30 Haziran 2014 Pazartesi

Zincir müzeler dönemi

Avrupa ve Amerika’daki büyük sanat kurumlarının müze ihracı artıyor. New York’taki Guggenheim ve Paris’teki Louvre markalaşan müzelerin başını çekerken Londra, Guggenheim Müzesi ile işbirliği için çalışmalara başladı. Louvre Abu Dabi Müzesi ise Aralık 2015’te kapılarını açacak.Dünya mimarlık literatürüne ‘Bilbao Etkisi’ (Bilbao Effect) olarak geçen kavrama meraklısı aşinadır. Kısaca değinecek olursak, senelerce bir endüstri kenti olarak ömrünü devam ettiren İspanya’nın Bask bölgesindeki Bilbao, ekonomik krizler ve işsizlikle boğuşan kendi halinde bir şehir iken bir anda talihi döner. İspanyolların bile çok yüz vermediği, pek yolunun düşmediği Bilbao, 1997’de açılan Guggenheim Müzesi ile yeni bir çehreye kavuşur ve dünyanın dört bir yanından sanatseverlerin ziyaret ettiği bir kent haline gelir. New York’ta 1959’da kurulan Guggenheim Müzesi, elindeki dev koleksiyonu sergilemek için mekan sıkıntısı yaşarken Avrupa’da yeni bir mekan arayışına girince Bilbao’daki müze hayata geçirilir. Dünyaca ünlü mimar Frank Gehry, müzeyi kentin gecekondu mahallesine inşa eder, binanın ihtişamı da göz doldurur; öyle ki müze inşaat halindeyken bile günlerce konuşulur ve tartışılır. Açıldıktan sonra “modern zamanların en önemli binası” olarak tanımlanır ve kent bir anda sanatseverlerin ve turistlerin akınına uğramaya başlar. Müzenin hem mimari hem de turistik katkısı pek çok şehri kıskandırır; zira her yıl müzeyi ziyaret eden insan sayısı yaklaşık bir milyonu bulmaktadır.Bir kentin talihini bir anda değiştiren bu türden vakalara rastlamak çok kolay olmasa da her şehrin biraz Bilbao etkisi yaşamaya meraklı olduğu söylenebilir. Özellikle yerel yönetimler, kültür sanat kurumları, büyük şirketler, ‘marka’ müzeleri kendi şehirlerinde şube açmaya çağırırken, dünyada zincir müzeler gitgide çoğalıyor. Guggenheim ve Louvre bu markalaşan kurumların başını çekerken, “gelecek, zincir müzelerin mi olacak?” sorusu iyiden iyiye tartışılmaya durdu. Londra, geçtiğimiz günlerde Guggenheim Müzesi ile işbirliği için çalışmalara başladığını duyurdu. Londra’nın Türk kökenli Belediye Başkanı Boris Johnson, müzenin Londra’da açılmasıyla şehrin bir kültür merkezi olarak konumunu daha da artıracağını dile getirdi. Fakat, Bilbao etkisinin her şehre uyduğunu söyleyemeyiz, zira Berlin’de 1997-2013 arasında faaliyet gösteren Deutsche Guggenheim ve 2001-2008 arasında faaliyet gösteren Las Vegas Guggenheim Hermitage da bir başarısızlık örneği olarak değerlendiriliyor.SÜNNET DÜĞÜNÜ YAPILAN MÜZE!Pek çok şehir, Guggenheim markasını kentine çekmek için epey çaba harcıyor, fakat zincir müzelerin kültürel üretime katkısı konusu çetrefilli. Yakın zaman önce, Fransız hükümetiyle Abu Dabi şehri arasında imzalanan ve 30 yıl geçerli olacak anlaşma kapsamında inşa edilmesine karar verilen Louvre Abu Dabi Müzesi, Aralık 2015’te kapılarını açacağını duyurdu. Bu fikir 2007’de ilk kez paylaşıldığında dünyanın dört bir yanından arkeologlar, sanat tarihçileri ‘müzeler satılık değil’ sloganıyla eylem başlatmıştı. Guggenheim Abu Dabi de 2015’te açılmayı planlarken, daha inşaat halindeki müzeye karşı protestolar ve tartışmalar sürüyor. Uluslararası sanatçı grupları ve eylemciler Guggenheim’ı ‘52 Hafta’ adını verdikleri yeni bir kampanyayla boykot ederek, her hafta yeni işler üreteceklerini ve müzenin inşaatında çalışan göçmen işçilere karşı insanlık dışı uygulamalara dikkat çekeceklerini duyurdu.Avrupa ve Amerika’daki büyük sanat kurumlarının müze ihracaatı artıyor. Bu konuda şehirlere destek veren marka müzeler gerekli altyapıyı hazırlayarak destek oluyor. Bu gelişmelerin sonuncusu ise İngiltere’nin önemli müzelerinden Victoria & Albert’ın, Çin’in Shenzhen kentinde açılacak tasarım müzesi için masaya oturması. Ülkenin tasarım sanatını dünyaya tanıtmayı amaçlayan bu müzenin 2016’da açılması planlanıyor. Müzede Victoria & Albert için bir galeri ve sergi alanı da yer alacak.Dünyada yaşanan bu trende rağbet artarken ülkemizdeki hayli ironik duruma da değinmek gerek. Bir tarafta geçtiğimiz nisan ayında Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 2014 Yılı En İyi Müze Ödülü’ne Bayburt’un Bayraktar köyünde kurulu Baksı Müzesi layık görülürken, öte tarafta Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi’nde düzenlenen sünnet düğünü!... Müzelerin bazı bölümlerinin çeşitli faaliyetler için kullanılması Avrupa’da yaygın olsa da bu türden bir vaka pek bir kalıba sığmıyor. Fakat, dünyada artan bu zincir müzelerin kültürel üretime nasıl bir katkıda bulunacağını ise zaman gösterecek.

28 Haziran 2014 Cumartesi

Ne çok sesimiz var!

İstanbul Modern, kuruluşunun 10. yılında Türkiye’de görsel ve işitsel sanatlar arasındaki etkileşimin izlerini süren bir sergiyle kapılarını sanatseverlere açtı. Önceki akşam açılışı gerçekleştirilen “Çok Sesli” başlıklı sergi, 17 sanatçının eserlerinden oluşuyor.İstanbul Modern, 10. yılına özel “Çok Sesli: Türkiye’de Görsel Sanatlar ve Müzik” sergisiyle ilk kez görsel ve işitsel sanatlar arasındaki etkileşimin izini sürüyor. Önceki gün açılan serginin küratörlüğünü İstanbul Modern Direktörü Levent Çalıkoğlu ve İstanbul Modern Küratörü Çelenk Bafra üstleniyor ve sergide 17 sanatçının son dönem resim, video, heykel ve yerleştirmeleri bulunuyor.Disiplinlerarası projeler dizisinin devamı niteliğinde olan sergide etkileyici çalışmalar mevcut. Borga Kantürk geçmişin izinde bir düzenleme sunuyor örneğin. Kantürk’ün çalışması için ayrılan odada yerler kırmızı, yumuşak halıfleksle kaplanmış, duvarlar ise nostaljik kağıtlarla. Görüntüde sadece maddi değil, kültürel bir zenginliğin de hissedildiği bu sade, neredeyse eşyasız odada bir köşeye yerleştirilen pikaptan Türk müziği sanatçısı Müzehher Güyer’in sesi yükseliyor: Unutturamaz Seni Hiçbir Şey. Sonra anlıyoruz ki, bu şarkı 1940’lı yıllarda eşi Ekrem Güyer tarafından Müzehher Hanım’a ithafen yazılmış. Geçmişle günümüz arasında sakin bir geçiş yapılan odadan Vahit Tuna’nın dikkat çeken çalışmasına çıkılıyor. Yerde duran kum yığının üstünde bir erkek maskotu ve karşısında büyük boyutta bir hoparlör. “Sunshine” isimli bu çalışmada bireylerin gün doğumunun güzelliğini izlemek yerine iktidarın sesle kurduğu baskı altında nasıl ezildiği vurgulanıyor. Dikkat çeken bir diğer çalışma ise Ferhat Özgür’ün “I Can Sing” (Şarkı Söyleyebilirim) adlı videosu. Gelenek ile modernizm arasında sıkışıp kalmış insanların başkaldırısı olarak nitelendirilebilecek videoda başörtülü bir kadın, başka dilde bir şarkıyı özgürce söylüyor.27 Kasım’a kadar ziyarete açık kalacak olan sergi, İstanbul Modern Süreli Sergiler Salonu’nda yer alıyor. Sergide eserlerine yer verilen diğer sanatçılar ise “Session” (Üçlü Taksim) isimli video yerleştirmesiyle Nevin Aladağ, “Tinica” adlı videosuyla Fikret Atay, müzik üzerine yaptığı resimler ve aryasıyla Semiha Berksoy, kültür ve kimlik kavramlarını irdelediği “Üzgünüm Leyla” ve “Arzunun Yakınlığı’’ adlı sesli yerleştirmesiyle Hüseyin Çağlayan, “Quintet Without Borders” (Sınır Tanımayan Beşli) adlı video yerleştirmesiyle Ergin Çavuşoğlu, “Mavi Senfoni” ile Burhan Doğançay, “Sahil Sahnesi Sesi” ile Cevdet Erek, “To Die For” (Uğruna Ölmek) adlı video ile Servet Koçyiğit, “Prelüd” isimli yerleştirme ile Füsun Onur, “sessiz seslerin birlikteliğini” bir araya getiren çalışmasıyla Sarkis, “Bir Şiir İçin Performans” adlı videosuyla Erinç Seymen, “Underscene Project” ile Merve Şendil, “Deniz Üzerinde Balonlar” ile Hale Tenger ve duvara dokunan bir elin ses çıkarabilme ihtimalini duyumsatan bir video, “True Blue (Left)” ile :mentalKLINIK.Farklı bir ‘repertuar’Sergi salonunun girişine yerleştirilen “Repertuar” isimli çalışma ise Türkiye’de görsel sanatların müzikle kesişme noktalarına dair bir izlek taşıyor. Osmanlı dönemi hattatlarından Ahmet Karahisari’nin karalama çalışmasıyla açılan “Repertuar”, Batılılaşma ile birlikte gelen kültürel değişim ve dönüşümleri inceliyor. Osmanlı’nın son döneminden 80’li yıllara uzanan bu uzun süreci Hoca Ali Rıza, Osman Hamdi Bey, Abdülmecid Efendi, Müfide Kadri, Hamit Görele, Aliye Berger Mahmut Cüda, Nuri İyem, Cevat Dereli, Burhan Uygur, Fikret Mualla, Abidin Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Avni Arbaş, Erol Akyavaş, Yüksel Arslan, Ara Güler, Turhan Selçuk, Aşık Veysel, Neyzen Tevfik ve Barış Manço gibi isimleri anarak ülkenin sosyokültürel değişim tarihine bir ayna tutuyor.

27 Haziran 2014 Cuma

Eski dost, düşman olmaz

Sinema macerası 2007’de başlayan Transformers serisinin en derli toplu filmi olan ‘Kayıp Çağ’da Optimus Prime liderliğindeki iyi uzaylı Autobotlar ile kötü uzaylı Decepticonların savaşı devam ediyor. Senaryo matematiği iyi işletilen filmde hikâyeye farklı bileşenler dahil oluyor.Her şey değişiyor; gişe canavarı (blockbuster) filmler de... Eleştirel sözlere ve dostça ikazlara “Ne yapayım, ben böyleyim.” cevabı geride kaldı; “Hayır ben senin bildiğin gibi değilim, başka biriyim.” çağındayız. İş başvurularında tevazu ve güven değil, içi boş da olsa özgüven, mesela “Beş yıl sonra kendimi senin yerinde görüyorum.” gibi uçarılıklar rağbet görüyor. Filmler neden geri kalsın ki!Bir dönemin bol patlamalı, içi boş ama bütçesi şişkin blockbuster’ları, ‘küçümsenmeye’ tahammül edemiyor artık. Ne kadar felsefi ve derin olduklarını göstermek için birbirleriyle yarışıyor. Kimi Wall Street’in göbeğine oturup kendince kapitalizm eleştirisine soyunuyor, kimi işi Hz. İsa’ya kadar vardırıyor. İşin temelinde izzet-i nefs meselesi olduğu kadar, gişenin kapsama alanını genişletmek için her tür seyirciye ‘yem atmak’ gibi ticari bir gerekçe yatıyor.‘PARALEL’ TRANSFORMERSLAR‘Transformers: Kayıp Çağ’, bu anlayışın son ürünü. Belki de bu yüzden, Transformers serisinin de en derli toplusu. Sinema macerası 2007’de başlayan serinin dördüncü adımında da Optimus Prime liderliğindeki iyi uzaylı Autobotlar ile kötü uzaylı Decepticonların savaşı devam ediyor. Fakat denkleme başka bileşenler giriyor. Yıllarca insanlık için savaşan Autobotlar, beş yıl önce Chicago’daki büyük savaştan sonra düşman ilan edilir. Memlekete hayırdan çok zarar verdiği düşünülen Autobotlar için ‘cadı avı’ başlatılır. Devlet içinde yuvalanan dar oligarşik bir yapı, Autobotların ‘inlerine’ girmeye kararlıdır. (Evet, filmin ana öykülerinden biri olan Autobotlara karşı başlatılan cadı avı, günümüz Türkiye’sindeki ‘paralel’ sakızının alegorisi olarak okunabilir.) Devlet, Autobotlarla uğraşırken, eskiden kalma, güçlü bir tehdit ortaya çıkar.Transformers, ‘Ayın Karanlık Yüzü’nde (2011), Soğuk Savaş’ın küllerinde eşelenmişti. ‘Kayıp Çağ’da ise uğramadığı mecra kalmıyor. Dinozorların yok olduğu tarih öncesinden başlayıp uzay gemisi maceralarına, westernden Hong-Kong aksiyonlarına, duygusal baba-kız klişesinden teknolojinin savaş endüstrisine katkısına ve hatta Tapınak Şövalyeleri’ne kadar birçok limana uğruyor. Dört ana damarda akan hikâyenin kesişim ve düğüm noktaları ise bir Michael Bay filminde rastlanamayacak ustalıkta kotarılıyor. Senaryo matematiğindeki başarı takdir edilesi; ancak filmi sabote edebilecek yoğunluktaki ana hikâyelerin kuyruğunu birbirine değdirmeden (değmesi gereken yerde de seyirciye hissettirmeden) harmanlayabilme ustalığını herhalde yapımcı Steven Spielberg’e mal etmek en doğrusu. Aksi halde, Michael Bay’in önceki Transformers’lardaki performansı ortada!REFERANS BOMBARDIMANI‘Kayıp Çağ’, önceki adımlardaki tüm dünyayı dışlayan Amerikan milliyetçiliği gibi kemikleşmiş arızalardan tümüyle kurtulamasa da (her plana bir ABD bayrağı uygulaması burada da devam ediyor) önemli ölçüde arınmış. Senaryoya yapılan dokunuşların yanı sıra bunun bir başka sebebi de filmi farklı okumalara açan zengin çağrışım dünyası. Dini, tarihi, mitolojik ve güncel referanslar, Hasbro’nun oyuncağı Transformersları âdeta ‘tarihselleştiriyor’. Autobotların cadı avı ile tasfiye edilmesi bu topraklardan bakınca bitmeyen ‘paralel’ gündemini çağrıştırsa da, Eski Ahit’teki ‘Ezekiel Kitabı’, senaryonun ana çatısını oluşturuyor. Önceki filmde gerçekleşen büyük savaşa vurgu yapan “Chicago’yu hatırla!” uyarısı Kudüs’ün yıkılmasını, Autobotların umudunu koruyarak Optimus Prime liderliğinde yeniden güçlenmesi ve düşmana karşı savaşması da Babil sürgünü ve sonrasındaki toparlanmayı yeniden üretiyor.Son yıllarda Hollywood’un gözde pazarı olan Uzakdoğu yine ihmal edilmiyor. Hikâye’nin finali Hong Kong’a verilmiş. Bu bölümde de Çin tarihine ve efsanelerine görsel ve tematik olarak gönderme yapılıyor. Neticede, ‘Kayıp Çağ’, “Aksiyonsa aksiyon, görsellikse görsellik, senaryoysa senaryo, duygusallıksa duygusallık, mizahsa mizah, eğlenceyse eğlence, tarih-din-mitoloji referansı... Hepsine varım.” diyerek son dönem blockbuster filmlerinin ‘matematiğini’ başarıyla işletiyor. Uzun süresi (166 dakika) ve metal gürültüsüne rağmen ‘Kayıp Çağ’, Transformers serisinin en iyisi.

26 Haziran 2014 Perşembe

90 yıldır aydın-iktidar ilişkisinde değişen bir şey yok

Orhan Kemal’in mühendis oğlu Işık Öğütçü kadar vefalı evlat sayısı azdır. Öğütçü’nün 2000’de Cihangir’de açtığı Orhan Kemal Müzesi başta olmak üzere, babasının eserlerinin diğer dillere çevrilmesi yönündeki çabaları, araştırma kitapları takdire şayandır.Öğütçü, epey zamandır dedesiyle ilgili eserler de yayınlıyor. Önce, evde bulduğu notları Abdülkadir Kemali Bey’in Anıları (Everest, 2009) adıyla kitaplaştırdı. Son eseri “Toksöz 1924”te ise dedesinin 1924’te Adana’da yayımlamaya başladığı gazetedeki muhalif makalelerini günümüz Türkçesine aktardı. Toksöz, o yıllarda hükümete karşı sert eleştiri yapan bir gazete. Kemali Bey de sivri dilli bir kalem sahibi. Yazılarından dolayı İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanıyor, hapse giriyor, 8,5 yıllık gönüllü sürgün dönemi yaşıyor. Işık Öğütçü ile dedesinin yazılarını ve dünden bugüne devlet-iktidar-aydın-yazar ilişkisini konuştuk.Toksöz gazetesi ne zaman yayınlanmaya başlıyor?30 Ağustos 1924’te. 27 Kasım 1924’e kadar Adana’da 78 sayı, 15-30 Aralık tarihleri arasında İstanbul’da 14 sayı çıkıyor. Dört sayfalık günlük bir gazete. Toplamda 92 sayı yayınlanmış ama ben hepsine ulaşamadım. Bir sayıyı Amerika’da buldum.Nasıl buldunuz?Sanıyorum Amerikalı bir görevli, memleketine dönünce bu sayıyı yanında götürmüş. Daha sonra evraklarını Illionis Üniversitesi’ne bağışlamış. 32. sayıyı bu şekilde buldum. Böylece 49 sayıya ulaştım. Ama hâlâ daha araştırıyorum. Acaba bir şey çıkar mı diye…Toksöz, Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllarda hükümete karşı sert muhalefet yapan bir gazete. Manifestosu da “İktidar mevkii, rütbe ve sandalyelerde değil, ilerleyen ideallerdedir.” şeklinde. Dedeniz bu yazıları nasıl bir siyasi ortamda yazmış?1924 dönemi enteresan, Cumhuriyet kurulalı bir yıl olmuş, hükümete pek çok eleştiri yapılıyor. Dedem de o eleştirilerde rol almış. Yazılarından dolayı İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmış, hapse düşmüş. İlk mecliste Kastamonu milletvekili olarak görev yapıyor. Biliyorsunuz o mecliste Mustafa Kemal’i destekleyen birinci grup var, ona muhalif ikinci grup var. Dedem iki gruba da muhalif üçüncü grup olarak duruşunu sergiliyor!1923 milletvekili seçiminde yapılan teklifi geri çevirmiş. Atatürk’e hitaben Ahali gazetesinde yazdığı mektupta “Hakimiyet, bila kaydü şart milletindir, düsturunu muhitimin gençlerine öğretmeyi Ankara’da mebusluk yapmaya tercih ettiğim için açtığım mektepte muallimlik edeceğim.” diyor. Şimdi kimse böyle teklifi geri çevirmez herhalde.Bir kere atama ile bir yere gelmeyi istemiyor. Kanunu çok önemsiyor. Millet Meclisi’nin çıkardığı her kanunun uygulanması gerektiğini söylüyor. Derdi kişilerle değil. Her türlü yanlış uygulamada kendini sorumlu hissederek muhalefet ediyor. Dedeme göre Cumhuriyet tek başına bir şey ifade etmiyor, demokratik Cumhuriyeti savunuyor -ki bunu 1924’te seslendiriyor-. Dönemine göre ileri düşünen bir aydın. Kaygısı ülkemiz daha iyi olsun.Bazı makalelerinde askeri yapılanmaya karşı olduğunu söylüyor. Üstüne basa basa birkaç kez hem de…Etrafımız düşmanla çevriliyken, askerlerin meclis ve hükümette görev almasını doğru bulmuyor. ‘Senin görevin bizi korumak kollamak, ne işin var mecliste? Ayrıca siz bir kere emir vermeye alışıksınız, oysa demokrasilerde hep soru sorulur. Niçin, neden derler, eleştirirler. Siz eleştiri yapılınca katlanamıyorsunuz. Görev yeriniz meclis değil’ diyor askerlere hitaben. Anı kitabında etkili bir saptaması vardır: “İnanıyorum ki, Türkiye’de olan olayların arkasında her zaman askerin parmağı vardır.” Yüzyıl önce söylüyor dedem bunu. Onlar gören, olayları yaşayan insanlar. Muhalifliği koltuk sevdasından değil.Nasıl tepkiler almış bu fikirlerine?Atatürk’ün yakın çevresi idam edilmesini istiyor ama Atatürk buna karşı çıkıyor. Dedem Mustafa Kemal’i takdir ettiğini yazılarında söyler. Fakat biliyorsunuz liderlerin etraflarında birtakım kişiler vardır. Bu kişiler liderlerin doğru insanlarla görüşmesini engeller.Dedeniz muhalefet konusunda tek başına mı?Hayır, dönemin diğer gazetelerinde de muhalif insanlar var. Bir kısmı gazeteci. Ama dedemin birkaç kimliği birden bulunuyor. Hem ilk mecliste kurucu isimlerden. Kanun teklifleri sunuyor. Oradaki işleyişi biliyor. Hukukçu. Hukukun ne olduğunu biliyor. Aslında Adana’da çok aranan bir avukatken, iyi bir mesleğe sahipken muhalif kimlikle ortaya çıkıyor. Hep vatan millet sevgisi yüzünden.Dünden bugüne devletin aydın ile münasebeti arasında değişen bir şey var mı?90 yılda hiçbir şey değişmediğini görüyoruz. İbret alınsaydı eğer tarih tekerrür eder miydi? Eleştirmek, muhalif olmak, cesaret isteyen, büyük mücadele gerektiren şeyler. Diğeri kolay, övgüler, methiyeler düzersiniz, baş tacı edilirsiniz. İktidarlar devamlı övülmek istiyor tabii. Ama yanlışa yanlış diyenler o gün de vardı, bugün de var. Fakat kimse onları dinlemiyor. Önerilerde bulunanları bugün de dinleyen yok. Hükümetler lehinde yazıyorsan bir anda kahraman oluyorsun. Oysa gerçekler, eleştirilerdedir. Yazar ve aydınlar kimsenin kulu kölesi değil, doğruların savunucusu olmalıdır. Ancak bu şekilde demokrasi yolculuğumuz doğru hedefe varır. Dedemin makaleleri satır satır incelenerek üzerinde düşünülmelidir.Muhalefet edenlerin hepsi kötü mü, yanlış şeyler mi söylüyor?Asıl hükümetler için en büyük tehlike övgüdür. Bir iktidar ne kadar övülüyorlarsa durup düşünmeli, kendisinden şüphe etmeli, ‘yanlış mı yapıyoruz’ diye. Kişisel bir mesele değil bu, hakaretle de ilgisi yok. Göklere çıkarma işi tehlikelidir.

25 Haziran 2014 Çarşamba

Dur yolcu! Çanakkale’de sanat var

Eylül ayında dördüncü kez düzenlenecek olan Uluslararası Çanakkale Bienali'nin teması, 1. Dünya Savaşı'nın 100. yılı nedeniyle 'Savaşın Sonunu Yalnız Ölüler Görür' olarak açıklandı. 27 Eylül-2 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan bienalde, savaşa katılan ülkelerin sanatçıları, savaş karşıtı işleriyle Çanakkale'de buluşacak.Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcından bu yana 100 sene geçti. Savaşa tüm ülkelerden yaklaşık 65 milyon asker katıldı, 8 milyon insan öldü, 21 milyon kişi yaralandı, 7 milyon kişi ise kayboldu. Gelin görün ki, dünyada ne değişti? Hâlâ masum insanlar ölüyor, insanlar savaşın yıkıcılığından kurtulmak için evlerini, ülkelerini terk etmek zorunda kalıyor. Bu yıl 27 Eylül-2 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan 4. Uluslararası Çanakkale Bienali’nin kavramsal çerçevesi bu nedenle 1. Dünya Savaşı’nın 100. yılı üstüne yapılandırıldı ve bienalin üst başlığı dün İstanbul’da düzenlenen basın toplantısında “Savaşın Sonunu Yalnız Ölüler Görür!” olarak açıklandı. Bienalde, geçmişte savaşmak üzere karşı karşıya gelen ülkelerin sanatçıları ve onların eserleri bir araya gelip, Çanakkale’den tüm dünyaya barış mesajı gönderecekler. 1. Dünya Savaşı’nın günümüze kadar gelen siyasal, toplumsal, kültürel etkilerini irdelemeyi ve yorumlamayı amaçlayan bienal, düzenlendiği sergilerle bunu kentin tarihsel, kültürel ve doğal özellikleriyle de birleştirecek. Sergiler, 1914’teki siyasal travmaya, insan trajedisine ve sonuçlarına olduğu kadar, yüzyıl boyunca savaşların yarattığı temel değişimlere görsel sanatlar yoluyla odaklanacak. Galatasaray’daki toplantıda konuşan bienalin Genel Sanat Yönetmeni Beral Madra, bienalde irdelenecek konuları şöyle anlattı: “Yeni sınırlar ve göç hareketleri, Osmanlı ve Rus coğrafyasındaki kültürlerin birbirinden kopuşu ve bu kültürlerin yeni süreçle dönüşümleri, yeni ekonomik sistemlerin ve modernizmlerin ortaya çıkışı, Avrupa’nın ve Sovyetler’in kültür kolonizasyonu, bu savaşla başlayan sürecin doğurduğu iki kutuplu dünyadan, küresel dünyaya geçişteki kopuşlar ve oluşumlar.” Madra ayrıca, temmuzda Berlin’de yapılacak Bienaller Vakfı toplantısına katılacaklarını ve burada Çanakkale Bienali’nin geniş çapta tanıtımını yapacakları söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: “Özellikle de Türkiye’nin kuzey ve güneyindeki bölgesel kanlı savaşların gündeminde bu bienali yapıyor olmamız yeterli bir ilgi konusudur.” Toplantıda Bienal’e hangi sanatçıların katılacağı açıklanmadı fakat savaşa katılan ve savaşın sonucundan etkilenen bütün ülkelerde etkinlikler yapılacağı belirtildi. Savaş mı, zafer şehri mi?Toplantıda konuşan Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, Çanakkale’nin Troya’dan 1. Dünya Savaşı’na kadar uzanan süreçte savaşlarla anılan bir kent olduğunu anlattı ve “Biz bunu değiştirip barışın ve özgürlüklerin kenti olmak istiyoruz. ‘Barış kültürümüz olsun’ vizyonunu ulusal ve uluslararası bağlamlarda görünür ve duyulur kılmayı hedefliyoruz.” dedi. 18 Mart 1915’te Çanakkale’de 1. Dünya Savaşı’nın en zor çarpışması yaşandı. Türk, Kürt, Ermeni, İngiliz, Yeni Zelandalı binlerce genç öldü. Savaşın yıkıcılığı, ölümler, kayıplar elbette kutsanamaz ama kentin adıyla ‘savaş’tan daha çok bütünleşen Çanakkale ‘zafer’inin bienalde nasıl konumlandırılacağı da merak konusu.Uluslararası Çanakkale Bienali, önceki yıllarda olduğu gibi Eski Ermeni Kilisesi, Korfmann Kütüphanesi, Er Hamamı (Seramik Müzesi), Çinemlik Kalesi, Arkeoloji Müzesi, Yahudi (Palamut) Depoları gibi kentin tarihî ve anlamlı mekânlarının yanı sıra çarşı caddesi, kordon ve iskele bölgesi, halk bahçesi gibi kamusal alanlara da yayılacak. Çanakkale Belediyesi’nin ana destekçi olduğu bienal, Çanakkale Bienali İnisiyatifi Sivil Toplum Girişimi (CABININ) tarafından düzenleniyor. Bienal’in Genel Sanat Yönetmenliğini Beral Madra, Genel Direktörlüğünü Seyhan Boztepe üstleniyor. CABININ’in Yönetici Küratörü ise Deniz Erbaş.

24 Haziran 2014 Salı

Hilmi Yavuz’dan şiirler dinleyeceksiniz!

Hilmi Yavuz’un kendi şiirlerini seslendirdiği iki CD’lik albüm, Aşina Kitaplar’dan çıktı. 70’ten fazla şiiri içeren “Hüzün ki En Çok Yakışandır Bize” adlı albüm, Yavuz’un toplu şiirlerinin yer aldığı “Büyü’sün Yaz”ın özeti niteliğinde. Kendi şiirlerini ve sevdiği başka şiirleri sesli okumaktan hoşlandığını söyleyen Hilmi Yavuz, albümün hikâyesini ve kendisi için ne ifade ettiğini anlattı.Şiir okumak sizde eski bir alışkanlık, ta lise yıllarından, şiir matinelerinden, öyle değil mi?Evet, öyle! 1950’li yıllarının başlarında ben henüz Kabataş Erkek Lisesi’nde öğrenciyken, liseler arası edebiyat matinelerinde şiir okuduğumu hatırlıyorum. Bu matineler arasında belleğimde yer edeni, 7 Nisan 1954’te [bakın, tarihini de hatırlıyorum!] Çamlıca Kız Lisesi ile Kabataş Erkek Lisesi öğrencilerinin Çamlıca Kız Lisesi’nde yaptıkları edebiyat matinesidir. O matinede ben, Dünya Gazetesi Sanat Eki’nde yayımlanan ‘Hatırlayış’ adlı şiirimi ve Jacques Prévert’den çevirdiğim [daha doğrusu, ‘Türkçe söylediğim’!] ‘Sütlükahve’ şiirini -ki, okulda Behçet Necatigil’in yönetiminde çıkardığımız ‘Dönüm’ dergisinde yayımlanmıştı-, bir de Edip Cansever’in ‘Masa da Masaymış Ha’ şiirini okumuştum. Bu matinenin ayrıntılarını, Can Bahadır Yüce’yle yaptığımız ‘Şiirim Gibi Yaşadım’ başlıklı nehir söyleşimizde anlatmıştım. Okuma tarzım konusunda Hoca’dan nasıl fırça yediğimi de…Kendi şiirlerinizi okumayı seviyorsunuz…Sadece kendi şiirlerimi değil, sevdiğim başka şiirleri de!Peki şiir sesli okunmak için midir, sessiz yani gözle okunmak için mi?Ben kendi şiirim adına konuşayım: Bazı şiirlerim yüksek sesle okunmalıdır, diye düşünürüm;- bazı şiirlerim de alçak sesle…Daha önce okuduğunuz şiirler vardı. Belgesellerde de yer aldı. Fakat bu kapsamda bir albüm hazırlama fikri nasıl oluştu, siz mi istediniz?‘Hüzün ki En Çok Yakışandır Bize’ düşüncesi, Ankara’lı çok sevgili dostlarım Nihal ve Ali Kemaloğlu’na ait. 2004 yılından başlayarak Ankara’da ‘Arjantin Felsefe Grubu’nda yaptığım seminerler, Kemaloğlu’larla yakınlığımızı pekiştirdi. Dolayısıyla, bir sohbetimizde, benim sesimle şiirlerimden oluşan bir CD yapma düşüncesi onlardan geldi.Ne kadar zamanda hazırlandı albüm, kaç şiir okudunuz ve şiirleri neye göre seçtiniz: ses mi, anlam mı, hatıra mı?...Albümün hazırlanması epey bir zaman aldı. Şiirlerin banda kaydedilmesi, uzun sayılabilecek aralıklarla mümkün olabildi. Doğallıkla şiirlere arkaplan müziklerin seçimi, izinler ve tahmin edebileceğiniz bazı teknik sebepler yüzünden, bir hayli de gecikti… Aslına bakarsanız, şiirlerin seçiminde herhangi bir kriter uyguladığımı söyleyemem. Saymadım ama sanırın 70’e yakın şiirim var bu albümde… Bu şiirlerin tamamının belli bir kritere göre seçilmesi de söz konusu olamazdı elbet…Müzikler kimin seçimi? Yaz Şiirleri’nde Sultanîyegâh Peşrevi, Gizemli Şiirler’de Beyâti Peşrevi… Niye Batılı müzikler kullanılmadı mesela?Müzikleri, benim tercihlerim doğrultusunda sevgili Mehmet Kemaloğlu seçti. Mehmet, Nihal ve Ali Kemaloğlu’nun oğulları. Ciddi bir müzik eğitimi almış olan mükemmel bir bir ses mühendisi… Şiirlerim, klasik Türk musıkısinin arkaplanı üzerine okumak istedim;-nedense!Bu iki CD’lik albüm, adeta “Büyü’sün Yaz”ın özeti… Hilmi Yavuz külliyatı içerisinde bu albümün yeri ne olacak?Çok doğru bir tespit. ‘Büyü’sün Yaz!’ın [Toplu Şiirler] bir özeti gibi. Bu albümün, ‘Hilmi Yavuz Külliyatı’ içinde, şiirlerimden sevgili Gönül Paçacı’nın bestelediği, İnci Çayırlı hanımefendinin okudukları ‘Sevda Derinlerdedir’ CD’siyle birlikte, ayrı bir yeri olacaktır, diye düşünüyorum. ‘Sevda Derinlerdedir’, yayımlanalı neredeyse 20 yıl oldu. O CD’de de, bestelenen şiirleri ben okumuştum… Gönül Paçacı kardeşim, ‘Sevda Derinlerdedir’den sonra da benden birkaç şiir besteledi. Yeni bir basım için arayış içindeyiz.Sesli şiirin, toplumda şiirin sevilip yaygınlaşmasına katkısı olur mu?Olur, ya da daha doğrusu, oluyor, diye düşünüyorum. Nazım Hikmet’in, Orhan Veli’nin, Oktay Rifat’ın, Behçet Necatigil’in ve başkalarının kendi seslerinden şiir albümlerine ciddi talep olduğuna göre…Kimin için bu albüm: Hilmi Yavuz’un kendi için mi, okurlar için mi, herkes için mi?Şiirlerimi nitelikli okurlar için yazıyorum. CD ise herkes için…Kendi şiirini güzel okuyabilen şairlerin az olduğu söylenir; siz kendinizden başka, kimi veya kimleri beğenirsiniz kendi şiirini okuyanlardan?Öteden beri profesyonel tiyatro sanatçıları da dahil, şiirlerimin başkaları tarafından okunmalarından hiç hazzetmemişimdir. Sanki benim sesimden başka bir ses, şiirimdeki incelikleri kavrayıp ona göre okuyamazmış gibi gelir bana hep… Tiyatro sanatçıları, şiirin okunmak için değil, oynanmak için yazıldığını sanıyorlar çoğu kez…Mesela Nazım şiirlerini çok kötü okuyor;-genellikle kelimelerin ikinci hecesine vurgu yapıyor,-ki fevkalâde yanlış! Yahya Kemal’in Rumeli ağzıyla okuduğu o güzelim şiirler berbad oluyor! Yahya Kemal’in, o müstesna güzellikteki ‘Erenköyü’nde Bahar’ şiirindeki ‘Hülya gibi hoş geçen zamanda’ dizesini ‘Ulya gibi oj geçen zemanda’ diye okuyuşu! Tahammülfersâ!Attila İlhan’ın kendi şiirlerini iyi okuduğunu söyleyebilirim.

23 Haziran 2014 Pazartesi

Ötüken’in yarım asırlık uzun hikâyesi

Ötüken Yayınları, bu sene iki sevinç yaşıyor. 50. yıl ve 1000. kitap! Yarım asır önce bir bodrum katında öğrenci harçlıklarıyla kurulan yayınevi, 1000. kitabını yayımladı. Üstad’ın Reis Bey’i ile yayıncılığa adım atan ve bininci kitap olarak yine bu eserin özel basımını okurlarına sunan Ötüken’in uzun hikâyesini yaşayanlardan dinledik.Öğrenci harçlıklarıyla kurulan kaç yayınevi var ülkemizde? Hem harçlıklar birleştirilsin hem de 50 sene hırgür çıkmadan ortaklığa devam edilsin. Üstelik bu yayınevi, Üstad'lara ilham olsun. Sezai Karakoç Diriliş Yayınları'nı (1968), Necip Fazıl Kısakürek de Büyük Doğu Yayınları'nı (1973), Ötüken'den sonra kurmaya karar verdiğini ancak işin içindekiler, biraz da meraklıları bilir. Aslında sağ camiada yayıncılığın başlangıcının Ötüken ile inkişaf ettiğini bilen de azdır. O yıllarda sağ görüşlü yazarların eserlerini basan bir ya da iki yayınevi vardır. Onlar da ağırlıklı olarak dini kitaplar neşreder.Ötüken'in fikir babaları, akrabalarından aldıkları 3-5 bin lira ile 1964'te yayınevini kurarlar. Yazar Mehmed Niyazi'nin, Sakarya'nın ileri gelen esnaflarından olan manifaturacı babasının Ötüken'e emeği az değil. Gençlere her sıkıştıklarında yardım eli uzatmış. Çoğu hukuk okuyan gençler de okullarını bitirip yedek subay olduklarında asker maaşlarını bile yayınevine yatırmışlar. Öyle bir heyecan, öyle bir inanmışlık... Hiçbirinin para kazanmak, kâr elde etmek gibi bir gayesi yok. Tek dertleri, ‘bizim de bir yayınevimiz olsun, büyüklerimizin kitaplarını yayınlayalım…'Önce Türk kültürüne hizmet eden yazarların eserleriyle başlarlar işe. Peyami Safa'nın "Yalnızız" romanını matbaaya verirler fakat telifinde problem çıkınca Necip Fazıl'ın "Reis Bey"i ilk yayımladıkları eser olur. Ardından Kısakürek'in Benim Gözümde Adnan Menderes, Ruh Burkuntularından Hikâyeler, Ulu Hakan Abdülhamid Han, Sezai Karakoç'un İslam'ın Ekonomi Strüktürü ve İslam'ın Dirilişi gelir.Reis Bey, çok satmasa da yayıncılık hayatına renk, üniversite öğrencilerine de şans getirir. Kitabın kapağı o kadar beğenilir ki, başta İnkılap Kitabevi (1927) olmak üzere bütün kitapçılar vitrinlerini kırmızı kapaklı Reis Bey ile donatır. Üstad'ın bugün dahi tüm kitaplarında kullanılan ‘imzalı kapak tasarımı' fikrinin onlara ait olduğunu belirtelim. Mehmed Niyazi'nin aynı yıllarda yayımlanan ve henüz 26 yaşındayken yazdığı "Var Olma Kavgası" da okurdan epeyce ilgi görür. Eser 5 bin adet satılır, ki bu rakam o yıllar için çok iyidir. Peyami Safa, Cemil Meriç, Fuad Köprülü, Erol Güngör, Nihal Atsız, Yılmaz Öztuna, Ziya Nur Aksun ve Tarık Buğra'nın eserleriyle hemhal olmak da yine onlara nasip olur. 1971'de Abdülhak Şinasi Hisar'ın tüm eserlerini yeniden yayımlarlar.Peki, kimdir bu insanlar? O günün idealist gençleri, bugünün her biri tanınmış birer fikir adamı olan bu gözü kara yayıncılar kimlerdir? Azmi, sabrı, disiplinli çalışması ile Ötüken Yayınları'nın fikir babalarından biri olan ve yayınevine büyük emeği geçen Nevzat Kösoğlu (1940-2013) dışında hepsi hayatta. Dr. Mehmed Niyazi, Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel, Prof. Dr. H.Fehim Üçışık, Özer Ravanoğlu, Mustafa Yıldırım, Ahmet İyioldu ve Nurhan Alpay.Laleli Büyük Reşit Paşa Caddesi'ndeki Yaprak Kitabevi'nin içinde kurulan, daha sonra Nuruosmaniye'de bir apartmana taşınan Ötüken Neşriyat, yayıncılık hayatına 20 yıldır İstiklal Caddesi 65 numarada devam ediyor. Yayınevi, bu sene iki sevinç birden yaşıyor. Hem 50 yılı geride bıraktı hem de 1000. kitabını okurlarına sundu.Akla ilk gelen “50 yılda 1000 kitap az değil mi?” sorusu oluyor. 1984'teki büyük Cağaloğlu yangını Ötüken'i maddi olarak sıfıra düşürüyor. Bütün kitaplar, makineler, emekler yok olup gidiyor. 1990'a kadar küçük kitap hiç yayınlamıyorlar. Ayağa kalkmak için farklı bir yayıncılık faaliyetine başlıyorlar. Telif ansiklopediler, 14 cilt çıkan Büyük Türk Klasikleri, 17 ciltlik Sahih-i Buhari ve Tercümesi bu dönemde basılıyor. Bininci kitabın bu kadar gecikmesinin sebebi, böyle acı bir olay.Ötüken'in, öncü bir kurum olduğunu belirtmiştik. 1973'te açılan Anda Dağıtım şirketi ile 1978'de Bilecik Bayır köyünde kurulan defter fabrikası -ömürleri kısa olsa da- bu öncülüğün tescilli diğer kurumları. Anda, yangından sonra kapanıyor. 140 ortaklı defter fabrikası ise -ortaklarından biri de Hayrettin Karaman- döviz sıkıntısı nedeniyle Almanya'dan gelen makinelerin parası ödenemediği için iflas ediyor. Ama Ötüken Yayınları, o günden bu yana çizgisini değiştirmeden, ticaret endişelerini ikinci planda tutarak, kendi yağıyla kavrulmaya ve kulvarında yürümeye devam ediyor.Yayınevinde emeği olanlar haklarını bugün vârislerine ve evlatlarına devrederek köşelerine çekilmiş, ortaklık sayısı da 8’den 18'e çıkmış durumda. Yayın yönetmenliği ise 1978'de Ötüken'e editör olarak giren Erol Kılınç'a teslim edilmiş. Mehmed Niyazi'ye göre Ötüken'in banisi 1968'den beri kurumda yöneticilik yapan Nurhan Alpay. Kapıdan girdiğinizde içinize ferahlık veren beyaz boyalı odasında, babacan tavrıyla gençlere manevi destek olmaya devam eden Alpay, bugüne kadar hep geride durmayı tercih etti, yine öyle yapıyor.Reis Bey'in telifi ve Üstad'ın bonkörlüğüMehmed Niyazi: “O yıllarda Sirkeci'de Meserret Kahvehanesi vardı. Necip Fazıl, her sabah ajans dinlemeye oraya gelir, öğlen ikiye kadar Meserret'te vakit geçirirdi. Reis Bey'in ilk telifini ödemek için Üstad ile orada buluşmak üzere sözleştik. Meserret, diğer kahvelere göre biraz pahalıydı. Her yerde çay bir lira ise orada beş lira. Neyse çaylarımızı içtik, Üstad'a içinde 5 bin lira olan zarfı takdim ettik. Kalkarken çayların parasını o ödemek istedi. Zarfın içindeki 5 bin liranın bin lirasını çıkarıp çaycıya uzattı. Çaycı da ‘Bozuk para yok muydu?' diye sordu. Üstad'ın cevabı, ‘Bozuk para kullanmıyorum, üstü kalsın.' oldu. Biz tabii şaştık, kaldık. Kahveden çıkmak üzereyken ben geri döndüm, çaycıya ‘Sen şu beş lirayı al, bin lirayı bana geri ver.' dedim. Parayı Üstad'a fark ettirmeden tekrar geri koydum. Üstad, öyle bir adamdı.”

20 Haziran 2014 Cuma

Senin aşkın hangi renk?

Bu yaziyi okudugunuzda "cizimlerle iyice kafayi yedi" diceksiniz heralde. Ama icimden resimden daha cok yazi yazmak geliyor bu ara. Aslinda bu yaziyi aklima Cizim Ögretmeni olan arkadasim, renkler hakkinda konustugumuzda getirdi. Ben "her insan renkleri ayni algiliyor mu acaba?" gibi birsey sordum, oda "onu bunu bilmem ama bence askin rengi kahverengidir" dedi. Neden diye sordugumda "Kahverengi agirdir, öyle her renge uyum saglamaz, yine kendine yakin kahve tonlariyla birliktedir. Ask birlikteliktir, benzerliktir, ayni seyleri ayni duygulari hissetmektir."  diye cevap verdi, bir anda siir okuyor sandim :)

Neyse gelelim konuya: Onsuz yasayamam dediginiz biri var mi hayatinizda? Onsuz olmaz, olamaz, sırılsıklam asık oldugunuz biri? Cevabiniz "evet" se, nekadar sansli oldugunuzu diyecegimi düsüniyosunuzdur heralde, ama yaniliyorsunuz.  Sizin cok sevdiginiz, onsuz yasayamadiginiz kisi, baskasini ilgilendirmiyor bile. Neden O?  Baskasida olabilirdi... ama sen kendin atildin o ask cercevesine, onun resmini kendin cizdin, gözlerini boyadin tozpembe renklerle ... Kendin büyüledin, büyülendin, pesinden kostun, ittin, kacmak istediginde hep daha fazla yakalandin, düstün, yaralandin, ve her defasinda yinede ayaga kalktin... üstelik böyle olucagini bile bile. Hic bir Insan ona bir anda asık olucak kadar mükemmel degildir, her insanin beyaz, renkli vede siyah tarafida vardir... Her zaman derim: "Ask, kendi kendimize yaptigimiz bir büyüdür", kendi kendimize cizdigimiz bir tablo...  Bir Aşk tablosu nedir bilirmisin? Öyle bir tabloda aklina esdigi gibi yazip cizemezsin. Mesela hangi renkleri kullanicagina dikkat et, cünkü güzel bir tablo istiyorum diyipte, herseyi yüzüne gözüne bulastiranlari cok gördüm ben... Neyse kizlar, derin konular bunlar. Bana müsade, boyalarim beni bekliyor. Savasmaya gidiyorum, öpüyorum!

 

 

‘Türk sinemasında senaryo sorunu var’

“Festivaller İstanbul’da” projesinin konuğu olarak İstanbul’a gelen Venedik Film Festivali ana yarışma seçicilerinden Paolo Bertolin, dün Türk sinemasından sektör temsilcileriyle, Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği’nin Harbiye’deki merkezinde buluştu. Bertolin, Venedik’e filmlerin nasıl seçildiğini ve sinemamız hakkındaki düşüncülerini anlattı.Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği’nin (SE-YAP) yürüttüğü “Festivaller İstanbul’da” projesinin üçüncü ayağında Venedik Film Festivali ana yarışma seçicilerinden Paolo Bertolin, dün İstanbul’daydı. Üç hafta önce Eleştirmenler Haftası bölümünün yetkilileriyle başlayan Türk sineması ile Venedik Film Festivali temsilcilerinin buluşmasında, geçen hafta Venedik Günleri bölümü yetkilileri ile devam etmişti. 2008’den bu yana Venedik Film Festivali’nde görev yapan Paolo Bertolin, Türk sinemasından yeni filmleri festivale seçmek için birkaç gün İstanbul’da olacak. Bertolin, yaklaşık 20 film izleyip bunlar içinden beğendiklerini Venedik Film Festivali’nin ana yarışma bölümü için seçici kurula tavsiye edecek.2008 ve 2009 yıllarında Venedik Film Festivali’nin ana seçici kurulunda görev yapan Bertolin, son dört yıldır festival adına Güneydoğu Asya (özellikle Kore ve Filipinler) ve Avustralya sinemasının yanı sıra Türk sinemasını da takip ediyor. Bu ülkelerde izlediği filmlerden seçtiklerini festivale taşıyor. Paolo için Türk sinemasının Venedik’teki ‘gönüllü elçisi’ denilebilir. Ancak uyarmayı da ihmal etmiyor: “Sizinle tanışabilir, iyi arkadaş olabilirim; ama filminiz iyi değilse onu asla tavsiye etmem!” Türkiye’deki çoğu genç ve hatta yaşlı yönetmen için ‘gizemli’ bir kutu olan Venedik gibi A sınıfı festivallere seçilmenin kriterleri konusuna Paolo açıklık getirdi. Biliyoruz ki, kendini kanıtlamış, dünyada isim yapmış yönetmenler, doğrudan festivalin sanat yönetmeni ve direktörüyle iletişime geçip filmini izletebiliyor. Peki ya yolun başındaki yönetmenler?3 bin 500 film başvuruyorPaolo, bu ‘süreç’in zannedildiği kadar gizemli olmadığını düşünüyor. Ondan dinleyelim: “Venedik’te filmlerin seçimi için üç yol var. Birincisi; ben ve benim gibi ana seçici kurula film tavsiye eden kişiler, değişik ülkelere gider ve orada izledikleri filmler hakkında bir rapor hazırlayıp bunların yarışmaya ya da başka bölümlere tavsiye eder. İkinci yol; bana yapılan doğrudan başvurular, yani bağlantılar yoluyla ulaşan filmler içinden seçim yaparız. Üçüncü yolda ise seçici kurul ile birlikte benim teklif ettiğim film izlenir. Orada filmi neden seçtiğimi anlatır ve filmi savunurum. Ancak seçici kurul filmi ilk 5-10 dakika içinde sevmezse sizin güçlü argümanlarınız olması gerekir.”Venedik Film Festivali’ne uzun ve kısa metraj olmak üzere ortalama 3 bin 500 film başvuru yapıyor. Bunların 1000 tanesi uzun metraj olduğuna göre, acaba başvuru yapan filmler gerçekten izleniyor mu? Paolo, filmlerin kesinlikle izlendiğini, davet ya da reddin ondan sonra gönderildiğini belirtiyor ve ekliyor: “Takdir edersiniz ki biz de insanız! 1000 filmi, 5-6 kişilik seçici kurulun bir-iki ayda izlemesi imkânsız. Bir örnek vereyim; 2008’de seçici kuruldayken listede 6 saatlik bir İtalyan filmi vardı. Bir teknede bir adam var ve net olmayan görüntüler… Deneysel bir film. İleri sardırarak izledik ve hiçbir şey değişmedi. Bütün film böyle gidiyor. Şimdi, bunu oturup 6 saat boyunca izlememizi bekleyemezsiniz! Benim de yönetmen ve yapımcı arkadaşlarım var, film çekmenin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Ama bizi de anlamanız gerekir, zamanı iyi kullanmalıyız ve iyi filmlere şans vermeliyiz.”‘KIŞ UYKUSU, KADINLARIN FİLMİDİR!’Paolo, bir eleştirmen ve festivallere film seçen biri olarak Türk sinemasının güçlü ve zayıf yönlerini de çekinmeden söyledi. Heyecan verici bir genç yönetmen kuşağı ile kadın sinemacıların ağırlığını önemsiyor Paolo. “Mesela” diyor, “Altın Palmiye alan Kış Uykusu’nun yönetmeni Nuri Bilge Ceylan. Ama yapımcı ve senaristi kadın. Bir filmin üç ana ayağından (yönetmen, senarist ve yapımcı) ikisi kadın, öyleyse bu film kadınların filmidir!” Sinemamızın zayıf tarafını ise şöyle açıklıyor: “Ciddi bir senaryo sorunu var. Umut verici bir fikir ve potansiyele sahip bir proje ile başlıyor; ancak daha sonra çeşitli sebeplerle o potansiyel kayboluyor. Film çok yönlü ve katmanlı olabilecekken tek bir yöne doğru ilerliyor. Kötü değil, ama daha iyi olabileceğini hissettiren senaryolar var.”Dünyada sanat sineması ile anaakım (gişe) sineması arasındaki makasın giderek açılmasını ve bu uçurumda festivallere düşen misyonu da sorduk Paolo Bertolin’e. Bu makasın her zaman olduğunu ve muhtemelen bundan sonra da olacağını söyleyen Paolo, bunun yerel ve dünya pazarı paylarındaki dengeleme ile bir nebze aşılabileceğini düşünüyor: “Gişe filmlerinin yerel pazardaki gücüne karşın, sanat sinemasının dünya pazarında daha fazla yer alması gerekir, bunun için de festivallerin önemli işlevi var. Festivaller, anaakım sinema ile sanat sineması arasında köprü görevi üstlenip bir tarafı daha fazla seyirciye ve dünya pazarına sunarken, diğer tarafı da sanata yaklaştırma görevini yerine getirebilir.”20 film izleyip Venedik’e önerecek“Festivaller İstanbul'da” projesi kapsamında, başvuruda bulunan uzun metraj filmler, Venedik, Cannes ve Berlin film festivallerinin yetkilileri tarafından İstanbul'da izlenecek. Bu kapsamda Paolo Bertolin, yapımı bitmiş 20 filmi izleyip karar verecek. Proje kapsamında başvuru yapan filmlerden de herhangi bir festival başvuru ücreti alınmıyor. Türk sinemasının uluslararası önemli festival ve film marketlerindeki görünürlüğünü artırmayı hedefleyen proje kapsamında, ekim ayında Berlin Film Festivali, aralık ayında ise Cannes Film Festivali program yetkilileri, aynı şekilde yapımı tamamlanan yeni filmleri izlemek üzere İstanbul'a gelecekler.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Hayatı da sinema gibiydi

Önceki gün vefat eden Yeşilçam’ın ünlü senaristi Ayşe Şasa, dün Fatih Camii’nden ebediyete uğurlandı. Öğrencileri, dostları, meslektaşları cenazesinde hüzün yaşarken, onun geride bıraktığı boşluğu ve kendisinden öğrendiklerini anlattı.Önceki gün hayatını kaybeden Yeşilçam’ın ünlü senarist ve yazarı Ayşe Şasa (73), dün Fatih Camii’nden ebediyete uğurlandı. Sinema ve sanat dünyasından birçok kişinin katıldığı Şasa’nın cenaze namazını Tuğrul İnançer kıldırdı ve cenazesi namazın ardından Kadıköy’deki Sahrayıcedit Mezarlığı’nda toprağa verildi. Büyük dayısı Rauf Orbay’ın aile mezarlığına defnedilen Şasa, Yeşilçam’ın Altın Çağı olarak adlandırılan dönemde birçok filmin senaryosunu kaleme almıştı. Cenazeye Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın yanı sıra kültür ve sanat dünyasından Hasan Kaçan, Ercan Kesal, Ahme Yenilmez, Aydemir Akbaş, İlber Ortaylı, Sevin Okyay, Safa Önal, Üstün İnanç, İskender Pala ve Beşir Ayvazoğlu’nun da aralarında bulunduğu çok sayıda isim katıldı. Öğrencileri, dostları, meslektaşları cenazesinde hüzünle uğurlarken, onun geride bıraktığı boşluğu ve kendisinden öğrendiklerini anlattı.Dr. Süleyman Gündüz (Eski milletvekili, fotoğrafçı): “Ünlü senaryolara imza atmış önemli bir şahsiyetti. Ayşe Hanım’ı hangi kelimelerle ifade edersiniz dediklerinde şunu söylüyorum: Geçmiş dönemlerinde gönül dünyamızı inşa eden Rabiatü’l Adeviye ne ise yirmi birinci yüzyıldaki Rabiatül Adeviye de odur.”Ulvi Alacakaptan (Oyuncu): “Ayşe Şasa, sinema için önemli bir isim. Çalkantılı, meşakkatli bir hayat yaşadı. Ama sonuna kadar ne mücadelesini ne de sanatını bırakmış biri. Ülkemizde böyle değerlere az rastlanılıyor ve ne yazık ki öldükten sonra hep aynı laf söyleniyor: yaşarken kıymetini bilemedik. Sıkıntılı bir ânımda gerek kendisi gerekse rahmetli eşi Bülent Oran, bana çok yardımcı olmuşlardı. Borçluyumdur kendisine.”İhsan Kabil (Sinema eleştirmeni): “Modernleşme sürecinin yarattığı travmaları büyük ölçüde kendi kişiliğinde yaşamıştı. Türkiye için, çok da ortaya çıkmayan bir şahsiyetti. Özellikle gençlere, herkese kapısı açık biriydi. Bütün soruları cevaplamaya çalışır, karşılıksız bırakmazdı. Hayatını da sinema gibi yaşayan biri oldu. Varoluşu, yaratılış kavramını farklı bir planda değerlendirirdi. Bence ahirete intikali bir şehadet makamında gerçekleşmiştir.”İlber Ortaylı (Tarihçi): “Sağlık açısından zor bir hayatı oldu. Hatta belki zaman zaman mali bakımdan da. Ama her zaman bir şeyler yazdı, düşündü, okudu. Türk sinemasında yeri var, hiç kimse unutmayacak. Bunun dışında özleyeceğimiz iyi bir insandı, sohbeti sözü yerindeydi. Ruhu insanlara açıktı.”Ali Ural (Yazar): “Ayşe Hanım’ın aramızdan ayrılışı çok üzücü. O her şeyden önce senarist tarafıyla biliniyor. Bunun yanında büyük bir bilge aramızdan ayrıldı. Kitaplarında yazdıkları yanında satır aralarında sezdirmeye çalıştıkları çok önemlidir. Oralara çok dikkat etmeli.”Ercan Kesal (Oyuncu): “Sinemamızın çok da kıymeti bilinmemiş özel bir insandı. Belki de biraz kendisinin tercihi olarak kenarda kalmıştı. Ama belki bir fırsat olur, onun yaptığı şeyler geriye doğru incelenip bizim bundan sonraki sinema yolculuğumuz için değerlendirilebilir. Belki burada bulunma sebebimiz, ölümü üzerine konuşmak zorunda kalışımız buna bir fırsat olabilir. Kendisiyle rahmetli Bülent Oran rahatsızlandığında benim doktor olarak çalıştığım hastaneye gelmişlerdi. Bülent Bey’in uzun süreli hastanemde kalışında yanında refakat ederken görüşüp konuşmuştuk. Tabii ayrıca kendisini yazdıklarından, sinematografisinden tanıyordum. Onun edebiyatla, Anadolu ve edebiyatıyla ilişkisi sinemamıza yol gösterecektir.”Sevin Okyay (Sinema eleştirmeni): “Ayşe, çok incelikli bir senaristti. Yazma açısından da, hissetme açısından da. Bence aynı zamanda daima fikirlerine itibar ettiğimiz, danıştığımız önemli bir düşünürdü. Büyük bir kayıp. Ayşe ile en son bir yıl önce görüşebilmiştik. Benden iki sınıf üst dönemdeydi. Amerikan Kız Koleji, Robert’ten okul arkadaşıydık. Bülent Oran’la da arkadaş olduğum için çok bir arada bulunmuş, birbirimize gidip gelmiştik.”

17 Haziran 2014 Salı

Münzevinin vuslatı

Türk sinemasının emektarlarından senarist Ayşe Şasa, dün hayata veda etti. Şasa'nın 70 yılı aşkın hayatının büyük kısmı çileler ve tefekkürle geçti. Dünyanın cazip yönüne hiç yüz vermedi… Kimseyi rahatsız etmeden, bir derviş sessizliğiyle göçtü bu âlemden… Esenler Safa Hastanesi’nde vefat eden Ayşe Şasa’nın cenazesi, bugün öğle namazını müteakip Fatih Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından Sahrayı Cedid mezarlığına defnedilecek.Merhum Necip Fazıl'ın Çile'si, sanki onun için yazılmıştı. Ayşe Şasa, fikrin cam kırığı döşeli yollarından geçerken kanayan ruhunun yaralarını sarmak için tasavvuf merhemine sıkı sıkıya sarılmış, huzuru ve ruh dinginliğini Allah'ta bulmuş bir münevverdi. Çok önemli bir değerdir Şasa… Sadece inançlı kesim için değil, Türk düşünce ve fikir hayatı için mühimdi. Ancak onun esas özelliği, nezaketi ve insanlarla kurabildiği yalın ve samimi ilişkiydi.Bir derviş sessizliğiyle hayata vedan eden ‘Ayşe Abla'mız, yıllardır içine kapandığı ruh dünyasında insanlarla olan diyaloğunu asla koparmadı. Onun hayatı, modern Türk aydınının çileli serencamının bir özetiydi aslında. 1941'de, yalnız ülkemiz için değil, bütün dünya için zor ve sıkıntılı bir dönemde hayata açmıştı gözlerini. Ve belki de en büyük talihsizliği varlıklı bir ailenin çocuğu olmaktı. Şöyle anlatmıştı bana çocukluğunu: “Benim yetiştiğim dönemde (2. Dünya Savaşı) Tanzimat'tan gelen yabancı mürebbiye geleneği sürüyordu. Ailem iyilik yaptığını düşünerek beni, hepsi savaş kaçkını ve ruhen sakat olan Yahudi, Katolik,Protestan bakıcılara bıraktı... Her şeye karşı aşırı derecede bir isyanım vardı o dönemde. Ebeveynim beni çocukken dışladı. Okulda performansım düşük diye 'aptal Ayşe' diyorlardı. Doğum günümde arkadaşlarımı evime davet ediyordum, hiçbiri gelmiyordu. Ortaokulda çok hırslandım, performansım birden arttı. Bu sefer üstün kabiliyetli olarak görüp yine yalnızlığa ittiler.”Ruhundaki derin kesiklerin sebebi çocukluğuna uzanıyordu. Mürebbiyelerin kurduğu ruh cenderesinden kurtulmak adına koleje atacaktı kendini Ayşe Şasa. Tam bir yağmurdan kaçarken doluya tutulan bahtsızlık öyküsü onunki. Amerikalıların kurduğu Arnavutköy Kız Koleji'nde yatılı olarak okumaya başlaması ruhundaki yaraları derinleştirmekten başka işe yaramaz aslında. Travma şöyle büyür: Amerikalı hocalar öğrencilerini savaş sonrası edebiyatına maruz bırakırlar. Sartre, Camus, Kafka gibi yazarların eserlerini okuyan Şasa, henüz çocuk denecek bir yaşta bu karamsar ve nihilist insanların dünyasıyla korunaksız olarak tanışır. Ruhuna akın eden muazzam karamsarlık ve nihilizm bir rende gibi canına okur adeta. Kendi kültürel kodlarına yabancı, hatta düşman bir dil ve dünyadır bu: Batı'nın seküler tütsülü, günah eksenli sarhoş dünyası…Sonrası büyük bir yalnızlık: Amerikan Kız Koleji'ni bitirdikten sonra, erken alınan bir evlilik kararı ruhunu büsbütün yalnızlaştırır. Bu erken ve yanlış karar, eğitimini yarıda bırakmasına ve bambaşka sulara açılmasına sebep olur: Yeşilçam.Aslında bu yönelişin de bir arka planı vardır. Ayşe, ailesinin kendisine dayattığı kültürü sadece reddetmek istemez, aynı zamanda onların hor gördüğü Türk sinemasına yönelerek de bir tür intikam almak niyetindedir. Daha orta mektep yıllarında aynanın karşısına geçip, ailesi ile sembolleşen burjuvaziden intikam almaya çocukça yeminler etmiştir. KEMAL TAHİR’İN ÖĞÜDÜ: YOLUNU SEÇ! Ancak, Şasa'yı ileriki yıllarda pençesine alacak olan şizofren tohumlar ruhuna serpilmeye burada da devam eder. Bu sefer Yeşilçam 'piyasa'sı onu 'Kolejli Kız' diye dışlar. İlber Ortaylı'nın o döneme ilişkin gözlemi şöyledir: "Şasa, onu tanıdığım dönemde (1970) etkili senaryolar yazan, 'Son Kuşlar' gibi toplumsal içerikli filmlere imza atan, güzel İngilizce konuşan, spor yapan, Türkçeyi etkin kullanan, içe kapanık bir kişiydi."Şasa'nın ilk evliliğinin en verimli mirasıdır belki de, eşi Atilla Tokatlı ile beraber Kemal Tahir ile tanışmak... Kemal Tahir, onun fenersiz, pusulasız dümeni için adeta bir yön belirleyici olur. Tahir'den, kendisini içten sarsacak ve çizgisini seçecek öğüdü o zaman işitir: "Maskaralık yaptığın sürece seni baştacı ederler ama ciddi bir şey yaparsan kimse ilgilenmez. Yolunu seç." Kolejli Kız, girdiği her ortamda dikkatleri üzerine çekecek kadar güzel, alımlı ve birikim sahibidir. Bir yandan da senaryo yazar.İlk eşinden boşanmış, yönetmen Atıf Yılmaz ile evlilik yapmıştır. Atıf Yılmaz'ın bu dönemdeki filmlerinin bazılarını Ayşe Şasa yazmaktadır. Yazmaktadır ama küçük bir hileden de çok zaman sonra haberdar olacaktır: "23-24 yaşında. Şişli'de çatı katında küçük bir evimiz vardı. Evin işlerini bitirdikten sonra sandık odasına girer on saat boyunca senaryo yazardım. Bu yedi-sekiz sene sürdü ve benim büyük krizimi geciktirdi. Ama senaryo yazarken de korkunç bir tedirginlik yaşıyordum. Benim yazdığım senaryoları gizli gizli Bülent Oran'a gönderip Yeşilçam kalıplarına uygun hale getirdiklerini çok sonra öğrendim." Kader, Bülent Oran ile yolunu kesiştirmiş ama esas vuslatını ertelemiştir. VE CİNNET MUSTATİLİ Bazı hayatlar vardır; uzun süren çalkantılar ve lodos sonrasında, dingin kıyılarına indiğinizde kesin hükmü verirsiniz: "Hayat asla ve kat'a tesadüfler cangılı değildir!" Ayşe Şasa, tam da Türk sineması ve toplumunun şizofrenisi üzerine bir yazı kaleme alma esnasında aniden zihni bulanır ve şizofreni nöbeti geçirir. Gözlerini hastane odasında açar. Sonrası daha ürkütücüdür: "Biz akşamları Atıf'la Kulis'e giderdik. Bir gün oraya giderken, Atıf'ın elinden kurtulup kaçmaya başladım. CIA, KGB peşimde ve beni kovalıyor, diye hissediyordum. Atıf elini cebime sokmuştu, onun da elinde zehirli bir iğne olduğunu ve beni öldürmeye çalıştığını düşünüyordum."Necip Fazıl'ın ruh damının uçması, göklerin künde üstüne künde atması şeklinde tasvir ettiği sarsıntıyı yaşamaktadır. Yazması kolay, yaşaması zorların zoru hislerdir bunlar. “Ateşten zehrini tattım bu okun/ Bir anda kül etti can elmasımı/ Sanki burnum, değdi burnuna "yok"un/ Kustum öz ağzımdan kafatasımı.”Yapayalnızlaşma süreci zirveye tırmanmış ve Kolejli Kız için cinnet ve buhranlı upuzun bir dönem başlamıştır. Evliliğinin tökezlemesi, onu daha da yalnızlığa iter. Ardından dayanağı Kemal Tahir'in ölümü ile iyice yalnızlaşır ve Mecidiyeköy'deki bir gökdelenin en tepesinde 'Mağaram' dediği evinde yıllar boyunca tarihte çok az insanın dayanabildiği şizofren nöbetleriyle yaşar. 30 yaşına geldiğinde sadece düş kırıklığı içindeki bir sinemacı değildir, sinir sistemi çökmüş bir hastadır aynı zamanda.Şair, hakikatle aniden karşılaşmayı ‘Gece bir hendeğe düşercesine' betimlemesiyle anlatmayı deniyor. Bilmiyorum hiç gece vakti bir hendeğe düştünüz mü? Çok can yakıcı olmalı. Şasa'nın şifa bulması da can yakıcıdır ve zorludur. Yaklaşık 18 yıl süren bu çileli yolda, tasavvufun ve tevekkül çınarının asırlara gömülü damarlarına sarılarak kurtulmaya başlar: "Bülent (Oran) beni enkazın içinden çıkardı. Ben on sene bu dört duvarın içinde oturdum. Konuşacak insanım bile yoktu. Enkazın altındaydım. Bülent geldi ve beni enkazın altından çıkardı. Yürüyemiyordum, konuşamıyordum, yataktan çıkmıyordum. Renkli kalemler alıyordu, filmler izlettiriyordu bana. Film izleyecek halim yokken öyle uğraştı benimle." En sıkıntılı döneminde, hiç beklenmedik anda İngilizce bir eser onu çekip çıkarmaya başlar bulunduğu bataklıktan; Muhyiddin İbni Arabî'nin Füsûs'u ve bir cümlecik: "Cenab–-ı Allah buyuruyor ki; ben gizli bir hazineydim bilinmek istedim." Aşkların en büyüğüydü, bilen ile bilinmek isteyen arasındaki aşk!: "Kozmik bir şiir, kozmik bir müzik ve göksel bir mimari yapıt olan o eşsiz metafiziği okudukça, hayretim artıyor, 'ben bunca yıl, bu kadar muhteşem bir söylemden nasıl habersiz kalmışım' diye hayrete düşüyordum. Bir yandan bir 'vird' gibi onu okuyordum, diğer yandan İslam ve tasavvuf hakkında bilgilenmeye başladım. İbni Arabi anlattıkça önümde yıldızlar açılıyordu. Çözüldüm... Sanki burası bir mağara ben de yaralı bir hayvanım. Birden sanki İbni Arabî'nin laflarıyla tavan açıldı ve 18 bin âlem, yıldızlar ışık sunmaya başladı."Ve son yıllarını huzur içinde, tasavvufa sarılarak geçirdi Ayşe Şasa. Bir elinde telefon, diğerinde gülsuyu şişesi vardı. Telefon sanki onun için icat edilmişti. Yurt içinden, dışından pek çok isimle saatlerce konuşup, hakkı, hakikati anlatıyor, ilahi aşkın estetiğine dair kafa patlatıyor, samimi münasebetler kuruyordu. Kendisi gibi ağır şizofren olan ünlü John Nash ile konuşuyor, elindeki Rahmani iksirin herkese ulaşması için çırpınıyordu. Ara ara onu yoklayan nöbetlerde kitaplarına daha sıkı sarılıyor, ibadet ve muhabbet ile yaralarını tedavi ediyordu Ayşe Şasa. Hayat arkadaşı, yoldaşı, zıddı ve dayanağı Bülent Oran'ın vefatıyla sarsılsa da, tedavinin yöntemini bulmuştu artık. Sabır ve metanetle Rabb-i Rahim'ine iltica etti hep.Ne ki, pek çok şeyde olduğu gibi bu büyük değerin kıymetini yaşarken bilememenin, Ayşe Şasa gibi derin ve büyük bir münevverden tam istifade edememenin ayıbıyla sırtlayacağız naaşını. Mekânı cennet olsun.

16 Haziran 2014 Pazartesi

Anadolu’nun ortasından geçen Miro yolu

Geçtiğimiz nisan ayında ‘2014 Yılı Avrupa Konseyi Müze Ödülü’nü alan Baksı Müzesi, ödülün sembolü olan Joan Miro’nun 1969’da yaptığı “Femme aux Beaux Seins” adlı bronz heykelini bir yıl boyunca sergileyecek. Önceki gün Bayburt’ta açılan ‘Miro’ya Açılan Heykelli Yol’ sergisi de ödülü merkeze alarak hazırlandı.2014 Avrupa Konseyi Müze Ödülü’nün sembolü, İspanyol Katalan sanatçı Joan Miro imzalı heykel, Bayburt’taki Baksı Müzesi’nde sergilenmeye başladı. Avrupa Parlamenterler Meclisi tarafından geçtiğimiz nisan ayında verilen “2014 Yılı Avrupa Konseyi Müze Ödülü”nün sahibi Baksı Müzesi, 1 yıl boyunca ödülün sembolü olan Joan Miro’nun “Femme aux Beaux Seins” adlı bronz heykeli sergileyecek. Baksı Müzesi’nde önceki gün açılan ve Nisan 2015 tarihine kadar gezilebilecek “Miro’ya Açılan Heykelli Yol” sergisi, bu ödülü merkeze alarak hazırlandı.Sergide, Miro’nun heykelinin yanı sıra heykeltıraşlar Ali Teoman Germaner, Altan Gürman, Burçak Bingöl, Candeğer Furtun, Erdal Duman, Esra Sağlık, Ferit Özşen, Günnur Özsoy, Hüsamettin Koçan, Kemal Tufan, Koray Ariş, Meriç Hızal, Mike Berg, Osman Dinç, Rahmi Aksungur, Remzi Savaş, Sabrina Fresko, Seçkin Pirim, Seyhun Topuz, Serkan Demir, Tansel Çeber, Tuğrul Selçuk, Yunus Tonkuş’un yapıtları da bulunuyor. Sergi, konseptini, antik çağ kentlerinde insanları “merkeze” ulaştıran heykelli yollardan alıyor.Baksı Müzesi’nin kurucusu Prof. Hüsamettin Koçan, serginin açılışında yaptığı konuşmada, ‘Miro’ya Açılan Heykelli Yol’un Türkiye’nin en çok göç veren kenti olan Bayburt’u merkeze taşıyacağına inandığını söyledi ve şöyle devam etti: “Miro’nun heykeli, bu sergi sayesinde Türkiye’de heykel sanatına emek veren 23 sanatçının eşsiz çalışmaları ile bütünleşiyor. Kurulduğu günden bu yana farklı sanatçıları ve disiplinleri bir arada sunan, özgün bir kültürel etkileşim merkezi olarak tanımladığımız Baksı Müzesi, bu sergi ile bir kez daha periferinin merkez karşısında özgünlüğünü koruma misyonunu yerine getiriyor.”Serginin küratörlerinden Emre Zeytinoğlu ise konuşmasında serginin konseptini oluşturan heykelli yolların antik çağda en az merkez kadar değerli olduğunu ifade etti. Heykelli yolların antik dönemden gelen bir alışkanlıkla, her zaman kentlerin ana damarı olarak algılandığına dikkat çeken Zeytinoğlu, “Bu yollar, insanları, toplumun önemsediği değerlerin sergilendiği, kentin kültürel kimliğini oluşturan sanatçıların, filozofların anıtlarının, müzeler ve tiyatrolar gibi kültür-sanat yapılarının, kentin idari binaları ile tapınaklarının yer aldığı merkeze götürür. Bu nedenle de merkeze doğru yolculuğun başladığı yerlerdir.” dedi ve ekledi: “Oysa bu heykelli yolların hayranlık uyandırıcı, ayrı bir estetiği vardır. Miro bu sergide merkezde yer alıyor olsa da ona uzanan heykelli yolda bulunan yapıtlar, ayrı ayrı kendi estetik anlayışlarını ortaya koyuyorlar.”

13 Haziran 2014 Cuma

‘Aydın’ın yüz yıllık uykusu

Kış Uykusu, her şeyden önce, edebiyat ile sinemanın yol arkadaşlığının meyvesi. Büyük romanların verdiği haz ile üç saat 16 dakika boyunca sıkılmadan ‘okunan’ bir roman. Çehov’un taşra hayatının zemininde ilerleyen güçlü damarına Tolstoy’un entelektüel ve sınıfsal tahlillerini, Dostoyevski’nin karanlığını ve Shakespeare’in karakter çözümlemesini ortak eden edebî zevki yüksek bir film.Altın Palmiye ödüllü ‘Kış Uykusu’, Cannes’ın jüri başkanı Jane Campion’ın da ‘itiraf’ ettiği üzere ilk başta 196 dakikalık süresiyle korkutuyor. Malum, Campion, filme girerken “Aman Tanrım! Tuvalet molası vermem gerekecek!” diye düşündüğünü söylemişti. Evet, böyle bir handikap var. Nitekim, aranın olmadığı basın gösteriminde bitime 45 dakika kala teknik bir arıza çıkınca merdivenlere kadar dolu olan salon boşalıverdi. Fıtri ihtiyaçları bir kenara bırakırsak, film, süresini hissettirmeden, büyük romanlara has bir lezzetle anlatıyor hikâyesini.Yanmış anızlar arasında bir adam görürüz ilkin... İstanbul’daki tiyatroculuk yıllarından sonra emekliliğinde baba ocağı Ürgüp’e yerleşip ‘Othello’ adında bir otel işleten Aydın (Haluk Bilginer). Aynı zamanda kasabanın yerel gazetesinde köşe yazarı. Kocasından boşanıp Aydın’ın yanına yerleşen kız kardeşi Necla’ya (Demet Akbağ) göre kimsenin okumadığı, süslü fakat samimiyetsiz yazıların yazarı. Bir de, kendisinden genç karısı Nihal (Melisa Sözen) var Aydın’ın hayatında, sürekli didiştiği. Daha doğrusu; Aydın’ın erdemi, parası, ‘lütufları’ ve kibriyle boğduğu genç karısı (‘Anna Karenina kompleksi’).Taşradaki hayatın tekdüzeliğini küçük bir çocuk bozar. Bütün taşları yerinden oynatan, bu üç karakterin ruhlarındaki irini, geçmişteki kişisel hesaplarını birbirlerinin üzerine ‘kusmasına’ sebep olan bir taş (‘taş atan çocuklar’ı hatırlayalım) atarak… Aydın ile Hidayet’in (Ayberk Pekcan) –muktedir ve yardakçısı– arabanın camına atılan taş ve camın kırılmasıyla gelişen olaylar, Aydın’ın ruhundaki çatlakları görmemizi sağlar. Sonra bir bir, herkesin ruhundaki aynalar kırılır ve filmde uzun uzun tartışılan, herkesin kendi ‘gerçeklik’i ve bir de seyircinin gördüğü gerçeklik perdeye yansır. “Benim/bizim gerçekliğimiz bu” illüzyonu vasıtasıyla sadece Türk ‘aydınına’ değil, tüm insanlığa ayna tutulur.HEP BİRLİKTE KUSALIM!‘Kış Uykusu’, her şeyden önce, edebiyat ile sinemanın yol arkadaşlığının meyvesi. Büyük romanların verdiği haz ile üç saat 16 dakika boyunca sıkılmadan ‘okunan’ bir roman. Çehov’un taşra hayatının zemininde ilerleyen güçlü damarına Tolstoy’un entelektüel ve sınıfsal tahlillerini, Dostoyevski’nin karanlığını ve Shakespeare’in karakter çözümlemesini ortak eden edebî zevki yüksek bir film.Ceylan, bu ‘evrensel karışım’ın tam ortasında duran Aydın ile Türk (yarı) aydınının bütün defolarını acımasızca ortaya döküyor. Bunu yaparken kendini soyutlamıyor. Aydın’da herkes kadar Ceylan’dan da izler var. Elini taşın altına sokmayan, söylevde ateşli ama icraatta ‘mıymıntı’; din bilgisi ve dine yaklaşımı yüzeysel olduğu halde o alanda söz söyleme salahiyetini kimselere bırakmayan; herkesi kendinden aşağı bir yerde konumlandıran; üsttenci, heptenci ve alabildiğince toptancı… Eleştirinin niteliğiyle yüzleşmekten korktuğu için eleştireni değersizleştirerek konfor ve statüsüne sımsıkı sarılan, hasılı kendi kanonu dışındaki her kesimden bir şekilde nefret eden ikiyüzlü bir aydın.Kış Uykusu’nun karakterleri üç kritik diyalog sahnesi (Necla-Aydın, Aydın-Nihal, Aydın-Levent-Süavi) ile içindekileri adeta kusuyor. Bunların en büyüğü, Aydın ile Necla’nın diyaloğu. Sinemamızda bir benzeri olmayan bu zor sahneyi hasarsız atlatmak büyük bir başarı. Bazı yerlerin teatralliğe kaçması bilinçli; zira –Nihal ile olan diyalogda da var– Aydın’a birkaç yerde “Artık sahnede değilsin!” ikazı yapılıyor. Bu üç diyalog ile finalden önce Aydın’ın –gerçekten– kusmasını birlikte değerlendirirsek; evet, belki de hepimizin ağız dolusu kusmaya ihtiyacı var, bütün memleketin!HERKES KENDİ MAĞARASINDAFilmde aydın, muktedir, yardakçı, taş atan çocuklar, din adamı, öğretmen, fakir halk ve hatta turist bile var. Hepsi yerli yerine oturuyor. Yalnız, din adamı tipinde bariz bir sıkıntı var. Sürekli muktedirden iane ve iaşe dilenen din adamı portresi rahatsız edici. O kadar ki, bu din adamı, hapisten çıkmış, işsiz bir sarhoş kadar dahi izzetini gözetmiyor. Din adamlarını tenzih ederek söyleyelim, bugünün muhafazakârlarının devletle olan ilişkisinde dünden bugüne yaşanan ürpertici değişim düşünülünce Ceylan’a biraz hak verebiliriz. Ancak o muhafazakârlar ile filmdeki din adamının durumu arasında önemli farklar var. Bu farkları es geçerek, çıkarı doğrultusunda eğilip bükülmekten gocunmayan bu din adamı tiplemesini Nuri Bilge Ceylan’ın kendi ‘gerçekliği’ne vermek en iyisi. Aksi halde, merhametsizce eleştirdiği Aydın’ın din konusunda düştüğü duruma düşmüş olur ki, bu çapta bir yönetmene yakışmaz doğrusu.Oyunculuklarda Haluk Bilginer, sadece kendi sinema kariyerinin değil Türk sinemasının en iyi rollerinden birini sergiliyor. Bu açıdan Kış Uykusu sadece Nuri Bilge Ceylan’ın değil, Bilginer’in de ustalık eseri. Demet Akbağ, Melisa Sözen, Tamer Levent, Ayberk Pekcan, Nejat İşler, imam yorumu rahatsız etse de Serhat Kılıç ve az görünüp akılda kalan Nadir Sarıbacak… Bütün oyuncuların performansı görülmeye değer.‘Kış Uykusu’; İklimler, Mayıs Sıkıntısı, Uzak ve Üç Maymun filmleri başta olmak üzere taşra sıkıntısı, sınıf sorunları, insanın kötücüllüğü üzerine Nuri Bilge Ceylan’ın kafa yorduğu soruları, güçlü sinema dili sayesinde ve en yoğun haliyle önümüze koyuyor. Elitist bir yanı olsa da, sadece Türk aydınına değil, bütün insanlığa ayna tutuyor. Kendini tenzih etmeden, herkesin iç dünyasıyla yüzleşerek izlemesi gereken bir film.

12 Haziran 2014 Perşembe

‘Türk sinemasının zirvesi’

Nuri Bilge Ceylan’a 67. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandıran Kış Uykusu yarın gösterime giriyor. Filmin dün Kanyon’da yapılan basın gösterimine kalabalık bir gazeteci ve yazar grubu katıldı. İşte filmden ilk izlenimler...Nuri Bilge Ceylan’a 67. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandıran “Kış Uykusu” yarın gösterime giriyor. Henüz ödülün sıcaklığı üzerindeyken seyirci karşısına çıkacak olan Kış Uykusu’nun gişe başarısı merak edilirken, film dün ilk kez kalabalık bir gazeteci ve yazar grubunun karşısına çıktı. 3 saat 16 dakika süren gösterimden çıkışta sinema yazarları söz birliği etmişçesine bu uzun süresine rağmen filmin asla sıkıcı olmadığını söyledi. Genel izlenim şöyle: Tahmin edildiği gibi hazmı zor bir film, ancak seyri o kadar da zor değil. Süresinin 3 saat 16 dakika olduğuna bakmayın, akıp gidiyor. Sonunda seyirci, çoğu eleştirmen gibi Cannes jüri başkanı Jane Campion’un sözünü yâd ediyor: ‘Başta süresinden korkmuştum, filmden sonra daha uzun saatler sürsün istedim.’Nuri Bilge Ceylan, beyazperdeye bu kez emekli bir oyuncunun öyküsünü yansıtıyor. Yine, yeni ve fakat çok katmanlı bir taşra hikâyesi... “Aydın, 25 yıl oyunculuk yaptıktan sonra İstanbul’dan ayrılır, Kapadokya’da babasından kalan butik oteli işleterek günlerini geçirmeye başlar. Hayatında iki kadın vardır: Kendisine her anlamda uzak ve soğuk olan genç karısı Nihal ve boşanmış olan kız kardeşi Necla. Kış bastırır ve karakterler birbirlerinin yaralarıyla oynamaya başlar.” Film, taşralı bir aydının iç sıkıntıları, ahlak ve vicdan sorunları, topluma bakış açısındaki paradokslar gibi birçok yaraya parmak basarken, basmakalıp pek çok kabulü de sorgulamaya girişiyor.“Kış Uykusu”, yarın 150 kopyayla gösterime giriyor. Gösterimin ardından, sinema yazarlarından filmi değerlendirmelerini istedik. Öncelikle filmin yaz sezonunda gösterime girmesini riskli bulanlar kadar Altın Palmiye sonrası seyirci ilgisinin fazla olacağını düşünenler de var. Atilla Dorsay, yapılanı cesur bir adım olarak değerlendiriyor ve şöyle diyor: “Amerika’da en iddialı filmler yazın gösterime girer. Oscar filmleri değil, gençlere ve çocuklara yönelik filmler... Böyle bir şeyi bizde de denemek gerekiyordu. Ben de nasıl bir sonuç alınacağını merak ediyorum.”Şehirli entelektüellere tokat gibi çarpıyorHer şeye dokunuyor Sevin Okyay: "Çok beğendim. Nuri Bilge'nin taş taş üstüne koyarak kendi sinemasını inşa etmesi ile ilgileniyorum. Koza'dan beri takip ediyorum. O filmden çıkıp otobüste tek başına otururken tebrik etmiştim. O günden bugüne sürekli üstüne koydu, kazandığı tecrübelerle piramit gibi yükseldi, bugünlere geldi. Bu film, hikâyesi, insani zaafları, ilişki biçimleriyle bambaşka. Her şeye dokunan, her şeyi eleştiren bir yapım. Çok fazla üstüne bastırmadan Çehovvari… Nuri Bilge'nin kendine has bir filmi. Görsel olarak mükemmel, görüntü yönetmenliği, oyuncu performansları harika. Oyuncular yetenekli olabilir ama bu kadar başarılı olmalarında yönetmenin payı çok büyük." O karakterler ömür boyu bizimle yaşayacakAtilla Dorsay: "Çok şey beklenen filmler genelde düş kırıklığı yaratır, benim için öyle olmadı. Birçok açıdan Türk sinemasının ulaştığı bir zirve. Senaryosu oya gibi işlenmiş, bu kadar sağlam karakter irdelemesi ve takım oyununu yerli filmde görmedim. Oyunculuklar gerçekten zirve yaratıyor. Gökhan Tiryakigil'in yarattığı görsellik her zamanki gibi olağanüstü. Kapadokya gibi harika bir mekânı kullanmayı hiç abartmamış, egzotizme kaçmamış. Görüntüler yer yer geliyor, insanı allak bullak edip kayboluyor. Filmin ana malzemesi her şeye rağmen doğa ve görsellik değil, insan. İnsanı verişi olağanüstü. Bütün karakterler o kadar canlı biçimde hayata geçiyor ki, ömür boyu bizlerle birlikte yaşayacak. Aynen bir Balzac, Dostoyevski, Tolstoy, Hemingway romanından çıkmışçasına onları unutmayacağız."Filmin adı Taşra Sıkıntısı da olabilirmişUğur Vardan: Aydının sınıfsal hal-i pürmelâli, tam da ana karakterinin isminin 'Aydın' olduğu 'Kış Uykusu'nda Nuri Bilge Ceylan bakışıyla alabildiğine didik didik ediliyor. Bu mesele Batı için çok çok eski bir geçmişin konusu belki (Rus cephesini 'Doğu' sayarsak daÇehov'dan bu yana). Bizim içinse Tanzimat'la başlayıp Cumhuriyet'in ayaklarını yere basmasıyla birlikte daha net bir şekilde kıyıya vuran, belki Yakup Kadri'nin 'Yaban'ıyla ilk kez sesini 'Gür' bir şekilde duyuran, sinemamızda ise özellikle '80 sonrası'nın suskun ortamında belli ölçülerde iç hesaplaşmaya giren yönetmenlerimizce sık sık uğranılan bir liman... Bütün bu tabloda 'Kış Uykusu' yeni bir derdin peşine düşmüyor ama sinemamız ölçüsünde en uzun süreli ve vakti bol olunca da- daha derin bir alışverişin parçası oluyor. Tabii filmin zamanlama açısından şöyle bir preblemi var, tıpkı Onur Ünlü'nün 'Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi' gibi 'Aydın'a uzun süredir herkes vuruyor ve Türkiye'nin içinden geçtiği siyasal iklim itibariyle o artık bir 'Mazlum'... Ama Nur Bilge de şunu söyleyebilir, "Bu dönem gelip geçer ama benim filmim zamansızlık bağlamında yarına kalır..." İnşallah öyle olur... Ben en çok 'Taş atan çocuklar' meselesinin öyküye yedirilmesini, bütün psikolojik ayrıntılarıyla beğendim. Bir de Aydın'ın, kız kardeşi Necla tarafından yazıları üzerinden çok doğru noktalarla lime lime edilişini!.. Son olarak filmin ismi 'Taşra Sıkıntısı' da olabilirmiş… Haluk Bilginer çok başarılı Serdar Akbıyık: "Sinemamızda şehirli entelektüelleri anlatan yapım çok az. Kış Uykusu onlardan biri. Bu anlamda çok önemsiyorum. Yönetmen, karakterini taşraya konumlandırmış. Aslında Nevşehirli ama gözlemleri, yaşadıkları, problemleri öyle değil, olabildiğince şehirli. Nuri Bilge'nin Bir Zamanlar Anadolu'da filmini sinema olarak bir tık daha yukarıda görüyorum ama içselleştirme açısından bana daha fazla seslendiğini söylemeliyim. Seyircinin zor tüketeceği bir film. Kendi duygularını yabancı sinemada arayan seyirci kitlesi, bu filmi kaçırmamalı. Perdede gerçek insanlar var. Haluk Bilginer o kadar karizmatik, başarılı ve izlemesi keyifli bir oyuncu ki, hiçbir zaman kendinden farklı olamıyor. Burada da olamıyor. Bu film için dezavantaj ama onu sevenler için avantaj. Ayberk Pekçan'ı çok beğendim. Ben oyuncuyum demeden oynuyor. Demet Akbağ, Nejat İşler, Serhat Kılıç da keza öyle. Nadir Sarıbacak yine filmi tatlandırmış. Başrolde olduğu filmler izlemenin zamanı geldi." Üzerine düşüneceğimiz bir film Alper Turgut: "Kentliler, özellikle aydın, elit kesim kendini pek eleştirmez. Köylüleri eleştirir, aşağılar. Kış Uykusu'nda bir aydın eleştirisi var. Özellikle kendi penceresine bakmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Her ne kadar Kapadokya'da da çekilse bir kent filmi. İçinde yalnızlık, can sıkıntısı, takıntı haline gelmiş kötülük var ama ortada kötülük yok. Herkesin bir yarası, kendince doğrusu var ama ortada siyah ve beyazlar var. İnsanlar gri tonlu, manzara şahane. İşçilik, ses çok güzel. Çok fazla göndermesi olan bir film. Üzerine düşüneceğimiz, konuşacağımız bir yapım. Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu'da ile karşılaştırılabilir ama üçü de farklı. Kendi adıma Bir Zamanlar Anadolu’da'yı daha çok beğenmiştim ama bu da iyi, güçlü bir film."

Koy saki, içicez

 

Carsamba aksami, kisik sesle silanin sarkilari esliginde düsüncelere daliyorum. Bir insanin kendisini iyi his etmemek icin ne gibi bir nedeni olabilir? Bu soru gözüktügü gibi kolay degil, hemde hic.. Düsünceler icinde kayboluyorum. Sanirim bunu hepimiz yapiyoruz ,ara sira. Kim bilir kimler kimin yüzünden daliyor uzaklara, hayallere, düsüncelere, belkide bogulurcasina, o kadar derin.. Ya mutlu olmak icin nedenlerin? Bazen karsina okadar büyük bir mutluluk cikar ki, onu nereye saklicagini bilemezsin. Belkide böyle bir mutlulugu kendine yakistiramazsin, ne yapicagini bilemezsin, elin ayagin birbirine dolasir.. Alisik degilsin cünkü. Bazen kendinle, bitmek bilmeyen dertlerinle, hayatinla okadar mesgul olursun, öyle bir hale gelirsin ki o mutlulugu yasayamazsin. Hayatinda sanki cok büyük bir molaya ve buralardan uzaklasmaya ihtiyacin varmis gibi gelir. Bazen sadece ailenle arkadaslarinla kalip zaman gecirmek bazende sadece yanliz kalmak istersin. Bazen herseyi konusmak, birsürü seyler anlatmak, sabahlara kadar sohbet etmek ama bazende hicbirsey söylemek istemezsin. Karmasiklar icinde gecer günlerin. Icinde sanki cok fazla birikmis seyler var, ve suan onlari nereye koyucagini bilmiyorsun. Hatta sanki bir agirlikmis gibi his edersin. Konusmak istediginde bogazini dügümleyen seyler. Yada sevindiginde kendini senden alicak seyler. Iyimi kötümü artik secemiyorsun. Ama bir seyi iyi bilirsin: bu duygular artik seni kontrol altina almis, o yüzden:

"Hic durma, koy saki içicez" 

11 Haziran 2014 Çarşamba

“Unutturmak ve yok etmek genlerimize kazındı”

Ömer Ayhan yeni romanı Şehrazat’ta Yeşilçam’ın kayıp filmlerinin peşine düşen ilginç roman kişileri üzerinden yakın tarihimize ve günümüzün toplumsal çalkantılarına bakmamızı sağlıyor. Farklı anlatıcıların ağzından ilerleyen roman, sıra dışı karakterleriyle olduğu kadar ustalıklı diliyle de etkileyici.Ömrünün son yıllarını Yeşilçam’ın kayıp filmlerini bulmaya adamış Asaf Onur etkileyici bir karakter. Sadece sinema tarihindeki değil, edebiyat tarihindeki unutulmaya yüz tutmuş eserlere de atıf var romanınızda. Nedir sizin için ‘kayıp eserler’i bunca çekici kılan? Kayıp ve/veya unutulmuş eserlerin, toplumda hafıza kaybına tekabül ettiğini düşünüyorum. Bir ülkenin başına gelen felaketlerde hafıza kaybının, unutmanın, olguları bilerek derinlere gömmenin payı büyük. Tanpınar bunun için didinmişti, çırpınışlarının basit bir maziseverlik olmadığı ne yazık ki çok geç anlaşıldı. Romana dönersek, sadece rahmetli Halit Refiğ’in ve Türk sinemasının önemli filmlerinden Şehrazat değil, iki bine yakın film kayıp. Bu, akıllara zarar bir sayı. Dünya üzerinde bu kadar büyük bir umursamazlık ve kadirbilmezlikle karşılaşacağınız başka bir memleket yok. Unutmak, unutturmak ve yok etmek genlerimize âdeta zorla kazındı. Romanda farklı anlatıcılar var, hepsinde dikkati çeken ortak özellik, sinema üslubunu çağrıştıran tasvirler. Attilâ İlhan, romanın sinema çağında yaşayabilmesi için onun imkânlarından yararlanması gerektiğini söylemişti. Siz ne dersiniz?Attilâ İlhan ileriyi görebilen bir sanatçıydı. Bu sözleri 1950’lerde söyledi. Bugün DVD’ler aracılığıyla evlerimiz de birer sinema salonuna dönüşmüş durumda. Elbette bir roman sinematografik olmak zorunda değildir, ama sanat formları Borges’in ayna metaforu gibi birbirini çoğaltıp yansıttığına göre, edebiyatçı algılarını sürekli bilemek zorunda. Şehrazat’ta parodi ve pastişin imkânlarından bir miktar yararlandım. Yeşilçam’ın altın çağına özgü jargon, roman için itici güçtü.Şehrazat bir kent romanı. Daha önceki kitaplarınızda da şehrin boğucu yüzünü yazmıştınız. Bu kez sanki karakterler şehir karşısında daha çaresiz... Bir gün şehirlerin daha yaşanılır hale geleceğine dair umudunuz var mı? Açıkçası böyle bir umudum kalmadı. Şehrin boğucu yüzünü yazmak benim için bir tercih değil, siyasetçilerin bizatihi dayattığı bir mecburiyet. Çok basit bir örnek vereyim; Yeşilköy’deki havaalanını tahditli bir kullanımla handiyse yok etme kararı alıp alternatifini ta Silivri’ye kondurduğunuzda, insanlar için öncelikle kaos inşa ediyorsunuz. AVM’ler olmasın mı, olsun tabii, ama neden bu konuda dünyanın birinci ülkesi olmaya koşuyoruz, nedenini anlayabilen var mı? İzmir şimdilik daha şanslı, köy gibi diyerek horlamaya çalışıyorlar, peki İstanbul megakent oldu da ne oldu? Tarihle doğanın, misyonu sözüm ona muhafaza etmek olan bir iktidar tarafından ranta kurban edildiği şehirlerimiz elbette boğucu, bu zihniyetle daha kötü günleri de göreceğiz.Romandaki emekli asker karakteriyle yakın tarihimize incelikli ve ironik bir şekilde yaklaşıyorsunuz. Hem de birçok ‘darbe romanı’ndan daha etkileyici bir üslupla... Örtük bir darbe romanı diyebilir miyiz Şehrazat için? Biraz sağ gösterip sol vuran bir roman Şehrazat. Yeşilçam dünyasına göndermeler, kayıp filmler, gönül ilişkileri, kimsesizlik, kent romanına has özellikler derken aslında hepsinden önce, işaret ettiğiniz gibi bir darbe romanı olduğu söylenebilir. Bizde biraz didaktik bulduğum bir siyasal roman geleneği var, romanı kurarken kafamdaki soru şuydu: Okura fark ettirmeden siyasal özellikleri ağır basan bir roman yazabilir miyim? Bunun için yol yordam aradım ve sonunda absürtten istifade etmeye karar verdim. Çünkü darbe teşebbüsleri ve yaşadığımız çağda hâlâ bundan medet umulması bana absürt hatta patetik geliyor. Darbelerin tek tek sonuçlarına bakın ve sonra parçaları birleştirin. Görüp göreceğiniz toplu bir cinnettir, ne yazık ki başka bir şey değil.“Adaleti ayaklar altına alırsanız, vicdanlar yaralanır”Romanın fonunda Gezi olayları var. Edebiyat çevrelerinde de çok tartışılan bir konu... ‘Gezi’den Sonra Edebiyat’ başlıklı dosyalar yapılıyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz? Bunları değerlendirmek için henüz erken. Sonuçları asıl önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Kendi adıma Gezi sürecinin bittiğini düşünmüyorum. Bir ülkede adaleti ayaklar altına alırsanız vicdanlar yaralanır, halkı polisinize vurdurup failleri cezalandırmazsanız insanlar en ufak rüzgârda sokağa çıkar. Gezi’den sonra hangi siyasi görüşte olursak olalım, olup bitenlere biraz daha farklı bakıyorsak, artık başka biri olduğumuzu, değiştiğimizi gösterir bu. Bizler vicdanlı insanlarız, devlet ve polisinden de aynısını bekliyoruz. Yoksa bu dünyada ahirete hazırlansanız ne olacak, kimi kandırabilirsiniz?

10 Haziran 2014 Salı

Dijital korsanın önlenemez yükselişi

Basılı kitap ve dergilerin dijital olarak çoğaltılıp izin alınmadan internette paylaşılması önemli bir sorun haline geldi. Avrupa Birliği, bu konuda yeni reformlar hazırlarken, Türkiye bu işin epey gerisinde. Binlerce kitaba internetten rahatça ulaşılabiliyor ve caydırıcı herhangi bir yaptırım söz konusu değil.Korsan kitapların önüne geçme konusunda kendini hafiften de olsa toparlamaya çalışan ülkemizde, internet üzerinden yapılan ve "dijital korsan" olarak adlandırılan fikir hırsızlıklarına karşı ciddi bir gelişme olduğu söylenemez. Kısa bir örnekle devam edersek, internet devi Google'dan sevdiğiniz bir yazarın, hele epey popüler bir isimse, kitabını yüzlerce siteden indirmek kolayca mümkün. Bunun yanı sıra e-kitap diye yazdığınızda arama motoru size “e-kitap indir”, “e-kitap oku”, “e-kitap arşivi” gibi önerilerle size yol göstererek ilgili sitelere rahatça ulaştırıyor. Akıllı telefonların ve tabletlerin yaygınlaştığı bir dönemde piyasadaki e-kitabın azlığı da okurların bu tür korsan sitelere başvurmasındaki etkenlerden biri. Gittikçe büyüyen bu dijital korsan pazarı büyük ilgi görürken, siteler de sayfalarına pek çok reklam alıyor.Ahmet Hamdi Tanpınar, Reşat Nuri, Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Sait Faik, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Ayşe Kulin, Elif Şafak, Ahmet Altan ve İlber Ortaylı'ya uzanan uzunca bir yazar listesinin yanı sıra klasiklerden popüler kitaplara, edebiyat dışı kitaplardan dergilere oldukça geniş bir arşive ulaşılabiliyor. Kimi duyarlı (!) siteler ise hukuki sorumluluğu üstünden atmak için “mevcut yasal mevzuata ve telif haklarına karşı duyarlı” olduklarını dile getirerek, başka sitelerden bu yayımlara ulaştıklarını belirtiyor. Sorumluluğu üzerinden atmaya çalışan siteler, beslendikleri dijital korsan sitelerin linkini vererek kitaplara erişimi sağlıyor. Zira herhangi hukuki bir süreç için yayının yer aldığı site ile içeriğin kaldırılması için bağlantıya geçilmesi gerekiyor. Uyarılara rağmen yayından kaldırılmayan korsan e-kitaplar için savcılığa başvurulabiliyor. Fakat pek çok hak sahibi bu uzun sürece dahil olmak istemiyor.Kültür ve Turizm Bakanlığı geçtiğimiz Kasım ayında, internetten müzik, film, dosya indirmeyi içeren fikir hırsızlıklarına karşı Fransa'daki "uyar-kaldır" modeli uygulayacağını duyurmuştu. Çeşitli uyarı mekanizmaları içeren bu model kapsamında kullanıcılar, ilk seferinde e-posta, ikincide ise eve mektup yollanarak uyarılacağı dile getirilmişti. Bu uyarılara karşı üçüncü kez korsan eser indiren kullanıcıların suçlu sayılacağı ve para cezasına çarptırılacağı konuşuluyordu. Fakat bu modeli hayata geçirecek Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nda değişiklik yapılmasına dair kanun taslağından henüz somut bir gelişme görünürde yok.Caydırıcı önlemler şartTürkiye Basım Yayın Meslek Birliği, korsanın bitirilemeyişinin nedenlerini araştırdığı makalesinde, Birliğin Genel Sekreteri Av. Melahat Aşnük Boran'ın dijital korsan üzerine şu tespitlerde bulunuyor: “Ne yazık ki ülkemizde “ahtapot yazılım”lar kullanılamadığı için ihlaller anında tespit edilememektedir. Gerekli tüm yasal işlemlerin yapılması ile korsan sitelerden içeriğin kaldırılması ya da erişimin engellenmesi sonrası kısa süre içinde farklı bir site adı altında farklı linkler ile aynı ihlallere devam edilmektedir. Yasa koyucunun bu konuda caydırıcı bir çözüm bulması gerekmektedir.” Türkiye Basım Yayın Meslek Birliği, tüm Türkiye'de korsancılara karşı açılan davalarda 2013'te toplam 230 adet mahkeme, 90 adet savcılık dosyasına müdahil olarak, dijital korsanlık yapan 95 internet sitesinin korsan kitap yayınına son verdirmişti.AB'nin dijital biriminden sorumlu başkanı Neelie Kroes, geçtiğimiz aylarda Avrupa'daki mevcut telif hakkı sisteminin yetersiz olduğunu, ilgili yasaların yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini söylemişti. Avrupa Birliği Komisyonu'nun bu yıl içerisinde bu soruna ve yeniden düzenlemeye karşı harekete geçeceğini söyleyen Kroes, dijital çağda telif haklarına yönelik yeni yaklaşımlar üzerine kafa yorulmasının zorunlu olduğunu belirtmişti. Komisyonun üzerinde çalıştığı yeni Telif Hakkı Reformu'nun bu yıl içerisinde duyurulması beklenirken, ülkemizde de Fikir ve Sanat Eserleri Kanun Taslağı'nın bir an evvel hayata geçirilmesi gerekiyor. Bunun yanı sıra yayınevlerinin de kendi bünyesindeki kitapların takibini yapıp ilgili korsan yayın yapan sitelerden bu içeriklerin kaldırılması için hukuki yollara başvurmasını on binlerce sitenin varlığı düşünülünce, biraz zorlu bir iş gibi gözüküyor. Bu yüzden Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın caydırıcı yaptırımlar üzerine yoğunlaşması dijital korsanın önüne geçilmesine yardımcı olabilir.

9 Haziran 2014 Pazartesi

Edirnekapılı ve Venezuelalı genç sanatçılar aynı sahnede

Venezuela’da 36 yıl önce bir gençlik orkestrası kuruldu. Yoksul gençleri müzikle buluşturmayı ve suçtan uzak tutmayı hedefleyen orkestra, günümüzde dünyanın en iyi ilk beş gençlik orkestrası arasında gösteriliyor. 2005’te İstanbul’da da benzer bir orkestra hayata geçti. İkisi de yarın sahnede.Bundan tam 36 yıl önce Venezuela'da yoksul çocukları müzikle buluşturan, onları yoksulluğun ve suçun dünyasından koparıp hayatlarını müzikle kazanan bireyler haline getiren El Sistema adıyla bir proje başlatıldı. Ekonomist ve aynı zamanda müzik adamı olan José Antonio Abreu tarafından kurulan ve 12 çocukla yola çıkan El Sistema'nın çatısı altındaki Venezuela Teresa Carreño Gençlik Orkestrası, bugün dünyanın en iyi ilk beş gençlik orkestrası arasında gösteriliyor. Kuruluşundan bu yana 2 milyon çocuk bu sistemden faydalanmış, günümüzde ise 286 merkezde 400 binin üzerinde çocuk ve genç müzik eğitimi alıyor. Çocuklar her gün öğleden sonra, üç-dört saatlerini derslere ayırıyor. İlk öğretmenleri, El Sistema'nın daha eski öğrencileri olan ağabeyleri ve ablaları oluyor. İlk önce çocuk korolarında yer alan müzisyenler, zaman ilerledikçe gençlik orkestralarının bir parçası haline geliyor.Venezuela'daki benzer sistem, 2005 yılında mimar Mehmet Salim Baki tarafından Edirnekapı'daki ve civarındaki çocuklar için başlatıldı. Mehmet Baki'nin gençlik hayali olan bu girişim, Yeliz Baki ile sürdürdükleri 7 yıllık çalışma sonucunda Barış İçin Müzik Vakfı'na dönüştürüldü. Şimdilik 700 çocuk ve gencin eğitim aldığı Barış İçin Müzik girişimi, semtin sınırları içindeki Ulubatlı Hasan İlköğretim Okulu, Muallim Naci İlköğretim Okulu, Hattat Rakım İlköğretim Okulu'nda Barış İçin Müzik Atölyeleri kurdu. Vakfın Edirnekapı Kariye Türbe Sokak'taki merkezinde akordeonla başlayan müzik eğitimleri, flüt, keman, viyola, çello, piyano, perküsyon, kontrbas, klarnet, trombon, trompet, tuba ve korno ile devam ediyor.İki grup yarın akşam 42. İstanbul Müzik Festivali kapsamında Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi'nde bir araya geliyor. İlk konseri Barış İçin Müzik Orkestrası saat 19.30'da Mini Amfitiyatro'da verecek. El Sistema'da yetişen Teresa Carreño Gençlik Orkestrası'nın müzik yönetmeni Christian Vásquez şefliğindeki Venezuelalı gençler ise Büyük Salon'da saat 20.30'da sahnede olacak. Konserlerden önce Martı Hotel'de saat 14.30'da "El Sistema Europa" başlığıyla bir panel düzenlenecek. Panele, Avrupa'daki El Sistema oluşumlarının temsilcileri ve Jose Antonio Abreu katılacak. Her iki orkestra da destekçiler ve sponsorlarla varlığını sürdürüyor. El Sistema'nın Avrupa turnelerinin sponsoru Hilti Vakfı. Ayrıca sistem, devlet tarafından da destekleniyor. Barış İçin Müzik girişimi ise tamamen gönüllülerin desteği ve inancıyla büyüyor.

7 Haziran 2014 Cumartesi

Ben bilmem, ‘Sabit Bilir’!

Adı Sabit, soyadı Karamani. Fakat herkes onu Sabit Bilir diye tanır, başkasına anlatmak için de sadece bu iki kelimeyi kullanırmış.1950’lilerden itibaren o kadar çok söylenir olmuş ki bu cümle, şimdi “Sabit Bilir” önermesinden oluşan bir sergi ile muhatabız. Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 14 Mayıs’ta açılan “Sabit Bilir: 20. Yüzyılda Bir Hezarfen Sabit Karamani” sergisi bugün sona eriyor ancak geriye Türkiye’nin radyo tarihini, radyo reklamcılığını, fotoğraf ve seramik sanatının gelişimini, o yılların cemiyet hayatını anlatan bir kitap ve henüz çekimleri devam eden belgesel bırakıyor.1916 İstanbul doğumlu Sabit Karamani’nin efsane bir radyo teknisyeni olması gençlik yıllarına dayanıyor. İlk radyosunu yaptığında 13 yaşındadır. Radyo macerasından önce Merkez Bankası’ndan Islahiye’deki krom madenlerine uzanan bir iş hayatı olur. Profesyonel radyoculuğa ise 1945’te Ankara Radyosu’nda adım atar. Bir yıl sonra, 6 arkadaşı ile birlikte Basın Yayın Genel Müdürlüğü tarafından eğitim görmek üzere ABD’ye gönderilirler. Sergideki, 8 mm ile kendisinin çektiği kısa film o döneme ait.ABD’den döndüğünde İstanbul Radyosu’nda çalışmaya başlayan Sabit Karamani, adı ile müsemma değil, yerinde duramayan zeki, çevik, atak ve pratik biri, aynı zamanda titiz çalışmasıyla akıllarda yer etmiş bir kişilik. 1950’li yılların Türkiye’sinin bulunmaz teknik adamları arasında. Hızır gibi her yere yetişiyor, bir plak kayıt stüdyosunda, bir Ümraniye’deki radyo verici kulesinde... Türk televizyonculuk tarihinin ilk spikeri Orhan Boran’la radyoda yaptıkları canlı yayınlar da efsane. Kırmızı renkli İstanbul Radyosu Canlı Yayın Arabası, arşivindeki pek çok karede görülüyor. Karamani’nin mucit yönü ise oldukça ilgi çekici. Sergide radyo için icat ettiği teknik aletlerin bir kısmı yer alıyor. 1947’de, kapalı devre bir TV alıcısı yaptığında ise gazetelere haber olmuş.Sabit Karamani’nin fotoğrafçılığı ve seramik sanatçılığı ise başlı başına bir konu. Aynı yıllarda amatör fotoğrafçı arkadaşlarıyla Amerikan Haberler Ajansı’nda sergiler açmış, on yıl süreyle bu sergilere katılmışlar. Profesyonel çekimleri de olmuş. Engin Özendes, Ersin Alok, Murat Germen, O. Cem Çetin, Fuat Güner (MFÖ’nün Fuat’ı) ve Nazan Güner Ulutekin, fotoğrafçı Sabit Karamani’yi serginin bu kısmında anlatıyorlar.1962 Venedik Bienali başta olmak üzere uluslararası sergilere katılan seramik sanatçısı Sabit Karamani’nin hikayesini ise eşi Ayfer Karamani’den öğreniyoruz. Sabit Bey’in, seramiğe ilgisi Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olan eşi vesilesiyle başlıyor. Bugün Türkiye’nin birkaç seramik sanatçısından biri olan, 80 yaşına rağmen hâlâ haftada üç gün atölyesine giden ve öğrenci yetiştirmeye devam eden Ayfer Karamani’nin, “Ben seramik sanatçısı olmamı Sabit’e borçluyum.” cümlesi her şeyi özetliyor. Fırın yapımından boya sırlarına, araştırmacı ve meraklı kimliğini seramikte de ortaya koyan Sabit Karamani elinin değdiğini ihya eden hezarfen.Tonmaister Veli KanıkSabit Karamani’nin teknik şef olarak çalıştığı İstanbul Radyosu’nun o zamanki tonmaisteri Orhan Veli Kanık’ın babası Veli Kanık’tır.Ümit Yaşar Oğuzcan’ın radyoculuk macerasıTelevizyon olmadığı için radyo reklamcılığı o yıllarda çok önemli. Günümüzdeki gibi reklam anlayışı yok. Hazırlanan temalı reklam programları sevilerek dinleniyor. Band Reklam’ın yaptığı “Zeki Müren’le Baş Başa” en ünlü programlardan biri. Zeki Müren, programda hem şarkı söylüyor, hem firmanın, mesela Pirelli’nin tanıtımını yapan metinleri okuyor. Müren’in okuduğu bu metinleri yazanlardan biri şair Ümit Yaşar Oğuzcan.Halit Kıvanç, Türkçesini kime borçlu?Sergi için röportaj yapılan isimlerden biri de TRT’nin ünlü spikeri Halit Kıvanç. O yıllar Türkçenin en iyi konuşulduğu yer İstanbul Radyosu’dur. Kıvanç, güzel Türkçesini kime borçlu olduğunu şu ifadelerle anlatıyor: “Düzgün Türkçeyi ben İstanbul Radyosu’nda öğrendim. Faruk Yener’in, Tarık Gürcan’ın katkısı çok önemlidir. Halkın güzel Türkçe konuşması için radyo bir öğretmendi ve Sabit Bey de bu öğretmenlerden biriydi.”Süleymaniye’deki mevlit radyo ile nasıl verildi?1950’li yıllarda radyolardan yapılan canlı yayın hikâyelerin ilgi gördüğü için dönemin dergilerinde çok yer verilirmiş. Süleymaniye Camii’nde şehitler adına düzenlenen mevlide, 3 Mayıs 1952 tarihli Radyo Haftası dergisinde geniş yer ayrılmış. Dergi sayfalarından anlaşıldığına göre Tarık Gürcan ve Sabit Karamani ünlü kırmızı kamyonun tepesine çıkmışlar, camiden sesi alıp bu makinelere veren aleti gösteriyorlar.Yuki’nin ses babasıSergide dinleyebileceğiniz tarihi kayıtlardan biri Yuki’nin sesi. Orhan Boran’ın radyo yıllarında meşhur ettiği hayali kahraman Yuki’yi bilenler bilir. Boran, programında ince sesli, sevimli bir hayvanı andıran bu kahramanla karşılıklı konuşur, espriler yapar, dinleyicileri güldürürdü. Yuki’nin sesini, bantları kesip biçerek, birbirine ekleyerek yapan kişi elbette yine Sabit Karamani’ydi. Radyoda yayınlanırken kimsenin gözünde canlandıramadığı Yuki karakteri, 1964 yılında Altan Erbulak’ın çizgileriyle tavşana dönüşerek çizgi roman olmuştu.

6 Haziran 2014 Cuma

Benim ki şekersiz, lütfen!

 

 

 

Yine en zor derslerimden birisinde oturuyorum. Kalip cikarma. Yan masada oturan arkadasima soruyorum "Psstt. heey! Neyi yapmaliyiz dedi ögretmen?" Oooff... ah bir saniye.. tamam, sanirim birazdan hal edicem...evet, ..ooofff! Olmuyor iste, canim cikiyor ama bu lanet olasi kalip bi türlü cikmiyor! Basimi kaldirip etrafa bakiyorum, herkes dersi cok anliyormus gibi dinliyor. "hmm tabi, külahima anlatin siz onu, aslinda kimsenin anladigi bir sey yok!" diyip, toalte bir kacis yapiyorum. Koridorda derin bi nefes aliyorum. "Bu nasil bir ders! Kizim sen bütün bu tantanayi ne icin yapiyorsun" diyorum... "birak, topla pilini pirtini git buradan, bosver modayi. Kitablar oku mesela, sonra siirler yaz, kafani dinle, bu ne böyle ya. kalip mis. baslicam ben simdi kalibiniza... En iyisi elini yüzünü yikamak, belki biraz kendime gelip daha iyi konsantre olabilirim, evet evet kesinlikle."Muslugu aciyorum, buz gibi su... cok iyi geliyor, zaten icerde bunaltidan patlamak üzereydim!  Ellerimi kuruladikdan sonra, aynanin önünde durup kendimi izliyorum. "yok ya, ne siiri" diyorum, "sair olmak benim tipim degil. Ben en iyisi stil danismani olayim."Stil danismani eglenceli birsey bence cünkü. Hem kulaga hos geliyor, "Stil danismani. Stil hakkinda bilgilenmek istiyorsaniz bana danisin." Ay sanki ne yapiyor, alt üste kiyafet secicek. Iste tam bana göre bir is. Kizlara gardrob düzenlemesi yaparim. Ardindan kahve icip stil hakkinda tüyolar veririm, no-go lari ve olmazsa olmazlari sayarim. Olmadi, belki biri gelip beni alir, torpilden moda tasarimci yapar. Ne üniye gerek kalir nede bu sinavlara, nede kalip cikarmaya. Bakarsin bunlari yazarken bi köse yazari olup cikarim, kitablarim satis rekoru kirar, ondan sonra.... .. "Ay ne sacmaliyorum ben yine! Kizim kendine gel!" Iyice oyalandim yine, cabuk derse girmem lazim!

 

Oturiyorum yine masama, ögretmen biraktigim gibi, hala konusuyor. Herkes deli gibi dersi dinliyor. Bu dersde oturdugumda, hep iki sey geliyor aklima:

Birincisi: Her isde bir zorlugun var oldugu. Ne yazik ki en güzel islerde bile..

Ikinciside: Allahim ben bu sinavi nasil gecicem???Bir anda gercekleri daha net görüyorum: Bazi seylerin degerini bilmemiz icin, cok ugrasmamiz gerekiyor sanirim. Hak etmeden birseyi elde etmek mutlu etmiyor. Orta şekerli olan hic birsey sevmiyorum ben mesela. Ya tam ya hic. Ben kahveyi sade icmeyi severim. Simsiyah. Bazi seylerin tadi güzel oldugu halde aci. Ama o aci nedense insanin hosuna gidiyor. Hayatda bir fincandaki kahveye benzer iste.

 

Yanimdaki arkadasim gittigimi fark edip "sen nereye kacdin yine" diye soruyor. Gülümsüyorum. "Kendime kahve almaya gidiyordum, cüzdanimi almaya unutmusum. Gelirken sana da getireyim, sen kahveni nasil icersin?" , "Sade tabi ki. Yoksa bu ders baska türlü cekilmez.  Bosver simdi kahveyi, birazdan beraber almaya gideriz, sunuda yazalim ... "

 

Sanirim hakliydi, bu ders cekilmezdi ama cekilmesi gerekti... Neyse ben Stil danismanligi yinede aklimda tutayim, olur mu olur. Ne olur, ne olmaz yani. Ha unutmadan: Siz sakin benim gibi birini örnek alayim demeyin,  öpüldünüz!

 

 

5 Haziran 2014 Perşembe

‘Çarşambayı Sel Aldı’ minyatürü tazminat kazandırdı

Günümüzün önemli minyatür sanatçılarından Nilgün Gencer, 1992’de yaptığı “Çarşambayı Sel Aldı” türküsünün minyatüründen tazminat kazandı. Samsun Çarşamba Belediyesi, izin almadan ve telif vermeden minyatürün rölyefini yaptırınca sanatçıya 10 bin TL ödedi.Sanat, sanatçı, telif, telif hakkı gibi meselelerin çok tartışıldığı günümüzde Samsun’un Çarşamba ilçesinden güzel bir haber geldi. Minyatür sanatçısı Nilgün Gencer’in 1992 yılında yaptığı, ilçenin adıyla bütünleşen, ünlü “Çarşambayı Sel Aldı” türküsünün minyatürü Gencer’e tazminat kazandırdı.Olay şöyle: Çarşambalı yazar Turgut Çeviker, 1992 yılında memleketiyle ilgili kent yıllığı hazırlar. Bu eser Çeviker için önemlidir, kitapta şehrin mimari kimliği ile ilgili araştırmalara, fikirlere ve önerilerine yer verir. Ünlü türkünün hikayesini de ilçenin ileri gelen büyüklerinden Faik Okutgen’den derler, sonra da Nilgün Gencer’e minyatürünü yaptırır. Kitap, aynı yıl İris Yayınları tarafından 1500 adet basılarak yayımlanır. Üç parça halinde, 14x20 ebatlarındaki minyatürler de kitaba sponsor olan Tekofaks’ın sahibi, sanatsever Ayhan Bermek’e hediye edilir.İstanbul Kadıköy’de yaşayan Çeviker’e, 2000’li yılların başında belediyeden bir telefon gelir. Kitabın, “Çarşamba’ya öneriler: Kent Müzesi” bölümündeki fikirleri nedeniyle aranan Çeviker, belediye tarafından şehre davet edilir ve dönemin başkanı Hüseyin Dündar ile görüşür. Çeviker, Çarşambalıların ada diye tanımladığı kent içindeki Yeşilırmak’ın Doğu Yakası’ndaki büyük alanın tümüyle bir yaşam alanına çevrileceğini ve içine kent müzesi yapılacağını bu görüşmede öğrenir, nihayetinde gençlik yıllarından beri kurduğu kent müzesi hayalini paylaşır. Böylece projede birlikte çalışma kararı alırlar. Çeviker, sonrasında gelişen olayları şöyle anlatıyor: “Bu görüşmeden bir süre sonra Hüseyin Dündar, beni adaya götürdü. Yıkılan Şehir Kulübü’nün olduğu yerden adaya doğru yürürken bana yüzlerce metre uzanan istinat duvarını göstererek ‘Bu duvara bir şeyler yapılsın istiyorum; ne yapabiliriz?’ dedi. Benim o konuda bir düşüncem vardı zaten; profesyonel ve yerel ressamların çizeceği bir “Çarşamba’yı Sel Aldı” türküsü resimlemesinin rölyef olarak yapılması. Ama ne kent müzesi ne de bu çalışmayla ilgili kimseden ses çıkmadı epey zaman. Kente yıllık olağan ziyaretim sırasında müze projesinden vazgeçildiğini öğrendim. Bana kimse haber vermemişti, aldığım cevap, ‘Ötesini başkan bilir.’ şeklindeydi. Oradan ayrıldım ve adaya doğru gezintiye çıktım. İstinat duvarının Rahtıvan Paşa Camii hizasındaki bölümünde üç parça olarak dev rölyefle karşılaşınca başımdan aşağı kaynar sular boşaldı. “Çarşamba’yı Sel Aldı” minyatürü -rivayetiyle birlikte- karşımda rölyef olarak duruyordu. Yanına ise türkünün en tanınmış yorumcusu Yıldıray Çınar için anıt dikilmişti. Rölyefin dışında şöyle bir imza yer alıyor: “SAM Art”. İmzanın altında sünnetçi ilânlarını anımsatırcasına bir de telefon numarası vardı.”Turgut Çeviker ve Nilgün Gencer’in 2008’de açtığı dava, aslında 2012’de sonuçlanmıştı ama Çarşamba Belediyesi Yargıtay’a başvurunca 2013’e uzadı sonuçlanması. Belediye ise epeyce uzun bir aralıktan sonra tazminatları “minyatür” ve “rivayet” telifi olarak geçen ay taraflara ödedi. Gencer 10 bin TL, Çeviker ise 5 bin TL kazandı.Dava,altı yıl sürdüNilgün Gencer: “Çarşamba Belediyesi'nin eserime teveccüh göstermesi önemli elbette. Benim açımdan güzel bir şey. Ama bunu yaparken ne benden, ne de Turgut Bey'den izin aldılar. İzin almadıkları gibi rölyefi yapan kişi, kendi imzasını atmış esere. Böyle olunca birlikte dava açmaya karar verdik.”Turgut Çeviker: “İstanbul ve Ankara'daki yaşamım boyunca kent, kentlerin tarih ve çevre bağları konusunda çok ilgilendim. Ankara Belediyesi'nde –üniversite yıllarımda– kültür sekreteri olarak çalıştım (1978-80). Yayıncılık alanının birçok yönünde çalışmış bir kişi olarak kentime bir armağan vermek istedim. Bu çabanın da onun "görünüş"ünü güzelleştireceğini düşündüm. Kitap çıktığında sıra dışı bir ilgi gördü. Birçok yazar, araştırmacı dostum –Çarşamba Kitabı'nın esiniyle– kentleri için kitap hazırlığına girişti. Çarşamba Kitabı'nı hazırlarken halk bilim önemliydi; bu konuda kentin en önemli ve de tek kişisi -ne yazık ki, yakın yıllarda yitirdiğimiz- Faik Okutgen idi. O, aileden bir manifaturacıydı; halk müziği sanatçısıydı ve kentinin birçok türküsünü derlemiş; kendi birçok türkü yakmıştı. “Çarşamba'yı Sel Aldı”nın rivayetini ondan dinlemiş, ancak kitapta yer alan son biçimini ben vermiştim.”