25 Nisan 2015 Cumartesi

Peki, şimdi ne oldu?

İstanbul Film Festivali, sessiz sedasız perdelerini kapattı. Festival coşkusu, yarışmalar ve ödül töreninin iptaliyle sönüp gitmişti bile. Kuzey/Bakur adlı belgesel filmin gösteriminin iptal edilmesiyle başlayan sansür krizinde çok şey yazıldı, söylendi, yapıldı. Peki, şimdi ne oldu?

İstanbul Film Festivali, sessiz sedasız perdelerini kapattı. Festival coşkusu, yarışmalar ve ödül töreninin iptaliyle sönüp gitmişti bile. Kuzey/Bakur adlı belgesel filmin gösteriminin iptal edilmesiyle başlayan sansür krizinde çok şey yazıldı, söylendi, yapıldı. Peki, şimdi ne oldu?

Bir hasar tespit raporu çıkarılacak olursa, krizin bütün tarafları zarar gördü. Türkiye’nin gerçek anlamda uluslararası olan tek film festivaline, 34 yıllık tarihinde ikinci kez sansürün gölgesi düştü. Festivalin düzenleyicisi İKSV, Antalya’daki komitenin hatasını tekrarlamadı. Kaçak güreşmedi, sansürü (ya da ‘kanuni hatırlatmayı’) sineye çekmedi; basının karşısına çıkarak inisiyatif aldı. Bağlı bulunduğu siyasi partinin seçim ayarlı taktiklerine uygun bir açıklama yaparak, “Ben bu kanunu çıkardım, sen de uygulamak zorundasın. Bunun sansür olup olmaması senin sorunun.” diyen Kültür Bakanlığı’na rest çekti. Keyfine ya da filmine göre bu yönetmeliği ‘hatırlatan’ bakanlığın aksine, bu yönetmeliği hiçbir zaman talep etmeyen İKSV, bu kez de talep etmeyi reddetti. Muhtemelen prestiji sarsıldı. Sansüre uğramış bir festival, her şeye rağmen itibar ve sponsor kaybı yaşar.

BAKANLIĞIN İSTEDİĞİ OLDU

Kültür Bakanlığı, işin kolayını bulmuştu zaten. Birincisi, bu yönetmelik 11 yıldır yürürlükte, yani “Ben yeni bir şey istemiyorum! Hem isteseniz yarım saatte hallederdik, niye bize gelmiyorsunuz? Kanunu yok mu sayıyorsunuz?” efelenmesi. İlkiyle çelişen ikincisi ise Bakur’un içeriğiyle ilgili: “Bu film zaten teröristleri övüyormuş.” Bakanlık, yönetmelik ‘hatırlatmasının’ seçim ayarlı olduğunu resmi açıklamasında açık etti. Düne kadar hükümet nezdinde ‘çözüm süreci’nin tarafı, ‘barışın sözcüsü’ olan Kandil’in Türkiye’deki kamplarında yaşayanlar, seçim yaklaştıkça ‘terörist’ oldu. Sahi, son iki yıldır bu sözcük hükümetin literatüründen kalkmamış mıydı?

Artık kanıksadığımız muktedir ikiyüzlülüğü yine devrede. Hele bir de “Katil festivalde” söylemi var. Katil festivalde değil, Türkiye’deki bir PKK kampında ve çözüm sürecinde millete anlatıldığı gibi silah bırakmış da değil. Yani hükümetin sorumlu olduğu bir alanda festival neden suçlanıyor? İki belgeselci Türkiye’nin dağlarında ‘katil’ ile görüşebiliyorsa, teröre ve teröriste prim vermeyeceğini söyleyen, kimsenin sağ kurtulmadığı ‘başarılı’ operasyonlar yapan hükümet yetkililerinin başka ülke topraklarına gitmeleri de gerekmiyor. Neyse ki iktidarın ve onun medya uzantılarının uzunca bir süredir samimiyet gibi bir meselesi yok.

FATURAYI YİNE SEYİRCİ ÖDEDİ

Bu güdük tartışmaları bir kenara bırakıp İstanbul Film Festivali’nin kurucu babası Onat Kutlar’a sığınalım: “Bırakalım bir yana gevezeliği. Biz kim olduğumuzu biliyoruz. Geleceğin çiftçileri. Ama siz kimsiniz? Tacir ya da başka bir şey. Alışverişi bizden iyi bilirsiniz. Öyleyse şu soruya bir yanıt bulalım: Şu alışverişin faturasını niçin ben susarak ödemek zorundayım?” Evet, gevezeliği, ‘o ne dedi, bu ne söyledi’ gibi kısır tartışmaları bir kenara bırakalım. Faturayı her zamanki gibi seyirci ödedi. İptal edilen filmlere aldığı biletin parasını geri almak, bir kazanım ya da ‘amorti’ değildir. İzlemek için günler öncesinden bilet aldığı bir filmi izleyememek… İşte seyircinin en büyük kaybı. O film hakkında fikir sahibi olmasının imkânı kalmamıştır artık. Zaten vizyon şansı olmayan filmler, seyirciyle buluşma fırsatı yakaladığı yegane kanal olan festivallerde de gösterilemedikten sonra, sinemacıların başka dert aramasına gerek yok. Sahi, sinemacıların sinemaya/sektöre dair gerçek anlamda dertleri var mı?

2004’ten bu yana yürürlükte olan kayıt-tescil ve eser işletme belgesi yönetmeliğiyle ilgili sinemacılar bugüne kadar ne yaptı? Herkes işini bir şekilde yürütünce kimse bu örtük, ‘kanuni sansür’ü sorun etmedi. Filmini festivallerden çekmek bir tepki, fakat Zeki Demirkubuz’un dediği gibi sinemacı daha zeki olmalı. Daha üretici ve sonuç odaklı çözümler bulunmalı. En temel sorun, binbir emekle çektikleri filmlerin seyirciye ulaşmaması. Evet, bakanlık işi zorlaştırıyor; evet, iktidarın baskısı her alanda kendini hissettiriyor. Fakat sinemacılar ne yapıyor? AKP iktidarı döneminde katlanarak devam eden devlet desteği, bazı sinemacıların film yapmasına yardımcı oldu ama bu destek, sinemamızı özgürleştirmeye yetmedi.

Belki de kabahati Zeki Demirkubuz’a atıp içimizi ferahlatmak en iyisi. Ne demişti usta yönetmen: “Ben uğursuz bir adamım. Benim jüri başkanı olduğum festival bu kadar olur!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder