9 Nisan 2015 Perşembe

Bejan Matur: Hayat, şefkati hak eden bir hikâye

Bejan Matur'un yeni şiir kitabı 'Son Dağ' geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları'ndan çıktı. Şair ile 'Son Dağ' kitabı çevresinde 'dağ' imgesini, varoluşa dair sorularını, ilk ve saf olana dönüşünü ve sanatta politik olana bakışını konuştuk.

Son Dağ'daki şiirleriniz 'dağ' imgesinin çevresinde geziniyor. Şiirleri okurken, Gao Xingjian'ın Ruh Dağı'nı düşündüm. Çıktıkça seslerin duyulduğu, anıların içiçe geçtiği bir hafıza mekanı. Dağ, bir köken mi, bir geçmiş mi, yoksa yeni bir başlangıç mı Son Dağ şiirlerinde?

Aslında tamamı. Varlığıyla, mitolojisiyle, oluşuyla bize bir muhataplık hissettiren, Tanrı'yı hissettiren, kendi sesimizin yankısını bulabileceğimiz, kendi varlığımızın gölgesini düşürebileceğimiz bir varlık aslında dağ. Kişisel hikayemde ise dağın coğrafi, kültürel yanından uzun uzun söz edilebilir. Elbette bir de güncel politik yanıyla sosyolojik bir anlamı var dağ kavramının. Kişisel varoluşuma ve içinden geldiğim toplumun varoluş arayışına, kimlik arayışına da muhatap olabilecek bir özne olarak var dağ. Kutsal kitaplara, mitolojilere, edebiyatın referanslarını oluşturan ilk metinlere bakıldığında da insanoğlunun dağla bir konuşması var hep ve devam etmekte. Ve bu bitmez. Çünkü ruha dair soruların muhatabı o. Cevaplar aranır. Ve o cevapların kaynağı elbette kainatın derinlerinde ve yeryüzünün görkemli, dramatik diyebileceğimiz oluşumlarındadır. Aslında ilk şiirlerimden itibaren dağ hep vardı. Tanrı da, anne de, dağ da iç içe geçen varlıklarıyla, oluşlarıyla birer iç konuşma yaptığım, gizli bir dil kurmama beni yönelten ve o dili hissettiğim özneler... sanki ben hep onlarla konuşuyordum ve bu şiirlerin hepsi aslında o dağla konuşmanın, o gizli konuşmanın yankısı olarak doğdular. Dağ imgesi aracılığı ile bu şiirin tamamının hissettirdiği bir tür sızı ya da keder var. Bütün bu şiirleri yazarken hissettiğim şuydu: bizim yeryüzündeki hikayemiz çok ıssız bir hikaye... kederli bir hikaye. İnsan yalnızdır.... ve o yalnızlığa bir muhatap ararken seçimler yaparsınız. Bu şiirler içinden geldiğim toplumun, benim varlığımın izlerini taşıyor; biz bu dünyadan geçtik, burada bulunduk, birer gölge olarak bu dağların yüzünde yürüdük, hayatlarımızı yaşadık, acı çektik ve o derin kederi duyduk... ve öldürüldük, yok edildik, yok edilmeye çalışıldık... Bu sadece kimlik meselesine indirgenemeyecek kadar derin bir varoluş acısı. İnsanlığın büyük hikayesi içindeki yerinize dair bir dert. O izi ve gölgeyi hissettirmek derdiyle aslında yazıldı bu şiirler.

Şiiriniz dağ, taş, rüzgâr gibi ontik imgeleri içermesine rağmen bir o kadar da politik aslında. Kökenlere dönmek, politik bir reveransı mı sonuç veriyor?

Şiir, insanı en başa, ilk yere, doğum öncesi, varoluş öncesi ıssızlığa, karanlığa götüremiyorsa zaten ontik imge oluşamaz. Şiir sizi o karanlığa ya da mağaraya ya da sonsuzluğa götürebildiği ölçüde her şeyi yeniden kuran bir dille var olur. Ağaca bakarken... sanki Tanrı'nın yeryüzünü yaratırkenki hissedişi ile bakarsınız; taşa bakarsınız... sanki taşlar ilk kez oluşurken, Tanrı tarafından yaratılırkenki hisle kavrarsınız. Üzerinde dilin bıraktığı tortuları, tarihin biriktirdiği gölgeyi silerek, bütün o perdeleri yırtarak... Siz hissedişte en öze, en saf olana yönelmezseniz, imgelerin kaynağına ulaşamazsınız. Ontik dediğiniz, kainat algısıyla var olan imgeler, aslında her insanın, her dilin dünyasında var. Bunu ilk, saf olana dair bir dertle söylüyorsanız, insanlığın büyük hikayesindeki ortak temalara düşüyorsa yolunuz, oralarda iseniz; kalbinizin okları oraya yöneliyorsa, ortak bir dil buluyorsunuz ve karşılığını da yaratıyor başka kalplerde. Bu benim şiirimde politik olana nasıl bağlanıyor? Ben başından itibaren meselesi olan bir şiirin derdindeydim. Tarih dışı bırakılmış bir topluluğun üyesi olmakla ilgili bu. Kürtler tarihin dışında bırakıldılar. Çok uzun yıllar, neredeyse yüz yıllık büyük bir kederin öznesi durumundalar. Bunun kendi hayatımda da karşılığı var, yaşıyorum. Şu anda akan bir tarih var ve onun bir tanığı olarak bunlara benim kayıtsız kalmam düşünülemez. Öyle olunca da, doğallıkla yazdıklarınız politik bir bağlama oturuyor. Fakat ben şiirde politik kavramını şöyle görüyorum: politik, güncel politikanın kavramlarıyla, terminolojisiyle konuşma değildir; asıl politik, dönüşüme dair bir etkidir. Kalbin ayarını yeniden yapmakla ilgili bir sonuç yaratma gücüdür. Yazdıklarınız bir başkasının ruhunda, kalbinde bir aşkınlık hissi yaratıp 'yeni bir söyleyiş, yeni ve uyandırıcı bir bakış' yaratabiliyorsa asıl politik sanat odur. Şiirin gürültüyle, kof duygululukla işi olmaz. Ben başından itibaren şiirde ve yazıda kuşatıcı, sarmalayan, şefkatli bir sesi aradım, o şefkati önemsedim... Çünkü hayat bu şefkati hak eden bir hediye. Ben şefkatin, doğuma ve varlığa şükran anlamında çok temel bir referans olduğunu düşünüyorum. Tüm hayatımızın anlam örgüsünü oradan kurarız çünkü. Bu iyilik ve kötülük gibi büyük karşıtlıklardan başlar, sanata değerini veren estetik kaideye kadar uzanır...

'Son Dağ'da dağ imgesiyle birlikte anne, kız çocuk ve kadın, dolayısıyla kadın imgesinin ağırlığı hissediliyor. Ortadoğu'da ve dünyanın birçok yerinde, kadınlar üzerinde hakimiyet kurma çabasıyla, kavimlerin kavimlere hakimiyet kurma çabasıyla, varlığın erkek ilkesinin en kaba hatlarıyla ortaya çıktığını görüyoruz. Bunun içinden bir sorti hareketi gibi geliyor bana dişil olan üzerine yazmak, düşünmek... o dişil yanın taşıdığı merhamet duygusunu daha fazla hissetmemiz gerekiyor belki de...

Ordaki derinliği yeniden keşfetmek ve bizi orada avutabilecek, tamamlayabilecek bir zenginlik olduğuna ikna olmak. Yeniden hatırlamak bu aslında. Çünkü biz buna sahibiz. Doğmadan önce sahibiz. Doğumu bize hissettiren olarak anne ve kadın... onun dünyası bize bunu en dolayımsız hissettirebilecek yer aslında. Belki de o yüzden, edebiyat oraya referans verdiğinde daha toparlayıcı hale geliyor. Bizim yeryüzü hikayemizde iktidar, sahip olma, kendimizin kılma arzumuz fazlasıyla yıkıcı bir arzu... ve o arzunun biçim alışı tarihi oluşturan şey. Erkek aklının yarattığı bir tarih bu. Savaşların, politikanın, silahların yarattığı bir tarih. Bütün bunların yanında daha gizli, daha gölgeli bir alanda başka bir iç dünya var. Ve asıl hazinemiz orası, oraya biraz dönebilsek, merhameti de, şefkati de bulacağız. Ama savaş, bu derinliği en kolay parçalayan şeydir. İnsanın hoyratlığından, kötülüğü yeniden üreten hırsından uzaklaşmak için bizi arındırabilecek bir tür estetiğe ihtiyacımız var.

Paul Klee, 'Modern Sanat Üzerine' adlı denemesinde ''Bir topluluk duygusundan, onlar için ve onlarla birlikte çalıştığımız bir halk duygusundan yoksunuz. Bu modern sanatçının trajedisidir.'' diyor. Bir halk duygusuyla yazmak, o halkın trajedisini duymak nasıl bir anlam taşıyor sizin için?

Buna 'kavim duygusu' diyorum ben. Bunun bir şair için şans olduğunu da düşünüyorum -burada asla folkloru ve lokal olanı kastetmiyorum-. Bu insanın sahicilik arayışıyla ilgili. Bir yerde doğarız, bir anlamla doğarız. O anlamı da üretmekle yükümlüyüz. O nedenle ben bir referans aralığı olarak en başa dönmenin, köklere dönmenin bir tür sahicilik arayışıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan Paul Klee'nin 'bundan mahrum olmak bir trajedidir' demesindeki karamsarlığı aşma imkanı da tümden yok olmuş değil modern insanın; çünkü nihayetinde şiir, varoluşu idrak ve şükran hissiyle bize gelir. İnsanı bulunduğu hayat içinde, tarihsel konumuyla ele aldığınızda, onun etrafında biriken hikaye, kimlik, bireyin kainatı temel olarak kavrayışından bağımsız değil. Bu kavrayış en ücra, en tekil hayatta da insanlığın varoluş acısına bağlanabilecek potansiyeli taşır. Fernando Pessoa bunun güçlü bir örneği! İnsan kendi hikayesindeki kırılmaların merkezini, kalbinin merkeziyle örtüştürmek zorunda. Yoksa sahici olma imkanını kaybeder. Ve oradan hep boşluk sızar. Şair tam da o boşluğu tamamlamak, fasılasız bir hissedişin peşinden gitmek derdinde olan öznedir. Başlangıç hikayesinin etrafında bir kök duygusuyla hareket ederek o fasılayı kapatan kimsedir. Yani bizler sonsuzlukta aklımızla açtığımız boşluğu kapatmakla yükümlüyüz. Ve bunu ancak şiir aracılığı ile yapabiliriz. Şiir bize bu imkanı verir.

Kitabın bir yerlerinde 'ağıtçı' olduğunu söylüyorsunuz; 'bunlar ağıtsa, ağlamak henüz başlamadı' diyorsunuz... Bunca yaşanmış acıya ve yakılmış ağıda rağmen bağışlamak mümkün mü? Karları bahar uğruna bağışlamak...

‘Bağışlamak' büyük bir kavram ve yük de... Ben kendi adıma affeden olabilmeyi isterim, çünkü kalpten nefreti söküp atmak gerektiğine inanıyorum. Nefretin kalbi karartan ağırlığından ancak bağışlayarak kurtulabiliriz. Derrida'nın ‘af ve tanrısallık' tanımındaki gibi; af ancak Tanrısal bir müziğin eşlik edebileceği, bizim dışımızdaki büyük bir hakikat. Hatta affın gerçekleşmesi için affın talep edilmesi lazım. ‘Beni affet' diyen birinin olması gerekir. Biz, bunca kötülüğü yaşatan bir hayatta ‘beni affet' diyenlerin olmadığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Bize böyle bir tarih yaşatıldı ve bu devam ediyor. Fakat yeryüzündeki hikayemiz kederli de olsa yaşanan acıların, ödenen bedellerin yüreği karartmasına müsaade etmemeliyiz. O yüzden bizi yok etmeye çalışan kötülüğe de meydan okuyucu bir merhametle bakabilmeliyiz. Affeden olabilmek gerekiyor. Ben kendi adıma o bağışlamayı kalbinde büyütebilen olmayı istiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder