16 Nisan 2015 Perşembe

'Huzur' okunsa İstanbul böyle korkunç olur muydu?

Sayısız roman okudu Selim İleri. Bu romanların çoğu hayatı boyunca ona yoldaşlık, yarenlik etti. Hatta bazı romanlarını yazarken onlardan ilham aldı. Türk edebiyatının ince işçisi, geçtiğimiz günlerde bir kitap yayımladı: “Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu”. 1874 yılından 1980’e kadar yayımlanan 229 romanı kapsayan bu kılavuz, adeta bir başucu kitabı.

65 yaşındasınız ve bunca yıllık okuma birikimini, ilkgençlik yıllarına kadar geriye giderek aktardınız. Bahsi geçen kitaplar için hafızanızda kalanlara mı güvendiniz yoksa yeniden okuma yaptınız mı?

Hafıza bazen yeterli olmuyor ya da yanıltıcı olabiliyor. Bellek onu başka türlü kapmış ya da zaman içerisinde kendine göre dönüştürmüş, şüpheye düştüğünüz vakit yeniden okumak bir zorunluluk oluyor. Ayrıca bundan sıkılmadım da, çünkü her yaşta her yeni okuma yeni bir boyut, yeni bir yorum getiriyor kitaba. Kitabı yazarken bir hata yapmayayım diye hemen hepsini sil baştan taradım, en azından tümden taradım, bazılarını da, Adalet Ağaoğlu’nun “Yazsonu” romanı gibi, oturup yeniden okudum. Şüpheye düştüğüm, unutmuş olduğumu fark ettiğim şeyler karşıma çıktıysa aklımda kalanla idare etmedim.

SEVDİĞİM ROMANCILARA TORPİL GEÇMEDİM

Şukufe Nihal gibi bazı romancıların kitapları arasından tercih yaparken Hüseyin Rahmi, Reşat Nuri, Refik Halid gibi yazarların hemen her kitabına yer vermişsiniz. Onlara torpil geçtiğinizi söyleyebilir miyiz?

Yok, geçmedim. Hatta kitap çok kalın hale gelmesin diye Reşat Nuri’den, Hüseyin Rahmi’den almadığım için üzüldüğüm bazı romanlar bile oldu. Torpil hiç geçmedim. Kitaba dâhil edemediğim için üzüldüğüm başka kitaplar, yazarlar da oldu. Sevdiğim bütün kitapları dâhil edebilseydim kitap bin sayfaya yaklaşacaktı, o da okur için bir külfet haline gelebilirdi.

İki cilt olarak yayınlamak bir çözüm olmaz mıydı?

İki cildi düşündük, fakat iki cilt Türkiye’de maalesef pek alışılmış bir şey değil. Birinci cildi alan ikinciyi bir daha almıyor ya da ikinciyi alan birinciyi fark etmiyor. Çok garip bir şey, “İlkgençlik Çağına Öyküler” diye bir öykü antolojim vardı benim, iki ciltti o. İkide bir birinci cildi biter ikincisi bitmezdi. İki cilt tehlikeli bir şey.

Çok sevip de dâhil edemediğiniz romanlar olduğundan bahsediyorsunuz. Onlar hangileriydi?

Mesela, unutulmuş bir romancıdır Şahap Sıtkı. Onun sadece “Kimin İçin” adlı romanını aldım. Oysa belki edebi açıdan “Kimin İçin”den daha değerli başka bir romanı var, “Güngörmeyen Sokak”, ama Ankara’daki bohem çevreyi anlattığı için “Kimin İçin” bana ilginç gelmişti, o yüzden onu aldım. Öteki, Antalya civarında bir Akdeniz kasabasını anlatan bir kitap, ilginç ve değerli bir kitap ama alamadım. Mesela İlhami Bekir Tez, onun “Herhangi Bir Roman Kitabıdır” diye bir eseri vardır, yayınlanışından sonra bir daha kimse ne almış, ne basmış, hiçbir şey olmamış. O da ilginç bir kitaptır. Hüseyin Rahmi’den almak istediklerim oldu, Refik Halid’in yazdığı bütün kitapları almak isterdim. Tabii kimse bana alma demedi ama seçmek zorunda kaldım. Daha çok meseleler etrafında kurmaya çalıştım. Belki onları vurgulamadım ama temel izlekler vardı. Doğu-Batı sorunu, kadının çalışma hayatı, aşk-ahlak konusu, modernizm ile gelenek… O izlekler içerisinde seçmeye çalıştım.

GÜNÜMÜZ ROMANINDA CİDDİ BİR DÖNÜŞÜM VAR

Peki, günümüz romanında bu etkilerin devam ettiğini söylemek mümkün mü?

Günümüzü çok fazla takip ettiğimi söyleyemem, bir defa önce onu itiraf edeyim. Ama gördüğüm şöyle bir şey var: bizi yetiştiren ve bizim de yazmaya çalıştığımız roman üslubu yavaşça nitelik değiştirmeye başladı. Dil değişiyor, anlatım değişiyor, hitap şekilleri değişiyor. Çok ciddi bir değişim ve dönüşüm var. Bu iyi-kötü diye bunu tartışmıyorum ama büyük bir dönüşüm olduğu muhakkak. Belki onlar da kendilerini benim önemsediğim meselelerden uzak tutup kendi meselelerini arıyorlar. Ama bu demek değildir ki, Türk toplumunda Doğu-Batı sorunu çözümlenmiştir ve bir senteze ulaşılmıştır. Ya da aynı şekilde dar kalıplı ahlak anlayışları üzerine gidilebilmiştir. Hayır, bunların hepsi sorun olarak hâlâ varlığını koruyor. O yüzden ben yeni yazarlarımızın da bu sorunlara dönüp bakacaklarına hâlâ inanıyorum. Bugün bir dönem ve başka meseleler etrafında dolaşılıyor ama yarın bu sorunlara dönülecektir. Doğu-Batı sorunu bence hem edebiyatımızda hem de toplumsal hayatta hiç bitmeyen bir sorundur ve bir senteze henüz varılamadığından dolayı da o sorun hâlâ bir yara gibi işlemektedir.

“TANPINAR TESADÜFEN GÜNDEME GELDİ”

Geçmişte Aşk-ı Memnu ve Eylül gibi bazı romanları yeniden yazmak istemişsiniz, neydi bunun sebebi?

Bunda tabii, iki sebep olabilir. Bunlardan biri, o romanı çok sevmiş olduğunuzu düşündüğünüz için siz de aynı şeyi yaşatmak istersiniz. İkincisi de, bu Batı’da çok yapılır hale geldi, mesela Jane Eyre’i vampir Jane Eyre yaptılar. Ben tabii vampir yapmayacaktım Eylül’deki insanları. Ama bu denenmiş bir şey. Eylül’ü gerçekten bir kez daha yazmak isterdim. Bilmiyorum Suat’la Necip’i yangına gönderir miydim! Bir de “Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi”ni yazmak isterdim. Çünkü orada hep ana kahramanın ıstırabı anlatılmaktadır. Hâlbuki orada bir de evli bir kadın vardır, Doktor Nejat’ın eşi, onu yazmak isterdim. Ya da “Kiralık Konak”tan Hakkı Celis’i… Ama artık yazmam herhalde.

Neden?

Hem yaşlandım, eski yazı isteğim aynı şiddette ve aynı kudrette devam etmiyor. Hem de bütün bunlarla ilgilenen çok az genç insan var. Bizim kuşak belki biraz ilgilenir. Ama genç insanlara baktığınız vakit Hakkı Celis’in onları çok fazla ilgilendireceğini sanmıyorum. İlgi de önemli değil, bugünkü ortama karşı bunları tekrardan gündeme getirmek için çok çabaladım. Gerek yazılarımda, gerekse başka alanlarda. Bu kitap da zaten böyle bir endişenin ürünü. Ama ne yaparsanız yapın, o ilgiyi yaratamıyorsunuz. Tesadüfen oluyor. Tanpınar tesadüfen gündeme geliyor.

Bu durumda Sabahattin Ali’nin çok satanlardan inmemesi için ne dersiniz?

Sabahattin Ali çok önemli bir nokta. Sabahattin Ali’yle ilgileniyorlar mı? Hiç zannetmiyorum. Adamın sadece Kürk Mantolu Madonna’sı, galiba 5 yıldır çok satanlarda. İnanamadım! Ama İçimizdeki Şeytan, ya da Kuyucaklı Yusuf, hele o cânım hikâyeler… Şimdi gerçekten insan Kürk Mantolu Madonna’yı sevse, gidip önceki eserlerine de bakar. Ben öyle bir insandım. Sevdiğim bir yazarın hemen koşup öteki kitaplarına da bakardım. Moda oluyor bizde. Modanın ötesine de gidilemiyor.

Peki, Kemal Tahir? Döneminde de çok okunmuş, şimdi de bilinen bir yazar…

Döneminde, ama şu da vardı, Kemal Tahir fırtına gibiydi. “Bozkırdaki Çekirdek”, Köy Enstitülerini olumsuz yönde eleştiriyordu. Doğru-yanlış onu ayrı tartışmak lazım ama o zamana kadar Köy Enstitülerini herkes savunmuş ve birdenbire bir romancı çıkıyor ve tamamen tersini söylüyor. Bu tabii bir olay olabiliyordu. Yani bugün nasıl mesela Gezi üzerine yazılmış bazı eserler bir olay olabiliyorsa, o tartışmanın getirdiği bir satış ve ündü, okuma arzusuydu. Ama bugün baktığınız vakit, o meseleler artık gündem dışı mı kalmış, ne olmuşsa olmuş, pek eski satışı yok.

Bu konu yüzünden edebiyat çevresi de ona sırtını dönmüş…

Müthiş bir satışı vardı. Attila İlhan o zaman Bilgi Yayınevi’nin genel yayın yönetmeniydi ve bana demişti ki, “Dini kitaplar dışında buradan Van’a gidebilen iki tane romancı, edebiyatçı var; biri Ömer Seyfettin, biri de Kemal abi. Hiçbirimizin kitabı gitmiyor.” demişti. Van’ı tabii bir sembol, uç nokta olarak alıyor. Yani Kemal Tahir bütün o eleştiri bombardımanının içinde okurla buluşabilmiş bir yazardı.

SİNEKLİ BAKKAL’IN YAZILDIĞI YILI BİLSEN NE OLUR!

Safvet Nezihi’nin Zavallı Necdet’i örneğin 60 yıl kadar ününü korumuş, oysa artık yok. Selami İzzet Sedes, Sermet Muhtar Alus, Reşat Enis hiç kalmamış. Günümüz yazarları 60 sene sonra belki olmayacak… Kitapların unutulmamasını belirleyen ne?

İletişim Yayınları Sermet Muhtar’ı büyük bir emekle yaşatmaya çalıştı fakat okur ilgilenmedi. Bir kitabın raf ömrü eskiden iki üç aymış, şimdi üç saate düştü deniyor. Belki bazıları daha uzun kalıyor ama normalde yayınlanan kitap sayısını böldüğünüzde üç saate kadar inmiş. Bu bir defa, bir cinnet! Alıcısı olmayan, okuru olmayan bir ülkede, böylesine çok yayın, bir cinnet bence. Okur yetiştirmek lazım ve biz onu yapamıyoruz. Onda da birçok sebep var, sadece eğitime bağlamak yanlış. Yarım asırlık yakın dönem tarihimizde çoğu zaman, ister sağ olsun ister sol olsun, düşman olarak görülmüş kitaplar, bu tabii çok acı bir şey. Hiçbir kitap düşman değildir. Kitaplara yaklaşım biçimimiz yanlış. Kitapları sevdirme konusunda en az benim yetiştiğim yıllardan beri eğitimimiz yanlış. Halide Edip kaç yılında doğdu, Sinekli Bakkal’ı kaç yılında yazdı, bunu öğrenseniz ne olacak Allah aşkına! Sinekli Bakkal nedir, onu kimse bilmiyor.

‘Huzur’ okunsa İstanbul böyle korkunç olur muydu?

Günümüzde olduğu gibi geçmişte de siyasi ya da ideolojik bir taraf tutmanın yazarla okur arasına girdiğini görmek mümkün. Yazarlar ne yapmalı?

Bütün bunların dışında kalmak lazım çünkü zaman geçiyor, bütün değer yargıları değişiyor. Yıllarca bu ülkede Nazım Hikmet’in bir vatan haini olduğu söylendi. Sonra ona vatan haini demiş bir kişi siyasi nutkunda onu bir vatan şairi olarak gösteriyor. Ben kimsenin bir şey okuduğuna inanmıyorum. Necip Fazıl mesela, onu ne savunanlar okuyor, ne de karşı taraf! Necip Fazıl Bey’in düzyazılarının çoğunu okumamıştım, geçen yaz onların hepsini okudum. Babali, inanılmaz derece önemli bir kitabı. Orada kendi kişisel yaşamına ait fevkalade önemli bilgiler veriyor bize. Başta da biraz ağır bir ithamla, devrinin onu tutan gözükenlerine karşı, siz bu kitabı nereden anlayacaksınız demiş. Bu bana inanılmaz bir şey gibi geldi. Demek ki bir iletişim kopukluğu var ve hiç kimse karşısındakiyle özdeşlik kurmak istemiyor. Böyle bir toplumda yaşıyoruz; bir trajedi bu. Bugün okunuyor denilen Huzur, Kürk Mantolu Madonna, Tutunamayanlar’ı da belki ekleyebiliriz, ben bunların bile büyük bir içtenlikle okunduğunu, kavrandığını düşünmüyorum. Huzur okunsa ve gerçekten algılanmış olsa İstanbul mimarisi bu kadar korkunç bir halde olabilir miydi? İmkansız bir şey bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder