30 Haziran 2015 Salı

Hilmi Yavuz, Ali Çolak'a konuştu: Yaz, şiirsel bir aydınlanmadır

Hilmi Yavuz, her yıl temmuz başında yazılarına iki ay ara verip İstanbul'a veda ediyor. Muallim Naci'den iktibasla, ‘dehrin ihtilafatıyla uğraşmayı bırakıp, onu mirsad-ı ibretten temaşa etmek' için Ege'nin maviliklerine atıyor kendini. Uzun yıllardır yazları Bodrum'da, Yahşi Yalısı'nda geçiriyor. Şaire göre ‘yaz' tıpkı hava, su, ateş ve toprak gibi hayatın ve sanatın ana unsurlarından biri. ‘Ben şiiri bir yaz gününden öğrendim!' diyen Hilmi Yavuz'a ‘yaz'a yüklediği anlamı, Yahşi'de geçen günlerini, yaz ve yazmak arasındaki ilişkiyi sorduk.

Mutadınız olduğu üzere yine 1 Temmuz itibarıyla İstanbul'u terk ediyorsunuz. Yönünüzü Bodrum'a, Yahşi Yalısı'na doğru döndüğünüzde neler hissediyorsunuz, çocuklar gibi şen mi oluyorsunuz?

Hatırlıyorsundur. Bir şiirimde, ‘Ben hep dönüşlere bakardım' diyordum. Benim için ‘gittiğim yer'ler yoktur, ‘döndüğüm yer'ler vardır daima. ‘Yahşi'ye gidiyorum!' değil, ‘Yahşi'ye dönüyorum'dur. ‘Gitmek', bende hep kopmaları, ayrılıkları ve ayrıldıklarıma bir daha dönememe olasılığının hüznünü çağrıştırır;- ‘dönüşler'se bir yeniden-kavuşma'nın bahtiyarlığını! ‘Yahşi'ye dönüyorum, işte!';- evet, çocuklar gibi şen…

Bu kaçıncı yaz olacak aynı mekânda ve neden hep aynı yer? Konfor mu, alışkanlık mı, korkular mı? Aynı mekân, aynı insanlar ve hatta aynı rüzgârlar… Bıkmıyor musunuz yeknesaklıktan?

Yahşi'yi 1981 yazında keşfettim ve ilk görüşte aşk: ‘Dünyada olmak istediğim yer!' dedim. O ve ondan sonraki yazlarda, sanırım 2000'lere kadar, Yahşi, kumsalları çöl laleleriyle donanmış, sessiz ve tenha, Elitis'i biraz değiştirerek söylersem, ‘mandalina ağaçlarının arasından esen rüzgâr'ın, sahildeki mısır tarlalarının, küçük ve dermeçatma motellerin [‘Alaaddin Motel'i, Moralı Motel'i nasıl unuturum!] bir aradalığı ile yaz'ın ta kendisiydi benim için.

Ben, her şey ‘hep aynı' [‘semper eadem'] olsun isterim. Başkaları yeknesaklığı can sıkıcı, hatta tahammülfersâ bile bulabilir;- ben öyle değilim! Yeknesaklık [monoton hayat, tekdüzelik, her neyse!], Tanpınar'ın Haşim için söylediği gibi ‘hayatı kasten daraltmak' demektir. Seviyorum, hayatı kasten daraltmayı! Algıyı ne kadar daraltırsanız, imgelemi o kadar genişletirsiniz, diye düşünmüşümdür.

İmgelemi genişletmek demişken, aslında tatile değil de yaz'lara gidiyormuşsunuz gibi geliyor bana. Ve yaz, sadece bir mevsim değil sizde, şiirinizin yapıcısı… “Ben şiiri bir yaz gününden öğrendim” diye bir dizeniz vardı… Nedir yaz'ı bunca önemli kılan?

Sen de söylüyorsun ya, ‘ben şiiri bir yaz gününden öğrendim!' Nasıl mı öğrendim? Dünyayı ve eşyayı en berrak, saydam, en yalın haliyle yazlar gösterir bana. Yaz, şiirsel bir aydınlanmadır. Yazın ansiklopedisinden okursunuz karabiber yapraklarının kokusunu! Yazlar, o kokularda, portakalın sesinde okunur;- dolunaya sadece yazları dokunursunuz! Yaz, beş duyunun beşiyle de algılanır. Budur!

Yaz'a bunca bağlılığın bir ‘mesele'si olmalı. Geçmişte yaşanmamış yazların tutkuyla, biraz da hınçla geri alınmak istenmesi mi acaba?

Yaşanmamış yazlar! O kadar çok ki! Yine bir dizemi anayım: ‘Bahçem, atık yazlarla dolu!' Bahçem, belleğimdi elbet. Yaşanmamış olanlar, ‘atık' olanlardı. Tutku evet, ama hınç değil! Onları, deyiş yerindeyse, ‘geri-kazanma' çabası. Anılar da yazın yazılır çünkü; -ve, ‘Geçmiş Yaz Defterleri'ne özenle yerleştirilir…

Yazlara ilk ne zaman uyandınız, nasıl çarpıldınız da bir ana unsur oldu yaz sizde; hava, su, ateş ve toprak gibi…

Evet, çok doğru... Yaz, benim için anasır-ı erbaa'yı, ‘anasır-ı hamse'ye dönüştürür: Beşinci unsur! Bunu hayatımın orta yaşlılık döneminde fark ettim ve Bodrum'da, Yahşi Yalısı'nda! Yaz'ın yoğun ve göz kamaştırıcı bir aydınlık olduğunu, orada keşfettim ve aydınlık tıpkı su gibi, hava gibi, toprak gibi, ateş gibiydi artık. Sana şaşırtıcı gelebilir, -Şebüsterî;'nin ‘Gülşen-i Râz'ını okumuştum ama ‘nurusiyah'ın da ne anlama geldiğini, ‘ilm'el yakî;n' değil, ‘ayn'elyakî;n' olduğunu, tıpkı şiir gibi, yazlardan öğrendim.

Yahşi Yalısı'nda akşamüzerleri balkonda geçen o okur-yazarlık zamanları için bir plan yapıyor musunuz, iş bırakıyor musunuz yaza? Yarım kalmış yazılar, tamamlanacak şiirler… Yoksa gelişine göre mi?

Genellikle büyük niyetlerle gidiyorum: Defterler, kitaplar, notlar! Tıpkı ‘eşref saati' gibi, benim için de ‘eşref yazları' vardır. Akşamüstleri, balkonda o iki ya da üç saat, inanılmaz bir verimliliği sağlamış olabiliyor. Bazen de hiçbir şey yapmadan, sadece müzik dinleyip kitap okumakla geçiyor o saatler…

‘Yaz' çift anlamlı, tevriyeli bir sözcük sizin için; hangi kitaplarınız, şiirleriniz yaz'da yazıldı?

İlk üç kitabım dışında, bütün kitaplarıma yaz aylarında başlandı ve büyük bir kısmı Yahşi'de yazıldı. Hep balkonda ve öğleden sonraları! ‘Moralı Motel'de, ‘Zeferya'da ve 1998'den bu yana da ‘Grand Levent Oteli'nde, 202 numaralı odada-onun balkonunda! Tevriye, bundan dolayı: ‘yaz: yaz'mak'…

Anılar özellikle sabahları mı yazılır, niye?

Bellek, bahçedir, demiştim ya- ondan! Bahçede sabahın sakin ve çiçeklerin ilk açılışları…

Bu yaz için planladığınız bir çalışma var mı? Eylülde nelerle döneceksiniz İstanbul'a?

Var elbette, ama bakalım! Hani derler ya, ‘neye niyet, neye kısmet!'

Yahya Kemal'in Ankara-İstanbul ilişkisini hatırlatarak sorayım… Bodrum'un, İstanbul'a dönüşünü seviyor musunuz?

Dedim ya, ben bütün ‘dönüşler'i severim, ama Yahşi'den İstanbul'a olan ‘dönüş' değil, ‘gidiş'tir benim için. İstanbul'a gidiş…

Hilmi Yavuz'un bir günü…

Bodrum'da Yahşi Yalısı'nda Hilmi Yavuz'un bir günü nasıl geçiyor, günleri, saatleri nasıl bölüyorsunuz? Neler var yaz'ın size sunduğu?

Çok sıradan geçiyor. Sabahları erken kalkıyor ve hızlı tempoyla 1 saat yürüyorum. Odamda kahvaltı ediyor [ki kahvaltı mönüsü hiç değişmez: Ceviz, fındık, 1 kaşık bal, kuru kayısı, altın çilek!], iki kupa su, ilaçlar ve 1 saat uyku! Saat 11.00 sularında denize, yüzmeye… Önceleri 20 dakika, sonra tedricen 40 dakikaya kadar! Sonra yine 1 saat uyku! Bitişikteki Vira Motel'de sabah kahvesi, bir şişe su ve gazeteler. Öğle yemeği, genellikle zeytinyağlılar, salata ve meyve ve bir şişe su! Sonra 1 saat uyku!

Akşam saat 17.00'den sonra iki ya da üç saat balkonda [güneş balkondan gitmiştir!] okur-yazarlık! Saat 20.00'ye doğru akşam yemeği! Sıklıkla balık! Sonra tekrar Vira'da kahve, dostlarla sohbet 24.00'te son haberleri izleme. İlaçlar ve uyku…

Çok sıradan, değil mi?

Benim makamım rast'tır

Geçmiş Yaz Defterleri'nin çoğu bölümünü Yahşi Yalısı'nda 6 numaralı odanın terasında, dağlara bakarak, Mozart (K 299) eşliğinde yazdınız. K 299'un sizdeki karşılığı nedir ve neler esinliyor? Handel, Moustaki, Kenny G. ve Vivaldi de var tabii. Başka neler dinlersiniz? Yıllar içinde bunlara neler eklendi?

1994 ve 1995 yazları benim karabasan yazlarımdı. Mozart'ın K 299'unu, Kenny G.'yi, Moustaki'nin ‘Le Méteque'i ile- onları, hiç durmamacasına, sürekli dinleyerek, sağalttım kendimi.

‘Eklentiler' deyince: Klasik Türk musıkisi deyince, benim makamım, Rast'tır. Bilenler bilir. Tatyos Efendi'nin ‘Bir gönlüme bir hâl-i perişanıma baktım' benim ‘olmazsa olmaz'larımdandır. İyi de söylerim bu şarkıyı. Şerif İçli'nin ‘Hasret dolu âhım'ı [ve bu şarkının son dizesini: ‘Her şey dile gelmiş, bana cânânımı söyler'] ve daha birçoklarını Lemi Atlı'yı, Udî; Nevres Bey'in Dede Efendi'nin ‘Yine bir gülnihâl'ine yazdığı ara-nağmeyi saymalıyım bu arada. Klasik musıkimiz benim için ancak sonbahar ve kış musikisidir- her nedense!

27 Haziran 2015 Cumartesi

162 yıl önce Ayasofya

1847'de Sultan Abdülmecid'in emriyle Ayasofya'yı restore eden İsviçreli mimar Fossati'nin, o yıllarda hazırladığı ve yine padişahın desteğiyle Londra'da bastırdığı “Aya Sofia Constantinople” adlı gravür kitabı 162 yıl sonra yeniden yayımlandı. Orijinal nüshası Osmanlı Arşivleri'nde bulunan eserde, cami olarak kullanılan Ayasofya'ya ait renkli çizimler yer alıyor.

Ayasofya Müzesi, İstan-bul'un fethinden sonra pek çok kez restore edildi ama en çok Abdülmecid Han döneminde yapılan restorasyon ile gündeme geldi. Padişah o devirdeki Avrupa devletleri ile olan siyasi münasebetleri de dikkate alarak 1847 yılında Rus Çarı'nın saray mimarı Gaspare Trajano Fossati'yi tamir işi ile görevlendirdi. İki yıl süren bu tamirat esnasında yaklaşık sekiz yüz işçi çalıştı. Bina neredeyse tamamen elden geçirildi. Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yazdığı Lafzatullah, Peygamberimiz, Dört Halife ile Hasan ve Hüseyin efendilerimizin isimlerini tasvir eden levhalar asıldı. Camiye hünkâr mahfili, muvakkithane ilave edildiği gibi Fatih devrinde yapılan medrese de baştan sona yenilendi.

Fossati bu tamirat esnasında mozaiklerin üzerini açarak krokiler halinde çizdiği resimleri bir albüm halinde bastırmak istemiş, fakat bu isteğinde başarılı olamamıştı (O mozaiklerden, altı kanatlı melek figürünün yer aldığı Serafim, 2009'da ortaya çıkarılmıştı). Bunun üzerine Ayasofya'nın içini ve dışını gösteren 25 adet çizim hazırladı. Kapağını Sultan Abdülmecid Han'ın tuğrası ile süslediği albümü 1852'de Londra'da bastırdı. Bu albüm üç farklı türde 380 adet yayımlandı: El işçiliğiyle hazırlanan kutulu büyük boydan 80, ciltli olarak tasarlanmış orta boydan 100 ve sulu boya ile hazırlanmış küçük boydan 200 adet yapıldı.

Mimar Fossati'nin 25 Mart 1853 tarihinde Hariciye Nazırı Rıfat Paşa'ya yazdığı mektubundan anlaşıldığına göre bu albümlerin biri Padişah'ın zatına, diğeri devlete hediye edildi. Abdülmecid Han da bu çalışmayı takdir amacıyla Fossati'yi bir pırlanta yüzükle mükâfatlandırdı. Yine aynı mektuptan, saraya albümlerin el ile boyanmış olanlarından 10, büyük boy kâğıt üzerine basılmışlarından 10 olmak üzere 20 adet albüm verildiği anlaşılıyor. Ancak bu albümlerin 15 tanesi satın alındı ve Amerikan elçiliğinin talebi üzerine bir tanesi Washington'da bulunan Meclis-i Maarif Kütüphanesi'ne hediye edildi. Satın alınan diğer albümler ise Ragıp Paşa Kütüphanesi'ne muhafaza edildi. 30 Aralık 1892 tarihinde Sultan İkinci Abdülhamid'in emri ile bu kütüphanede bulunan Ayasofya albümlerinden, Yıldız Sarayı, Erkan-ı Harbiye, Bahriye Dairesi, Hendesehane-i Mülkiye ve diğer kütüphanelere birer adet olmak üzere dağıtıldı. İşte o dağıtılan eserlerden bir tanesi, Sarayburnu Kitaplığı tarafından 162 yıl sonra yeniden yayımlandı. Orijinali Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'nde bulunan eserde, cami olarak kullanılan Ayasofya'ya ait renkli çizimler yer alıyor.

1836'da Petersburg'da ‘saray mimarı' unvanını alan Gaspare Fossati, 1831'de çıkan büyük Beyoğlu yangınında tamamen kül olan Rus Çarlığı'nın İstanbul'daki elçilik binasını yeniden inşa etmek için 1837'de İstanbul'a geldi. 1858'e kadar İstanbul'da kalan Fossati, kardeşi Giuseppe Fossati'nin de içinde bulunduğu yerli ve yabancı sanatçılardan oluşan geniş bir ekiple birçok yapı inşa etti ya da onardı. Bunlardan en önemlisi Ayasofya'ydı.

26 Haziran 2015 Cuma

Bu devirde oğluna bile güvenme! [VİZYONDAKİLER]

James Cameron'ın sinemaya kazandırdığı Terminatör serisinin beşincisi Terminatör: Yaradılış'ta seriyi toparlama çabası ağır basıyor. İyi ile kötünün sürekli yer değiştirdiği seride bu kez hiç beklenmedik bir karakter makinelerin tarafına geçiyor.

Önce Mad Max, ardından Jurassic Park, şimdi de Terminatör… 80'lerin ve 90'ların gişe filmlerini 21. yüzyıla taşıma telaşı vites yükselterek devam ediyor. Yıl sonunda Yıldız Savaşları da 2010'lara ışınlanacak. Şimdilik, yeni çağa ayak uydurmada Mad Max: Fury Road diğerlerinden birkaç adım önde; hem ‘çılgın' geçmişini doğru hamlelerle güncelledi hem de bugünün CGI destekli blockbusterlarını aşan bir aksiyon klasiği ortaya çıkardı. Jurassic World ise köklerine sadık kalarak, herhangi bir riske girmeden, aynı hikâyeyi bugünün nesline anlattı. Terminatör için durum biraz farklı…

Terminatör: Yaradılış / Terminator: Genisys, seriyi toparlama kaygısının kurbanı. Daha doğrusu, 2003 (Makinelerin Yükselişi) ve 2009'daki (Kurtuluş) ‘zamansız' devam filmlerinin seriyi götürdüğü rotadan geri döndürmek isterken çıkmaz sokağa giriyor. Bu çaresiz çırpınış, Yaradılış'a patinaj yaptırıyor.

Yıl 2029, insanoğlu ile makineler arasındaki savaşın son demleri… Direnişin lideri John Connor (Jason Clarke) makinelere komuta eden Skynet'in kalbine operasyon düzenler ama geç kalınır. John, 1984'e gidip annesi Sarah Connor'ı koruması için Kyle Reese'i (Jai Courtney) görevlendirir. Ancak Kyle 1984'e gittiğinde -bilinenin aksine- Sarah Connor'ı (Emilia Clarke) korunmaya muhtaç biri değil, bir savaşçı olarak bulur. Olaylar değişmiş ve zaman çizgisi kırılmıştır, Terminatör (Arnold Schwarzenegger) ile Sarah sıkı dost olmuştur. Üçlü, geleceği kurtarmak için makinelerin dünyayı ele geçirdiği 2017'ye gider ve Skynet'in merkez üssünü yok etmeye çalışır. Hesaba katmadıkları şey ise insanlığın kurtarıcısı olarak gördükleri John Connor'ın yaşadığı değişimdir…

İYİLER GEÇMİŞTEN, KÖTÜLER GELECEKTEN

Zamanda yolculuk, Terminatör serisinin motiflerinden biri. Yaradılış, 2029'da başlıyor, hikâyenin başladığı 1984'e gidiyor, bir ara 1997'ye uğrayacak gibi olsa da 2017'de karar kılıyor. Kısacası, zamanda yolculuğu bir oyuncağa çeviriyor. Bir saat boyunca serinin ilk iki filmine saygıda kusur etmeyen, hatta onları aynen tekrar eden Yaradılış, ikinci bölümdeki zaman atlamaları ve Skynet'e dair verdiği ikna edici olmaktan uzak infolarla bünyesindeki kafa karışıklığını perdeye yansıtıyor. Aksiyon, mizah, patlamalar derken serinin asıl meselesi arada kaynayıp gidiyor.

Bilim-kurgunun yanı sıra aksiyon sinemasının sınırlarını da genişleten James Cameron imzalı ilk iki Terminatör hâlâ ayrı bir yerde duruyor. Üzerine üç film çekildi ama hiçbiri Cameron'ın alt metinlerine ulaşamadığı gibi aksiyon ve görsellik yönüyle ikna edici bir yenilik de ortaya koyamadı. Her şeyden önce, dini-mitolojik motifler üzerine kurulan güçlü hikâye anlatımı ihmal ediliyor. Her ne kadar, İncil'in bir bölümünden adını alsa da Yaradılış filmi, insanlığın kurtuluşunun oğluna bağlı olduğunu öğrenen bekâr anne Sarah ile John arasındaki modern Meryem-İsa ilişkisine sırt çevirip yerine sağlam bir yapı kuramıyor. Diğer taraftan, insan-makine çatışması etrafındaki felsefi tartışmalardan kendini soyutlayarak sert bir eksen kaymasıyla kredisini tüketiyor. Hal böyle olunca görselliğe, daha doğrusu CGI efektlerine yüklenmekten ve aksiyon sahnelerine yaslanmaktan başka yol kalmıyor.

Terminatör serisinin alamet-i farikalarından biri de iyi ile kötünün sürekli yer değiştirmesi. Bir filmde iyi olan karakter, diğer filmde kötü olarak karşımıza çıkar. Taraf değiştirmenin odağında bu kez John Connor var. Ancak onunla kalsa iyi; tıpkı zaman yolculuğu gibi, serinin bu özelliğiyle de haddinden fazla oynuyor yönetmen Alan Taylor. İşin mizah boyutunda da ayar kaçmış. İlk iki filmdeki soğuk/ironik mizah anlayışını yeniden diriltme çabasında Yaradılış. Başlarda nostaljik bir tat veren bu tutum, senaryonun içine girdiği çıkışsızlık ve kafa karışıklığıyla birleşince parodiye dönüşüyor. Bazı sahneler, popüler filmleri ti'ye alan ünlü ZAZ üçlüsünün elinden çıkmış gibi.

Önümüzdeki Terminatör'lere bakacağız artık…

25 Haziran 2015 Perşembe

Caz festivali başlıyor

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen 22. İstanbul Caz Festivali cumartesi günü başlıyor. Joan Baez, Jools Holland, Marcus Miller, Melody Gardot ve Tigran Hamasyan gibi folk, blues ve cazın dünyaca ünlü seslerinin sahneye çıkacağı festival, bu yıl Fenerbahçe Parkı'ndaki ‘Parklarda Caz' ve Kadıköy'deki ‘Gece Gezmesi' etkinlikleriyle Anadolu yakasına da taşınacak.

Nihayet şehrin caz zamanı geldi... İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın (İKSV) düzenlediği 22. İstanbul Caz Festivali, 27 Haziran Cumartesi akşamı 21.00'de Yeniköy'deki Avusturya Kültür Ofisi Bahçesi'nde gerçekleştirilecek açılış töreni ve konseriyle başlayacak. Festivalin bu yılki Yaşam Boyu Başarı Ödülü usta müzisyen, piyanist, aranjör ve besteci Emin Fındıkoğlu'na takdim edilecek. Ödül töreninin ardından Emin Fındıkoğlu, ilk kez seslendireceği bestelere de yer verdiği yeni projesi Emin Fındıkoğlu+12 konseri için sahneye çıkacak.

Cazın genç dehası Tigran Hamasyan, iki özel projesiyle festivale konuk oluyor. Geleneksel Ermeni müziğini yorumladığı “Luys i Luso” başlıklı ilk konseri 30 Haziran Salı akşamı 21.00'de Aya İrini Müzesi'nde gerçekleştirilecek. Usta piyaniste, Harutyun Topikyan yönetimindeki Erivan Devlet Oda Müziği Korosu eşlik edecek. Hamasyan'ın ikinci konseri, 1 Temmuz Çarşamba akşamı 19.00'da Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda olacak. Hamasyan'a basta Sam Minaie, davulda ise Arthur Hnatek eşlik edecek. Şubat ayında çıkardığı son albümü Mockroot ile cazın genç yıldızları arasındaki yerini sağlamlaştıran Hamasyan, konserde yeni albümünden parçalar seslendirecek.

JOAN BAEZ 11 YIL SONRA TEKRAR İSTANBUL'DA

68 kuşağının sembol müzisyenlerinden, efsanevi folk müzisyeni Joan Baez, 11 yıl aradan sonra festivalin konuğu olarak 1 Temmuz Çarşamba akşamı 21.30'da Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde hayranlarıyla buluşacak. Baez'in bu turnesinde Diamonds & Rust, Donna Donna, Queen of Hearts gibi kendi hitlerinin yanı sıra Suzanne (Leonard Cohen), House of The Rising Sun, Blowin' in the Wind (Bob Dylan), Imagine (John Lennon) gibi klasikleri de seslendirecek. Aktivist kimliğiyle de popüler müziğin en önemli seslerinden kabul edilen Joan Baez, en son 2004 yılında 11. İstanbul Caz Festivali'nin konuğu olarak yine aynı sahnede konser vermişti. 1969 yılında Woodstock'ın yıldız isimleri arasında yer alan ve kariyeri boyunca özgürlük ve insan hakları için yazılan şarkıların vazgeçilmez sesi olarak ölümsüzleşen Baez, 2007 yılında Grammy Müzik Ödülleri'nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü'ne de layık görüldü. Baez son olarak Mayıs 2015'te Uluslararası Af Örgütü'nün Vicdan Elçisi Ödülü'nü aldı.

Etkileyici tekniği ve sahne performanslarıyla festival seyircisinin yakından tanıdığı Grammy ödüllü bas dehası Marcus Miller müzikal mirasın kaynağına döndüğü son projesi Afrodeezia ile 2 Temmuz Perşembe akşamı 21.00'de Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi'nde olacak. Konserde, Miller dinleyenleri cazdan Latin müziğine, afro beat'ten reggae'ye uzanan bir yolculuğa çıkaracak. Sahnede Miller'a, usta perküsyon sanatçısı ve çok yönlü müzisyen Mino Cinelu'nun yanı sıra saksofonda Alex Han, gitarda Adam Agati, tuşlu çalgılarda Brett Williams ve davulda Louis Cato eşlik edecek. Daha önce birçok kez İstanbul Caz Festivali'nin konuğu olarak konser veren Marcus Miller, 30 yılı aşkın müzik kariyerinde çocukluk idolü Miles Davis'in yanı sıra Aretha Franklin, Roberta Flack ve David Sanborn gibi pek çok ünlü sanatçıyla çalışmalarda bulundu; Joe Sample, McCoy Tyner, Elton John, Bryan Ferry, Jay Z ve LL Cool J'in de dahil olduğu 400'ün üstünde albümde bas gitarıyla yer aldı. 15 Temmuz'da sona erecek festival ile ayrıntılı bilgi caz.iksv.org'da.

22 Haziran 2015 Pazartesi

Sanatta koalisyon çoktan kuruldu

Yaz gelince büyük şehirlerdeki galerilerin bir kısmı kapanır, bir kısmı da karma sergiler açar. Bu sene, siyasî; gündemden etkilenen bazı galeriler, ‘karma'ların adını değiştirip ‘koalisyon' yaptı. İlk sergi çarşamba günü başlıyor.

Yaz güzel bir mevsimdir ama kültür-sanat camiası için ölü geçer. Konserler dışında, tiyatro, sinema salonları ile sanat galerileri boşalır. Büyükşehirlerdeki sanat galerilerinin bir kısmı kapanır, Ege ve Akdeniz sahillerindeki şubelerine taşınırlar. Mine Sanat Galerisi, Nurol Sanat Galerisi, Evin Sanat Galerisi bu galerilerden bazılarıdır. Galerilerin diğer bir kısmı da ‘yaz karma'ları adı altında yeni sergiler açar. Gelenekselleşen sergiler bile vardır. Bu sene, siyasi gündemden etkilenen bazı galeriler, ‘karma'ların adını değiştirip ‘koalisyon' yaptı. Galata'daki D'art Sanat Galerisi, “Koalisyon” adlı seramik sergisini 24 Haziran'da açıyor. 16 Mayıs-6 Haziran tarihleri arasında düzenlenen İstanbul Seramik Sanat Günleri'ne katılan 200'den fazla sanatçının 41 eseri yaz boyunca galeride görülebilecek.

Yaz sergilerinin birkaç amacı olduğunu söyleyebiliriz. İlki, genelde galeriler, kendi özel koleksiyonlarıyla genç sanatçıların enerjisini birleştirip camiayı yeni isimlerle tanıştırmayı arzular. İkincisi, galeri boş durmasın fikridir. D'art Sanat Galerisi'nin sahibi Duygu Bağlan, “İstanbul'da yaz gelince galeriler kapanıyor, tatil yörelerinde açılıyor. Bizim galeri kapatmak gibi bir lüksümüz yok. Bu nedenle kendi aramızda da olsa koalisyon oluşması hoş oldu. Henüz siyasiler bir araya gelip bir hükümet kuramadılar ama biz sanatçı koalisyonunu çoktan kurduk.” diyor. İstanbul'da dört ayrı mekanda gerçekleştirilen ve 6 Haziran'da sona eren İstanbul Seramik Günleri'nde sergilenen eserlerden 41'nin ‘koalisyon'da bir araya getirilmesinin önemli bir nedeni var. Bağlan, sebebini şöyle açıklıyor: “Bizim en büyük hedefimiz seramiğin de satılacağını göstermekti. Seramik Günleri'nde bunu tahminimizin çok ötesinde yaşattık sanatçılara. Çok güzel satış oldu. Yüzde 60 yabancı, yüzde 40 yerli alıcımız vardı diyebilirim. Yabancılar başka bir ülkeden eser aldıklarında gümrük sorunu yaşıyorlar ama Türkiye'den bir-iki sanat eseri aldıklarında bir şey ödemiyorlar. Keşke bunun detayını öğrenip daha çok teşvik edebilsek. Seramik sanatını alıcıyla daha fazla buluşturabilmeyi amaçlamıştık, bunu başardık, galerimizde de aynı enerjiyle yaz boyunca devam edeceğiz.”

Diğer koalisyonlardan...

Tem Sanat Galerisi, yaz etkinliklerine 22 Eylül'e kadar Nişantaşı'ndaki iki katlı mekanında açacağı çağdaş ustalardan genç sanatçılara uzanan karma resim, heykel ve fotoğraf sergileriyle sürdürüyor. 15 Haziran'da açılan ilk sergide Adnan Varınca, Gökşin Sipahioğlu, Ömer Kaleşi, Alecos Fassianos (Yunanistan), Nevin İşlek, Güngör İblikçi, Yuri Kuper (Rusya), Hale Sontaş, Mehmet Güler, Zeki Fındıkoğlu, Hüseyin Ertunç, Abdulkadir Öztürk, Angelos Panayiotidis (Yunanistan), Fuat Acaroğlu, Gülden Artun, Nur Özalp, Talat Enlil, Devabil Kara ve Özlem Özkan'ın eserleri yer alıyor. (www.temartgallery.com)

Mine Sanat Galerisi, Bodrum Yalıkavak'taki şubesinde çağdaş sanatın önemli isimleri Halil Akdeniz, Bedri Baykam, Bubi ve Yusuf Taktak, ‘Dört Taraf' isimli sergiyle 25 Mayıs'tan bu yana ağırlıyor. (www.minesanat.com)

Kılınçarslan, Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı (KAV), bünyesinde bulunan KAV Sanat Galerisi ve KAV Genç Sanat, bu yıl üçüncüsü düzenlenen karma sergiler 10 Haziran'da açıldı. KAV Sanat Galerisi'nde Adnan Turani, Altan Çelem, Aydın Ayan, Bünyamin Balamir, Cihat Aral, Çiğdem Buçak Telli, Devrim Erbil, Emin Öztürk, Gülten İmamoğlu, Gürol Sözen, Hanefi Yeter, Reyhan Abacıoğlu, Saim Erken, Süleyman Saim Tekcan, Tansel Türkdoğan, Tunç Tanışık ve Utku Varlık gibi farklı kuşaklardan 20'ye yakın usta sanatçının eserleri görülebilir. (www.kavvakfi.org.tr)

20 Haziran 2015 Cumartesi

Sınırları kaldıran buluşma

Bu yıl 22. kez düzenlenen İstanbul Caz Festivali “Ustalarla Buluşmalar” serisinin çok özel bir konuğu var: İranlı söz yazarı ve şarkıcı Mahsa Vahdat. Sanatçı, Norveçli piyanist Tord Gustavsen ve vurmalı çalgılar ustası Fahrettin Yarkın ile birlikte 9 Temmuz Perşembe akşamı 19.30'da İstanbul Erkek Lisesi bahçesinde olacak. Konser öncesi Yarkın ve yeni albümü “Traces of an Old Vineyard” yayımlanan Vahdat ile bir araya geldik.

MAHSA VAHDAT: HAYATIMDA NE OLDUYSA MÜZİĞİME TAŞIDIM

Kardeşiniz Marjan Vahdat ile yaptığınız albümlerden sonra Amerikalı sanatçı Mighty Sam McClain'le bir araya geldiniz ve yaptığınız müzikte bir farklılık oldu. Bu değişimin sebebi ne?

Çünkü ben ve kardeşim ağlamaya, gülmeye, tartışmaya, kavga etmeye çocukken birlikte başladık. Daha sonra sahnede de birlikteydik, müziğe birlikte başladık. Ve bu yüzden de çok fazla bağımız var. Müziğimiz birlikte gelişti, birbirimize ilham verdik ve her anlamda birlikte büyüdük. Bazen insanlar hangimizin o, hangimizin ben olduğunu karıştırdıklarını söylüyor. Benzerliklerimiz yüzünden ‘bir' gibiyiz. Taşıdığımız kültür, gelenek, halk ve bölgesel müzik anlamında da aynıyız. Mighty Sam McClain'le yaptıklarımız ise daha çok iki medeniyet arasındaki aşk düetleri gibi. Daha önce hiç tanışmamıştık, stüdyoda bir araya geldik ve şarkı söylerken başka türden benzerlikler olduğunu keşfettik. Farklı kültürlerden olsak bile özlem, aşk, sevinç, keder şarkılarını söylemek, ortak noktalar bulmak mümkün oldu. Bazı yerlerde kesişip, bazı yerlerde kendi kültürüyle beslendi bu şarkılar. İnsan olarak zaten benzerliklerimiz var, müzikal olarak da bazı benzerliklerimiz oluştu. Ama kardeşimle olan başka bir hikâye tabii ki. Kalpten bağlıyız birbirimize.

Peki, kardeşinizle yeni bir albüm yapmayı planlıyor musunuz?

Evet, ama üç albüm yaptık, birlikte geçirdiğimiz uzun yıllarımızın ürünüydü. Şimdi daha çok solo albümlerimiz üstüne çalışıyoruz. Gelecekte yeniden birlikte bir şeyler yapacağımıza eminim.

Şarkılarınız aynı anda hem ümit hem de keder taşıyor. Bir söz yazarı olarak da dinleyicilerinize vermek istediğiniz ne?

Benim için önemli olan, dinleyicilerime göstermek istediğim şey, kendimim. Benim hayatımı, kaygılarımı, umutlarımı yansıtan bir müzik olmalı bu. Yani benim içimdeki benden ayrılamaz. Ve dinleyiciler de sözlerini anlamasalar bile bu duyguları, kederi ve umudu anlayabiliyorlarsa çok mutlu olurum. Yıllar içinde hayatımda ne olursa olsun bunu müziğime yansıttım. Kendimden ve özellikle ülkemin insanlarından ilham alıyorum; bir kadın şarkıcı için İran'da yaşamanın zor olduğu zamanlarda orada yaşadım. Ama ülkemde olmayı seviyorum. Çünkü onların duygularını da yansıtmayı seviyorum.

Son albümünüzde de Mevlânâ'dan, Ömer Hayyam'dan ve Hafız-ı Şirazi'den şiirler seslendirdiniz. Neden bu üç şair, özel bir bağınız mı var?

Tabii ki, bu şiirlerle büyüdüm. Babam, büyük annem her zaman anlatırdı, okurdu. Büyüdükçe de daha fazlasını aradım. Bu şiirler benim bir parçam, onlarda her zaman hazine buldum. 700-800 yıl önce yazılmış olmalarına rağmen, bizim toplumumuzda mesajları çok yeni. Ve onlar hâlâ yaşıyor; şiirleri, felsefeleri, düşünceleri çok dinamik. Bazen Rumi, Hayyam ya da Hafız okuduğumda, bu şiirlerin dün yazıldıklarını düşünüyorum. Her okuduğumda ya da şarkı olarak söylediğim her seferde farklı bir katmanını keşfediyorum. Yeni nesillerin onlarla iletişimde olmasını da çok önemli buluyorum. Bu şairler bizim için, yüzyılların izlerini taşıyan sığınaklar gibi.

FAHRETTİN YARKIN: KÖKLERİ SAĞLAM OLAN MÜZİK DÜNYAYA ADAPTE OLABİLİR

Ustalarla Buluşmalar konseri için nasıl bir geceye hazırlanıyorsunuz? Neler olacak?

Daha önce Mahsa Hanım'ın nasıl bir icra yaptığını, nasıl ilerleyeceğimizi görmek adına albüm kayıtlarını almıştım. Şu anda neler yapabileceğimiz üzerine karşılıklı görüşüyoruz. Tabii ki, konser öncesi, üç gün boyunca provamız olacak. Aslında bakarsanız her ne kadar İran müziği ağırlıklı görünse de Norveçli bir piyanist ve Türk bir vurmalı enstrümanlar sanatçısı ile bir sentez çıkmış olacak. Konserde ayrıca Türk topraklarından da sürpriz eserler olacak.

Kullandığınız enstrüman caza pek yakın gelmiyor…

Aslında en yakın benim. Türkiye'de ilk caz festivalleri yapılırken Amerikalı cazcılarla ilk çalanlardanım. Yurtdışında birçok caz festivalinde çaldım. Yani caz çok uzak değil; olaya cazın hangi gözlüğüyle baktığınız önemli. Caz ucu çok açık bir müzik. Her toplumun yaşamış olduğu zorluklardan çıkan bir müzik türü vardır. Amerika'da da bu birçok zorluklardan türemiş. Esas içeriğinde de doğaçlama söz konusu. Bizim topraklarımızda da doğaçlama yapıldığı için çok uzak değil. Bu yüzden benim için de son derece yakın gözüken bir proje.

Bu tür buluşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz; müziğe nasıl bir katkısı var?

Kendi öz müziklerini, sesi, enstrümanları koruyarak dünyayla adapte edebilecek seviyedeki insanların bunu yapmaları gerekir diye düşünüyorum. Ama tabii bu buluşmaları yapmak da kolay değil. Türkiye'deki ilk buluşmalardan birini yapan benim. Hemen hemen on yıl önce İş Sanat'ta Zarbang isimli İranlı bir grubu getirmiştim. Konseri dinlediğinizde onda da çok fazla caz alıntıları bulacaksınız. Onu söylemeliyim. Bu buluşmalar son derece sağlıklı. Olmalı, daha fazla olmalı hatta. Yurtdışında da İranlı, Hintli gruplarla, Amerikalı müzisyenlerle bir arada bulunduğum için bunların iyi sonuçlar verdiğini gördüm. Müzik dünyasında şöyle güzel bir söz vardır: Ot, kök üstünde büyür. Sağlam bir kökünüz varsa, ot büyür. Demek ki yaptığınız işin kökleri yere sağlam basıyorsa, dünyayla adapte olması da son derece kolay.

Müziğin evrenselliği bir anlamda böyle mi oluyor?

Bir şeyleri taklit etmektense kendi kökünüzden gelen müziği başka yerlere aktarabilmek... Benim de kendime düstur edindiğim bir şeydir. Amacımız da o. Bu çalışmaların içerisinde çok bulundum. Türkiye'den ilk ve son defa Ermenistan'a Türk müziği yapmaya gittik. Yeter ki aralar düzelsin. Erivan'da bir konser yaptık. Nasıl yaptığımızı gelin bana sorun; nasıl bitirdik o konseri… Bu tip çalışmalar olmalı tabii ama sonuca hemen varmıyor. Sadece siyasi yönlendirmelerle, müzik özellikle daha doğrusu sanat bir yere varmaz. Siyasilerin de kendilerine göre fikirleri vardır ama biz dünya insanı olarak birebir yaşıyoruz. O yüzden özellikle müzikte bazı sınırlar çizilmesine tamamen karşıyım.

19 Haziran 2015 Cuma

Hüzün de hayata dâhil [VİZYONDAKİLER]

Oyuncak Hikâyesi serisi, Sevimli Canavarlar ve Yukarı Bak gibi üst düzey animasyonların arkasındaki Pete Docter'ın yönettiği Ters Yüz, ünlü animasyon stüdyosu Pixar'ın yeni ürünü. Sinemanın vazgeçemediği büyüme hikâyelerinden birini konu alan film, Oyuncak Hikâyesi gibi bir animasyon klasiği olmaya aday.

Çocuklarının yedeğinde ‘kerhen' sinemaya giden ebeveynlerin yerini onların elinden tutarak, çoğu zaman da onlardan çok gülerek animasyon filmi izleyen anne-babalar aldı artık. Bu durumu, ebeveyn profilindeki değişikliğe, dönüşüme bağlayabilirsek de bundan daha çok, animasyonlardaki teknolojik ve içerik değişiklikler ile açıklamak daha makul. Hayal dünyasını genişleten görselliğiyle çocuklara, içeriğiyle de büyüklere sesleniyor yeni nesil animasyonlar. Teknik imkânlarda belli bir standardı yakalayan animasyon türü genellikle mizah ve orijinalliği ön planda tutuyor. Büyükleri de hedef tahtasında tuttuğu için, klasik ifadesiyle ‘güldürürken düşündüren', hayata ve insana dair sözler söyleyen animasyonlar daha geniş kitlelere ulaşıyor. Dolayısıyla tematik farklılık, teknolojik üstünlükten daha önemli.

Bahsettiğimiz bu içerik ve tematik orijinalliği sağlayan Ters Yüz / Inside Out, tıpkı Oyuncak Hikâyesi gibi bir animasyon klasiği olmaya aday. Çocukluğa ve insan ruhuna dair söyledikleriyle küçükler kadar büyükleri de yanına çekecek film, bir çocuğun iç dünyasını yansıtıyor. Küçük Riley için hayat, babasının San Francisco'da yeni bir işe başlamasıyla değişir. Amerika'nın orta-batısındaki sakin yaşamı geride bırakan Riley'yi San Francisco gibi büyük bir şehirde yeni bir ev, okul ve arkadaşlar beklemektedir. İçindeki duygular Neşe, Korku, Öfke, Nefret ve Üzüntü ise yeni duruma uyum sağlamakta zorlanır. Riley'nin zihnde yaşayan, günlük hayatında ona tavsiyeler veren duyguları yeni hayatında ufak bir kaosa neden olur…

KLASİK OLMAYA ADAY

Sinemanın vazgeçemediği büyüme hikâyelerinden birini konu alıyor Ters Yüz. Oyuncak Hikâyesi serisi, Sevimli Canavarlar ve Yukarı Bak gibi üst düzey animasyonların arkasındaki Pete Docter'ın yazıp yönettiği film, ünlü animasyon stüdyosu Pixar'ın yeni ürünü. 2006'da Disney bünyesine katılan Pixar, Ters Yüz'de hem Disney'in bildik aile hassasiyetine sadık kalıyor hem de kendi geçmişindeki sıra dışı animasyonların çizgisini yakalıyor. Bir çocuğun doğumundan başlayarak ergenlik öncesi döneme kadar kişiliğini şekillendiren olay ve durumlar etrafında gelişiyor hikâye. Bu bildik temayı orijinalleştiren, yaşananları Riley'nin kafasının içinden, beş temel duygusunun gözünden takip etmemiz. Neşe'nin kreatif direktör konumunda olduğu ekipte Korku, Öfke ve Tiksinti arasında öne çıkan bir başka karakter Üzüntü. Neşe'nin film boyunca engellediği, Riley'nin hayatından uzak tutmaya çalıştığı Üzüntü, finalde kilit bir konuma yükseliyor. Bu durum, hüznün de hayata dâhil olduğunu fısıldıyor.

Son yıllarda animasyon dünyasına sirayet eden ‘kimlik arayışı' Ters Yüz'ün de önemli motiflerinden. Aile, dostluk, dürüstlük, maskaralık/eğlence gibi anıların tasnif edilip yerlerine konduğu iç dünya, farklı renklerdeki ana karakterlerin her birine göre şekillenen sahne tasarımları film ekibinin ince işçiliğinin ürünü. Bir çocuğun iç dünyasına dair tasvirler ve kullanılan renkler göz kamaştırıcı. Rüya biriminin sinemayla ilişkilendirilmesi ve Hollywood endüstrisine göndermelere kapı aralanması filmin zekice bir başka buluşu. Anne ve babanın iç dünyalarındaki sahneler, yetişkin seyirciyi kahkahaya boğacak kadar tanıdık! Ayrıca, kaybedilen anılarla ilgili sahnelerde, ne kadar çok ve belki de kıymetli anıyı unutup gittiğimizi hüzünle fark ediyoruz. Bu yönüyle Ters Yüz, küçükleri eğlendirirken, büyükleri hüzünlendirecek bir yapım.

Muhtemelen devam filmi çekilecek Ters Yüz, her şeyiyle tastamam bir aile seyirliği. Küçüklere sunduğu eğitici-öğretici imkânlar yanında büyükler için bir muhasebe fırsatı ve çocukları anlamada anahtar niteliğinde. Her şeyden öte, insan ruhuna bir yolculuk… En iyisi, Affan Dede'ye para sayıp çocukluğunu satın alan Cahit Sıtkı gibi, çocukluğunuzu da yanınıza alıp Ters Yüz'ü izleyin.

18 Haziran 2015 Perşembe

'Kimsenin umurunda olmayan kadınları yazıyorum'

Hatice Bilen Buğra'nın altıncı öykü kitabı “Geçmişin Aynasında” Ötüken Neşriyat'tan çıktı. Duru bir sesle kadınların dünyasına mercek tutan Buğra ile öyküsünü, metinlerine yön veren kadınların dünyasını ve “Sana soracak olurlarsa, ‘Bu adam beni sevdi, yalnız beni sevdi.' de.” diye tembihleyen merhum eşi Tarık Buğra'yı konuştuk.

“Geçmişin Aynasında” naif, gerçek öykülerin olduğu bir kitap. Bizim de bir şekilde hayatımıza giren ama görmezden geldiğimiz, fark etmediğimiz karakterler var. Onlar sizin dikkatinizi nasıl çekiyor?

Hikâye zaten hayatın bir parçası, özeti. Ben öyle düşünüyorum. Cümleler topluyorum, insanların arasına girince, sokaktan geçerken kulağıma çarpan kelimeler, cümleler… Sonra da işte bu cümleleri bir hikâye haline getiririm. Kahramanlarım böyle; doğrudan birilerinden etkilenerek yazmıyorum hikâyelerimi. Hep toplayarak yakalamaya çalışıyorum.

‘Kıskançlık'taki Şerife ninenin yeni komşuya karşı duyduğu kıskançlık, ‘Boşanma Haberi'ndeki Cavidan'ın, kızı boşanıyor diye duyduğu mutluluk… Öykünüz bu minik anlardan mı yola çıkıyor?

E tabii... Ben o anlara dikkat çekmek istiyorum. Küçük, iddiasız insanların dünyasına bir ayna tutmaya çalışıyorum. İlk hikâye kitabımın adı da “Umursanmayan Kadınlar”. O kadınlar hâlâ var bu toplumda, kimsenin umurunda değiller. Yazdığım hikâyelerle onları yansıtmaya çalışıyorum, onların dünyasının sesi olmak istiyorum.

“Umursanmayan Kadınlar” dediniz, bu son kitabınızda da hep öyle kadınlar var. Çoğu şiddet mağduru. Ama şiddet bir hatıra olarak yer alıyor kadın karakterlerinizin dünyasında. Neden?

Keşke öyle olsa. Baskın olsun istemedim şiddet. Hikâyelerimde kötü karakterler de fazla yoktur. Kötüler var tabii ama bilinçsiz kötü onlar. Kötü yürekli oldukları için değil, hayat onları o hale getirdiği için kötüler. Herkes birbirini ezmeye çalışır. Evet, Şerife nine gibi, küçücük bir şey elde etmiştir, onu kaybetmek istemez, o yüzden de kötüleşir. Aslında o davranışının da mücadelesini kendi içinde verir. Ama sonunda duygularına yenilir. Şiddeti ise hissettiririm. Doğrudan doğruya yazmıyorum. Orada bir kötülük, kadına bir hakaret var. Dayak olmasa bile, bir horlama var. Benim kadınlarım hep ikinci plana itilmiştir.

İlk öykü kitabınızdan bu yana bıkıp usanmadan kadın sorunlarını ele alıyorsunuz. Edebiyatın kadına yeteri kadar duyarlı olduğunu düşünüyor musunuz?

Tabii, her yazar kendi açısından bakıyor hayata, insana. Ben çocukluğumdan itibaren böyle kadınlar gördüm. Benim ailemde olmadı ama komşularımız oldu, kiracılarımız oldu. Onların ezilmişliği beni hep üzmüştür. Onların sesi olmak istedim, yola öyle çıktım. Bu bilinçli bir seçim değildi. Hep bana bizi yaz, bizi yaz dediler farkında olmadan. Ben de yazdım.

Erkek egemenliği yalnız sosyal hayatta değil, edebiyatta da kendini gösteriyor. Kadının her ortamda yok sayılması için ne dersiniz?

Kadınları artık bence bizim kadın yazarlarımızın anlatması gerekiyor. Erkekler kendilerine daha yakın buldukları için herhalde kahramanları hep erkek. Kadılar da olsa bile figüran durumundalar. Ama kadın yazarlar bunu yapabilir. Benim okuduklarımın içerisinde kıyısından köşesinden buna bulaşmış olanlar var. Hayatın her safhasında önce erkekleri görüyoruz. Onlar daha ortadalar ve mücadeleleri de daha aşikâr. Kadınlar hep bastırılmış, itilmiş… Yazan kadınlar bile bütün işleri bitirdikten sonra kaçak bir işmiş gibi oturup yazmaya çalışıyor. Eve gelip de yemek bulmadığında ‘Aferin sana' diyen bir erkek var mı? Benim eşim hariç! Ben eğer Tarık Bey'in daktilosunda yazıyorsam, ki o zaman bilgisayar yoktu, kapıyı kendi açardı, zili bile çalmazdı. Ben kalktığım zaman da ‘Sen kımıldama,' derdi, sen yazmana, çalışmana bak derdi. O yazar olduğu için bunu diyordu tabii. Başka biri olsaydı herhalde öyle demezdi.

YAZMAYA TARIK BUĞRA YÖNLENDİRDİ

Söz açılmışken soralım, ilk öykülerinizi Tarık Buğra hayattayken yazdınız. O sizin yazı dünyanızı nasıl etkiledi?

Ben hep edebiyata meraklı bir çocuktum, hiçbir şey bulamazsam gazete kâğıdından yapılan kese kâğıtlarını çözer, okurdum. Anlatmayı da seven bir insanım. Önceleri, anlattığım için Tarık Bey, ‘bunları yazsana,' demişti. ‘Anlatıp ziyan etme, bunları yaz.' O bir teşvik oldu benim için. Edebiyatla ilgiliydim ama hikâye yazmayı düşünmüyordum, Tarık Buğra'nın beni böyle yönlendirmesine kadar. Düşündüm ve sonra sonra yazmaya başladım.

Yazı pratiği olarak ondan neler öğrendiniz?

Şunu öğrendim... Tarık Buğra asla müsveddeli çalışmazdı. Öncesinde bir çalışması olurdu, okuyarak, düşünerek. Sonra oturduğu zaman da hiç müsvedde yapmadan, daktiloyla çalışırken bile, kâğıdını değiştirdiği çok nadirdir. Ben de öyle çalışıyorum, hiç müsvedde yapmadan. Şimdi bilgisayarda kolay gerçi, ekle yapıştır, kes, at. Ama daktiloyla yazarken de öyleydim. Bunu ondan aldım. O öyle çalışırdı, beni de etkiledi.

“Tarık Buğra'yı ağlamadan anamadım”

“Daha bugüne kadar Tarık Buğra'yı ağlamadan anamadım. Bu bir hastalık gibi oldu bende aslında bunu yenmeyi çok istiyorum ama yenemedim. Tarık Buğra güzel bir insandı, son derece beyefendiydi, zarif bir insandı, sevgi doluydu. O hikâyelerin, romanların sevgisini içinde taşırdı. Ve şu evin içinde, diyelim ki masada oturuyoruz kahvaltı ettik, kalkacağız, bir kez olsun benim önümden yürüyüp gitmemiştir. Kesinlikle orada beni bekler ve önüne alırdı. Öyle bir insandı. Eşi menendi yok. Öyle işte. 21 yıl böyle geçti, hep onunla. O zaten ölmeden önce elimi tuttu ‘Ben hep seninle olacağım' dedi ve gerçekten hep benimle. Ben her yere onu taşırım.”

17 Haziran 2015 Çarşamba

Yeni James Bond kim olacak?

24. Bond filmi Spectre vizyona girmeden önce 'Yeni Bond' tartışmaları bir kez daha alevlendi. Daniel Craig'in dördüncü kez Bond olacağı filmde, Craig sonrası bu rolü kimin oynayacağı merak konusu. Anketlerde ve kulislerde Idris Elba, Damien Lewis ve Michael Fassbender'ın adı öne çıkıyor.

Sinema tarihinin en uzun soluklu serisi James Bond, yeni bir tartışma ile gündemde. 1962'de başlayan serinin 24. filmi Spectre'nin vizyona girmesine aylar kala, yeni Bond'u kimin oynayacağı tartışmaları alevlendi. Bir taraftan bu konuda bahisler açılırken, diğer taraftan da resmi olmayan anketler düzenleniyor. poll.pollcode.com internet sitesinde “Bir sonraki James Bond'u kim oynamalı?” başlığıyla gayri resmi bir anket başlatıldı. Şimdiye kadar 849 kişinin oy kullandığı ankette sürpriz sayılabilecek bir sonuç çıkıyor. Halen devam eden ankette oyların % 27'sini alan İngiliz oyuncu Idris Elba, 226 kişinin oyu ile birinci sıraya yerleşti.

Bir sonraki Bond rolü için 22 oyuncunun aday gösterildiği ankette Benedict Cumberbatch, Chris Evans, Joel Edgerton, Jude Law, Christian Bale, Orlando Bloom, Henri Cavill gibi son dönemin popüler oyuncuları yer alıyor. Oyların % 17'sini alan Michael Fassbender ikinci sırada yer alırken, yakın zamanda Mad Max: Fury Road'da oynayan Tom Hardy % 14 ile üçüncü, sinemanın ‘yeni' Süperman'i Henry Cavill ise % 10 oy oranı ile dördüncü oldu.

SİYAH MI, GALLİ Mİ?

James Bond filmlerinin yapımcısı Michael G. Wilson ve yapımcı şirket Sony'nin bu anketi ne kadar göz önünde bulunduracağı merak konusu. Ancak sinema tarihinin en ünlü ajanı için Idris Elba'nın adı ilk kez geçmiyor. Siyahi aktör, geçtiğimiz yıl yapımcı şirket Sony Pictures'ın dijital verilerinin hackerlar tarafından ele geçirilmesiyle patlak veren skandalda ‘yeni' Bond olarak yer almıştı. Sony'nin sızdırılan e-postalardan birinde stüdyo yöneticisi Amy Pascal'ın “Elba'nın bir sonraki Bond olması gerektiğini” söylediği bilgisi basına yansımıştı. Bunun üzerine Elba da Twitter hesabından fotoğrafını paylaşarak bu duruma gönderme yapmıştı. Eğer Elba, yeni James Bond seçilirse, bu rolü oynayan ilk siyahi aktör olacak.

Anketlerde Idris Elba adı öne çıksa da kulislerde Damian Lewis'in ipi göğüsleyeceği konuşuluyor. Baba tarafından Galli, anne tarafından İngiliz olan Lewis'in, Daniel Craig'den sonraki Bond olmasına kesin gözüyle bakılıyor. ‘Homeland' ve ‘Band of Brothers' (Kardeşler Takımı) dizilerinde adını duyuran Damian Lewis seyirci anketlerinde ise Elba'nın bir hayli gerisinde.

6 Kasım 2015'te vizyona girecek 24. Bond filmi ‘Spectre'de Daniel Craig dördüncü kez James Bond'u oynayacak. Craig'in 25. Bond filminde de bu rolü oynadıktan sonra seriye veda etmesi planlanıyor. Bütçesi 300 milyon doları aşan Spectre'nin yönetmen koltuğunda Oscar'lı Sam Mendes var. Filmin diğer oyuncuları ise Monica Belluci, Christoph Waltz, Lea Seydoux, Ralph Fiennes ve Naomie Harris. Filmde, Bond'un geçmişiyle ilgili şifreli bir mesaj gelir ve onu tehditkar gizli bir örgütü açığa çıkarmaya zorlar. Bu arada M, gizli servisi çalışır durumda tutabilmek için politik güçlere karşı savaş verirken, Bond da Spectre adlı bu örgütün ardındaki korkunç gerçeğe adım adım yaklaşmaktadır.

16 Haziran 2015 Salı

Tribünlere şiir yazmıyorum

Şair Cafer Keklikçi, dördüncü şiir kitabı “Havarya” ile yeniden okur karşısına çıktı. Ülke Yayınları'ndan aynı zamanda “El İzleri” isimli ilk deneme kitabını da yayımlayan şair, bu günlerde “Ses Ayrıcalığı” isimli şiir eleştirisinin de okurla buluşmasını bekliyor. Keklikçi ile şiirini ve dünyasını konuştuk.

Şiirinizi okurken her şeyden önce söyleyecek sözleriniz, karşı durulacak meseleleriniz olduğu fark ediliyor. Size göre şiirin hayat karşısında ne gibi sorumlulukları var?

Bana göre şiir, hayatın kendisidir. Hayat, şairin kendine özgü dünyasından geçerek şiire girer. Bu da şairin itirazlarını gündeme getirir. Hem şiir yazdığını söyleyip hem de yaşanan hayata bir itirazı olmayanların yazdıkları şiir olmaz, olmuyor. Şiir, hayatta kalıcı olanı alıp geleceğe taşıdığı oranda değerlidir. Hayatın fotokopisi değil, hayatın özüdür şiir. Şiirin hayat karşısındaki en önemli sorumluluğu insanı vicdana, merhamete ve adalete yani fıtrata çağırmasıdır. İnsan hangi konumda olursa olsun fıtrata uyduğu oranda insan olur. Şiir bir devlet kuramaz ama devlet kuracak insanı yaratabilir. Türkiye'nin vicdanı şiirdir. Yeni şiir kitabım Havarya'da şöyle bir dizem var: “yasalardan önce şiir gelir Türkiye'de”. Şiirin Türkiye'deki konumunu bu dize çok iyi veriyor.

“Operasyon” isimli şiirinizle 17 Aralık yolsuzluk operasyonunu ele alıyorsunuz. Dokunanın yandığı bu ortamda, şiirin gücünün ses çıkarma yollarını genişlettiği söylenebilir mi?

Benim şiirim Sosyal Gerçekçi Şiir'dir. Bu, biliniyor. Ülkemizde siyasi iktidar yolsuzluk yaptı, ben hariç hiçbir şairden ses çıkmadı. Çünkü siyasi iktidar şair ve yazarları para ya da makamla kendisine bağlamıştı. Hırsızlara hırsız demenin suç sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Operasyon isimli şiirim dergide yayımlandığında beni tehdit edenler oldu. Tebrik eden okurlarım çoğunluktaydı tabii. Okurlarımdan gelen geri dönüşlere göre şiirin Meclis'teki dört partiyi ti'ye aldığının anlaşıldığını gördüm. Operasyon şiiri dört partiyi ti'ye alan, benim üslubuma özgü ironi tekniğiyle yazılmış bir şiirdir. Şair, ülkesini ve milletini ilgilendiren çok önemli bir konuda sesini çıkarmıyorsa o şairin şairliği tartışmalıdır. Şair yukardan bakmasını bilmelidir. Parti tarafgirliğiyle yolsuzluğu görmeyenler iyi para kazanabilirler ama geleceğe şair olarak kalmayacaklardır. Şiirin gücü partiler üstüdür. Hiçbir otoritenin şiire gücü yetmez. Şiir her ortamda sesini yükseltir. Şairi boğabilirler, asabilirler, hapse atabilirler ama şiiri susturamazlar. Pir Sultan Abdal'ı asan otorite, Nefi'yi boğan otorite, Nazım Hikmet ve Necip Fazıl'ı hapse atan otorite aynı otoritedir. Bu şairlerin şiirlerini susturabilmişler mi, hayır. Şair yukardan bakar, o yüzden şiirin gücü ses çıkarma yollarını genişletir.

Her ne kadar şiirinizin meseleleri ele alan bir yönü olsa da bir ucu hep kadınlara dokunuyor. Reddedilen aşklar, beklemeler, güzel kızlar, kadınlar… Hatta bir dizenizde “Ben kadınları seviyorum be! kadınlar beni sevmese de!” diyorsunuz. Şiirinizin ana unsurlarından biri mi kadın?

İlk şiir kitabım Tanınma Korkusu'nda kadın, sevgili olarak yer alsa da sevgili durumu bir sosyal meseleye bağlanarak, ironik bir şekilde yer alıyor. İkinci şiir kitabım Yasak Bölge'de aynı durum biraz daha sert bir şekilde var. Üçüncü şiir kitabım Tahammül Şeridi'nde kadın, anne ve kız kardeş olarak yer alıyor. Havarya'da ise kadın, aşk olarak yer alıyor. Havarya'da tema olarak kadın, aşk ve çocuk temasını işledim. İlk üç şiir kitabımda bu yok. Havarya'da bütün şiirlerin ana teması kadın, dolayısıyla aşktır. Operasyon ve Cehennem Treni her ne kadar siyasi şiir olsa da, ki o şiirlerde de kadın var, Havarya'da ana tema kadındır.

Havarya ile eşzamanlı olarak ilk deneme kitabınız da yayımlandı. Bu denemelerde modern insanın sorunları, erik ağaçları, kapılar, dostluklar var… Şiir karşısında deneme yazarken kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Şiir, benim hayatımdır. Deneme ise haftada bir yazdığım, şöyle bir bakışımdır. Şiir yazarken daha özgür ve rahatım. Sakinim diyemem. Şiir yolda yürürken geldiyse, eve vardığımda ilk yaptığım iş onu el yazısıyla kâğıda yazmaktır. Ben şiiri ilk önce türkü söylüyor gibi söylerim. Şiiri yazıp bitirdiğimde heyecandan yerimde duramam. Yüksek sesle okurum. Şiir gelir, yazarım. Deneme öyle değil; bazen gelir, bazense gelmez. Bir konu bulup yazmak gerek. Ama şu var; şiirde nasıl üsluba önem veriyorsam denemede de aynı titizlikle üsluba önem veriyorum. Bir kere yazının girişi sıradan olmamalı, ikincisi bu konuya şöyle bakılabilir, birisi şöyle bakabilir, ben öyle değil böyle bakmalıyım gibi. Sadece benim bakacağım yerden bakmak. Deneme benim için bir bakış tarzıdır.

Çok sert konulara da değindiğiniz köşe yazıları kaleme alıyorsunuz. Mesela “Şallı Politika” başlıklı yazınız. Bunların sizin şiir dilinizi seven okuyucularınızı incitmesinden korkmuyor musunuz?

Ben hiçbir şiirimi okuyucularımı düşünerek yazmadığım gibi hiçbir yazımı da okuyucularımı düşünerek yazmıyorum. Hiç kimseden, hiçbir makamdan talimat almıyorum yazı yazarken. Talimat almadan yazdığım için okurun ya da herhangi bir makamın ne diyeceği hususunu da gözetmiyorum. İnandığım şekilde, inandığım gibi yazıyorum. Yazılarıma teşekkür geldiği kadar hakaret mailleri de geliyor. Ben yazdığım şiire bakarım. Köşe yazılarım için de aynısını düşünüyorum. Okuyucularımın nasıl okuduğunu değil, benim nasıl yazdığımı daha fazla önemsiyorum. Çünkü ben tribünlere değil, tüm zamanlara yazıyorum.

15 Haziran 2015 Pazartesi

Aşk-ı Ney ile başlayalım evvela...

Tasavvuf müziğinin genç isimlerinden Serkan Kamacı'nın ilk albümü ‘Aşk-ı Ney' yayınlandı. Tasavvuf müziği albümlerini kıyasıya eleştiren Kamacı'nın çalışmasının ilginç olduğu kadar meraklısını peşine düşürecek bir özelliği var.

Neyzen Serkan Kamacı'yı üç yıl önce ‘Zuhurat' grubuyla tanımıştık. 2009 yılında udi Bekir Şahin Baloğlu ile bu müzik grubunu kurmuş ve kısa sürede hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine ulaşmışlardı. Onları yine konserlerde birlikte görüyoruz, fakat bireysel olarak da müzik yolculuklarına devam ediyorlar. Serkan Kamacı'nın ilk albümü ‘Aşk-ı Ney' (Mega Müzik) bu yolculuğun ilk göz ağrısı. Albümün ilginç olduğu kadar meraklısını peşine düşürecek bir özelliği var. Aşk-ı Ney, Asrı'ya Niyaz, Vuslat, Feryat, Figan, Ayrılık, Naz, Leyletü'l Arus, Haykırış, Sema, Bişnev ve Bab-ı Cennet adlı 12 eserin yer aldığı albüm baştan sona doğaçlama. Yani Serkan Kamacı, on beş günde bir Mega Müzik'in sahibi Ethem Zeytinkaya'nın Unkapanı'ndaki kayıt stüdyosuna gidip, o gün kalbine ne zuhur ettiyse üfleyip üfleyip kaydetmiş. Birdenbire, o an içinden gelenleri enstrümanıyla anlatıyor dinleyenlere sanatçı.

Serkan Kamacı, Haliç Üniversitesi Konservatuarı Türk Musikisi bölümünden mezun. Neye ilgisi çocukluğunu geçirdiği Gaziantep'e uzanıyor. Kamacı, konservatuar öğrenimi sırasında ve öncesinde neyzen Ömer Erdoğdular'ın ilk öğrencilerinden eczacı Mustafa Büyükipekçi'nin talebesi olur. 8-9 yıl her gün derslerine devam eder. Daha sonra günümüzün en önemli üstadlarından neyzen Niyazi Sayın'dan 5 yıl ders alır. Ayrıca Sadreddin Özçimi, kudümzen, neyzen ve hanende Timuçin Çevikoğlu'ndan etkilenir. Konservatuardaki hocalarının da ondaki yeri ayrı. Alaeddin Yavaşça, Mutlu Torun, Timuçin Çevikoğlu, Şehnaz Uğurel, Çetin Körükçü, Yalçın Çetinkaya bu isimlerden birkaçı.

Serkan Kamacı, ilgisi, sevgisi, yıllardır süren çabaları ve hocalarının katkısıyla ilk albümü “Aşk-ı Ney”i sunmanın sevincini yaşıyor. Fakat albümün ortaya çıkmasının asıl hikâyesi farklı. Onu da kendisinden dinleyelim: “Bu albüm, ezelde ve ebedde, her demde elini tutmakla şereflendiğim, nefesi ve nazarı her an üzerimde olan, gönlümün sultanı Mahmud Nedim Aysoy (K.s) er-Rifai efendime muhabbetimden bir katredir. 12 yaşımda tanıştım kendisiyle. Çok sevdiğim bir Allah dostu, gönül insanıdır. Bu albümü de onu sevindirmek ve mutlu etmek için yaptım. Rabb'im kalbime öyle vehmetti.”

Albüm, Asrı'ya Niyaz taksimi ile başlıyor, Naz ile bitiyor. Asrı'ya Niyaz, Mahmud Nedim Aysoy (K.s) er-Rifai'nin nutk-u şeriflerde kullandığı mahlas. Kamacı, büyüğünün nutk-u şeriflerinden ‘Bikes Kaldım', ‘Âşık Oldum', ‘Kalbe Misal' gibi ilahiler de bestelemiş, Asrı'ya Niyaz taksiminde ise hocasına halini anlatmaya, kendisini takdim etmeye gayret ettiğini ifade ediyor. Aşk-ı Ney eserinde Peygamber Efendimiz'e muhabbet duyan ve neyi seven herkese selamlarını gönderiyor. Çünkü ‘Aşk-ı Ney' demek, alemlere rahmet olarak yaratılan Peygamber Efendimiz demek… Bab-ı Cennet'te, Cennetin kapısı açılırken duyulan sadayı gönlünde tahayyül edilen haliyle yorumluyor sanatçı. Bizden bu kadar, diğer eserlerin esrarını keşfetmek tasavvuf müziği sevenlere kalsın…

Albümlerin yüzde 90'ının tasavvuf müziğiyle ilgisi yok

Serkan Kamacı: “Bugün tasavvuf müziği adı altında çıkan albümlerin yüzde 90'ının tasavvuf müziğiyle ilgisi yok. Toplumun gerçek tasavvuf musikisini idrak seviyesi yok denecek kadar az. İyi ile kötü ayırt edilemiyor. Dolayısıyla eline iki bendir alıp zikir yapanı görünce ‘aa bu çok güzel' deyip tasavvuf müziği zannediyorlar. Halbuki tasavvuf müziği deyince derin bir şeyden bahsediyoruz. Tevşihler, şuhuller, Mevlevi ayinleri var. Tevşihle ya da Mevlevi ayini ile yapılmış kaç CD var? Bir elin beş parmağını geçmez. Ama bir bendir, bir zikir, altyapı olarak bir klavye koyuyorlar. Al sana tasavvuf müziği diyorlar. Böyle piyasada yüz bin tane CD bulabilirsiniz. Oysa yılda 5-10 tane doğru dürüst tasavvuf müziği albümü çıkar.”

13 Haziran 2015 Cumartesi

Hep geriden gelmenin acısı

Döneminin en güçlü gazetelerinde, dergilerinde çalıştı. Edebiyatın hemen her türünde 100'ün üstünde esere imza attı. Fakat daha çok mizahıyla tanındı, iktidar sahiplerini rahatsız etti ve her zaman tartışılan bir isim oldu. 1995 yılında ölen Aziz Nesin'in 100. doğum günü dolayısıyla açılan “Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin” sergisi, yazarın hayat serüvenini özetliyor.

Tütün Deposu'nun birinci katına çıktığınızda kulağınıza daktilo sesleri geliyor. Bu, hayatını yazıyla geçirmiş Aziz Nesin'i anlatan en isabetli ses belki de. Sesin geldiği tarafa yöneldiğinizde Ara Güler'in 30 yıl arayla çektiği fotoğraflar, Nesin'in yazı masası, tıpkı fotoğraflarda durduğu gibi üstüne yerleştirilmiş gözlük, gözlük kılıfı, masa saati, aydınlatması, telefonu, büyüteci, daktilosu duruyor. Yazarın hayat hikâyesi ise kendi ağzından veriliyor. Asıl adı Mehmet Nusret. Mehmet, çünkü dedesinin ismi, Nusret (başarı, üstünlük anlamında) çünkü ailesi Çanakkale Savaşı'nın kazanılmasını istiyor. Galip Amcası sayesinde okuma-yazma, hat, Arapça öğreniyor ve daha sekizinde hafız oluyor. 7 yaşında 3-5 sayfalık ilk oyununu yazıyor; ilk romanını ise annesini kaybettiği 12 yaşında… Fotoğraf çektirmek günah sayıldığından annesine ait bir fotoğraf bile kalmıyor geriye.

YAZI VE HAPİS DÖNGÜSÜNDE GEÇEN YILLAR

1934 yılında gelen kanunla, ‘Nesin' soyadını alışının hikâyesini kendisinden dinleyelim: “Her türlü yağmada sona kaldığım için, güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime ‘Nesin' soyadını aldım. Herkes ‘Nesin?' diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim, istedim.” 1942 yılında üsteğmenlik yaptığı yıllarda, babasının ismi olan Aziz'le dergilere yazılar göndermeye başlıyor yazar; böylece Mehmet Nusret, oluyor Aziz Nesin. Hikâyenin bundan sonraki kısmında Aziz Nesin'in yazdığı gazeteler, çıkardığı dergiler ve dönem dönem girdiği hapishaneler var. 1944-45 yıllarında Tan Gazetesi'nin köşe yazarlığını yapar, 46'da bu gazete komünist olduğu gerekçesiyle yıkılır. Hiçbir yerde iş bulamayan yazar, Sait Faik ve Rıfat Ilgaz'ın desteğiyle ‘Cumartesi' dergisini çıkarır. Ardından Sabahattin Ali'nin verdiği sermayeyle birlikte ‘Marko Paşa' isimli bir gülmece gazetesi çıkarırlar. Yazdığı yazıdan dolayı bir yıl sonra 10 ay sürecek bir hapis ve sürgün cezasına çarptırılır. Aziz Nesin'in bundan sonraki 48 yılı bu döngüde devam eder. Yazdığı gazeteler, dergiler, çıkardığı yayınlar ve dönüp dolaşıp girdiği hapishaneler...

Erkek Sabahat, Zübük, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Şimdiki Çocuklar Harika gibi 100'ün üzerinde eser veren Nesin, ilk kitabını ancak 40 yaşında yayımlayabilir. Arkadaşları Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Sait Faik, Yaşar Kemal çoktan ünlenmiş ama o, bir anlamda geride kalmıştır. Onlara yetişme telaşı hayatının son yıllarına kadar peşini bırakmaz. Notlar birikir, dosyalar dolar taşar ve Aziz Nesin, kendine sürekli bunu hatırlatır: Vakit daralıyor! 1986 yılında yazdığı notta, dinmeyen yazma açlığını dile getiriyor: “Zamanın kalmadı Aziz, kalmadı. Daha sekiz cilt Böyle Gelmiş'ler yazılacak. ‘Enaz' yazılacak, notları hazır 20 oyun var, çocuk romanları var, pek çok roman, birçok öykü… Dayan Aziz, dayan Aziz!”

Aziz Nesin, mizahi öyküleri, masalları ve oyunlarıyla bir ün kazanırken, iktidarları hep rahatsız etti. Sivri diliyle yağmacılığı, sömürüyü, ikiyüzlü politikacıları kıyasıya eleştirdi. Siyasetçilerin ve köşe dönmecilerin din sömürüsüne karşı çıktı. Fakat öykü ve romanlarındaki din adamı tiplemeleri dindar çevrelerin tepkisini çekti. Yazıp söyledikleri dindarları incitti. Salman Rushdie'nin “Şeytan Ayetleri” romanını Türkiye'de yayımlayacağını duyurunca adeta kıyamet koptu. Aziz Nesin, 6 Temmuz 1995'te öldü fakat Sivas katliamı öncesinde halkı kışkırttığı iddiaları ve Salman Rusdie olayı onu hep takip etti, hatta eserlerinin bile önüne geçti.

“Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin” sergisi, edebiyatımızın bu en çok tartışılan isimlerinden birine daha soğukkanlı bir gözle bakmak için fırsat. İyisi ve kötüsüyle Aziz Nesin... Sergi mekânının üst katında yazarın haber ve yazı dosyaları sergileniyor. Selde hasara uğrayan piyanosu, onunla ve hakkında yapılmış videolar, söyleşiler, kitaplarının ilk ve son baskıları ve aynı zamanda minderli bir okuma alanı da var. Aziz Nesin'i bir de kendi ağzından dinlemek isteyenler, 16 Temmuz'a kadar Tophane'deki Tütün Deposu'na uğrayabilir.

12 Haziran 2015 Cuma

Dinozorlaştıramadıklarımızdan mısınız? [VİZYONDAKİLER]

Steven Spielberg'ün 1993'te sinemaya kazandırdığı Jurassic Park'ın yeni versiyonu Jurassic World'de bayrağı Colin Trevorrow devralıyor. Aile bağları, Amerikan muhafazakârlığı gibi blockbuster şablonlarını adım adım takip eden yönetmen, seriye ya da türe yenilik getirme gibi riskli çabalara hiç girmeden ilk filmi referans alıyor.

Hollywood'u devasa bir insan vücudu gibi düşünürsek, 11 Eylül saldırılarına verilen ilk tepki istem dışı panik halleriydi. Bir süre sonra bilinç düzeyine kayan bu tepkiler “yıkılmadık, ayaktayız” mesajlarıyla sürdü. Şimdilerde ise kana karışmış zehir gibi bünyeye yerleşti. Bağımlılık yaptığı için, her yıl belli bir doz alınması gerekiyor. Vietnam'ı 35 yıldır unutamayan, Soğuk Savaş'ın bilinçaltı yansımalarını yeni sürüm fantastik filmlerde su yüzüne çıkaran Hollywood, anlaşılan o ki 11 Eylül travmasını daha uzun yıllar atlatamayacak.

Steven Spielberg'ün 1993'te sinemaya kazandırdığı Jurassic Park'ın yeni versiyonu Jurassic World baştan sona bir 11 Eylül alegorisi olarak izlenebilir. Dinozorların yeniden sinemaya döndüğü film, klasik bir Frankenstein uyarlaması. Serinin ilk filminin etrafında dönen yapım; ırkçılık, cinsiyetçilik ve Amerikan muhafazakârlığı tuzaklarına düşerken 11 Eylül'e de kanca atıyor. Önce hikâye…

Jurassic Park'a ev sahipliği yapan Kosta Rika yakınlarındaki Nublar adası, günümüzde tematik bir eğlence parkı olmuştur. John Hammond'dan parkı devralan Hindu işadamı Simon Masrani (Irrfan Khan), azalan ziyaretçi sayısını artırmak için tehlikeli bir yol seçer. Masrani'nin sahibi olduğu şirket, parktaki dinozorların genlerinden, laboratuvar ortamında yeni bir dinozor üretir. Indominus Rex adı verilen dinozor, kafesinden kurtulunca günde 20 binden fazla insanın ziyaret ettiği adada dehşet saçmaya başlar.

ADA SAHİLLERİNDE BEKLİYORUM

Jurassic Park (1993), sadece dinozorları değil, uzun bir aradan sonra blockbuster'ları da canlandıran bir filmdi. Spielberg'ün Jaws'tan (1975) sonra, Hollywood endüstrisini ve seyirciyi ateşlediği ikinci yapım. Jurassic World'de bayrağı devralan Colin Trevorrow'u bağımsız bilim-kurgu Zaman Yolcuları/Safety Not Guaranteed (2012) filminden tanıyoruz. Trevorrow, gişe sinemasına geçerken ‘garanti' adımlar atıyor. Aile bağları, Amerikan muhafazakârlığı gibi blockbuster şablonlarını adım adım takip eden yönetmen, seriye ya da türe yenilik getirme gibi riskli çabalara hiç girmeden 1993 tarihli ilk filmi referans alarak aynı hikâyeyi yeniden anlatıyor. Belki de bu tercihte yapımcı koltuğundaki Spielberg'ün çizdiği çerçeve etkilidir, bilemiyoruz. Fakat yeni film, kimi görsel hamlelerine rağmen tam bir hayal kırıklığı.

Jurassic Park'ın bilim insanlarının Tanrı'nın ve doğanın çizdiği sınırları ihlal etmesi, kapitalist açgözlülük gibi dertleri yeni filmde ya tamamen rafa kalkıyor ya da geçiştiriliyor. Konu müsait olmasına rağmen -laboratuvar ortamında üretilen dinozorlarla dolu tematik bir eğlence parkı- ABD'deki ‘entertainment' (eğlence) kültürüne dokundurma bile yok. Aksine, bol miktarda ırkçılık ve cinsiyetçilik var. Açgözlü işadamı, yeni zengin sınıflardan bir Hintli; etik tanımaz ‘laboratuvar faresi' ise Uzakdoğulu. Dolayısıyla, adadaki sorunların kaynağına dair adrese teslim karakterizasyonlar.

Filmin esas alegorisi ise 11 Eylül'de vücut buluyor. Jurassic World, zorlama tevillere ihtiyaç bırakmadan, Üsame bin Ladin'i ölümcül bir dinozor olarak resmediyor. Laboratuvar ortamında üretilen tehlikeli yaratık Indominus Rex'in (anlamı hayli ironik: Ehlileştirilemeyen/Efendisiz Kral) kafesinden kaçışı ve bir nevi ABD'yi temsil eden adada dehşet saçması hiç de fena bir buluş değil. Zaten film bir süre sonra Üsame bin Ladin'in yakalanma hikâyesine dönüyor (Zero Dark Thirthy'yi hatırlayalım). Jurassic World'ün bir başka uğrak noktası da Guillermo del Toro'nun Pacific Rim'de öykündüğü ‘Kaiju' türü.

11 Eylül alegorisini tamamlayan darbe ise sona saklanmış. Tıpkı Bin Ladin'in yakalanma süreci gibi Indominus Rex'in yakalanması da ABD'nin ‘ehlileştirdiği' müttefiklerin yardımıyla mümkün oluyor. Düşünün, yılların T-Rex'i bile bir Sam Amca edasıyla adayı (ABD'yi) düşmanlardan temizliyor. Bu tür felaket filmlerinin finalinde alışageldiğimiz muzaffer ABD bayrağı sahnesinin yerini bu kez T-Rex'in adaya hakim bir yere çıkıp ‘cennet vatana' bakarak dosta güven, düşmana korku salan kükremesi alıyor. Böylece, filmin can alıcı sorusu seyircinin kucağına bırakılıyor: Yoksa siz hâlâ dinozorlaştıramadıklarımızdan mısınız?

10 Haziran 2015 Çarşamba

Fransız seyircisine Türkiye'den üç oyun

İstanbul Tiyatro Festivali, Fransa'nın önemli sanat kurumlarından biri olan Théâtre de la Ville tarafından düzenlenen Chantiers d'Europe festivalinin destekçilerinden biri oldu. Bugün başlayan Chantiers d'Europe festivalinde bu yıl İstanbul Tiyatro Festivali'nin desteğiyle Türkiye'den ‘İstenmeyen', ‘Aalst' ve ‘Büyülü Ağaç' sahnelenecek.

Yeni sanatçıların keşfedilmesini amaçlayan Chantiers d'Europe, Théâtre de la Ville tarafından Paris'te düzenleniyor. Her yıl yeni bir ülkeyi programına katan festivalde bu sene Türkiye'den de gösteriler yer alıyor. Chantiers d'Europe'ta, prömiyerini 19. İstanbul Tiyatro Festivali'nde yapan ve Ceren Ercan'ın yönettiği İstenmeyen (27 Haziran), 2014 yılında prömiyerini Salon İKSV'de yapan Polonya-Türkiye ortak yapımı Aalst (13-14 Haziran) ile festivalin çocuk ve gençlik oyunları bölümünde yer alacak Cengiz Özek'in Büyülü Ağaç (20-21 Haziran) gösterileri sahnelenecek.

18. ve 19. yüzyıl oyunlarından yola çıkarak hazırlanan Büyülü Ağaç'ta, bir Karagöz oyununda görülebilecek her ayrıntı var. Fakat söz bu kez en az seviyede. Karagöz'ün otantik çalgıları nareke ve def, oyunun örgüsü içinde dramatik gerilimi sağlamak üzere etkin bir biçimde yer alıyor. Ayrıca oyunun çevre kirliliğini konu alan iskeleti, güncel sorunlara değinmesinden dolayı seyirci ile sessiz bir iletişim kuruyor ve bu iletişim oyunun dünya sahnelerinde sık sık yer almasını sağlıyor. Büyülü Ağaç'ın 10 yılda 500'den fazla gösteri yaptığını da belirtelim.

Chantiers d'Europe 28 Haziran'a kadar Paris'te birçok farklı mekânda gerçekleştirilecek. Festivalde Türki-ye'nin yanı sıra İtalya, Polonya, Portekiz ve Yunanistan'dan müzik, dans, tiyatro ve performans alanında çeşitli yapımlar da yer alacak. (tiyatro.iksv.org)(www.theatredelaville-paris.com)

9 Haziran 2015 Salı

Koleksiyonerlerin gözdeleri

Fransız yazar Antoine de Saint-Exupéry’nin ‘Küçük Prens’ kitabının Türkiye’deki 48 koleksiyoneri geçen hafta Ankara’da bir araya gelip kitaplarını sergiledi. Kitap koleksiyonerliğinde Küçük Prens’ten sonra ilk üç sırayı Robinson Cruose, Tenten ve Don Kişot alıyor. Onları Peter Pan, Martı, Pinokyo takip ediyor.

Kitap koleksiyonerliği, tarihi hayli eskilere dayanan bir tutku. Her çağda ve her ülkede dünyanın en iyi kitaplarını ve koleksiyonlarını elde etmek için diyar diyar dolaşan, servet harcayan iflah olmaz kitap düşkünleri var. Bunlardan kimi belli konulardaki kitapları biriktirir, kimi aynı kitabın onlarca farklı baskısını. Ancak bazı eserler var ki dünyada milyonlarca insan için biriktirilmeye, uğruna ülke ülke gezmeye, bir tanesi için yüz milyonlar ödemeye değer. Bunlardan biri de geçen hafta Ankara’da sergisi düzenlenen Küçük Prens... Bir süredir farklı kentlerde düzenlenen sergi, dünyanın her yerinde yayımlanmış versiyonları toplayan 48 koleksiyonerin katkılarıyla oluşturulmuş. Bu sergiden yola çıkarak Küçük Prens gibi küresel anlamda meraklıları olan başka kitaplara, onlarla igili yapılanlara kulak kabarttık. Görüştüğümüz sahaflara ve alanın uzmanlarına göre bu türden sayılabilecek birçok eser var. Ancak ilk üçte hangi kitapların yer aldığını sorduğumuzda Robinson Cruose, Tenten ve Don Kişot hepsinin ortak sıralaması. Yüzlerce koleksiyoneri olan kitaplar arasında sayılan diğer kitaplar ise Peter Pan, Martı, Pinokyo geliyor. “Türkiye’de Kitap Koleksiyonerleri ve Sahaflar” kitabının yazarı Rıfat N. Bali’ye göre bir kitabın çok farklı dillere çevrilmiş olması koleksiyonerlerin ilgisini çekmek için önemli bir sebep. Zira hem Küçük Prens’in hem de saydığımız diğer eserlerin ortak özelliği basıldıkları tarihten bu yana yerel diller de dahil, yüzlerce farklı dile tercüme edilmiş olmaları.

Robinson Cruose: Dünyada en çok dile çevrilen ve koleksiyonerleri olan kitap denilince, en başta Robinson Cruose akla geliyor. Gezegen Sahaf’tan Sedat Yardımcı, kitabın Karamanlıca dâhil birçok yerel dile çevrildiğini söylüyor. Yardımcı, Türkçenin Ortodoks Hıristiyanlar tarafından konuşulan ağzı olarak bilinen Karamanlıcayı, “Yunanca harflerle yazılmış Türkçe.” şeklinde tanımlıyor. Eserin ilk baskılarından çeşitli dillerdeki tercümelerine kadar onlarca farklı halini toplayan koleksiyonerleri var. Daniel Defoe’nun 1719 yılında yazdığı ve ‘kült kitaplar’ arasında sayılan eser aynı zamanda ilk İngilizce roman. Daha sonra aradan geçen 300 yıl boyunca, yüzlerce farklı dile çevrildi. İngiltere’de yaşayan Alman asıllı orta sınıf bir ailenin oğlunun dünyayı gezme serüvenini anlatan roman, bugün koleksiyonerlerin müdavimi olduğu online antika kitap satış sitelerinde en çok arananlar arasında. Sedat Yardımcı, kitabın bazı baskılarının milyonlarca dolara satıldığını söylüyor. Indiana Üniversitesi kütüphanesinin web sitesinde ise adeta küçük bir Robinson Cruose koleksiyonu oluşturulmuş. Burada kitabın onlarca farklı baskısı meraklılarına tanıtılıyor.

Tenten: Kitap koleksiyonerlerinin vazgeçilmezlerinden biri de Tenten, orijinal ismiyle Tintin. Dünyanın her tarafından Tenten severlerin buluştuğu Tintinologist adlı bir site bile var. Sitede iki yüzü aşkın kişi kendi elindeki Tenten’in çeşitli dillerdeki çevirilerini, ilk baskılara ait fotoğraf ve bilgi gibi içerikleri diğer meraklılarla paylaşmış. Belçikalı çizer Herge’nin 1929 yılında kaleme aldığı çizgi roman, zamanla çocuklardan çok, büyüklerin müdavimi olduğu bir eser haline geldi. Farklı ülkelerden yüzlerce koleksiyoneri olan Tenten için Türkiye’de akla gelen ilk isim, Çağrı Çalışır. Çocuklukta başlayan ilgisi ileriki yaşlarda profesyonel arşivciliğe dönüşen Çalışır, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da önemli Tenten koleksiyonerleri arasında. Çalışır, elinde Türkiye’de basılmış ilk Tenten kitaplarından, son basılana kadar birçok eser bulunduğunu söylüyor.

Don Kişot: Yazar Rıfat Bali, en çok dile çevrilen kitaplar arasında yer alan Don Kişot’un da ciddi sayıda koleksiyonerinin olabileceği fikrinde. Türkiye özelinde araştırdığımızda ise karşımıza Kadıköy’deki Babil Sahaf’ın sahibi Lütfü Bayer çıkıyor. Verdiği bir röportajda Don Kişot kitapları koleksiyonundan bahseden Bayer, kitapların arasında İspanyolca, Osmanlıca, Türkçe ve diğer dillerde çevirilerin olduğunu söylüyor. İspanyol romancı Miguel de Cervantes Saavedra’nın 1605 ve 1615’te iki bölüm halinde kaleme aldığı eser yüzyıllardır farklı milletten okurlar için baştacı olmayı sürdürüyor. Öyle ki dünyanın bir ucundan haberdar olduğu bir baskısı için milyon liralar vermeye hazır koleksiyonerler var. Kitabın meraklıları, oluşturdukları forumlarda birbirlerinin elindeki farklı Don Kişot versiyonları hakkında bilgi topluyor. Antika kitapların satıldığı online alışveriş sitesinde 1864’teki baskısı yaklaşık 300 dolara satılan kitabın daha eski ve farklı dillerdeki baskıları kat kat fazla fiyatlara çıkıyor.

8 Haziran 2015 Pazartesi

Gezginlerin gözünden İstanbul

Avrupalı gezginler, 1800’lü yıllarda İstanbul’a sık sık gelmiş, dönüşte de defterlerine şu notu düşmüşler: “Müslüman mezarlıkları, insanda hoş ve huzurlu bir dalgınlık yaratıyor.” İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde 17 Ekim’e kadar sergilenecek üstteki kare o fotoğraflardan biri.

Yukarıdaki fotoğraf, 1894 yılında Eyüp Mezarlığı’nda çekilmiş. O yıllarda İstanbul’a sıkça gelen Batılı gezginlerden birinin gözünden yansıyan kare, Haliç manzarasına, Piyer Loti tepesine ve mezarlıkların atmosferine dair nadir karelerden biri olsa gerek. Fotoğrafın kenarına iliştirilen not ise şöyle: “Haliç manzarasıyla özellikle Eyüp başta olmak üzere, Türk mezarlıkları, gezginler tarafından çok pitoresk (TDK: Resimsi) bulunuyordu. Hıristiyan mezarlıklarına kıyasla, servi ağaçlarının gölgesindeki Müslüman mezarlıkların insanda hoş ve huzurlu bir dalgınlık yarattığı Avrupalı gezginlerce tekrarlanıp durdu.” Fotoğrafın şimdiki sahibi, Osmanlı dönemi fotoğrafları ve efemera konusunda dünyanın sayılı koleksiyonerlerinden biri olan Fransız Pierre de Gigord. Bizi de oldukça etkileyen kareyi, birkaç ay önce Amerika’daki bir okuldan satın aldığını söyleyen Gigord, bir okulun arşivinde neden böyle bir kare bulunduğunu şöyle açıklıyor: “Çünkü Amerika’daki okullarda Doğu ile ilgili bilgi verilirken bu ve benzeri fotoğraflar kullanılıyor…”

Pierre Gigord ile Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün 2 Haziran’da açılan “Doğu’nun Merkezine Seyahat” adlı yeni sergisinde tanıştık. Sergide Gigord’un koleksiyonunun önemli bir kısmı sergileniyor ve gezginlerin 18. yüzyılda başlayan ve sonraki yüzyılda dönüşerek devam eden, Doğu topraklarına yolculuklarının İstanbul merkezli öyküsü anlatılıyor. Ekrem Işın ve Catherine Pinguet eş küratörlüğünde gerçekleşen sergi, kitle turizmi ve seyahat kültürünün 1850-1950 yılları arasındaki değişimine odaklanıyor. Fotoğraf, kartpostal, afiş, ilan, broşür, yemek mönüleri ve objelerin bulunduğu 160 parça civarında eserin yer aldığı sergi, Osmanlı’nın son dönem ve Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönem manzaralarını sunuyor.

“Doğu’ya Seyahat” kavramının on dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da ortaya çıktığını belirten Ekrem Işın, “18. yüzyıl sonundan 19. yüzyıl ortalarına kadar Doğu coğrafyası, arkeolog, dilbilimci, mimar, coğrafyacı, botanikçi ve din adamları tarafından bir odak noktası halindeydi. Bilginin kaynağına uygarlığın köklerini keşfederek ulaşmayı hedefleyen bu seyahatlerin insanları özgürleştirdiği söylemi oldukça yaygındı.” diyor. Bu seyahatler ile 1850’li yıllara kadar sürdürülen keşif eksenli araştırmacı dilin, Kırım Savaşı sonrasında yerini seyyah gruplarının Doğu kültürünü tüketici diline bıraktığını belirten Işın, seyahat yapan kişinin bilgi toplayıcı ve yorumlayıcı seyyah tipi değil, gizemli coğrafyaları hızla yağmalayan turist tipine dönüştüğünü anlatıyor. 17 Ekim’e kadar açık kalacak olan sergi, pazar günleri hariç hafta içi her gün saat 10.00-19.00 arasında görülebilir. (www.iae.org.tr)

DIKKAT ERROR !

Ben ki market raflarin önünde durarken, sanki hayatin kararini aliyormus gibi, saatlerce hangi cukulatayi sececegini bilemeyen, yese suc yemese suc, heyecani artik sadece restoranda sparis ettigi yemegi gelince yakalayan, ondan önce on saat menü ye bakip ne yiyip ne icecegine karar veremeyen ve bunun yüzünden umutsuzluga kapilip "depresyon-sendromunun-baslangicini" yasayan, hayatimin hakkinda ki kararlari nasil vericem?! En sevdigim isi bile yapasim yok, koleksiyon olusturmam gerekiyor ama kafam patliyor, bir ton kalip, dikis, kumas, tasarim ve bombos doldurulmayi bekleyen kagitlar beni bekliyor ama umursamiyorum. Bu gidisle beyaz kagitlara karsi bir fobim olusucak.. Bir an önce ise koyulmaktansa, "üniversite hayatimda bir asistan mi tutsam acaba" diye düsünüyorum, ve acayip mantikli geliyor, o durumdayim düsün yani. Düsünülcek okadar sey var, ama benim kendimi yerlere yerlere atip yuvarlanasim var.  Okudugum dalin sanki tek anlami "yazin acaba ne giysem" mis gibi davraniyorum.Bana vucudumun hangi bölgesinden daha kac cm vermem gerektigini sorsan, iki dakikada hesaplarim. Bu arada Ilham patlamasi yasiyorum, agzimdan dökülüyor sözcükler ama okadar birikmis ki, artik bir karmasa olusmus icimde. Bir okusan, anlamli olan hic birsey cikmaz icinden, gördügün gibi. Gerci bir baslasam, o strese girsem yine, corap sökügü gibi gelicek hersey. Staj icin hazirlayacagim portfolioyu da yetistiririm, ay sonunda koleksiyon icin olusturmam gereken outfiti de dikmis olurum. Bunca telas icinde sömestr sonunda 6 Kilo veriririm artik herhalde. Gecen sömestride hesaplarsam etti toplam -12, yazin gidip hic sıkıntı zahmet cekmeden krallar gibi tatilimi de yaparim, üstüne hatta rahat +5 Kilo alabilirim , etti hala -7. oh miissss! Ben plan projeyi yaptim bile!Ben hala neyin derdindeyim..... Haftaya provasi yokmus gibi gerizekali gibi burda oturuyorum! Oysa yattigim yerden bir kalksam, hersey cözülecek, atomu parcalicam ama bi türlü kalkamiyorum ki, bir kalksam neler olacak halbuki..  dur,dur 2 dakika daha, simdi kalkicam..

6 Haziran 2015 Cumartesi

DIKKAT ERROR %+-?!

 Ben ki market raflarin önünde durarken, sanki hayatin kararini aliyormus gibi, saatlerce hangi cukulatayi sececegini bilemeyen, yese suc yemese suc, heyecani artik sadece restoranda sparis ettigi yemegi gelince yakalayan, ondan önce on saat menü ye bakip ne yiyip ne icecegine karar veremeyen ve bunun yüzünden umutsuzluga kapilip "depresyon-sendromunun-baslangicini" yasayan, hayatimin hakkinda ki kararlari nasil vericem?! En sevdigim isi bile yapasim yok, koleksiyon olusturmam gerekiyor ama kafam patliyor, bir ton kalip, dikis, kumas, tasarim ve bombos doldurulmayi bekleyen kagitlar beni bekliyor ama umursamiyorum. Bu gidisle beyaz kagitlara karsi bir fobim olucak.. Baslamaktansa "üniversite hayatimda bir asistan mi tutsam acaba" diye düsünüyorum, ve acayip mantikli geliyor, o durumdayim düsün yani. Düsünülcek okadar sey var. Ama benim kendimi yerlere yerlere atip yuvarlanasim var.  Okudugum dalin sanki tek anlami "yazin acaba ne giysem" mis gibi davraniyorum.Bana vucudumun hangi bölgesinden daha kac cm vermem gerektigini sorsan, iki dakikada hesaplarim. Bu arada Ilham patlamasi yasiyorum, agzimdan dökülüyor sözcükler ama okadar birikmis ki icimde, bir okusan, anlamli olan hic birsey cikmaz icinden, gördügün gibi. Gerci bir baslasam, o strese girsem yine, corap sökügü gibi gelicek hersey. Staj icin hazirlayacagim portfolioyu da yetistiririm, ay sonunda koleksiyon icin olusturmam gereken outfiti de dikmis olurum. Bunca telas icinde sömestr sonunda 6 Kilo veriririm artik herhalde. Gecen sömestride hesaplarsam etti toplam -12, yazin gidip hic sıkıntı zahmet cekmeden krallar gibi tatilimi de yaparim, üstüne hatta rahat +5 Kilo alabilirim , etti hala -7. oh miissss! Ben plan projeyi yaptim bile!Ben hala neyin derdindeyim..Haftaya provasi yokmus gibi gerizekali gibi burda oturuyorum! Oysa yattigim yerden bir kalksam, hersey cözülecek, atomu parcalicam ama bi türlü kalkamiyorum ki, bir kalksam neler olacak halbuki.. dur,dur 2 dakika daha, simdi kalkicam..

Frida Kahlo’nun resme sığmayan acısı

Resim sanatının aykırı ve bir o kadar renkli siması Meksikalı ressam Frida Kahlo üzerine yeni açılan sergiler ve gün yüzüne çıkan yeni fotoğraflar, sanatçıyı tekrar gündeme getirdi. Kahlo’nun kişisel eşyalarının fotoğraflandığı Londra’daki serginin yanı sıra bahçeye olan tutkusunu anlatan başka bir sergi New York Botanik Bahçesi’nde açıldı.

Meksikalı sanatçı Frida Kahlo (1907-1954), son günlerde açılan sergiler ve çekmecelerden çıkan yeni fotoğraflarıyla gündemde. Londra’daki Michael Hoppen galerisindeki sergi Kahlo’nun kişisel eşyalarının fotoğraflarından oluşuyor. Sahibinin eşyalarını küçük detaylardan yola çıkarak konuşturan Japon fotoğrafçı Ishiuchi Miyako, Kahlo’nun yaşadığı mekânda eserleriyle üç hafta vakit geçirerek oluşturmuş karelerini. Sergide Kahlo’nun elbiseleri, ayakkabıları, geçirdiği kazadan sonra takmaya başladığı korseleri, tabakası, aynası, çiçek bahçesini andıran etekleri, gözlüğü, protez bacağı ve yamalı çorapları gibi otuza yakın eşyanın fotoğrafı yer alıyor.

Kahlo, ağrının en derin hallerini yaşadı. Çocuk yaşta geçirdiği felç, bacağında sakatlığa neden olurken, hayata tam manasıyla katılamamanın eksikliğini duydu. On sekiz yaşında geçirdiği trafik kazasının ardından yatağa bağlı yaşamak zorunda kaldı. Resimle uğraşmak tam da bu zamanlarda onun için bir kurtuluş oldu. Babası fotoğrafçı olan Kahlo’nun bu işi öğrenmeye karşı merakı pek yoktu, zira renklerdi onu çeken.

Frida’nın renkli dünyası

Frida Kahlo, yatağa bağlı olduğu dönemlerde okur, araştırır ve kendini geliştirir. Otoportresinden sonra etrafındakilerin resmini yapmaya başlar. Kahlo şöyle seslenir: “Tablolarım güzel yapılmıştır. Hafife alınmamış, sabırla işlenmiştir. Resmim acının mesajını taşır. En azından bazı kişilerin ilgisini çektiğini sanırım. (…) Üç çocuğumu ve bir dolu başka şeyi yitirdim. Tüm bunların yerini resim doldurdu. Çalışmaktan iyisi yok herhalde.”

Sanatsal üretimini kendi hayatından yola çıkarak gerçekleştiren Kahlo, daha çok içe dönük bir resim dili geliştirir. Derin aşklar yaşar, yalnızlıklar çeker ve en nihayetinde 1953’te son sergisini görmek için yatağıyla beraber yollara düşer… Geçirdiği son ameliyatta küçüklüğünden beri acı veren sağ bacağı kesilir. 1954’te ise yatağında ölü bulunur.

Üzerimizdeki her giysi, kullandığımız her eşya bizden izler taşır. Sahibini ele veren bu detaylar, anahtar deliğinden koca bir odaya bakmak gibidir. Tekstil tasarımı eğitimi alan Miyako’nun dokular ve desenler üzerine hakimiyeti fotoğraf kamerasının inceliğiyle buluşunca, Kahlo’nun dünyasından yakaladıkları kendi başına birer dil oluşturmuş. O delikten Kahlo’ya bakıyor adeta. Acı, keder ve mutluluğun en saf haliyle Kahlo’nun giysilerine yansıyan fotoğrafların yer aldığı sergi, 10 Haziran’a kadar açık kalacak.

‘Mavi Ev’ adlı bahçesi New York’ta kuruldu

Kahlo için düzenlenen bir başka etkinlik ise New York’ta “Frida Kahlo: Art, Garden, Life” adlı sergi. Daha önce Emily Dickinson ve Claude Monet gibi isimlerin de aralarında bulunduğu önemli isimlerin bahçe ile ilişkisine odaklanan New York Botanik Bahçesi’nde kurulan bu renkli sergide, sanatçının Meksika’daki Mavi Ev adını verdiği bahçesinin bir benzerini oluşturulmuş. 1 Kasım’a kadar açık kalacak sergide Kahlo’nun çalışma masası, boyaları ve bahçe üzerine kitaplarının yanı sıra çeşitli çiçek ve ağaç motiflerinin yer aldığı eserleri var. New York’taki Throckmorton Sanat Galerisi ise aralarında Gisele Freund, Nickolas Muray, Emmy Lou Packard ve Lola Alvarez Bravo gibi fotoğrafçıların daha önce sergilenmemiş 50’ye yakın Kahlo portresine yer veriyor. “Mirror Mirror… Portrait of Frida Kahlo” adlı sergi, 12 Eylül’e kadar açık.

Kahlo’nun dünyasını yeniden açan bu son sergiler, hayatı boyunca derin bir acı yaşayan sanatçının tıpkı aynaya seslenişinin kışkırtıcı halinin yansıması, sanatçının ağrılı çığlığı: “Ayna! Günlerimin, gecelerimin celladı ayna. Üzüntülerim kadar üzüntü verici görüntü. Her an parmakla gösterilme duygusu. Frida, gör kendini; Frida kendine baksana…”

4 Haziran 2015 Perşembe

Denizler altında 500 dev heykel!

2009’da Meksika’nın Cansun eyaletine dünyanın en büyük ilk sualtı heykel müzesini kuran Jason De Caires Taylor’ın beton heykellerinin fotoğrafları İstanbul’da sergilenecek. 500 civarındaki olan dev heykeli, National Geographic, dünyanın en iyi 25 harikası arasında göstermişti.

İstanbul’da 17.si düzenlenecek Avrupa Hazır Beton Birliği (ERMCO) Kongresi, bir sanat etkinliğine ev sahipliği yapıyor. Etkinliğin kapsamı, içeriği ‘hazır beton’ olan bir kongreye hiç de uzak değil. Kongre sırasında sergilenecek olan, 2006 yılında İspanya Granada’da Sualtı Heykel Parkı’nı açan ve su üstü hayatını su altına taşıyan Jason De Caires Taylor’ın beton heykellerinin fotoğrafları. Eşsiz tasarımlarıyla her yıl binlerce kişiyi derinlere daldıran heykeller sualtı hayatının doğal bir parçası olabilmeleri için dayanıklı beton, çimento ve kum karışımıyla yapılıyor.

Aynı zamanda dalgıç olan Taylor’ın en iddialı işini ise Meksika’nın Cancun eyaletinde 2009 yılında dünyanın en büyük sualtı müzesini kurmak oluşturuyor. Kurulduğunda 100 heykel bulunan Cancun Sualtı Müzesi’nde (Museo Subacuatico de Arte) şu anda 500 civarında eser var. Zamanla yosun ve mercanla kaplanan heykeller yıllar içinde zombivari bir görünüm kazanarak daha da etkileyici bir görüntüye kavuşuyor. Kanarya Adaları’nda yaşayan sanatçı, eserleri üzerinde çalışırken yakınlardaki bir balıkçı kasabasının sakinlerini model olarak kullandığını söylüyor. Denizlerin dibinde kaya üzerinde oturan bir çocuk, çenesini tutarak derin düşüncelere dalmış yaşlı bir adam, ufka bakan kadın gibi figürlerinin kaynağı hep köy halkı.

45 yaşındaki İngiliz sanatçıyı dünyanın ilk sualtı heykel müzesini açmaya götüren serüveni ilginç. Çocukluğu Malezya’da mercan kayalıklarını keşfetmekle geçen Taylor’ın hayatını okyanusun dibindeki heykellerine adaması şaşırtıcı değil. Deniz altında el ele tutuşan insanlar ile 60 ton ağırlığında, 5,5 metre uzunluğundaki mitolojik kahraman Atlas gibi eserlerin tek güzelliği ihtişamdan kaynaklanmıyor. Heykellerin yapımında kullanılan malzemenin, üzerinde doğal hayatın oluşumuna izin verecek şekilde seçilmesi, Taylor’un tek amacının da sanat olmadığını da ortaya koyuyor bir bakıma. Son çalışması Ocean Atlas’ın Bahamalar’daki mercan kayalıklarını koruma konusunda çalışmalar yürüten bir organizasyon tarafından finanse edilmesi de bu yüzden. Müzenin amacı da sualtı yaşamının hassasiyetlerine dikkat çekmek ve toplumu bilinçlendirmek zaten. Ziyaretçilerin okyanusa dalarak, balıklar ve farklı deniz canlılarıyla birlikte zaman geçirdiği düşünülünce de aksini düşünmek imkansız.

Müze ziyareti, emek isteyen bir iş. Bazı müzeleri ziyaret etmek ise daha da zahmetli. Öyle biletinizi alıp gitmekle olmuyor. Palet giymeniz, oksijen tüpü takmanız gerekiyor mesela. Taylor’un su altındaki dev heykellerini ziyaret etmek böyle bir şey. Ha deyince Granada ya da Meksika’ya da gidilemeyeceğine ve doğası gereği gezici müze kapsamında ayağımıza da gelemeyeceğine göre bu eserlerin fotoğrafları ile idare etmek zorundayız şimdilik. Ve bunun için adres İstanbul Askerî; Müze. National Geographic’in dünyanın en iyi 25 harikası arasında gösterdiği dev heykellerin profesyonel bir ortamda çekilmiş fotoğraflarını görmek için bugün ve yarın olmak üzere iki gününüz var.

2 Haziran 2015 Salı

Rotterdam’da ‘lale devri’

Hollanda Kırmızı Lale Film Festivali, önceki akşam Rotterdam’da başladı. Bugün dünyanın çeşitli ülkelerinde 20’ye yakın Türk filmleri festivali düzenleniyor. 15. yılını kutlayan da var. Kırmızı Lale’nin, üçüncü yılında olmasına rağmen benzerlerine göre daha çabuk serpildiğini söyleyebiliriz.

Dünyanın neresine gitseniz Türkiye’den tanıdık bir sima ya da ‘İstanbul kebapçısı’ görürsünüz. Bu aşinalık, ‘Türk Filmleri Festivalleri’ için de geçerli. Bugün dünyanın 20’ye yakın ülkesinde Türk filmleri festivalleri yapılıyor. Sistem kabaca şöyle işliyor. O yılın yerli filmlerinden bir seçki yapılıp ‘yabancı’ bir ülkede göstermek, iki ülke arasında kültürel alanda bir etkileşim kurmak… Festival düzenlemek başlı başına külfetli bir iş iken iki farklı ülke arasında böylesi bir misyon üstlenmek de ciddi emek ve enerji istiyor.

Hemen hepsi birbirine benzeyen bu festivaller arasında 15. yılını kutlayan da var. Bunların arasına yeni katılan Hollanda’daki Kırmızı Lale Film Festivali, üçüncü yılında olmasına rağmen bazı kıdemli ‘ağabeyleri ve ablalarından’ daha çabuk serpildiğini söyleyebiliriz. Geçtiğimiz yıl, henüz iki yaşında iken Nuri Bilge Ceylan gibi artık dünya sinemasının ustaları arasına adını yazdırmış bir yönetmeni, Altın Palmiye aldığı günün ertesinde Hollanda’da ağırlamıştı. Sadece Türk sinemaseverler için değil Hollanda’nın sinema çevresi için de gündem olan bir etkinliğe imza atıp Ceylan’a masterclass dersi verdirmişlerdi.

6 Haziran’a kadar devam edecek Kırmızı Lale Film Festivali, üçüncü yılında da benzerlerinden farklı bir yol izleyeceğinin sinyallerini veriyor. Önceki akşam Rotterdam’daki Lantaren Venster sinema kompleksinde yapılan açılış töreninde Hollandalı ve Türk sinemaseverlerin yanı sıra, festivalin Hollandalı sponsorları da vardı. Türkiye’nin Hollanda’daki askeri ve kültür ataşelerinin de hazır bulunduğu salonda Lahey Büyükelçisi Sadık Arslan yaptığı sıra dışı protokol konuşmasıyla takdir topladı. Malum, bu tür festival açılışlarındaki sıkıcı konuşmalar insanı canından bezdirir. Ama Arslan’ın içindeki sinema sevgisini açığa vurduğu samimi konuşması, Filiz Akın ve diplomat eşi Köksal’a olan hayranlığıyla birleşince festivalin artısı olarak kayıtlara geçti. Programın Türk ve Hollandalı sunucuları Janset ile Sipke Jan Bousema’nın uyumlu ve ‘biz bizeyiz, rahat olun’ mesajı veren zarif sunumları da etkiliydi.

Sinemamızın dört yoncasından Filiz Akın’ın Yaşamboyu Onur Ödülü aldığı törende üzücü bir eksik de vardı. Programa göre Filiz Akın, ödülünü Fatma Girik’in elinden alacaktı. Ancak Girik’in eşi, sinemamızın usta yönetmenlerinden Memduh Ün’ün rahatsızlığı nedeniyle programın diğer yoncası eksikti.

İlk iki yılında sadece Rotter-dam’da seyirciyle buluşan festival, bu yıl Amsterdam ve Eindhoven şehirlerine de yayıldı. Festivalin düzenleyicisi Hollanda Türkiye Kültür Vakfı Başkanı Mehmet Alkanlar, önümüzdeki yıllarda Benelüks (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) ülkelerine de açılmayı hedeflediklerini söylüyor. Festival bu yıl İlksen Başarır’ın yönettiği Bir Varmış Bir Yokmuş filminin gösterimiyle başladı. Başarır ile birlikte filmin başrol oyuncuları Mert Fırat ve Melisa Sözen de açılış töreninde yer aldı. İki oyuncu açılış öncesi düzenlenen kokteylde ‘gurbetçi’lerin selfie isteklerini geri çevirmedi.

Festivalin ‘ustası’ Ferzan Özpetek

Geçtiğimiz yıl Nuri Bilge Ceylan'ın ders verdiği festivalde bu yıl Ferzan Özpetek masterclass düzenleyecek. Özpetek, bugün Amsterdam'daki tarihi Tucinsky Sineması'nda ders verecek. Festivalin yarışmalı bölümünün jüri başkanı Derviş Zaim. İlksen Başarır, Hollandalı yönetmen Kees Hin, küratör Bianca Taal ve eleştirmen Ronald Rovers da jürinin diğer üyeleri. En İyi Film, En İyi Yönetmen, Seyirci Özel Ödülü ve Sinema Yazarları ödüllerinin verileceği festivalde; Neden Tarkovski Olamıyorum (Murat Düzgünoğlu), İyi Biri (Ayhan Sonyürek), Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku (Çiğdem Vitrinel), İtirazım Var (Onur Ünlü), Kar Korsanları (Faruk Hacıhafızoğlu), Sivas (Kaan Müjdeci), Yeni Dünya (Caner Erzincan) filmleri ödül için yarışacak.

1 Haziran 2015 Pazartesi

‘Türk müziğinde sunum sorunu var’

Divan deyince aklımıza Türk edebiyatındaki divan geliyor. Divan şairleri, şiirler, failatün, feilünler…

Türk müziğinde de divanlar var fakat onları pek bilmiyoruz. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Levent Öztürk, bu alanda hatırı sayılır çalışmalar yapıyor. Önce, geçtiğimiz ocak ayında, Edirne Devlet Türk Müziği Topluluğu’ndan arkadaşları M. Fadıl Atik ve Halil Erseven ile birlikte ‘Divânnâğme’ adlı bir CD hazırladılar. Eser sayesinde, Türk müziğindeki tüm divanlar, ilk defa bir albümde icra edildi ve kaybolan besteleme biçimleri arasındaki ‘divan’ formuna dikkat çekildi. Ud sanatçısı Levent Öztürk’ün 25 yıllık birikiminin ikinci meyvesi ise bir kitap oldu. Yine Türk müziğindeki divanları anlatan ‘Divânnâme’ geçtiğimiz haftalarda yayınlandı.

‘Divan’ tıpkı şarkı, semaî;, oyun havası gibi bir besteleme biçimi ama ilgisizliğe maruz kalmış, yıllardır araştırılmaya muhtaç beklemiş. Öztürk, kitabın hazırlık aşamasında ‘sizce divan nedir’ sorusunu yönelttiği kişilerden ‘bence divan diye bir tür yok’ ya da ‘bence divan kadanslı şarkıdır’ gibi cevaplar aldığını söylüyor. Oysa eserinde bu türün varlığını ispat ediyor. Sanat müziğinde üç divan olduğu biliniyordu; hicaz, muhayyer ve şehnaz divan. Zaten Öztürk’ün aklına bu takılmış ve ‘Kırk binin üzerinde sanat müziği eseri bulunan bir külliyatta, en az 5-6 bin adet şarkı, yüzlerce yürük semai, ağır semai varken neden sadece üç divandan söz ediliyor?’ sorusunun peşine düşmüş. Öztürk araştırmaları sonucunda sanat müziği repertuvarında 13, halk müziğinde 15 yeni divan tespit ediyor, kitapta bu divanları notalarıyla ilk kez bir arada sunuyor. ‘Divan nedir, özellikleri nelerdir, divan bestelemek için hangi kurallara dikkat etmek gerekir?’ sorularına da kapsamlı cevaplar veriyor.

Türk müziğine ilginin giderek azaldığı bir dönemde bu tür çalışmalar doğrusu dikkat çekmiyor. Televizyonlardaki Türk müziği konserlerine, programlarına bakın, dayanamayıp iki dakika sonra kapatırsınız. Dinleyesiniz gelmez. Öztürk, neden böyle olduğunu teşhis ediyor: “Ortada sunum sorunu var. Sanat müziği adı altında bugün televizyonlarda verilen örneklerin, bu müziği iyi temsil etmediğini düşünüyorum. Kemençevi Derya Türkan veya tanburi Murat Aydemir gibi sanatçıların üretimleri her yaş kesiminde ilgi, değer ve takdir buluyor. Müziğimize ilginin azaldığı görüşünü paylaşmıyorum. Çalıştığım üniversitede öğrencilerden oluşan bir müzik topluluğu kurarak 5 yıl kadar çalıştırdım. Bu döneminde gençlerin ‘bu müzik bize bu şekilde anlatılsaydı, severdik’ ya da ‘sanat müziği denilince yavaş, insanın uykusunu getiren, sıkıcı şeyler aklımıza geliyordu. Böyle zevkli olacağını düşünmemiştik’ tarzında söylemlerine şahit oldum.” Levent Öztürk’ün Divânnâme’ye dair geniş bilgi verdiği röportajını www.zaman.com.tr’de okuyabilirsiniz.

‘Sürekli makam sayımızla övünüyoruz’

“Geleneksel müziğimiz son derece gelişmiş ve olanakları sınırsız bir müziktir. Günümüzde bu olanakların tüm yönleriyle kullanılmadığını görüyorum. Sürekli makam sayımızla övünüyoruz ve en az 500 farklı makam var diyoruz; sonra da hem icrada hem de bestecilikte 15-20 makama sıkışıp kalıyoruz. Besteleme biçimleri olarak zenginliğimizden söz ediyoruz ama şarkı dışında hiçbir şey duymaz olduk... Merhum Cinuçen Tanrıkorur’da ve Prof. Dr. Alaeddin Yavaşça’da örneklerini gördüğümüz destan türündeki eserlerin halk müziğindeki destanlardan ayırımını yapan çalışmaya rastlamazsınız. Bu müzik hem uygulama hem de nazari araştırmalar için günışığı görmemiş alanlarla doludur. Biraz merak, biraz sorgulama, biraz heves ve çalışma ile çok şey yapılabilir. Bu bakımdan Divânnâme kitabının heveslendirici bir örnek olacağına inanıyorum.”