları Murat Usta ve Halil İbrahim Usta. 195 salonda gösterime giren filmin galasına iş ve siyaset dünyasından isimlerin yanı sıra Sedat Peker de katılmıştı.Sinemamızın 101. yılında, bir film yapımcısının ‘hedefindeki’ eleştirmenlere konu hakkındaki görüşlerini sorduk...Kaya Özkaracalar (İlerihaber): Sinemamız adına endişe vericiBir yapımcının, filmini eleştirenlere hakaret ve tehdit edebilme cüretini kendinde görmesi Türkiye sineması açısından üzücü ve endişe verici bir durum, her ne kadar kendisi henüz tek bir film yapmış ve sinemamızı kesinlikle temsil edecek bir şahsiyet olmasa da. Ayrıca bu cüret, son dönemde ülkemizde belirli çevrelerde genel olarak giderek daha da yaygınlaşan kibir, küstahlık ve tehditkârlığın da yansıması, sinema alanına sirayet etmesi gibi görünüyor bana. Bu şahıs ve onun gibilerin kimi, hangi ‘muktediri’ kendilerine örnek aldığını söylemeye gerek yok.Çağdaş Günerbüyük (Evrensel): Bu cüreti nereden bulduğu belliFilminden umduğunu bulamayan kimilerinin hemen eleştirmenleri hedef alması yeni bir hadise değil de, herhalde bu kadar pervasız örnekler çok değildir. Kara Murat’çıların küfürler yağdıracak cüreti nereden bulduklarını söyleyip okurun zekasına hakaret etmek istemem. Gerçi yapımcı o kadar esip gürledikten sonra iki tane tweet’i hesabında tutamayıp silivermiş. ‘Tek tek tespit’ etmeye zahmet etmesin, gene söyleyeyim: Fatih’in Fedaisi Kara Murat, en çok övündüğü yerlerde çuvallıyor. Özellikle savaş sahnelerinin görselliği gayet başarısız, film tarihi baştan sona çarpıtıyor, bir tarihi kahramanlık hikayesinde bile “tek adam”lığı övüyor. Bizi okumasalar bile, sabah akşam Osmanlı nutuklarıyla gaza getirilen kalabalıkları bile akın akın sinemaya çekemeyecek kadar zayıf bir film.Müjde Işıl (Arkapencere): Kara Murat ve ‘Sinek gibi ezilmek...’Doğrudan şahsıma ulaşmış olumsuz bir görüş veya tehdit olmadı. Ancak film hakkında yazan sinema eleştirmenlerine yönelik tehdit ve seviyesiz üslup asla kabul edilemez. Eğer bir film yapılıyorsa, hatasıyla sevabıyla eleştiriye açık olmak gerekiyor. Yapımcı ya da yönetmenin olumsuz eleştirilere katılma zorunluluğu yok elbette. Ancak şu da unutulmamalı ki sinema eleştirmenlerinin her yönetmenin/yapımcının filmini ya da tarihi kahramanları anlatan her filmi beğenme ya da övme gibi bir yükümlülüğü de yok. Bahsi geçen tehditler ve ölçüsüz beyanlar, düşünce özgürlüğünün karşısındaki acizlik olarak yorumlanabilir sadece. Uğur Vardan (Hürriyet): Sanat, tehdit etmek içindir!Sağ olsun AKP zihniyeti her yere sirayet etmiş durumda. ‘Eleştiri’ bu dönemin en gereksiz kurumu ve sözcüğü... Bu zihniyetin sinemadaki yansıması da aynı argümanlara sığınıyor; “Ya sev ya da kes sesini…” ‘Kara Murat’ özeline gelirsek bu çizgi roman benim Tarkan’la birlikte en sadık çocukluk arkadaşım. İnsan elbette çocukluk arkadaşlarına yapılan en küçük bir kötülüğe bile dayanamaz. Vizyona sürülen filmin Kara Murat’la en ufak bir ilgisi yok. Kafalarına göre bambaşka bir karakter yaratmışlar, sonra da bu durumu sorgulayanlara saldırıp duruyorlar... Kötüleme gerekçesi de “Gezicisiniz”. Malum, öteki seçenek de “Paralelcisiniz…” Eleştiri yazısını kaleme alanlar solcu olduğu için ‘Gezici’ seçeneğine yüklenmişler. Bu kadar kötü film yapıp da hiçbir şey söylenmeyecek mi sandınız? Üstelik kızdıkları yazarlardan Kaya Özkaracalar’ın çizgi roman bilgi-görgüsüne (ve Kara Murat sevgisine), filmi çeken ekibin hiçbirinin toplam kapasitesi erişemez. Bırakın toplamı bir tanesinin bile yetseydi bu kadar saçma bir Kara Murat tiplemesiyle ortaya çıkmazlardı. Tehdit kısmına gelince, günümüzün ‘sanatçı’ anlayışını çok iyi ifade etmişler ve kendilerini yakışanı yapmışlar…Twitter hesabından sinema yazarlarını tehdit eden yapımcı Murat Usta, söz konusu paylaşımları birkaç saat sonra sildi.

20 Ocak 2015 Salı

Münzevi Murakami kabuğunu kırdı

Ortalıkta görünmemesi ve söyleşilere pek yanaşmamasıyla nam salan Japon yazar Haruki Murakami, sessizliğini bozarak ‘okurların derdini dinleyen bir yazar’a dönüştü. Okurlardan gelen soruları cevaplayacağını duyuran yazar için kurulan internet sitesi, geçtiğimiz hafta yayına başladı.Kitapların ardındaki yazarın nasıl bir dünyadan seslendiği okurda merak uyandırır. Fakat her yazarın, dünyasını açmada cömert olduğu söylenemez. Münzeviliği tercih edenlerin yanı sıra güncelliğini korumak için türlü türlü hamleler yapanlar da yok değil. Edebiyat dünyasının son günlerde bu konuda etraflıca konuştuğu yeni isim ise Haruki Murakami oldu. Renksiz Tasaki’nin Hac Yolculuğu adlı son romanı için geçtiğimiz aylarda yapılan ‘pazarlama çılgınlığı’ büyük eleştiriler alsa da köşesinde sessiz sedasız eserlerini yazan ve kitapları milyonlarca satan Murakami’nin alışkanlığını değiştirerek, ‘her fırsatta görünmek isteyen yazarlar’ sınıfına dâhil olması okurları şaşırttı.Önceleri, münzevilikleriyle nam salan Salinger ve Pynchon gibi yazarların yanına rahatlıkla kondurulabilecek bir yazar iken, kabuğundan çıkan Murakami, son ‘proje’si ile okurlardan gelen soruları cevaplandırarak, dert dinleyen yazar konumuna dönüştü. Murakami’nin bu tutumu bir yazarın okuruyla olan mesafesini gündeme taşırken, internet çağında münzevi yazar olmanın zorluğunu akla getirdi. Bir anda, görünür bir yazar olmak isteyen Murakami, yayıncısına “Okurlarımla iletişim kurmak istiyorum, çok uzun zaman oldu.” önerisinde bulununca, yazarın yayıncısı, Murakami San No Tokoro (Murakami’nin Yeri) adıyla bir site (www.welluneednt.com) kurmaya karar verir. 15 Ocak’tan itibaren dünyanın dört bir yanından okurların sorularını almaya başlayan yazar, yayıncısının kurduğu internet sitesinden iletişime geçmeye başladı.‘HAKKIMDAKİ KÜÇÜK SIRLAR RAHATSIZ EDEBİLİR’Murakami okurlarının merak ettiği konular arasında dikkat çeken sorular var. 51 yaşındaki bir doktorun Murakami ile bir gün geçirme isteğine yazar, ‘hayal kırıklığına uğrayabileceği’ uyarısında bulunarak şöyle cevap vermiş: “Hayatım hakkında küçük sırlar var, onları görmek size rahatsızlık verebilir.” Bir başka okurun küresel bir sorun haline gelen “nefret söylemi” konusunda kendisinin ne düşündüğü sorusuna ise, “Yazar olarak nefret söylemine karşı çok az maruz kalıyorum, fakat buna karşı dışarıda gittikçe yükselen bu sese karşı bir şey yapmak zorundayız. İnsanları, farklılıkları sebebiyle hedefe oturtmak doğru değil.” cevabını vermiş. Yazarın Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu adlı meşhur romanını yeniden yazmış olsaydı neler değiştireceğini soran okura cevabı ise manidar: “Yapabileceğimin en iyisini yaptım.”Murakami’nin okurlardan gelen soruları cevapladığı site şimdilik Japonca. Şimdiden sitedeki soru ve cevapları İngilizceye çeviren birçok blog var. Yayınevi de dünyanın dört bir yanından soruları derleyerek yazara ileteceğini açıkladı. 2003’te 18 yıl aradan sonra ilk kez halkın karşısına çıkan Murakami, çekilen kuranın sonucunda 500 ‘talihli’ ile görüşmüştü. En son 2006’da internet ortamında okurlarının sorularını yanıtlayan Murakami’nin bu hali Borges’in şu sözlerini anımsatıyor: “Zaman geçtikçe iyi ya da kötü düşüncenizi açıkça ifade etmek istiyorsunuz çünkü bu düşüncenizi hissinizi veya o ruh halinizi okurla paylaşmak istiyorsunuz.”Bir tarafta kendi yazı dünyasında okuru mutlu edecek kitaplar yazma hayalini kurarak eserler üreten ve onu okurla buluşturduktan sonra kenara çekilip hayatına devam eden yazar, öte tarafta tüm ilginin üzerinde toplanması için çeşitli yollar deneyen yazar… “Yazarın tek sorumluluğu sanatına mı, yoksa okuruna karşı mı?” sorusu zorlu bir alana davet ederken, edebiyat dünyasının bu her iki türden yazara aşina olduğu açık.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Şuraya da biraz beton dökelim!

Salıpazarı’nda yer alan Studio-X, kapılarını bu kez çarpıcı bir sergiyle açıyor: “Anne ben beton dökmeye gidiyorum” Antonio Cosentino ve Memed Erdener’in beton ve çocuk kavramlarını ele aldıkları sergi, günümüz kentlerinde topraktan ve hatıradan yoksun yaşayan insanların köksüzlüğünü ifşa ediyor.Sokaklarda doyasıya ip atlamış, bir topun peşinde toza, toprağa bulanmış çocuklara soralım, ‘Çocukluk nasıl bir şeydi?’ Bir zamanların coşkulu çocukları, bize o yılları nasıl tarif ederlerdi dersiniz? Asaf Halet Çelebi, çocukluğun mutlu bir ülke olduğu zamanlara dair ipucu veriyordu Galat’s’ray şiirinde: “Ebedî vakansta çocuk olamayacaksın artık”... ‘Ebedî vakans’ yani ‘sonsuz tatil’. Onlar, çocukluklarını oyun peşinde sonsuz tatilde geçirdiler, peki ya şimdikiler? Yüksek, gri binaların arasında, parkı, bahçesi, boş arazisi bile olmayan semtlerde; en ufak bir hatıra, tarih ya da bellek barındırmayan mahallelerde; evin içine hapsolmuş, teknolojinin kuşatması altında…Geçtiğimiz hafta içinde Studio-X’te artık bütünüyle betonlaşmış şehre ve bu beton kütleler arasında sıkışıp kalmış çocuklara odaklanan manidar bir sergi açıldı: “Anne ben beton dökmeye gidiyorum” Sürekli dönüşüme uğrayan ve bu yolla kişisel hiçbir hatıraya izin vermeyen şehirlerde, bir ayağı betona saplanmış insan! Günümüz çağdaş sanatının iki temsilcisi Antonio Cosentino ve Memed Erdener, bu imgelerle yola çıkıyor. 1996 yılından itibaren İstanbul’un hızla değişen mekânlarını fotoğraflayan Cosentino’nun “İstanbul Atlası” isimli çalışması ilk kez sergileniyor bu vesileyle. Cosentino, bu hızlı değişime bir karşı duruş olarak büyük bir teneke enstalasyon hazırlamış. Teneke, çünkü doğada yok olmuyor. Dönüşüp hayata yeniden dâhil olmak gibi bir avantajı var. Eski yağ ve peynir tenekeleri, sanatçının onlar için uygun gördüğü yeni bir işlevle, kalıcılığı ve sürekliliği vurgulamak üzere banliyö trenine dönüşmüş.‘ÇOCUKLAR HESABA KATILMIYOR’Extramücadele ismiyle de bilinen Memed Erdener ise çocuklar için ütopik üç küre tasarlamış sergi için. “Türkler yer bırakmama konusunda oldukça ustalar. Antonio’nun fotoğraflarına bakınca binaların arasındaki anlamsız, karanlık boşlukları düşündüm.” diyor Erdener. Çocukların hiç hesaba katılmadığı bu alansızlığa vurgu yapmak için de havada asılı üç küre tasarlamış sanatçı. Cosentino’nun fotoğraflarındaki semtlerde yaşayan çocuklar için düşündüğü kürelerden ilki milli eğitimi sorgulayan “Okuyan Kütüphane” adını taşıyor. Her ezanın arkasından söz gelimi Calvino, Borges ya da Dostoyevski’den paragrafların okunacağı bir sistem getiriyor bu küre. Bir anlamda milli eğitimi reddediyor ve yerine eğitim kavramının yerleşmesini öneriyor. İkinci küre, dini inançların devlet tarafından kayıt altında tutulmasına, sabitlenmesine karşı duran “Çoklu Tapınak”. Son küre ise milli irade kavramını masaya yatıran ve onun yerine özgür iradeyi öneren “Milli Zort” küresi. ‘Milli’ kelimesinin belirlediği sınırların dışına taşarak çocuklar için daha özgür bir dünya tahayyül eden Erdener’in sergide yer alan diğer yerleştirmeleri ise gelenek ve aileyi içeriyor.Bir ayağı betonda olan günümüz insanının hayatına iki sanatçının gözünden bakmak isteyenler, sergiyi 27 Şubat’a kadar kent laboratuvarı kimliğiyle öne çıkan Studio-X’te ziyaret edebilir.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Emek’te durmak yok inşaata devam!

Bölge İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararına rağmen Emek Sineması’nın yerine yapılan inşaat tüm hızıyla devam ediyor. Kamyonların malzeme taşıdığı inşaat alanı bariyerlerle çevrili ancak içeride çalışma sürüyor.Tarihi Emek Sineması’nın yerine yapılan AVM inşaatını mahkeme kararı bile durdurmadı. İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Birinci Kurul’u tarafından inşaatın avan projesine verilen ‘yürütmeyi durdurma’ kararına rağmen sinemanın arsasında devam eden inşaat çalışmalarının daha da hızlandığı görüldü. Gece, beton ve tuğla kamyonlarının malzeme taşıdığı inşaatın etrafı bariyerlerle kapatılmış durumda. Uzmanlar yürütmeyi durdurma kararına aldırmadan hızla devam eden inşaat hakkında Beyoğlu Belediyesi’nin çalışmaları durdurup inşaatı mühürlemesi gerektiğini belirtiyor. Aksi halde sorumlular hakkında yargı kararını uygulamamak ve görevi kötüye kullanmaktan yeni davalar açılacağı uyarısında bulunuyor.MİMARLAR ODASI: İNŞAAT YIKILMALIİstanbul Bölge İdare Mahkemesi Birinci Kurul’u tarafından avan projeye verilen ‘yürütmeyi durdurma’ kararına rağmen Emek’te inşaata hız verildi. İş makinelerinin hız kesmeden çalıştığı alana gece kamyonlarla tuğla indirilirken alana beton dökülüyor. Güvenlik görevlilerinin kuş uçurtmadığı alanda gece gelen malzemelerle çok sayıda işçi de harıl harıl çalışmaya başladı. İçeri taşınan betonla harç yaptıkları görülen işçiler ise çalışmalar hakkında bilgi vermekten kaçındı. Yürütmeyi durduran Bölge İdare Mahkemesi, bilirkişi raporuna dayanarak verdiği kararda; “Dava konusu işlemlerin yürütülmesi halinde tarihi ve kültürel miras olarak nitelendirilmesi söz konusu olan yapılar açısından telafisi güç, hatta imkansız zararların doğmasına yol açılabilecektir.’’ tespiti yapılmıştı.Söz konusu inşaatın yıkılması gerektiğini belirten Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Başkanı Sami Yılmaztürk, “Yürütmeyi durdurma kararı bugüne kadar yapılan işlemin tüm aşamalarının aslında bir suç içerdiği ve hukukun katledildiğine ilişkin çok açıklıkla hazırlanmış bir karar. Bu aşamada yapılan tüm işlemlerin durdurulması ve geldiği aşama itibarıyla mevcut betonarme inşaatın yıkılması ve Emek Sineması’nın rölöve ve restorasyon projelerine göre yeniden aynı yerde ve aynı şekilde yapılmasını emrediyor.” şeklinde konuştu.Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Sözcüsü Mücella Yapıcı ise yürütmeyi durdurma kararından itibaren yargı süreci sonuçlanana kadar dava konusu yere yapılacak herhangi bir müdahalenin var olan suç dosyalarına yenilerini ekleyeceğini hatırlattı. Emek Sineması’nın proje ve yıkım sürecinde yaşanan suçların yeni yapılan inşaat aşamasında da devam ettiğini söyledi.Danıştay 1. İdaresi, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan ve bazı yardımcıları hakkında, Beyoğlu bölgesindeki tarih ve kültür varlıklarının zarar görmesine neden oldukları gerekçesiyle soruşturma açılmasına karar vermişti. Kararda, Demircan ve ekibine “inşaatı kontrol etmemek, tarih ve kültür varlıklarının hasar görmesine neden olmaktan” soruşturma açılacağı belirtilmişti.Kaçak inşaata göz yumanların bedelini ödeyeceğini vurgulayan İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Cemal Gökçe ise şöyle konuştu: “Yargı kararından sonra inşaat alanında herhangi bir çalışmanın yapılmaması gerekiyor. Bunu sağlayacak olan da ruhsat veren birinci derecede sorumlu yerel yönetimlerdir. Emek Sineması’nın yerine yapılan bu çalışmaların kesinlikle durdurulması gerekir. ‘Bu kararları dinlemiyorum, uygulamam’ deme hakkına hiç kimse sahip değildir. Yasaya hukuka rağmen iş yaparak alınan kararları uygulamayanlar bu bedeli de er ya da geç öderler.” Emek Sineması’na ne olmuştu? İstanbul 9. İdare Mahkemesi 24 Mayıs 2010’da Emek Sineması’nın yıkılarak yerine yapılacak yeni projenin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararlar doğurabileceği gerekçesiyle bu konuda yeniden bir karar verilinceye kadar yürütmenin durdurulmasına oybirliğiyle karar vermişti. Aynı mahkeme 16 Kasım 2011’de daha önce almış olduğu yürütmeyi durdurma kararını, bilirkişi raporundaki çoğunluk görüşüne rağmen kaldırarak Emek Sineması’nın yıkılmasının önünü açmıştı. Beyoğlu Belediyesi ise 13 Şubat 2013 tarihinde yargı süreci devam eden bir projeye yapı ruhsatı vermişti.

16 Ocak 2015 Cuma

Leviathan’ı yakalayabilir misin?

Andrey Zvyagintsev’in yönettiği Leviathan, temelde basit, detaylarda ise karmaşık ve katmanlı bir hikâyeye sahip. Usta yönetmen, çürümüş bir sistemin içinde hiçbir ferdin ya da kurumun ayakta kalamayacağını savunuyor.Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’i ilgiyle takip edenler, günün birinde onun dinî-politik bir başyapıt çekeceğini biliyordu. İlk filmi Dönüş (2003) ile Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan aldığında vakit kaybetmeden ‘Yeni Tarkovski’ ilan edilen Zvyagintsev’in beklenen başyapıtı dördüncü adımda geldi. Leviathan, temelde basit, detaylarda ise karmaşık ve katmanlı bir hikâyeye sahip. Rusya’nın kuzeyinde, Barents Denizi kıyısında bir kasabada yaşayan Nikolay’ın bürokrasi ile girdiği mücadeleyi izliyoruz. Araba tamircisi Nikolay (Aleksey Serebryakov), eşi Lilya (Elena Lyadova) ve oğluyla birlikte sahildeki evinde yaşayıp giderken, Belediye Başkanı Vadim (Roman Madyanov) onun arazisini satın almak ister. Nikolay, satmak istemeyince bürokrasinin ve iktidarın acımasız yüzüyle karşılaşır. Hukukî yollara başvuran Nikolay, Moskova’daki avukat arkadaşı Dmitriy’yi (Vladimir Vdovichenkov) yardıma çağırır. Ne var ki, çürümüş bir sistemin karşısında ayakta kalmak hiç kolay değildir... Leviathan, İncil’deki Hz. Eyyub kıssasının modern bir uyarlaması. Eski Ahit’te, rahatsız edildiği vakit kontrol edilemeyen deniz canavarı olarak tasvir edilen Leviathan, balinaların ‘atası’ kabul ediliyor. Thomas Hobbes’un 1651 tarihli aynı adlı eserinde bu canavarı devletin metaforu olarak kullanılır. O dönem İngiliz İç Savaşı gözetilerek yazılan eser, ‘canavarın’ nasıl kontrol edileceğini sorgular. Hobbes, siyaset ve din üzerindeki gücün tek elde toplanmasını savunur. Başka bir deyişle canavar, ancak sınırsız gücü olan bir muhafıza tabi kılınırsa kontrol edilebilecektir! BANA YOZLAŞMANIN RESMİNİ ÇİZ Hobbes’a göre bireyler tüm haklarını devlete devrederse büyük Leviathan ortaya çıkar. Bu da devletin canavarlaşması demektir. İncil’in Eyyub (Job) bölümünde ise Leviathan’ı yenmenin imkânsızlığı şu ifadelerle anlatılır: “Leviathan’ı çengelle çekebilir misin? / Dilini halatla bağlayabilir misin? / Burnuna sazdan ip takabilir misin? / Kancayla çenesini delebilir misin? (...) Derisini zıpkınlarla, / Başını mızraklarla doldurabilir misin? / Elini üzerine koy da, çıkacak çıngarı gör, / Bir daha yapmayacaksın bunu / Onu yakalamak için umutlanma” (Eyüp 41, 1-9) Din ve iktidar, Andrey Zvyagintsev filmlerindeki karakterleri bir gölge gibi takip etti şimdiye kadar. Bu gölgeler Leviathan’da gün ışığına çıkıp ete kemiğe bürünüyor ve belediye başkanı, bürokrat, papaz, polis, ev kadını, avukat vs. olarak görünüyor. Çürümenin resmini çiziyor Zvyagintsev. Rus Ortodoks Kilisesi’ni, siyasetin kirli yanlarını meşrulaştıran bir kurum olarak resmederken, her alanda çürümenin yaşandığı bu sistemde hiçbir ferdin ya da kurumun ayakta kalamayacağını savunuyor. Çürüyen, sadece eskisi ve ‘yeni’siyle devlet değildir. Yozlaşmanın ‘fetvacısı’ ve ortağı konumundaki kilise, bürokrasi karşısındaki insana boyun eğmeyi telkin ederken, devlete ise gücü ve iktidarı sıkı sıkıya tutmasını tembihler. Yabancısı değiliz; dinin, siyasetin emrinde araçsallaşarak özünden uzaklaşmasının arızalarını birkaç nesildir biz de yaşıyoruz. Andrey Zvyagintsev, önceki filmlerinden farklı olarak hikâye anlatımına ağırlık veriyor, kurgu da buna göre şekilleniyor. Leviathan, güçlü senaryosu, Çehovyen atmosferi ve diyaloglarının yanı sıra görsel yetkinliğiyle de yönetmenin filmografisinde üst sıraya yerleşiyor. Piknik ve mahkeme bölümleri, belediye başkanı ile başpapazın diyalogları gibi akıldan çıkmayacak birçok sahne var filmde. Oyuncuların her biri kendine ayrılan alanda mükemmel bir kompozisyon çıkarıyor; Belediye Başkanı Vadim rolünde Roman Madyanov ise diğerlerinden bir adım önde. Son bir not: Leviathan’da olaylar Rusya’da geçiyor. Yönetmen ise hikâyenin ABD’de yaşanan bir olaydan esinle yazıldığını söylüyor. Fakat “Allah şirk, devlet şerik kabul etmez.” diyen, “Biz olmasaydık sizler olmazdınız.” yollu tehditlerle vatandaşını hizaya getiren yöneticilerin olduğu bir ülkenin vatandaşları olarak bizler de pekâlâ Leviathan’ı kendi hikâyemiz gibi izleyebiliriz! HAFTANIN DİĞER FİLMLERİ

15 Ocak 2015 Perşembe

‘Resme katkıda bulunmak içimden gelmiyor’

İstanbul Modern’deki retrospektifler serisi Türk resminin önemli ismi Mehmet Güleryüz ile devam ediyor. Geçtiğimiz hafta, Levent Çalıkoğlu’nun küratörlüğünde açılan sergide Güleryüz’ün yarım asrı aşan sanat hayatının önemli örnekleri; yağlıboya tablolar, desenler, heykeller ve defterler yer alıyor. Ressam ve resim kavramlarını yeniden düşündüren, sorgulatan “Ressam ve Resim” sergisi 28 Haziran’a dek ziyaret edilebilir.Sanat yaşamınızda yarım asrı geride bıraktınız. En son eserinizi ne zaman yaptınız?Dün! Bir çizimdi. Bir kere her an çizen biri olarak, bu sabah da çizdiklerimi de katabilirim işin içine ama büyük yapıt söz konusu olursa ben büyük yapıtla küçük yapıt arasında çok büyük bir fark görmüyorum. Çünkü en önemli şey resim yapıyorsanız, resim düşüncenizin kayıtları. Eğer şairseniz bir gazete kâğıdına yazdığınız not da sizin son çalışmanız olur. Müsveddelere de değer veriyorsunuz yani…Müsveddeler çok önemli. Her not önemli. Resim, resim yapıldığı zamanla kaim bir olay değil. Resim, sürekli resim düşüncesi sayesinde ortaya çıkar. En son ne zaman resim düşündünüz diye soracak olursanız, iki dakika öncesine kadar resim düşündüm diyebilirim. Bu bütünü kavrayan bir haldir. Bir kere doğuşunuzla ilgili eğer bu işin insanıysanız, adeta onunla, onun için doğuyorsunuz. Orada şu anda resme başladım diyemiyorsunuz.Yapmayı tasarladığınız büyük resim, heykel ya da yeni bir çalışma var mı bugünlerde?Şu anda resim yapmamaya özen gösteriyorum. Nedeni de içinde bulunduğumuz ortamlarda resmin metalaşması problematiği ve toplumsal politik ortamın, bir anlamda beni küstürmesi. Katkıda bulunmak içimden gelmiyor, büyük yapıtlar yapma konusunda kendimi engelliyorum. O yüzden son iki yıldır sadece desen yapıyorum. Şu anda içinde olduğumuz, son günlerin halleri, ülkedeki bitmez tükenmez gerginlik ortamları; bunlar arasında hiçbir şey olmamış gibi devam etmek belki bir gücü gösterir. Ama ben böyle bir güç gösterisi yapmak istemiyorum. Kırılıyorum ve kırıldığımı da göstermek istiyorum. Beni resimden koparacak hiçbir şey yok ama katkımı azaltıyorum ve şu anda bütün gücümü kullanmak istemiyorum.Böyle ortamlarda sanat daha fazla ortaya çıkmaz mı?Daha fazla ortaya çıkar ama zaten siz kendinize de kızıyorsunuz sonuçta, kendinize verdiğiniz bir ceza bu sizin. Kimsenin aldırdığı yok, hatta daha da mutlu oluyorlar. Hakikaten son yıllardaki ortamı değersiz buluyorum. Bu acıklı bir şey. Son birkaç yıldır bu katileşti benim için. “Tezi olan galerilerin hayatta kalma şansı kalmadı”Bir kitabınızda 50’li, 60’lı yılların, loş ortamına rağmen sanatın daha bağımsız olduğunu söylüyordunuz. Peki, günümüzde sanatın bağımsızlığı ne durumda?Günümüzde sanatın en bağımsız göründüğü bir hal varken aslında birinci derecede çok da kontrol altında. Öyle ki, eskiden ilgi görmediği zamanda sanatçının önünde açık davranma alanları vardı. Bugün müthiş bir piyasa var. Hemen her şeyi daha hareket ederken kontrol eden, buna da aman belli hareketler değerler, zayi olmasın, biz anında, vaktinde görelim, keşfedelim ki katkımız olsun diyen bir anlayış var. Aslında bunların hepsi bir an evvel bir prodüksiyonun, o alanın kontrolünün ele geçirilmesi meselesi. Bu büyük bir tüketim ve onun madde değerleri üzerine bir kontrol esas hale geldi. Bir de sizin neyi önemseyeceğiniz de size empoze ediliyor. Kontrol siz kendi elinizde zannederken, kontrol aslında büyük kurguyu kontrol eden mekanizmanın elinde. Çünkü sanat endüstrisi bugün son derece etkin.Ama diğer yanda küçük galeriler kapanıyor, imkânı olanlarsa yurtdışına gidiyor. İçeriden bir gözle, neler oluyor?Şu anda bence gerçekte zor bir ortama girildi. Çok tehlikeli ve zor bir süreç. Şu anlamda düşünürseniz bugün sanat gösterme, bir maddi imkân meselesi. Bir tarafta birçok bankanın sanat galerisinde küratörleriyle oluşturdukları seçkiler var ve bu bankalar büyük sanat fuarlarına destek olarak kendi koleksiyonlarının destekçisi ve garantörü olma noktasındalar. Diğer tarafta kendi başına kısıtlı sermayeyle sanatçı seçen ve bunu ulaştırmaya çalışan galerilere yaşam şansı ortadan kalkıyor. Ve son zamanlarda kapanan galeri sayısı çok arttı. Eskiden yükseldiğine inandığımız bir sanat merakı da giderek zayıflıyor. Nedenlerinden biri sanat açık artırmalarında eserlerin belli bir piyasada el değiştirmesi ve yükselen fiyatlar. Zaten kaynaklarını takip ettiğinizde ortaya belli bir ticari oyun sisteminin çıktığını görüyorsunuz.Peki, sanatçı bu oyunun neresinde?Sanatçı ister istemez bunun içine girmek zorunda. Çünkü piyasada olmazsa yok farz ediliyor. Ama en küçük rol de tabii ki sanatçının. Eskiden bir sanatçı, özgürlüğüyle bir kale oluşturabilirdi. Bugün o kale küratör sistemiyle yıpratılmış ve o adeta ortadan kaldırılmış durumda. Galerilerin kendi seçtiği, ekibine aldığı sanatçıyla olan ilişkisi de, galerinin de kontrol edilmesi gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Daima ticari olan galeriler, büyük sistemle ilişkili olan galerilerin yanında bir tezi olan ve kendi tezine uygun sanatçı seçip onun yanında duran ve onunla beraber adımlayan galeriler de var. Ama onlar artık bu büyük markette kendi başına hayatını idame ettirme imkânından uzaktalar.

14 Ocak 2015 Çarşamba

Emek Sineması’nda yürütme durduruldu

Yaklaşık beş yıldır devam eden Emek Sineması davasında yeni bir karar çıktı. Tarihi sinemanın yıkılmasının ardından yerine yapılacak AVM inşaatı sürerken Danıştay, yürütmeyi durdurma kararı verdi.Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne (TMMOB) bağlı Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi’nin dün basına açıkladığı mahkeme kararına göre Emek Sineması ile ilgili Bölge İdare Mahkemesi Birinci Kurul’un aldığı yürütmeyi durdurma kararı bilirkişi raporuna dayanılarak verildi. Böylece Emek Sineması’nın tarihi ve kültürel miras olduğu mahkeme kararıyla da tescil edilmiş oldu. Türkiye’nin en eski sinema salonlarından Emek Sineması’nın yerinde yükselen projeyle ilgili İstanbul Bölge İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararı verildiği açıklandı. Ayrıca Danıştay 1. İdaresi başta Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan olmak üzere bazı isimler hakkında soruşturma açılmasına karar verdi. Karaköy’de bulunan Büyükkent Şubesi’nde düzenlenen basın toplantısında konuşan Mimarlar Odası İstanbul Şubesi basın sözcüsü Mücella Yapıcı, 19 Aralık 2014 tarihinde oybirliği ile alınan yürütmeyi durdurma kararının projede ‘kamu yararı olmadığı’ gerekçesiyle alındığını ifade etti.BEYOĞLU BELEDİYE BAŞKANINA SORUŞTURMADanıştay 1. İdaresi Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın yanı sıra yetkililer Barış Çelikkan, Mehmet Ali Kaplan ve İlhan Turan hakkında “inşaatı kontrol etmemek, tarih ve kültür varlıklarının hasar görmesine neden olmaktan” soruşturma açılmasına karar verdi. Daha önce yapılan başvurularda soruşturma izni verilmemişti.2010 yılında da yürütmeyi durdurma kararı verildiğini hatırlatan Mücella Yapıcı, “9. İstanbul İdare Mahkemesi, 24 Mayıs 2010’da projenin uygulanması halinde, telafisi güç veya imkânsız zararlar doğurabileceği gerekçesiyle, yeniden bir karar verilinceye kadar yürütmenin durdurulmasına oybirliğiyle karar vermişti. Ancak aynı mahkeme 16 Kasım 2011’de; daha önce almış olduğu yürütmeyi durdurma kararını, bilirkişi raporundaki çoğunluk görüşüne rağmen gerekçesiz bir kararla kaldırarak Emek Sineması’nın yıkılmasının önü açılmış ve Beyoğlu Belediyesi tarafından 13 Şubat 2013 tarihinde yargı süreci devam eden bir projeye yapı ruhsatı verilmişti.” dedi. Yapıcı, kararın kamuoyuna duyurulması için vatandaşları ve sanatseverleri 17 Ocak Cumartesi günü saat 17.00’de Emek Sineması önünde buluşmaya çağırdı.

13 Ocak 2015 Salı

Hüseyin Avni Danyal: Sanatçıların çoğu kafasını kuma gömdü

Tiyatro ve sinema sanatçısı Hüseyin Avni Danyal, Kadıköy’de PlayStation salonu olan Mustafa Kemal Ekşi Pasajı’nı restore ettirerek tiyatrosunu kurdu. Bu yıl sezonu ‘Öteki’ oyunuyla açan Tiyatro Seyirlik, yıl boyunca üç oyun sahneleyecek. Öteki’de üniversitede tiyatro hocalığı yapan, adalet duygusu yüksek Bay Röpke’yi canlandıran Danyal, “Her an, her insanın başına gelebilecek olan ‘ötekileştirme’ kavramını hatırlatmak istiyoruz.” diyor.Tiyatro Seyirlik, 2013 Aralık ayında açıldı. İstanbul’da tapusunda ‘tiyatro’ yazan tek bina olduğu söyleniyor. Bu doğru mu?Onu araştırmak lazım. Çünkü Beyoğlu’ndaki Ses Tiyatrosu’nun da tapusunda aynı şey yazıyor olabilir. Bu binanın yapım tarihi, 1966-1967. Ulvi Uraz Tiyatrosu olarak inşa edilmiş. Pasaja adını veren Mustafa Kemal Ekşi de binayı yaparken, burayı tiyatro olarak düşünmüş. 1974’e kadar Ulvi Uraz devam ediyor. 1974-2005 arası sinema olarak kalmış. Ben 2013 Mayıs ayında devreye girdiğimde iki katlı PlayStation salonuydu burası.Öteki, daha önce Türkiye’de sahnelendi mi?Ben oyunu ilk kez 1985’te Devlet Tiyatroları’na (DT) girdiğim zaman izlemiştim. ‘Tam Rolünde’ ismiyle bir gençlik oyunu olarak sahnelenmişti. 2000’lerin başında Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde öğrenciler tarafından da oynandı. Geçen yıl, ‘Ya Başaramazsak’ı çalıştığımızda, ‘Öteki’yi de sahneye koyan, okul arkadaşım Gürol Tombul ile konuşurken bu oyun geldi aklıma.Başrolünde Hüseyin Avni Danyal’ın yer aldığı Öteki, 16 Ocak’ta saat 20.30’da, 18 Ocak’ta saat 18.00’de Tiyatro Seyirlik’te izlenebilir. Repertuarı belirlerken önemli olan nedir sizin için?Türkiye’nin ya da dünyanın hangi sorunuyla ilgili farklı bir bakış açısı ya da gözlem ortaya çıkarabilir ve seyirciye olaylara farklı bir gözle nasıl baktırabiliriz diye düşünerek repertuvar belirliyoruz. Ötekileştirme kavramı Türkiye’de her zaman olan bir şey. Gündeme dair olması adına yerini bulduğunu düşünüyorum.Gündemdeki hangi konuyla ‘Öteki’yi bağdaştırdınız?9-10 yıldır, ‘benden ya da benden değil’ cümlesi insanların kulağına çok gelmeye başladı. Ötekileştirme kavramı hümanizma içermiyor. Biri varsa, diğeri mutlaka olacaktır. İnsanları sınıflandırmanın yanlışlığını anlatmaya çalışıyoruz.Sanatın da böyle bir görevi var zaten…Evet, sanat muhaliftir. Fakat muhalif olmak, bir şeyin düşmanı olmak demek değildir. Muhalefet lafı bizde yanlış anlaşılıyor. Muhalif olmak, olanın karşısına daha iyi alternatifler çıkarmaktır. Yani A’nın karşısındaki B, A’yı yok etmek için ortaya çıkmaz. A’nın iyi yaptığı şeyler de var, onlara da mı karşı çıkacağız? Muhalif olmak A’yı doğru yönlendirmektir.Sanat camiasının bahsettiğiniz muhalifliği doğru anladığını düşünüyor musunuz?Sanat camiasının anladığını düşünüyorum ama politikacıların çok anladığını düşünmüyorum. Onlar siyasetin içindeki muhalefet diye bakıyorlar ama sanattaki muhalefet başka bir şey. Politikada muhalif olmak ile sanatta muhalif olmak aynı şey değil. Politikadaki biraz daha kirlenmiş bir muhalefet anlayışı. Sanattaki öyle değil. Olanın üzerine yeni şeyler koymak, yeni doğrular çıkartmak adına yola çıkılmış bir muhaliflik.Sizce bu iktidar, sanatçıları neden anlamadı?Galiba tehlike gördüler. Aslında 3-4 yıldır Türkiye’de sanatın uğradığı zarar karşısında başka bir ülke olsaydı, sanatçılar daha büyük tepki gösterirdi. Ülkemiz sanatçıları çok tepki göstermediler. Çoğu kafasını kumun içine gömdü. Çünkü herkes baskı altında. Elinden onu alıyor, bunu alıyor, şunu alıyor. Yani birçok insan işini yapamaz hale getirildi.Peki siz korkmuyor musunuz?Ben siyaset üzerinden tiyatro yapmam. Beni siyaset ilgilendirmez. Sanatın gücü zaten çok büyük. 1985’ten bu yana profesyonel olarak oyunculuk yapıyorum. Demirel, Özal, Tansu Çiller, İnönü, Recep Tayyip Erdoğan iktidarını gördüm. Hangi biri benim oyunculuk anlayışımı değiştirebildi ki? Hükümetler, partiler gelip geçer, biz işimizi iyi yapalım.Bu söylediklerinizden dolayı oynadığıınız dizi bitebilir.Bunlar herkesin bildiği şeyler. Yıpratmak için ya da yanlış bir şey söylemiyorum. Ben işim ve sanatım adına konuşuyorum. Söylediklerimin arasında bir tane siyaset var mı?Öyle bakılmıyor ki, kim muhalefet ediyorsa hedefe o konuluyor.Yok zannetmiyorum, o kadar kıyım durumuna gelmedik.Emin misiniz gelmediğimize?Sanki gelmedik gibi geliyor bana, iyi niyetle bakmaya çalışıyorum. İnşallah öyle olmaz. Olursa ne yaparız? İş yapmamız engellenirse gidip evimizde oturacağız. Yine bir şeyler üretmeye çalışacağız.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Minyatürden icazetli ressam

Fevzi Karakoç'un, 40 yıllık sanat hayatından 100'den fazla eserin yer aldığı ikinci retrospektif sergisi geçtiğimiz hafta İş Sanat Kibele Sanat Galerisi'nde açıldı. "Sanatımın gücü, kültürümüze olan güvenden geliyor.” diyen Karakoç, eserlerinde minyatüre gönderme yapıyor. Uzun boyunlu, ince ayaklı zarif atlarıyla tanınan ressam Fevzi Karakoç, minyatür dersi almadı, icazeti de yok fakat onun resminin temelini minyatür oluşturuyor. Batı sanatından değil, kültürümüzden yola çıkmaya 1972'de Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'ndan mezun olduğunda karar vermiş sanatçı. Herkesin bildiği ama itiraf etmekte zorlandığı şu cümleleri, kültürümüze bakışın kodlarını, kompleksleri oldukça net ifade ediyor: “Bizim kültürümüz küçümsenecek bir kültür değil. Anadolu'da yaşamış kaç bin yıllık kültürler var. Bunları kenara atıp Amerika ya da Avrupa'dan yararlanmak son derece yapay. Neden, onlar modern diye! Bizde maalesef böyle bir kompleks var. Amerika'da okumuş olmak, Batı'dan icazet almak önemseniyor. Benim sanatımın gücü, kültürümüze olan güvenden geliyor. Bugüne kadar resimlerimin yüzde yetmişini hep yabancılar aldı. Çünkü farklı bir şey arıyorlar. Modern sanatın âlâsı kendilerinde var zaten. Sizinkiler özgün, kendinizi yansıtıyorsunuz, diyorlar.”Fakat Fevzi Karakoç'un resmindeki minyatür, saf minyatür değil. İki boyutlu at ve binici figürleriyle Osmanlı'daki resim tarihine ve minyatür sanatına göndermede bulunan sanatçı, eserlerinin konusunu oluştururken Doğu'dan esinlense de ifade şekliyle Batı'yı yansıtıyor. İşte tam da bu noktada sanat dünyasını ikiye ayıran tartışmadaki yerini belirliyor. Evet, sanat çevreleri ikiye ayrılmış durumda. Bir kısım sanatçılar, hat, minyatür, tezhip gibi sanatların aynen olduğu gibi günümüze aktarılarak devamının sağlanmasından ve korunmasından yana. Diğer bir kısım sanatçı ise bu sanatların kendini güncelleyemediğini ve günümüz sanatına dair bir şey söylemediğini, bu yüzden modernize edilmesi gerektiğini savunuyor. Fevzi Karakoç, ikinci kısım sanatçılar arasında. Minyatürün, ortaya çıktığı dönemde çağdaş resmi temsil ettiğine inanıyor ve ekliyor: “Minyatür o zaman kendi çağını anlatıyordu. O dönemin belgesi, belgeseliydi. Ama bugün aynısının yapılmasının bir değeri yok, tekrarı doğru bulmuyorum. Bizim yapabileceğimiz en iyi şey, o minyatürleri restore etmek, müzelerde en iyi şekilde korumak ve dünyaya göstermek. Aynısını yapmakla minyatüre iyilik etmiş olmayız. Minyatürden yararlanıp günümüz dünya sanatına bir katkı sunabiliyorsanız o zaman güzel. Çağımız başka bir yere gidiyor.”Kibele Sanat Galerisi'ndeki sergisini de bu gözle izlemek gerekiyor. Eserlerinde mantık ve duygu kavramlarını ustalıkla harmanlayan Karakoç, 40 yılı aşan sanat hayatında tekdüzeliğe düşmeden sürekli yeninin peşinde. 1968-1990 yılları arasında insanlar ve toplumlar arası ilişkilere odaklanan sanatçı, 1990 sonrası yaptığı eserlerde sıradan objeleri ya da figürleri resmediyor. Tuvallerindeki atlar, biniciler, meyveler farklı kültürler ve hikâyeler arasında bir köprü işlevi görüyor. Fevzi Karakoç'un ikinci retrospektif sergisi 21 Şubat'a kadar açık kalacak.Günümüz resminin temeli minyatürde var“Osmanlı döneminde savaşlar, güncel olaylar, törenler hep minyatürle anlatılmış. Minyatürün yapım tarzı Avrupa resminden çok farklı. Bizde perspektif yok. Öndeki, arkadaki insanlar hep eşit, aynı dizilir. Bunun nedeni doğayı taklit etmemektir. Daha kurgulanmış resim oluyor o zaman. Günümüzde de resmin temel unsuru bu. Kendini kurgulaması. Yoksa doğadaki aynen alıp tuvale koymak resim olmuyor. Doğada en güzel var zaten, onu aynen aldığınızda taklit etmiş oluyorsunuz. Kurgularsanız daha farklı bir şey yapmış oluyorsunuz. Bir de mesela, çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul'a gidiyorum, bakıyorum, resimlerin, çalışmaların çoğu bir yerlerden alıntı. Her biri, yabancı sanatçıların birer şubesi gibi. Neymiş, modern. Çünkü bizde toplum hafızası yok. Dışarıda da ne olduğunu incelemiyorlar. ‘Bu çok iyi, bunu alayım' diyorlar. Patent çalmak gibi bir şey bu. Ülkemiz modern sanatında karakteri oturan sanatçı da var, oturmayan da.”

10 Ocak 2015 Cumartesi

Türkiye’nin karmaşası karşısında afalladım!

“Okuma arkeoloğu” Arjantinli yazar Alberto Manguel, Boğaziçi Üniversitesi’nin düzenlediği “Chronicles” projesi için iki haftalığına İstanbul’a geldi. Bu vesileyle Manguel’le Chronicles’ı ve geçtiğimiz yıl katıldığı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın izinde başladığı Beş Şehir projesini konuştuk.Geçtiğimiz yıl başka bir proje için İstanbul’a gelmiştiniz. Bu defa şehre hangi açıdan bakacaksınız?Açıkçası şimdi ne yazacağımı bilemiyorum. İstanbul hakkında ya da üniversite hakkında olmak zorunda değil yazacaklarım. Özgür bırakıldım ve böylesi, yönlendirmeler eşliğinde yazmaktan çok daha zor.“Beş Şehir” kitabınız bu yıl yayımlanacak. Kitap bitti mi? Çerçevesini nasıl çizdiniz? İçeriğinde neler olacak?Biliyorsunuz, Tanpınar bu şehirleri seçti çünkü oralarda yaşadı. Bir gezi kitabı değil, sadece konuların olduğu bir meditasyon kitabıydı. Erzurum’da müzik üzerine konuşurken, Bursa’da zaman üzerine seçmiş konularını. Ben de aynı stili seçtim. En büyük fark, tabii ki, Tanpınar’ın yeteneğine sahip olmamam. Tanpınar’ın kültürel bilgisine sahip değilim, Türkiye üzerine fiziksel bilgisine de. Bir yabancı olarak, Türkiye hakkında varsayımlar edinmemeye özen gösterdim. Böyle bir hataya düşmek çok kolay çünkü. V.S. Naipul örneğin, Arjantin’e geldi ve bir kitap yazdı. Kültürel hatalarla dolu bir kitaptı. Onun gibi bir hataya düşmemeye çalıştım. Bazı durumlar beni çok şaşırttı. Mesela Bursa’da her yerde, çok fazla saat görmek. Bu kadar çok saat görmek insana zamanı düşündürüyor. Tıpkı Tanpınar’ın şiirindeki gibi. Zamanın niye Türkiye’nin doğusunda İstanbul’dan farklı göründüğünü düşündüm.Tanpınar’ın Beş Şehir’i ile nasıl benzerlikleri var?Çok olmadı çünkü her şey çok farklı. Onun deneyimleri, bilgisi ve tabii ki yazdığı zaman farklıydı. Dışarıdan gelen biri olarak benim için Türkiye’nin tarihi, Roma İmparatorluğu’nun, Osmanlı’nın devamı. Belki benim cahilliğimden kaynaklanıyor ama bu konuda konuşurken kendimi daha özgür hissediyorum. Tanpınar, sadece Türkiye’nin kimliği hakkında konuşmayı gerekli görüyordu, daha sonra kimliği açıklayan rotalara bakılması gerekiyordu ona göre. Ben öyle görmüyorum. Türkiye’nin kendi kimliği, tarihi olabilir. Ama baktığımda Osmanlı etkisi yok sayılamaz, bir camiye baktığımızda onun 1930’da değil, belki 1330’da yapıldığını görürüz.Tanpınar’ın izinde dolaşmak nasıl hissettirdi size?Harika bir duyguydu. Hâlâ Türkiye’nin büyüsü altındayım. 20 yıl önce İstanbul’a oğlumla gelmiştim. Ama o zaman Türkiye’nin ne kadar karışık olduğunu, burada kaç Türkiye olduğunu anlamamışım. Bu beş şehir gibi yüzlerce şehir olduğunu bilmek, çok büyük bir sarayın sadece beş küçük odasını görmek gibi. Belki bir gün keşfederim. Türkiye’nin karmaşası karşısında afalladım.Manguel ile bir cümle, bir yorum!Kitaplar, kütüphanelerle ilgili şimdiye kadar çok yazdığı, çok konuştuğu için de onunla bir oyun oynadık. Ona bazı yazarlardan alıntıları verdik. Manguel gibi bir okur, bu cümlelerle karşılaştığında ne düşünür, ne hisseder?*“İyi bir yazı yazmak için gereken tek şey kalptir.” (William Faulkner)Bu çok güzel bir cümle ama doğru değil. Çünkü her şeyden önce herkesin kalbi var. Metaforik olarak, kalbi olmanın iyi bir insan olmak anlamına geldiğini söyleyebilirsiniz. Tabii ki herkes iyi insan değildir ama iyi bir insan olmanız halinde bile bu sizin iyi bir yazar olacağınız anlamına gelmez. Gerçekte, edebiyattaki korkunç paradokslardan biri, bazı iyi insanların iyi yazar olmadıkları ve iyi olmayan insanlarınsa çok iyi yazar oldukları yönünde. Mario Vargas Llosa, korkunç bir insandı mesela ama çok iyi bir yazardı. Ve belki de 20. yüzyılın en önemli yazarlarından Louis-Ferdinand Céline, berbat, ırkçı bir yazardı. Şimdi isimlerini söyleyemeyeceğim çok iyi insanlar da var ki, iyi kitaplar yazamadılar.*“Kitaplar, kalemler aldım, hiçbirine doyamadım.” (Adnan Binyazar)Kesinlikle haklı! Borges gibi bazı okurlar vardır ki, onlar az kitapla yetinirler. Daha fazlasını istemezdi, daha fazla eline geçtiğinde de onlardan kurtulurdu, kitaplara sahip olmak önemli değildi. Cervantes gibi başka okurların da kitaplara karşı dinmeyen bir açlığı olur. Günümüzde bağımlılığın çeşitleri arttı; alkol bağımlılığı, uyuşturucu bağımlılığı… Sabit ve hiç tatmin etmeyen bağımlılıklar haline geldi. Ve evet, kâğıda ve mürekkebe de, ben de bu duyguyu Binyazar’la paylaşıyorum.*“Al, öp kitabı.” (William Shakespeare)Kitabı idealize etmenin tehlikesi var. Shakespeare’in bu alıntısı kutsal kitap olarak İncil’e referans veriyor. Eski zamanlarda kutsal kitap, Tanrı’nın sözü olduğu için öpülürdü. Fikrin kaynağı bu. Salman Rushdie, ailesiyle ilgili bir hikâye anlatır. Müslüman bir aile olarak sadece Kur’an-ı Kerim yere düştüğünde kaldırılıp öpülmez, yere düşen bir telefon rehberi bile olsa o, yerden alınıp öpülürmüş. Çünkü içinde ne yazdığından bağımsız olarak kitap olması, içinde kelimelerin bulunması onu kutsal kılarmış. Eğer kitabı idealize ederseniz, onu bir obje olarak göklere çıkarırsanız içeriğin uzmanı olamazsınız. Ben bunun tehlikeli bir davranış olduğunu düşünüyorum.*“Evet, neşe, tatmin ve arkadaşlık var- ama dehşet verici bir farkındalık içindeki ruhun yalnızlığı da bir o kadar korkunç ve yıkıcı.” (Sylvia Plath)Kesinlikle haklı. Ama ben yalnız hissetmiyorum kendimi. Kendini yalnız hisseden, yalnızlık içinde olan insanlara karşı derin bir merhamet duyuyorum. Yalnız hissetmekle yalnız olmak arasında fark var. Özellikle sabahları yalnız olmayı severim. Kitaplarımla yalnız kalmayı isterim. Kitaplarımla çevrelenmişken yalnız hissetmem. Ve bir yerlerde ailemin, arkadaşlarımın olduğunu bilmek bana bunu hissettirmez. Yalnızlık biraz kendini insanlıktan soyutlamakla ilgili.*“Kafamda bir tuhaflık var” dedi Mevlut. “Ne yapsam bu âlemde yapayalnız hissediyorum.” (Orhan Pamuk)Şimdi size daha önce anlatmadığım bir şey anlatacağım. 5-6 yaşlarında küçük bir çocukken, bakıcım beni Tel Aviv’de çok büyük bir parka götürmüştü. Ve ben kayboldum. Bir, iki saat boyunca etrafta yürüdüm. Küçük bir çocuk için sonsuza kadar sürecek bir kayboluş gibiydi. Sonra birden gözümde büyük bir elin içinde olduğum görüntüsü belirdi. Kaybolmuş olamazdım. Muhteşem bir rahatlama hissettim. Ve bu his beni hayatım boyunca terk etmedi.*“Okuyorum ve işte özgürüm. Nesnelliğe ulaşmışım. Ben olmaktan, o dağınık varlık olmaktan çıkmışım.” (Fernando Pessoa)Evet, çünkü orada yazan kelimeler oluyorsunuz. Ne zaman Don Kişot’u okusam kendimi daha iyi bir insan olarak duyumsarım. Dante’nin yolculuklarında ona eşlik ettiğimde, aynı sorularla yüzleşirim. Kitaplar, daha iyi düşünmenize yardım eder…*“Bireysel kaderlerimize rağmen, hiç tanımadığımız şahsiyetlerin birer parçasıyız.” (Julio Cortazar)Benim teorim, hayatımız boyunca kişiliğimizin parçası olacak insanlara ihtiyaç duyarız. Bazen kim olduklarını biliriz, bazen bilmeyiz. Mesela, son zamanlarda lisede çok sevdiğim öğretmenlerimden biri öldü. Ve o öldüğünde düşünme şeklimin ne kadar o olduğunu anladım. Birini etkilediğinizde, bir başkası için önemli bir hale geldiğinizde ölümsüzlüğünüzden o insan sorumlu hale gelmeye başlıyor. Ben onu hatırlayarak, düşünerek, benim bir parçam olduğunu hissederek, öğretmenimin hayatını uzatmaya başladığımı hissettim. Onlar bizdeki, bilmediğimiz karakterlerdir. Bazen onları keşfederiz.*“Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık.” (Dostoyevski)Bu iyi bir hastalık. Dünyanın farkına varmanıza ve onu anlamaya çalışmanıza yarar. Ama hiçbir zaman yeterince bilinçli olamayız. Jung’un bir teorisi var. Ne kadar bilinçli olursak, bilinçsizliğimiz o kadar artar diyor. Yani ne kadar aydınlanırsak, gölgede kalan yanımız da o kadar büyür.

9 Ocak 2015 Cuma

Köpeklerin isyanı

Macar oyuncu-yönetmen Kornél Mundruczó imzalı Beyaz Tanrı / Fehér Isten filmi, büyüme çağındaki bir çocuk ile köpeği arasındaki dostluk üzerinden modern toplumun sorunlarına değiniyor. Etkileyici görselliği ve seyirciyi ikilemde bırakan alt metinleri ile 2015’in yıl sonu listesine girmeyi şimdiden hak ediyor.Bazı filmler tahlihsiz ‘doğar’. Gerçek hayat gibi acımasız bir düşmanı vardır onların. 2002 yapımı Telefon Kulübesi / Phone Booth, orta karar bir gerilimdi. Keskin nişancının tehdit ettiği bir adamın telefon kulübesinde geçen öyküsünü anlatıyordu. 2002 Kasım’ında gösterime girecek filmin fragmanları sinemalarda dönerken, vizyon tarihinden birkaç hafta önce, ABD’nin üç eyaletinde 10 kişinin ölümüyle sonuçlanan keskin nişancı dehşeti yaşanınca gösterimi ertelendi. Telefon Kulübesi, ancak 2003’ün Nisan ayında gösterilebildi.Suç Çetesi / Gangster Squaid (2012) de yakın zamandan bir talihsiz. Sean Penn, Josh Brolin, Emma Stone, Ryan Gosling gibi yıldız oyuncuların yer aldığı film, 7 Eylül 2012’de gösterime girecekti. Ancak 20 Temmuz günü Colorado’da bir sinema salonunu basan 25 yaşındaki genç, 12 kişiyi silahla öldürdü. Bu korkunç olayın tıpatıp aynısı 1940’ların suç dünyasını anlatan Suç Çetesi filminde de geçiyordu. Filmin fragmanı derhal yayından kaldırıldı, vizyon tarihi de ocak ayına ertelendi. Ancak olayın etkisi uzun süre devam etti ve filmin gösterimi 2013 Haziran’ında, sinema baskını sahnesi olmaksızın yapıldı.Macar oyuncu ve yönetmen Kornél Mundruc-zó’nun Beyaz Tanrı / Fehér Isten filmi ise bugünün ‘talihsizi’ sayılabilir. Alt metninde Avrupa’daki yabancı düşmanlığına dikkat çeken film, mizah dergisi Charlie Hebdo’nun Paris’teki merkezine yapılan vahşi saldırıdan birkaç gün sonra gösterime giriyor. Her ne kadar, geçtiğimiz mayıs ayında ödül aldığı Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapsa da Türkiye’deki vizyon tarihi, filmin anlatmaya çalıştıklarını gölgede bırakacak bir zamanlamaya sahip.“KÖTÜ OLAN HER ŞEY SEVGİMİZE MUHTAÇTIR”13 yaşındaki Lili (Zsófia Psotta), annesinin üç aylık yurtdışı seyahati sırasında babasına taşınır. Kuralcı baba, Lili’nin köpeği Hagen’ı hoş karşılamaz. Ayrıca, Macaristan’da yeni bir kanun çıkmıştır. Melez köpekler, fazladan vergiye tabi tutulacaktır. Yeni yasanın yanı sıra komşuların şikayetini de bahane eden baba, Hagen’ı sokağa atar. Ev köpeği Hagen, bir süre sokaklarda bocalar, işkencelere maruz kalır, dövüştürülür. Ve bir gün melez köpeklerle birlikte Budapeşte sokaklarında isyan çıkarır...Beyaz Tanrı’nın iki fantastik sahnesi var, biri açılışta diğeri kapanışta. Yönetmenin söylemeye çalıştıkları için sadece bu iki sahne bile yeterli. Kornél Mundruczó, epigraf niyetine Rilke’den bir alıntıyla açıyor filmini: Kötü olan her şey sevgimize muhtaçtır. Sinemaseverler, aynı cümleyi William Monahan’ın Londra Bulvarı (2010) filminden hatırlayacaktır. Bir Lassie öyküsü gibi başlayan film, Maymunlar Cehennemi Şafak Vakti (2014) ve Hitchcock klasiği Kuşlar’a (1963) kadar uzanıyor. İki farklı köpeğin ‘oynadığı’ Hagen, isyancı maymun Caesar’ın bir benzeri.Macar yönetmen, ilk katmanda insanların köpeklere yaklaşımını ele alıyor. İkinci katmanda ergen bir karakter ile köpeğin dostluğu üzerinden modern toplumun ‘ötekine’ bakışına odaklanıyor. Efendi-köle ilişkisi ise üçüncü aşamada devreye giriyor ve Avrupa’daki yabancı düşmanlığı ile göçmen sorunu resmediliyor. Ancak Kornél Mundruczó, bu katmanların altını çizmede, biraz çekingen ve kararsız. Hagen’ın durumuna dair alegoriyi vurgulamaktan kaçınan yönetmen, teraziyi daima köpek-insan ilişkisinde sabitliyor. Bu bilinçli tercih, filmin alegorisini zayıflatmasına rağmen, final sahnesindeki ‘eşitleme’ etkisiyle birlikte izleyici için o ana kadar derinlerde saklı olan bütün metaforların su yüzüne çıkmasına sebep oluyor.Hagen’ı oynayan iki köpek, filmin ‘yıldızı’. Sivas’taki tartışma Beyaz Tanrı için de geçerli. Lili’de küçük oyuncu Zsófia Psotta gayet başarılı. Sallantılı omuz kamerası, dinamik kurgusu, titiz görselliği, seyirciyi ikilemde bırakan alt metinleri ile Beyaz Tanrı, 2015’in yıl sonu listesine girmeyi hak eden yapımlardan.

8 Ocak 2015 Perşembe

Gazetecinin zeki, çevik ve yandaşı makbuldür!

Aylık tarih dergisi #tarih, ocak sayısında 1830’lardan günümüze iktidarın medyaya baskısının tarihçesini araştırdı. Murat Toklucu’nun hazırladığı dosyaya göre, ‘basına egemen olmak, aynen bugün olduğu gibi, dün de iktidar sahipleri tarafından bir hak olarak görülüyordu.’Türkiye’de iktidar, her dönemde basını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalıştı. Ancak bugün gelinen noktanın tek sebebi iktidarların baskısı değildi. #tarih dergisi 2015’in ilk sayısında, kapak konusunu 1830’lardan günümüze kadar Türk medyasının üzerindeki baskıya ayırdı. Murat Toklucu’nun hazırladığı “Devletin Eli Hep Basının Üzerindeydi” dosyasında, baskı tarihçesi sekiz dönemde inceleniyor.‘Sansür Kurulu’ iş başında1831-1908 Türk Basınının Erken Dönemi’nde, devlet kontrolünde yayımlanan Takvim-i Vekayi, Ceride-i Havadis ve özel teşebbüsün ilk gazetesi Tercüman-ı Ahval çıkıyor. Daha sonra yayınlanan Tasvir-i Efkar, Muhabir ve daha birçok gazete muhalif yazılar nedeniyle kapatılıyor, gazeteciler sürgün ediliyor. 23 Nisan 1877’de, İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir Sansür Kurulu oluşturuluyor. Yazı işleri müdürleri gazeteyi baskıya yollamadan önce bütün yazıları bu kurulun onayına sunuyorSoma-Bandırma demiryolunu yazdı, öldürüldü1908-1918 İttihat ve Terakki dönemi diye adlandırılan ikinci dönemde üç muhalif gazeteci; Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Bey’ler öldürülüyor. 9 Haziran 1910 gecesi, Bahçekapı’da öldürülen Ahmet Samim, Sada-yı Millet gazetesinin yazarlarından. Yazılarıyla İttihatçıları rahatsız eden Samim, Divanı Harbi Örfi’nin gizli işkence usullerine dair belgeleri ve Soma-Bandırma demiryolu imtiyazının içyüzünü açığa çıkardığı için öldürülmüştü.Atatürk’e özür telgrafı çeken gazeteciler, beraat etmişti1925-1929 Takrir-i Sükun Dönemi’nde Şeyh Sait isyanından üç hafta sonra çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu, TBMM’yi devre dışı bırakarak Bakanlar Kurulu’na olağanüstü bir yetki tanıyor. Ardından bütün muhalif gazeteler kapatılıyor ve gazeteciler isyana yol açtıkları gerekçesiyle yargılanıyor. Fakat daha sonra bütün gazeteciler, Atatürk’ten özür ve af dileyen telgraf çektikten sonra beraat ediyor.Bir gazete yağmalandı1930-1946 Matbuat Dönemi’nin en önemli olayı hiç şüphesiz, 4 Aralık 1945’te yapılan Tan gazetesi baskını. 2. Dünya Savaşı yıllarında tek parti rejimi altındaki Türkiye’de savaş karşıtı ve anti-faşist demokrasi cephesinin bayraktarlığını üstlenen Tan’ın merkezi ve matbaası, 4 Aralık 1945’te elleri balyozlu bir grup tarafından yağmalandı. Gazete sahipleri Sabiha ve Zekeriya Sertel yargılandılar, beraat ettiler ama ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Vatan gibi diğer gazeteler ise Tan’a sahip çıkmak yerine bu baskını, komünizme karşı haklı bir tepki olarak değerlendirdi.‘Besleme basın’ dönemiCumhuriyet tarihinin en büyük iktidar-basın kavgası, 1946-1960 Çok Partili Dönemi’nde yaşandı ve bugünlere hiç de yabancı olmayan ‘besleme basın’ ifadesi ilk kez o dönem ortaya çıktı. Adnan Menderes iktidarı, basını ekonomik olarak sıkıştırmak için hamleler yapıyor. Gazeteler için bugün bile önemli bir gelir kaynağı olan resmi ilanlar o yılların gazeteleri için hayati önem taşıyor. Resmi ilan dağıtımında tiraj, kadro gibi bazı kıstaslar olmasına rağmen DP hükümeti, bu kıstasları göz ardı edip, ilanları istediği gibi yandaşlarına veriyor.Patronlar gazetecilere karşı“1960-1980 Mücadele Yılları”nın en önemli olayı, 8 gazetecinin öldürülmesinin yanı sıra, 1961’de gazetecilere yeni haklar tanıyan kanunu protesto eden 9 gazete (Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Vatan, Yeni İstanbul, Yeni Sabah) patronunun gazetelerini üç gün çıkarmama kararı almasıydı. Gazeteciler de buna karşı eylemler yapıyor ve üç gün boyunca Basın adlı başka bir gazete çıkarıyorlar. Gazeteciler, yaptıkları sokak eylemlerinde ‘Patronlar paralarını, biz hayatımızı koyduk’, ‘Gazeteyi patron değil, biz çıkarıyoruz’ yazılı pankartlar açıyor.3 bin gazeteci yargılandı12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan sıkıyönetim süreci, gazeteciler için de kara günlerin başlangıcıydı. “1980-1990 Evren’li ve Özal’lı Yıllar” olarak ifade edilen bu dönemde, gazeteci Hıfzı Topuz’un aktardığı rakamlara göre 1980-1990 arasında 2 binin üzerinde basın davası açıldı, 3 bin gazeteci, yazar ve yayıncı yargılandı. Yazı işleri müdürlerine 5 bin yıldan fazla hapis cezası verildi.37 fail-i meçhul“1990-2000 Faili Meçhul Yıllar” dönemi, basın tarihinin en karanlık yılları. Bu dönemi anlatmak için öldürülen gazetecilerin listesini vermek bile yeterli. 1990’larda tam 37 gazeteci ve yazar, çoğu aydınlatılamayan, şüpheli suikastlara kurban gitti. En kötü yıl, 14 gazetecinin öldürüldüğü 1992 yılıydı. Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Metin Göktepe bu dönemde öldürülen gazeteciler arasındaydı.Kâbus gibi yıllar#tarih dergisi Genel Yayın Yönetmeni Gürsel Göncü, ‘edito’ başlıklı yazısında son 14 yılı “2000-2014 Kâbus Dolu Yıllar” başlığıyla değerlendiriyor. Göncü’nün ifade ettiği gibi, 14 Aralık 2014 sabahı Zaman Gazetesi’ne ve Samanyolu TV’ye yapılan baskının ne anlama geldiğini anlamak için 184 yıllık basın tarihine bakmak yeterli. Medyaya baskının önlenemez yükselişi, görünen o ki, hiç de sürpriz değil.Tarihî bir kare28 Nisan 1994’te yayımlanmaya başlayan Özgür Ülke, Özgür Gündem’in devamıydı. 220 sayısı toplatılan gazetenin İstanbul ve Ankara binaları 3 Aralık 1994’te bombalandı. Gazete yetkilileri, Başbakan Tansu Çiller imzalı bir gizli genelgedeki ‘Başta Özgür Ülke olmak üzere yıkıcı ve bölücü yayınların bertaraf edilmesi’ ifadesine dayanarak patlamadan devleti sorumlu tuttu. Patlamadan sonra sanatçılar gazeteye destek verdi. Fotoğrafta, İstiklal Caddesi’nde Özgür Ülke satma eylemi yapan Murathan Mungan, Latife Tekin, Lale Mansur, Orhan Pamuk ve Orhan Alkaya görülüyor.

7 Ocak 2015 Çarşamba

2015’te neler izleyeceğiz?

Mağlup futbolcuların ‘önümüzdeki maçlara bakacağız’ tesellisinde olduğu gibi biz de 2014’ü bir an önce unutup henüz ilk günlerini yaşamakta olduğumuz 2015’in bize vaat ettiklerine bakıyoruz. 2015 sonunda ‘yılın en’leri listesine girmesi muhtemel filmleri derledik.Sinemaseverler yılın filmlerini, kitap kurtları yılın romanlarını, sergi gezginleri yılın sergilerini, müzik tutkunları yılın şarkısı ve şarkıcısını çoktan seçti. Dolayısıyla, 2014’te izleyip gördüklerimizi listeler halinde istifleyip hatıralar sandığına kaldırdık. Şimdi ‘önümüzdeki filmlere’ bakma zamanı...OSCAR YOLCUSU KALMASIN87. Oscar Ödülleri’nde yarışacak filmler, vizyonda öncelik sahibi. Aday listesinin 15 Ocak’ta açıklanacağı Akademi Ödülleri 22 Şubat’ta verilecek.LEVIATHAN (16 Ocak):Andrey Zvyagintsev’in son filmi, İncil’deki Hz. Eyyub kıssasından hareketle, canavarlaşan devleti resmediyor. Olaylar günümüz Rusya’sında geçmesine rağmen hayli tanıdık!FOXCATCHER (30 Ocak): Cannes ödüllü Bennett Miller filmi, şimdiden Oscar’ın favorilerinden. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan yapım, olimpiyat şampiyonu güreşçi kardeşler Mark ve Dave Schultz’un trajik öyküsünü anlatıyor.TURİST (6 Şubat): Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ının güçlü adaylarından İsveç yapımı Turist, Alpler’e tatile giden ‘mükemmel’ ailenin doğa ile imtihanını çarpıcı bir şekilde perdeye yansıtıyor.SELMA (6 Şubat): Siyahilerin sivil haklar mücadelesinden bir kesit sunan film, Martin Luther King’in 1965’teki meşhur yürüyüşünü anlatıyor.YAPAY OYUN (20 Şubat): 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin haberleşme sistemi Enigma’nın şifresini çözen ünlü matematikçi Alan Turing’in merkezde olduğu film, Oscar yarışında öne çıkıyor.BIG EYES (20 Şubat): Sıradışı filmlerin yönetmeni Tim Burton, ‘Oscarlık’ bir film yaparak herkesi şaşırtıyor. Amy Adams ile Christoph Waltz’ın oynadığı film, 1950’lerde ünlenen ressam Margaret Keane ile kocasının güç mücadelesine odaklanıyor.BIRDMAN (27 Şubat): Meksikalı yönetmen Inarritu, Birdman ile kara komedi sularına yelken açıyor. Michael Keaton’ın oynadığı film, gözden düşmüş bir aktörün yaşadıklarını ele alıyor.‘KHALESİ’ TERMİNATÖR OLUYOR!Yapım şirketlerinin değişmez gelir kapısı devam filmleri 2015’te de gözde.YENİLMEZLER: ULTRON (1 Mayıs): Marvel’in ‘voltranı’ Yenilmezler’in devamında Iron Man ve arkadaşları Ultron’a karşı güçlerini birleştirir.JURASSIC WORLD (12 Haziran): Steven Spielberg’in sinema dünyasına kazandırdığı serinin dördüncüsünde yönetmen koltuğunda Colin Trevorrow var. Bryce Dallas Howard ile Chris Pratt’in oynadığı film, dinozorlara bir kez daha merhaba diyecek.TERMINATÖR: GENISYS (1 Temmuz): Terminatör’ün beşinci filminde Game of Thrones’un Khalesi’si Emilia Clarke, Sarah Connor’u oynayacak. Arnold Schwarzenegger’in de ‘akıl hocası’ olarak konuk olacağı film, yeni bir üçlemenin ilk ayağı.SPECTRE (6 Kasım): James Bond’un 24. filminde 007’nin geçmişinden gelen şifreli bir mesaj ile olaylar gelişir. Sam Mendes’in bir kez daha kamera arkasına geçtiği filmde, kötü adamı Christoph Waltz oynarken Daniel Craig’e Ralph Fiennes, Monica Bellucci ve Lea Seydoux eşlik edecek.AÇLIK OYUNLARI: ALAYCI KUŞ BÖLÜM 2 (20 Kasım): Serinin finalinde Katniss Everdeen, içindeki liderlik dürtüsünü daha fazla dizginleyemeyip Capitol’e doğru harekete geçiyor.STAR WARS VII: GÜÇ UYANIYOR (18 Aralık): Yıldız Savaşları, 10 yıl sonra perdeye geri dönecek. J.J. Abrams’ın yönetmen koltuğuna geçtiği filmin efsaneyi bugüne nasıl taşıyacağı merak konusu.GÖREVİMİZ TEHLİKE 5 (25 Aralık): Serinin beşinci filminde Tom Cruise bir kez daha ajan Ethan Hunt’ı oynuyor. Jeremmy Renner, Paula Patton ve Alec Baldwin de filmin kadrosunda.HEYECANLA BEKLENENLERJÜPİTER YÜKSELİYOR (6 Şubat): Matrix serisinin yönetmenleri Wachowski Kardeşler, Bulut Atlası’ndan sonra bir kez daha uzay ve evrene yolculuk yapıyor. Başrollerde Mila Kunis, Channing Tatum var.SİHİRLİ ORMAN (20 Şubat): Rob Marshall’ın yönettiği filmde Kırmızı Başlıklı Kız, Sindrella ve Rapunzel gibi klasikleşmiş masalların kahramanları aynı ormanda buluşuyor. Üstelik Meryl Streep’in oynadığı cadı da onları eğitiyor. Daha ne olsun!. CHAPPIE (6 Mart):Hugh Jackman ve Sigourney Weaver’ın oynadığı film, Güney Afrikalı yönetmen Neill Blomkamp bilimkugu-komedisi.THE GUNMAN (20 Mart): 2015’in hit filmi olmaya aday The Gunman, Sean Penn ile Javier Bardem’i buluşturuyor. Penn, ihanete uğradığı çeteden intikam almaya çalışan bir tetikçi rolünde.INHERENT VICE (24 Nisan): Yıllardır Oscar’ın kıyısından dönen yönetmen Paul Thomas Anderson’ın kendi Zodiac’ını çektiği filmde Joaquin Phoenix, Josh Brolin ve Reese Witherspoon oynuyor.PAN (17 Temmuz): İngiliz yönetmen Joe Wright, Anna Karenina’dan sonra Peter Pan’ın dünyasına giriyor. Hugh Jackman, Amanda Seyfried ve Rooney Mara kadroda.MARSLILAR (27 Kasım): Exodus ile Eski Mısır’a giden Ridley Scott, Marslılar’da yeniden uzaya çıkıyor. Mars’a giden bir grup astronotun hayatta kalma mücadelesini anlatan filmde Jessica Chastain, Kate Mara, Matt Damon ve Jeff Daniels oynuyor.JOY (25 Aralık): David O. Russel, Umut Işığım filminden sonra Jennifer Lawrence, Bradley Cooper ve Robert de Niro üçlüsünü yeniden bir araya getiriyor. Film, bekar bir annenin ülkenin en büyük girişimcisi olmasının öyküsünü anlatıyor.UYARLAMALAR VE YERLİLERCINDERELLA (13 Mart): Edebiyat uyarlamalarının yönetmeni Kenneth Branagh’ın Cinderella’sında Lily James, Helena Bonham Carter ve Cate Blanchett rol alıyor.MAD MAX: FURY ROAD (15 Mayıs): Mel Gibson’ı sinemaya kazandıran Mad Max efsanesinin yeni filmi yine geleceğin tekinsiz atmosferinde geçecek. Başrollerde Tom Hardy ve Charlize Theron var.FRANKENSTEIN: Mary Shelley’nin klasik romanı 2015’te iki filmle beyazperdede. Bernard Rose’un yönettiği ve Carrie-Anne Moss’un başrolde yer aldığı Frankenstein ile Daniel Radcliffe ve James McAvoy’un oynadığı Victor Frankenstein 2 Ekim’de gösterime girecek.SON MEKTUP (18 Mart): Özhan Eren, Doğu cephesinde geçen 120’den sonra bu kez bir Osmanlı savaş pilotu üzerinden Çanakkale Savaşı’nı anlatıyor.VETERİNER NİYAZİ GÜL (8 Mayıs): Filmin adı netleşmedi ancak Ata Demirer çok sevilen veteriner Niyazi Gül tiplemesini sonunda sinemaya taşıyacak.MAGİ (15 Mayıs): Dabbe serisiyle korku sinemamıza soluk aldıran Hasan Karacadağ’ın Hollywood prodüksiyonunda çekeceği filmde Michael Madsen ve Stephen Baldwin oynayacak.