2 Nisan 2015 Perşembe

"Yeraltı, aslında şu anda içinde bulunduğumuz dünya"

2011 yılında "Masumlar" romanıyla Sedat Semavi Ödülü'nü alan en genç yazar olan Burhan Sönmez, üçüncü romanı "İstanbul İstanbul" ile yeniden okurun karşısına çıktı. Yerin üç kat altında bir işkence hücresinde geçen romanda Küheylan Dayı, Öğrenci Demirtay, Doktor ve Berber Kamo acıya katlanabilmek için birbirlerine İstanbul'da geçen masallar, hikâyeler anlatıyor. Sönmez'le hayata tutunmak için hayal kuran bu kahramanları ve yeraltını konuştuk…

İstanbul'u çok tartıştığımız, çok konuştuğumuz bir dönemden geçiyoruz. Neden şimdi bir İstanbul romanı yazdınız?

Aslında bu benim dışarıdaki dünyaya göre karar verdiğim bir şey değil. Bu roman on yıldan fazla zaman önce zihnimde zaten netti, çalışmalarına başlamıştım, tasarlamıştım. Son dört beş yılımı da fiili yazma süreciyle geçirdim.

O halde neden İstanbul?

Özellikle bugün insanlığın fiziki olarak yarattığı en büyük dünya, mega-kentler. Mega-kent demek bir küçük dünya demek. Dünyanın her yerinde bulunan, doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde, geçmişte ve gelecekte olan her şeyi bugün tek bir mekânda toplama çabası aslında... Diğer yandan, kent, insanın yoktan var ettiği bir şey. İnsanlıktan önce böyle bir örnek yoktu doğada. İnsan geldi ve kendisi bunu geliştirerek var etti. İnsanlığın yaratımı kent kavramını ifade edecek birkaç yer var, İstanbul bunların başında gelir.

Peki, mega-kent diyorsunuz ama kitap yeraltında geçiyor. Mekân olarak yeraltını seçmenizin sebebi ne?

Roman için konu bulmak kolaydır, esas mesele, o konuyu hangi bakış açısından vereceğiz… Ben İstanbul üzerine düşünürken kente bakışım genelde zaman üzerinde odaklandı. Genelde edebiyatımız İstanbul'u ikiye bölerek düşünür: Bir yanda geçmiş zamanın yitik İstanbul'u, diğer yanda bugün içinde yaşam mücadelesi verdiğimiz, keşmekeşin, kargaşanın İstanbul'u. Oysa bu bakışın aşılması, iki zaman arasındaki çizginin kaldırılması ve zamanın tek merkezde toplanması gerekiyor. İstanbul'u zaman üzerinden değil mekân üzerinden bölmeyi tercih ettim. Geçmişin ve bugünün İstanbul'u değil, yukarıdaki ve aşağıdaki İstanbul diye böldüm kenti. Yer üstündeki İstanbul yeraltında acı çekenlerin gözünden nasıl görünür? Bunu anlatmaya çalıştım. O yüzden bir İstanbul değil, iki İstanbul var orada. Ama sonuçta iki İstanbul aynıdır, tektir.

Kitapta hiç yer üstüne çıkamıyoruz ve salt bir İstanbul güzellemesi de yok. Aksine insanların onu ne kadar tahrip ettiğini dile getiriyorsunuz, durmadan çoğalan gökdelenlere atıflarda bulunuyorsunuz. Günümüz İstanbul'unun pek de sevilecek bir yanı kalmadı mı?

Romandaki kahramanlar hikâyeleri hep bunun üstüne kurarlar. Onların düşüncesinde de ifade bulan şey bu; İstanbul tahammül edilmez bir kent ama insanın da kaçamayacağı, bir tür mahkûm olduğu yer. Burada iki bakış ortaya çıkıyor. Bir yanda, İstanbul artık güzelleştirilemez, güzel İstanbul geçmişte kaldı, diyen ve bu yüzden kenti istismar etmekte sakınca görmeyen bakış. Diğer yanda, İstanbul yeniden güzelliğini kazanabilir, bunun için mücadele etmeliyiz, diyen bakış. Bir güzellik mücadelesi. Politik gibi görünen bir tema ama aslında bütün mesele gelip İstanbul ve güzellik üzerine odaklanır. Güzellik artık estetik bir kavram değil, aynı zamanda politik ve etik bir kavram. Belki insanın hayata karşı kötülüğünü veya dürüstlüğünü ifade eden bir kavram.

Romanda umut taşıyan tek şey karakterlerin hayal kurmaları. Acaba yeraltında bunca işkence görürken bile karakterlerinizi hayata sıkı sıkı bağlamak mı istediniz?

Acının içindeler ve ölümün kıyısındalar. İnsan acı ve ölümle bu kadar iç içeyken, onu hâlâ diri tutacak çok az şey vardır. Birincisi, herhalde mizahtır. Bu yüzden oradaki hikâyelerin büyük bir kısmı mizahi hikâyelerdir. Bir diğer nokta ise insanın kendi hayalleriyle o koşulları dönüştürme isteğini sürdürmesi, çünkü onların hayali sadece acıdan kaçış değil, o acıyı aşma ve o acının içinde yeni bir şey yaratma çabası.

Acıya dair de derin sorgulamalar da var kitapta. İşkence gördüğü halde acıya direnen, belki ona kafa tutan insanlar var. Sizi İstanbul ile acıyı birlikte düşünmeye iten sebep neydi?

Sadece aşkın gücüne veya sadece hayalin gücüne de dayanabilirdim. Ama acıya yaslanmak, anlatmak istediğim şeyi anlatmama imkân verecek temel dayanak olacaktı. İnsanı hayvandan ayıran temel nokta zekâ üzerine değil, acı üzerine gelişen çizgidir. Şöyle bir tasnif yapılabilir: Hayvanı bitkiden ayıran şey acıyı hissetmesidir, bitki acı hissetmez, hayvan ise acı hisseder. İnsan ise yalnızca kendi acısını değil başkasının acısını da hisseden canlıdır. Çünkü onun zihin dünyası ötekine ulaşma gücüne sahiptir. Eğer insanı bitkiden ve hayvandan ayıran çizgi acı karşısındaki varoluşuysa bugün bu dünyada ve İstanbul'da biz insanın bu varlığını sorgulayacak noktaya geldik. Yanınızda insanlar ölürken, insanlar yoksulluk içinde acı çekerken onların acısını hissetmeyen, hatta başkalarının acısıyla alay eden, dalga geçen, üstelik bundan nemalanan çok büyük bir kültür yetişiyor maalesef. İnsanlık, acıyla dalga geçen, acıya karşı duyarsızlık kabuğu ören bir kültür yetiştiriyor. Burada o zaman biz ister istemez şu soruyu sormak zorunda kalıyoruz: İnsanlık dediğimiz bu canlı türü toplumsal evriminin hangi aşamasında, hayvandan ne kadar uzağız? Düşünüyoruz, dilimiz var, kavramlar kullanıyoruz, ama bu bizi hayvandan ayırmaya yetmiyor. Yer altında birkaç insan acı çekerken yer üstündeki milyonların umarsızca yaşaması metafordur. Bugün çok sevdiğimiz ve habire duvarlara tablolarını astığımız İstanbul imha edilirken, tarihiyle beraber geleceği de mahvedilirken, buna gözümüzü kapayıp sabah işimize gidip akşam eve dönüyorsak o zaman acı karşısında bir hayvandan ne farkımız olduğu yine ciddi bir soru olarak ortaya çıkar.

Yeraltındayken sanki 90'ların işkence günleri, ama yerüstünde 2010'lardayız. Bizim bilmediğimiz yeraltında böyle acılar olmaya devam ediyor mu?

Romanda anlatılan dönem, okurlarda farklı şekillerde algılanmış. Kimisi, 70'li yıllar, kimisi 80'li, 90'lı yıllar, kimisi de günümüz diye düşünmüş. Hepsi doğrudur. Son on yılda polis tarafından öldürülen çocukların sayısı 180. Bu gün sadece kadınların yaşadığı acıya baktığımızda Türkiye'de örgütlü, ciddi bir imha sürecinin yaşandığını görüyoruz. Bunun karşısında devletimizin önerdiği tek şey, kızlarımıza çığlık atmayı öğretmek. Esas soru şu, eğer insanlar kulaklarını tıkamışsa, duymak istemiyorsa, çığlığın faydası? İki ay önce Diyarbakır İHD bir rapor yayınladı. Sadece o bölgedeki illerde, hâlâ açılmamış toplu mezarlardaki ölü sayısı 4201. Çıkarılanlar hariç. Faili meçhuller hariç. Gezi olaylarına bakalım, ellerinde silah taşımayan 8 çocuk öldürüldü bir ay içinde. 8 bin kişi yaralandı, 4 bin kişi gözaltına alındı. Alın size Türkiye raporu. İnsan acıyı unutmak ister. Bu doğal bir güdüdür. Yoksa yaşam katlanılmaz hale gelir. Unutmak başka bir şey, acıyı küçümsemek, yok saymak başka bir şey.

Peki, sizce yer üstünün yeraltından ne farkı kaldı?

Zaten kahramanlar da biraz onu fark ediyorlar romanda. Baudrillard şöyle bir felsefi çerçeve kurar. Der ki, Los Angeles kentinin kenarına lunapark yaparlar. İnsanlar gider, lunaparkta eğlenir. Orası eğlence yeridir, sonra gerçek hayatımız bu kentte, diye hayatlarına dönerler. Oysa Los Angeles'ın kendisi bir lunapark, biz bunu fark etmeyelim diye yanına bir lunapark yaparlar. Cezaevi yaparlar, insanları koyarlar oraya, böylece dışarının bir cezaevi olduğunu fark etmeyelim isterler. Yeraltına hücre kazarlar, insanları koyarlar, böylece biz yerüstünün bütünüyle hücreye döndüğünü fark etmeyelim... İki ayrı gerçeklik varmış diye düşünelim isterler. İşte bu modern çağda iktidarın zihnimiz üzerinde, sadece siyasi iktidar değil, toplumsal her türlü iktidarın, aile de buna dâhildir, zihnimiz üzerinde yarattığı bu tahribat ya da yanılsama… İki ayrı gerçeklik yok, hepsi tektir. Bir erkek eğer bir kadını dövüp öldürüyorsa o kendi içindeki tek insani cevheri öldürmüş demektir. Birisi bir başkasına işkence yapıyorsa aslında o kendi içindeki insan olma potansiyelini yok ediyor demektir. Bugün eğer sokakta bir Suriyeli dilenirken başımızı çevirerek önünden geçiyorsak, o, orda kendimize bakmadığımız anlamına gelir. Böylece romanda da yeraltı ve yer üstü aynı şeye dönüşür. Yeraltı dediğimiz şey, aslında şu anda içinde bulunduğumuz dünya.

“Büyük günahlar işleyen bu kent neyi hak eder? Nasıl bir lanete bulaşır? Ya da lanete bulaştı da, biz şimdi onu mu yaşıyoruz?” diye soruyorsunuz. Biz de size soralım?

Evet, belki de İstanbul'un kurtarılmaya ihtiyacı var. Özellikle oradaki Küheylan Dayı'nın çok kullandığı bir tabir bu. İstanbul'u fethetmek istiyorum diyor. Ama onun fethi başkasından almak değil, onu yeniden güzelleştirme çabası, onu insana layık kılma çabası. Ama diğer yandan şunu görüyoruz, aslında insanlar kendileri İstanbul'a layık olmaya çalışıyorlar. Bugün temel sorun bizim açımızdan şudur: İstanbul'da yaşayan bizler bu kente layık insanlar mıyız? Bunun gereğini yerine getiriyor muyuz? Onun ağaçlarına parklarına sahip çıkabiliyor muyuz? Onun denizine, onun tarihine ve en önemlisi onun geleceğine sahip çıkabiliyor muyuz? Gerçek İstanbullu olup olmadığımız belki de bu sorular etrafında dönüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder