28 Şubat 2015 Cumartesi

‘Bütün seramiklerim yıkıldı bir ben kaldım’

AKM, Çankaya Köşkü, Tarabya Oteli, Avrupa Konseyi binası ve daha pek çok mekân için seramik panolar yapan Sadi Diren’in yeni sergisi D’art Sanat Galerisi’nde açıldı. Seramik kesmekten artık flu gören ve Caddebostan’daki evinde emeklilik günlerini geçiren Diren, mahzun: “Bütün seramiklerim yıkıldı, bir ben kaldım. Ben de gidince rahatça yıksınlar artık.”Elbette Sadi Diren’in tüm seramikleri yıkılmadı, yok olmadı. 60 küsur yıllık sanat hayatına sığdırdığı yüzlerce eseri var. Kimi Çankaya Köşkü’nde, Atatürk Kültür Merkezi’nde, Manifaturacılar Çarşısı’nda, kimi Strasbourg’daki Avrupa Konseyi binasında, pek çoğu da koleksiyonlarda. Ama ‘en büyük işlerim’ diye ifade ettiği bazı seramik panoları ve duvar kaplamaları son yıllarda kendisine haber bile verilmeden yıkıldığı için öyle hissediyor ve “Bütün seramiklerim yıkıldı, kala kala ben kaldım. Ben de gidince rahatça yıksınlar!” diye üzüntüsünü dile getiriyor. Seramik sanatına yıllarca emek veren bir sanatçı için acı bir durum bu. Galata’daki D’art Sanat Galerisi’nde geçen hafta 62. sergisini açan sanatçı, eserlerinin başına gelenleri bir bir sıralıyor: “1973’te Nejat Eczacıbaşı villası için bir seramik istedi. Havuzu çevreleyen duvara bir pano yaptım. Nejat Bey’in vefatından sonra evi genişletmek için o seramiği yıkmışlar. Bir ay çalışmıştım o pano için, 14 bin parçadan oluşuyordu. Oysa yerinden çıkarılabilirdi. Üzüldüm doğrusu.” İkinci yıkılan eseri, 1972’de Tarabya Oteli’nin barına yaptığı rengarenk seramik. Tarihi otel, yeniden yapılmak üzere birkaç sene önce yıkılınca eser de tarihe karışmış. İstanbul Üniversitesi’nin Baltalimanı’nda yabancılar için lokantası ve lokali vardır. Diren, bu mekâna da bir pano yapmış. Binanın üstünü kaplamak isteyince panoyu yıkmışlar. Ayakta olanlardan Manifaturacılar Çarşısı ve Atatürk Kültür Merkezi’ndekiler içinse ‘keşke yıkılsa, rezalet durumdalar’ diyor ve ekliyor: “Tarabya gitti, Baltalimanı gitti, Manifaturacılar keşke gitse, rezil ettiler. Önüne dükkânlar yapmışlar. Hiç bakılmamış. Şimdi sıra AKM’ye geldi. Depo gibi rezalet halde. O da yıkılmak üzeredir. AKM’nin mimarı Hayati Tabanlıoğlu istemişti o seramiği benden, aylarca sürdü çalışma, montajını da ben yaptım. Şimdi sonu ne olacağı belirsiz. Dört ayda yaptığım Strasbourg’daki 20 metrelik eserime ise tertemiz bakıyorlar.” Nejat Eczacıbaşı villası için yaptığı havuzu çevreleyen duvar panosu, 1973. Sanat yaşamına 1949’da başlayan Sadi Diren, Türkiye’deki seramik sanatını ayakta tutan başlıca isimlerden. Çok çalıştı, çok eser üretti. Türkiye’den Almanya’ya, İtalya’dan İngiltere’ye, Fransa’dan Macaristan’a kadar hem yüzlerce esere imza attı hem de seramik endüstrisi alanında yine yüzlerce tasarım gerçekleştirdi. Hem hocaları (Bedri Rahmi Eyüboğlu) hem de yabancı eleştirmenler tarafından övgüler aldı. 1964’te Almanya’dan yurda döndüğünde Eczacıbaşı Seramik Fabrikaları’nda süs ve mutfak eşyaları kısmına müdür ve sanatçı olarak girdi. 1982’de Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne dekan oldu. 1991’e kadar aynı göreve tekrar tekrar seçildi. 1991’de ise devlet sanatçılığı unvanı aldı. 1944’te de emekli oldu. 1972'de Tarabya Oteli'nin barına yaptığı bu eserle birlikte bina da yıkıldı. Sadi Diren, artık 88 yaşında. Caddebostan’daki evinde emeklilik günlerini geçiriyor. Kapısının zilinde hâlâ ‘devlet sanatçısı ve dekan’ yazıyor. Son iki seneye kadar seramik yapmaya devam ediyordu. Artık yardımcısı Fevziye Topçu ile hayatına devam edebiliyor. Etrafını flu görüyor. Gözünde seramik kesmekten sarı leke hastalığı baş göstermiş. Ama olsun, flu da olsa görüyor olmaktan memnun. 1953’te ilk sergisini açtığı Maya Sanat Galerisi’nin sahibi Adalet Cimcoz, onu sanat çevresine tanıtırken şöyle demişti: “Bu delikanlıya iyi bakın, geleceğin seramik ustası o.” Cimcoz, onun değerini ta o zaman fark etmişti, şimdi sadece öğrencileri sahip çıkıyor kendisine. Öğrencisi Emre Zeytinoğlu ve D’art Sanat Galerisi’nin sahibi Duygu Bağlan’ın küratörlüğünde açılan sergide sanatçının 1957’den 2010’a kadar yaptığı yaklaşık 60 eseri sergileniyor. Diren, 22 Mart’ta sona erecek sergisi için “Bu benim son sergim.” dese de öğrencileri peşini bırakacak gibi değil. Atatürk Kültür Merkezi için yaptığı dış duvar seramiği, 1971.

27 Şubat 2015 Cuma

Bir teselli ver

Paramparça Aşklar Köpekler, 21 Gram, Babil gibi filmlerin yönetmeni Alejandro González Iñárritu, dört Oscar’lı Birdman’de bilinen çizgisinin dışına çıkıyor. Meksikalı yönetmen, sahnedeki oyuncuların sahne arkası dramını anlatırken teknik sihirbazlığı ve enerjik kamera kullanımıyla seyirciyi hipnotize ediyor.Tıpkı Steve McQueen’in 12 Yıllık Esaret’te yaptığı gibi Alejandro González Iñárritu da yürüdüğü yolu değiştirerek Oscar’ı aldı. Iñárritu, önceki filmlerinde yaptığı ne varsa Birdman’de bunları bir kenara koyuyor. Paramparça Aşklar Köpekler, 21 Gram, Babil ve Biutiful’un yönetmeni, kesişen hayatlar, paralel öyküler ve mistik tesadüfler gibi temalardan ‘arındığı’ ilk filminde Akademi tarafından ödüllendirildi. Akademi, ‘devşirme’lerden hem Hollywood’a uygun bir dert, içerik ve hikâye anlatımı bekliyor hem de biçim yönüyle hipnotize edici bir ‘sihirbazlık’ numarası. Tekmili birden Birdman’de mevcut.Gözden düşmüş oyuncu Riggan Thomson’ın çırpınışını izliyoruz Birdman’de. 90’larda, Birdman adlı çizgi roman uyarlaması serisinde oynamış Thomson, bu gişe canavarı filmlerden kazandığı parayı ve şöhreti tüketmiştir. Şimdilerde Amerikan tiyatrosunun kalbinin attığı Broadway’de bir oyun sahneleyerek eski imajını temize çekmeyi amaçlar. Raymond Carver’ın Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz oyununu sahneleyen Thomson, sahnedeki aksaklıklarla uğraşırken, kendini gerçeklikten uzaklaştıran, kafasındaki ses ile de boğuşur.AH ŞU SANATÇILAR YOK MU!Iñárritu, kamerasını sahnedeki oyuncuların sahne arkası dramına çeviriyor. Bu dertler, Sunset Bulvarı (1950) ve All About Eve’den (1950) bu yana Akademi’nin ‘kadim’ gözağrılarından. Bunlara The Producers (1967), Opening Night (1977), Bullets Over Broadway (1994) vb. filmler de eklenebilir.Meksikalı yönetmen, bu ‘kadim’ meseleyi teknik sihirbazlık ve enerjik kamera kullanımıyla süslüyor. Iñárritu, biçimci çabasını gözden kaçırmamıza imkân tanımadan, yüksek oyunculuklarla “Ah şu insanlar; hele ki sanatçılar yok mu...” tadında bir kara komediye soyunuyor. Karanlıktan aydınlığa geçerken, merdiven boşluklarında, kapı çıkışlarında ya da gökyüzündeki kaydırmalarda kesilen, ancak tek plan hissiyatını elden bırakmayan kamera kullanımı filmin enerjik dilini ayakta tutuyor. Popüler kültüre, edebiyata ve tiyatroya bol göndermeli varoluşa dair diyaloglar ile sahne tasarımı sayesinde soluksuz bir aksiyon filmi izler gibiyiz. İlk sahneden itibaren seyirciyi yakalayan bu ‘sihirbazlık’ ve yüksek oyunculuklar bir noktadan sonra yorucu olabiliyor.Film boyunca bütün karakterler, neredeyse aynı cümlelerle birbirini teselli ediyor: “Sen çok iyisin. Başarılısın, burada olmayı hak ediyorsun. Sen olmasan ne yapardım” vs. Herkesin teselli edilmeye, değerli ve önemli olduğunu hissetmeye, dahası ‘vazgeçilmez’ olduğunun ilan edilmesine ihtiyacı var. Riggan Thomson, makyaj aynasının köşesine “Bir şey neyse odur, o şey hakkında söylenenler değil.” cümlesini iliştirmiş olsa da bunu bir türlü uygulayamaz. Sadece o değil, sahneye çıkan bütün oyuncular bir şekilde başkalarının onayına muhtaç.BU DÜNYADAN İSTEDİĞİNİ ALDIN MI?Bu noktada, izlemediği oyuna yıkıcı bir eleştiri yazmaya yeminli eleştirmen ile Riggan’ın karşılaşması devreye giriyor. Eleştirmen ile oyuncu/yönetmen arasındaki kısır ve klişe tartışmaların bildik kalıplarını yansıtan tartışmadan sonra Shakespeare’in Macbeth’inden şu bölüm duyulur: “Hayat dediğin nedir ki: Oynayan bir gölge, sahnede çırpınıp zamanını dolduran zavallı bir oyuncu. Oyun bitince duyulmaz artık sesi. Bir budalanın anlattığı gürültülü patırtılı bir masal.” Riggan, herkesin gündeme gelmek, var olduğunu ispatlamak, onaylanmak ve beğenilmek için bir şeyler yaptığını düşünür. Aynı dertleri kendisinin de taşıdığını, esas derdinin asil bir sanatçı kaygısı değil de “Daha ölmedim” demek olduğunu kızının sözleriyle fark eder. Onun amacı da bir parça tesellidir.Riggan Thomson dışında diğer rollerin tip olarak kaldığı filmde, bir tek Edward Norton, performansıyla rolünü sıradanlıktan kurtarıyor. Kariyeri, Riggan Thomson ile benzeşen Michael Keaton seçimi akıllıca; Keaton da bunun hakkını veriyor. Ancak senaryo bu ironiye, popüler kültür göndermelerine ve diyalogların felsefi gözükmesine dikkat ettiği kadar yan karakterlere ve hikâyeciklere önem vermiyor. Yönetmen de işin teknik sihirbazlığına ve sahne tasarımına yoğunlaştığından, seyirciyi hipnotize eden Birdman, bu alanlarda takdiri hak ediyor. Felsefi zeminindeki boşlukları ve teknik becerisi dışında meselesine kalıcı bir derinlik getirememesi ise en büyük zaafı.

26 Şubat 2015 Perşembe

O anların öncesi ve sonrası

1959... Soğuk Savaş’ın buz kestiği yıllar. Fotoğrafçı Elliot Erwitt, Sovyetler Birliği’nin başkenti Moskova’da bir mutfak fuarındadır, stant fotoğrafları çekip, parasını alıp fuardan ayrılacaktır.Tam bir buzdolabı firmasının standındayken bir anda yanında dünyanın en ulaşılmaz ve popüler iki ismi belirir: Amerika Birleşik Devletleri Başkan Yardımcısı Richard Nixon ve Sovyetler Birliği Başbakanı Nikita Kruşçev... Peş peşe çektiği karelerden birinde Nixon, Sovyetler Başbakanı’na dikleniyor ve parmağıyla itiyormuş gibi görünüyor. Sonrasında fuarda Erwitt’e iş veren halkla ilişkiler şirketinin yöneticisi bu müstesna anın da olduğu fotoğrafları alır ve bir sonraki seçimde başkan adayı olacak Nixon’a pazarlar. Fotoğraf, dergilerden gazetelere, billboardlardan afişlere, her yerde kullanılır. Amerika’nın gücünü ve cesaretini ortaya koyuyordur. Afişlerdeki “Bay Kruşçev sizin torunlarınız özgür olacak” sloganı Nixon’a seçimi kazandırmasa da reklamcıların tabiriyle ‘olay’ olur. Oysa o sansasyonel karenin önü ve arkası hiç de öyle değildir. Bazı fotoğraflarda Kruşçev de sert çıkıyor, bazılarında birlikte gülüp şakalaşıyorlardır. Fuar boyunca konuştukları konu da Soğuk Savaş meseleleri değil, “lahana çorbası mı, kırmızı et mi?” gibi gündelik tartışmalardır.TARİHİN DÖNÜM NOKTALARINI YANSITAN FOTOĞRAFLAR İstanbul Modern’de dün açılan “Magnum-Kontakt Baskılar” sergisi, ikon olmuş birçok fotoğrafı öyküleriyle birlikte görme imkânı sağlıyor. Sergide, 80 yıllık bir dönemin görsel tarihine ait fotoğraflar, öncesi ve sonrasıyla bir araya geliyor. Robert Capa’nın 1944 yılında Normandiya Çıkarması’nda Amerikan birliklerinin Omaha kumsalına çıkışı, Eric Lessing’in 1956’da Budapeşte’de çektiği isyancı askerler, Burt Glinn’in 1959’da Havana’da görüntülediği Fidel Castro’yu bekleyen kalabalık, Philip Jones Griffiths’in 1967’de Vietnam’da çektiği, dönemin politikasını etkileyen “sivil kurban”, Bruno Barbey’in Mayıs 1968 Paris Ayaklanmaları, Stuart Franklin’in 1989’da 5 Temmuz sabahı Pekin’deki Tiananmen Meydanı’nda tanklara karşı tek başına durup yerini terk etmeyen yalnız protestocu, Thomas Hoepker’in 11 Eylül 2001 sabahı New York’ta East River’da çektiği bir grup genç...Sergide aynı zamanda Philippe Halsman’ın 1948’de Leda Atomica adlı tablosundan esinlenerek çektiği yakın arkadaşı Salvador Dali, Rene Burri’nin 1963’te bir röportajda çektiği Ernesto “Che” Guevara, Leonard Freed’in 1964’te Nobel Barış Ödülü’nü aldıktan sonra Baltimore’da çektiği “kollarla kuşatılmış ve korumaya alınmış” Martin Luther King, Eve Arnold’un 1961’de Chicago’da “şahane işbirliği içinde” çektiği Malcolm X, David Hurn’ün Londra’da Abbey Road Stüdyoları’nda çektiği “ünlü dörtlü” Beatles gibi birçok siyasi figür, oyuncu, sanatçı ve müzisyenin akıllarda yer etmiş portreleri de yer alıyor.‘Magnum-Kontakt Baskılar’ sergisi Magnum ajansı kurucularından Robert Capa’nın dediği gibi, ‘fotoğrafçıya seçme şansı veren sürecin fotoğrafları’na yakından bakmamızı sağlıyor. Serginin eş küratörlüğünü Lorenza Bravetta ve Gabriele Accornero yapıyor. Bir anlamda sanatçıların eskiz defteri ve gizli günlüğü niteliğindeki kontaktlar, analog dönemin büyülü dünyasına da kapı aralıyor. Lorenza Bravetta, fotoğrafları ve kontaktlarını sanatçılarla birlikte seçtiklerini anlatıyor. En ünlü ve ikon olmuş fotoğraflar değil, seçme ve düzenleme sürecini en iyi anlatan çalışmalar tercih edilmiş. Buna örnek olarak Steve McCurry’nin çöldeki bir fırtınadaki fotoğrafını gösteriyor Bravetta. Gerçek durum kum fırtınası fakat fotoğrafta sanki çölde dans ediyorlarmış gibi bir hayal var. Medyada fotoğraf kullanımının azaldığını söylüyor. 58 sanatçının 133 çalışmasının yer aldığı sergi, 2 Ağustos’a kadar açık. Daha sonra Amsterdam ve Latin Amerika yolculuğuna çıkacak.Serginin dünkü basın toplantısına (soldan sağa) Magnum Photos danışmanı Lorenza Bravetta, BASF Türkiye CEO’su Volker Hammes, İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı ve İstanbul Modern Fotoğraf Bölümü Yöneticisi Sena Çakırkaya katıldı.Siyaset değil, yemek konuşuyorlarABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon ve Sovyetler Birliği Başbakanı Nikita Kruşçev’in üstteki karesi, 1959’da bir fuarda çekiliyor. Nixon, Sovyetler Başbakanı’na dikleniyor ve parmağıyla itiyormuş gibi görünüyor. Sonrasında bu fotoğraf Nixon’un seçim çalışmalarında kullanılıyor. Çünkü Amerika’nın gücünü ve cesaretini ortaya koyuyordur. Oysa o sansasyonel karenin önü ve arkası hiç de öyle değildir. İki lider fuar boyunca Soğuk Savaş meselelerini değil, “lahana çorbası mı, kırmızı et mi?” gibi gündelik konularda atışır. Yukarıdaki küçük kareler de o atışmanın diğer delilleri. İstanbul Modern’de dün açılan sergide dünya gündemine oturmuş, daha pek çok karenin hikâyesine yer veriliyor.KONTAKT BASKI NEDİR?Kontakt baskı, bir veya birden fazla görüntünün negatifle aynı boyutlarda tek bir fotoğraf kağıdına pozlanmasıyla elde ediliyor. Çoğu zaman ressamların eskiz defterlerine benzetilen kontakt baskılar; fotoğrafçının, film rulosundaki kareleri ilk gördüğü andır. Fotoğrafların hiç müdahalede bulunulmamış, ham görüntülerini barındırarak sanatçıya bir özeleştiri ve seçim yapma imkanı sunar; bu anlamda, kontakt baskılara bakmak fotoğrafçının saklı tuttuğu özel çalışma alanına girmeye benzer. Diğer yandan fotoğrafçının bizim için seçtiği o eşsiz sahnenin öncesi ve sonrasını göstererek, o anın gerçekleşmesine tanıklık etmemizi sağlar. İzleyiciye çekim sırasında fotoğrafçıyla birlikte hareket ediyormuş ve onun gözlerinden görüyormuş izlenimi verir.

25 Şubat 2015 Çarşamba

Okuru provoke etmek istedim

Cem Kalender’in adını ilk kez 2007 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Ödülü’nü aldığı Klan’la duymuştuk. Ardından ‘Zamanın Unutkan Koynunda’ ve iki yıl önce de ‘Kayıp Gergedanlar’ romanlarını yayımlayan yazar, çok tartışılacak bir romanla yeniden okurun karşısında: Kasımpaşalı Oedipus. Alakarga Yayınları’ndan çıkan kitap, günümüz konularından beslenen bir antik çağ destanı.Her kitabınızda farklı bir dil deniyorsunuz. Şimdi de Antik Çağ’da yaşamış Homeros’un dilini ödünç aldınız. Edebiyatta hep bir ileri gidiş varken neden bu dile döndünüz?Oğuz Atay kültüründen, geleneğinden beslendiğim için dille oynamayı çok önemsiyorum. Kitaplarımla ilgili en belirgin özellik bu; hepsinin birbirlerinden bağımsız olması. Ki bu kolay bir şey değil. Dili kullanmak ve dili devamlı farklı yöntemlerle, farklı anlayışla kullanmak… Özellikle Kayıp Gergedanlar döneminde tanıştığım Lacan, dil üzerine beni çok etkiledi. Kayıp Gergedanlar’dan sonra, o dili daha da geliştirebilmek, farklı bir alana çekmek için Homeros’la ilgilenmeye başladım. Homeros, yazarların atası… Hani, Prometheus ateşi tanrılardan çalıp insanlara vererek insanlık devrimini başlattı. Devrimi tamamlayan da Homeros’tu. Ne yaptı? Yazıyı tanrılardan çalarak, insana sundu. Her yazar Homeros’tan icazet alır. Homeros’u okumadan, özümsemeden, dilini ve anlatımını bilmeden bir yazarın var olması mümkün değil.Kitaba dönersek, bu dili hikâye mi çağırdı yoksa?Bu hikâyeyi ancak bu dille anlatabileceğimi düşündüm. Günümüzde bir cumhuriyet hesaplaşmasını, cumhuriyetin bir kısa tarihini anlatacaktım ve bunu mitolojik unsurlara bezeyerek anlatacaktım. Siyasi ve politik çıkmazlardan, kısırlıklardan kurtarmak için iyiyle kötünün savaşını anlatırken bu dile ihtiyaç duydum. Bundan 2 bin yıl sonra günümüzde yaşananlar mitolojik bir olay olarak kalacak. İyiyle kötünün savaşı her zaman devam edecek. Bunu İyonyalı Homeros’un yaşadığı zamana, 2800 yıl öncesine götürdüğümüzde bir şeylerin değişmediğini görürüz. Bu kitabı 2 bin sene sonra da okusanız aynı duyguları hissedersiniz. Var olan ve her zaman süregelen bir mücadele, iyiyle kötünün savaşı.Kitabın ismi ‘Kasımpaşalı Oedipus’ olmasına rağmen romanda Oedipus’un Kasımpaşalı olduğuna dair hiçbir iz yok. Neden Oedipus Kasımpaşalı?Onu çok düşündüm. Hikâye Parvasya’da geçiyor ve tabii ki Anadolu’yu temsil ediyor. Hatta ‘parva’ sözcüğü Latincede ‘küçük’ demek. Parvasya yani küçük Asya… Parvasyalı Oedipus da diyebilirdim ama Kasımpaşa ögesi, kurmak istediğim bu cumhuriyet hesaplaşmasında ve yakın tarihte çok başat. Şöyle ki, Selanik bazı kişiler için ne ifade ediyorsa, Kasımpaşa da yine bazı kesimler için o kadar derin ve anlam yüklü. Bir gün oradan birileri çıkıyor ve bir mücadele başlatıyor. Kitabın içinde hiç geçmemesine rağmen, kitaba ismini vermesinin sebebi bu.Bu şekilde romandan günümüze bir kanca mı atıyorsunuz?Yani... Daha önceki kitaplarımda kesinlikle böyle bir şey yok ama bu kitapta biraz okuru provoke etmek istedim.Peki, kimdir sizin Oedipus’unuz?Her dönemde ortaya çıkan, bir temsil yeteneği olan, bir gücü temsil eden… Burada anlatmak istediğim aslında iyilikle kötülüğün savaşında, Kasımpaşalı Oedipus’u tamamen bir savaşın tarafı olarak, bir zulmün tarafı olarak görebileceğimiz. Ama ‘a kişisi midir, b kişisi midir’den öte bir simge olarak, kötülüğü temsil etme adına bunu kullandım. Ama herhangi bir kişi diyemem.Kitapta iki kral var, Galius ve Oedipus. Aşağı yukarı benzer bir kaderleri var ama siz romanın başkişisi olarak Oedipus’u seçmişsiniz. Galius’la Oedipus’un farkları neler?Galius iyilikleri ve kötülükleri olan bir kral. Samimi bir şekilde başlar işe, ülkesini kurtarır vs. ama krallık kendi içinde zaten kötülükleri barındırır. Galius da iyilikleri ve kötülükleri içinde taşıyan ama salt kötü olmayan biri. Diğer tarafta ise salt kötülüğü temsil etme var. Oedipus’la Galius arasındaki fark bu. Oedipus salt kötülüğü temsil ediyor ve hayat felsefesi olarak, bir nevi de kendini kurtarmak için, battıkça batan, her yaptığı hatayı başka bir hata ile düzeltmek isteyen ve boğazına kadar kötülüğe batan bir kral. Aslında talihsiz de bir kral aynı zamanda. Oedipus bir devrimci olarak, isyankâr olarak başlıyor her şeye. Ben kötü olayım diye başlamıyor ama şartlar gitgide onu kötülüğün içine çekiyor.BEN AYDINLIKTAN, CUMHURİYETİN DEĞERLERİNDEN YANAYIMOedipus’un sahneye çıkışıyla birlikte aslında tanıdık bir hikâyeyle karşılaşıyoruz; bin odalı saray, kralın oğluyla konuşmaları… Bu hikâyenin günümüzle bu kadar iç içe olması riskli değil miydi?Çok riskli. Bunu çok düşündüm. Gerçekten bir yazar böyle netameli bir yerde kulaç atar mı? Ama şartlar, bazen yazarı oraya götürür ve yazar bazı yerlerde risk almak zorundadır. Bu, dönemle ilgilidir. Bir İskandinav ülkesi, bir İsviçre yahut İngiltere değiliz. Zor bir dönemden geçiyoruz. Bu zor dönem konusunda hiçbir zaman kötümser değilim. Türkiye’nin çok iyi olacağına, çok kısa zamanda muhteşem şeyler yapacağına inanan biriyim. Ama edebiyatçılar, sanatçılar, aydınlar bu konuda nerede durduğunu belli etmek zorunda. Günümüzde bir savaş var, iyiyle kötünün savaşı. Burada herkes sorumlu. Sanatçı artık iyi taraftan olduğunu bas bas bağırmalı. Bir edebiyatçı bu riski almalı. Ben burada bir nevi tarafımı belli etmek istedim. Benim tarafım halktan yana; aydınlıktan, cumhuriyetin değerlerinden yana. Cumhuriyetin, demokrasinin, etrafımızda yaşananlarla bağlantılı olarak da laikliğin, neler ifade ettiğini yeni yeni anlıyoruz. Bizim gibi ülkeler için laikliğin çok önemli olduğunu, olmazsa olmaz olduğunu, demokrasinin birinci önceliği olduğunu söylemek ve açık bir şekilde tarafımı belli etmek adına böyle bir riski aldım. Bence bu riske de değdi.Bu dönem hiçbir eleştiri kaldırmıyor. Korkmuyor musunuz?Nazım’ın güzel bir dizesi var, “Mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar”. Korku insana ait bir şeydir. Güzel bir şeydir de. Ben mesela ölümden çok korkan bir insanım ama bir mücadele içinde hiçbir iktidar, hiçbir iktidarın yaptıkları bana korku vermez. Biz bir gelenekten geliyoruz; Nazım’ların, Orhan Kemal’lerin, Yaşar Kemal’lerin, Aziz Nesin’lerin geleneğinden geliyoruz. Bu gelenekte mücadele var. Şimdi bu mücadelenin içinde değilsem bir şekilde zulme ve kötülüğe karşı mücadele etmezsem bu zulmün değirmenine su taşımış olurum. Bence burada bütün edebiyatçıların çok güçlü bir şekilde seslerini çıkarması lazım.

24 Şubat 2015 Salı

Oscar’a ‘Birdman’ kondu

Sürprizin beklenmediği 87. Oscar Ödülleri’nde Birdman en iyi film seçildi. Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Iñárritu imzalı film, en iyi yönetmen, en iyi özgün senaryo ve en iyi görüntü yönetmeni ödüllerini de alarak geceye damgasını vurdu. Altı dalda aday olan Boyhood ise bir ödülde kalarak hayal kırıklığına uğradı.Önceki gece sahiplerini bulan 87. Oscar Ödülleri’nde sürpriz yaşanmadı. Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından verilen ödüllerde bu yıl dört Oscar alan Birdman filmi öne çıktı. Gözden düşmüş bir sinema oyuncusunun yeniden ayağa kalkmak için Broadway’de bir oyun sahnelemesini konu alan Alejandro González Iñárritu imzalı Birdman; film, yönetmen, özgün senaryo ve görüntü yönetimi dallarında ödüle ulaşarak geceye damgasını vurdu. Filmin görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki de, geçtiğimiz yıl Yerçekimi ile aldığı ödülü iki yıl üst üste alarak tarihe geçti.Los Angeles’taki Dolby Tiyatrosu’nda düzenlenen ve sunuculuğunu Neil Patrick Harris’in yaptığı törenden dört ödülle ayrılan bir başka film de Büyük Budapeşte Oteli’ydi. Wes Anderson’un yönettiği film kostüm, prodüksiyon ve saç-makyaj tasarımı ile müzik dallarında ödüle uzandı. Altı dalda aday olmasına rağmen Richard Linklater’in yönettiği Boyhood, sadece En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında ödüllendirildi. Leviathan (Rusya) ile Ida (Polonya) arasında geçen Yabancı Dilde En İyi Film yarışını ise Polonya kazandı. Pawel Pawlikowski’nin yönettiği film, Polonya’ya ilk Oscar’ını kazandırdı.87. Oscar ÖdülleriEn iyi film: BirdmanEn iyi yönetmen: Alejandro González Iñárritu (Birdman)En iyi erkek oyuncu: Eddie Redmayne (Herşeyin Teorisi)En iyi kadın oyuncu: Julianne Moore (Unutma Beni)En iyi yardımcı erkek oyuncu: J.K. Simmons (Whiplash)En iyi yardımcı kadın oyuncu: Patricia Arquette (Boyhood)En iyi uyarlama senaryo: The Imitation Game (Graham Moore)En iyi özgün senaryo: Birdman (Alejandro González Iñárritu, Nicolás Giacobone, Alexander Dinelaris, Armando Bo)En iyi kurgu: Whiplash (Tom Cross)En iyi orijinal şarkı: Glory (Selma)En iyi orijinal film müziği: Büyük Budapeşte Oteli (Alexandre Desplat)En iyi görüntü yönetmeni: Emmanuel Lubezki (Birdman)En iyi kostüm tasarımı: Büyük Budapeşte Oteli (Milena Canonero)En iyi makyaj ve saç: Büyük Budapeşte Oteli (Frances Hannon ve Mark Coulier)En iyi prodüksiyon tasarımı: Büyük Budapeşte Oteli (Adam Stockhausen, Anna Pinnock)En iyi ses kurgusu: Keskin Nişancı (Alan Robert Murray, Bub Asman)En iyi ses miksajı: Whiplash (Craig Mann, Ben Wilkins, Thomas Curley)En iyi görsel efekt: Yıldızlararası (Paul J. Franklin, Andrew Lockley, Ian Hunter, Scott R. Fisher)Yabancı dilde en iyi film: Ida (Polonya)En iyi belgesel: Citizen FourEn iyi animasyon: 6 Süper KahramanEn iyi kısa film: The Phone CallEn iyi kısa animasyon: FeastEn iyi kısa belgesel: Crisis Hotline: Veterans Press 1

23 Şubat 2015 Pazartesi

Kaçan kovalanır mi?

Klasik durum: siz birini seversiniz o sizi istemez. Gün gelir, devran döner, siz vazgeçtiğinizde ise,  birden o peşinizde koşmaya başlar. Bu durumu hepimiz bir yerden taniyoruzdur. Ya kendimiz yasamisizdir, ya bir arkadasimiz yasarken sahit olmusuzdur, yada olmadi bir dizi yada filmden biliyoruz dur. O kisi ulaşılabilir oldugunda, onunda bizim gibi iki gözü, iki eli, iki ayağı ve bir kalbi olan sıradan bir insan olduğunu farkederiz. Belkide artik kaçmadığı için anlamını yitirir gözümüz de. Birseyi deli gibi isteyip, elde ettikten sonra, gercekten istemedigini mi anlamaktir bu bilmiyorum, ama bu "Kacan kovalanir" mantıgiyla, elime bişey geçmedi diye zırıl zırıl ağlayanları da çok gördüm mesela.

Ilişkilerde adama yüz vermiyoruz, hani kaçan taraf olalim diye, kendimizi agirdan saticaz ya. Bu mankafalar da kovalıyor tabi, tam ilgimizi çekti diyoruz, iki dakika duruyoruz, hooop! Ozaman da adam kaçmaya basliyor. Luzumsuz, yorucu, ve gereksiz. Bazen diyorum ki, keske beyinlerimizin arasina bir kablo döseyebilsek, öyle bir teknoloji olsa. Bastan karsimizdaki nin ne oldugunu, ne istedigini, ne düsündügünü bilir, zaman kaybetmez ve gereksiz iliskiler yasamayiz. Süper olmaz miydi? Ama yok, ozaman da isin heyecani kacar tabi. Belkide bazi seyleri yasamamiz gerekir o kisiyi bulana kadar. Aslinda cekici olan belki de ulasilmamasi dir. Ve ulastiysan sana hala cekici geliyorsa da gercekten aşk tir. Önemli olan olayın sonucu, birsey olmiyacaksa olmaz. Bunun kacmak la, kosturmak la alakasi yok bence. Zaten ne o öyle yarim yamalak isler, yok kendimi cekeyim de o bana gelsin. Yok özledigimi belli etmiyim de o bana yazsin. Umusamiyormus gibi davranayim masuscukdan ama yinede biraz ilgiliymis gibi de dursun, yoksa sıkılır. Ama yinede birazcik uzak durayim cok hevesliymis gibi de durmasin...  Ooofff yazarken bile sıkıldım! Kactiginda, yok "fazla naz aski usandırır", ilgi gösterdigin de ise yok "kacan kovalanir" denir. Bir asamadan sonra gercekten sevdiginde saklamazsin, söylersin abi! Ben icimden geldiginde onu sevdigimi de, özledigimi de söylerim, istedigim zaman da yazarim. Sevgili benim sevgili degil mi? Benden bu yüzden sıkılacak adami da zaten sevgili diye takmam koluma. Ayrica icimdekileri söyleyemiceksem, ne anladim bu iliski den? Ya tam acacaksin yüregini, yada bu islere hic girmiceksin! bizde kaçan kovalanmaz, gelen ağırlanır,  giden de uğurlanır. (Bu aralar cok mu bilmeye basladim ne?)

Kitabın yaşı sonsuzdur

Nazilerin acımasız baskısından kaçarak Brezilya’ya yerleşen ünlü yazar Stefan Zweig, tam 73 yıl önce bugün, 23 Şubat 1942’de Petropolis’teki evinde ikinci eşi Lotte ile yaşamına son vermişti. 20. yüzyılın en duyarlı, en üretken yazarlarından biri olan denemeci, öykücü, biyografi yazarı Stefan Zweig’ı ölüm yıldönümünde kendi kaleminden çıkmış; düşüncenin, kitabın ölmezliği üstüne cümleleriyle anıyoruz.Tekniğin gelişmesiyle nasıl tekerlek lokomotifin altında onu raylarda ilerletiyorsa, otomobili yollarda sürüyorsa, uçağı hareket ettirerek pervanesini döndürüyorsa, yazı da rulodan kitaba, tek tek kâğıtlardan bir araya getirilmiş yüzlerce kâğıda geçerek yaptığı gelişmeyle bireyin kendi içine kapanık düşünce ve görüşlerini artık geniş bir çevreye yaymasını sağlamıştır. Kitaplar sayesinde birey düşünceleriyle tek başlarına yaşamaktan kurtulmuş, kendini yeryüzünde olup bitenin, insanlığın düşünce ve duygularının ortasında bulmuştur. Günümüzde tüm düşün hareketlerinin temeli kitaplardır. Materyalizmden daha yüce olan ve adına kültür dediğimiz yaşam şeklinin kitaplar olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Kitapların, insan ruhunu özgürleştiren, hatta bir yerde dünyayı yaratan gücünün özel yaşamımızdaki etkileri sonsuzdur; ancak biz çoğu kez bunun farkında değilizdir. Kitaplar günlük yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır, onun varlığına teşekkür borçlu olmamız gerekir.O, günlük yaşamımızın önemli bir parçasıdır. Yirminci yüzyılda kitabın mucizevi varlığı olmadan ruh dünyamızın ayakta durması mümkün değil. Kitapları okurken tanımadığımız insanların iç dünyalarını yaşamıyor, onların gözleriyle bakmıyor ve onların beyinleri ile düşünmüyor muyuz? Kitaplar aracılığı ile öğrendiklerim, yaşamımı bilgisizliğin sıkıcı darlığından kurtarıp özgürleştirmiş, ben küçük adama, değerler, coşku ve deneyimler kazandırmıştı. Çocuk ruhum macera kitaplarıyla etkilenmişti, bana yabancı ve vahşi gelen bir dünya, burjuva evimizin duvarlarını kırıp içeri girmişti, ben de onların dışına çıkmıştım. Yaşamı boyunca tek bir kitap bile okumuş olsa, yazılmış, basılmış olanların, sözlerin, düşünceler aracılığı ile sonsuzluğa ulaştırılmasının değerini kavramış olan her insan, günümüzde çok kişinin, hatta en akıllı geçinenlerin bile korkusu karşısında biraz da acıyarak gülümser.KİTAPLARIN MİSYONUArtık kitapların sonu geldi, şimdi tekniğin sözü geçerli, diye yakınanlar var. Onlara göre gramofon, sinema makinesi ve radyo sözlerle düşünceleri çok rahat, daha akıllıca nakleden buluşlar. Yok etmeye başladıkları kitapların kültür tarihi misyonları çok yakında geçmiş olacak... Çok dar görüşler, kısa ömürlü düşünceler bunlar! Kitapların bin yıllık etkisini yok edecek üstün nitelikli bir şeyi teknik bugüne dek bulamamıştır. Basılı kâğıtların oluşturduğu küçük deste kalıcılığını her zaman kanıtlamıştır. Şimdiye kadar hiçbir ışık kaynağı incecik bir kitapçığın aydınlatmasına ulaşamamış, hiçbir suni enerji insan ruhunu dolduran basılı kelimelerin gücüne erişmemiştir. Kitabın yaşı sonsuzdur, o yok edilemez, değiştirilemez. İnsan kendini kitaplara ne kadar çok verirse, onlara ne kadar içten bağlanırsa, yaşamı da o kadar yakından tanır. Çünkü dünyasını sadece kendi gözleriyle görmez, kitaplardaki sayısız başka gözlerin de yardımıyla onu çok yakından tanır ve sever.Son yıllarda gittiğim her yerde yazarların, düşünürlerin, şairlerin ve filozofların vatanı Almanya’nın, topluma zorla kabul ettirilen “nasyonal sosyalist felsefe” sonucu insancıl yaşama inanan birçok ülkeden nasıl uzaklaşmaya başladığını üzülerek hissettim. Benim gibi, yaşamak zorunda kaldıkları olaylar nedeniyle istemeye istemeye vatanlarından uzaklaşanların şimdi en önemli görevi, her şeyden nefret etmek yerine, sanki hiçbir şey olmamış gibi özenle ve sevgiyle, ısrarla kitap yazmaya devam etmektir. Bizler için üzerinde hâlâ durduğumuz toprak, düşüncelerimizle ve duygularımızla bağlı olduğumuz, hiç kimsenin çekip elimizden alamayacağı Alman dilidir! Ve şimdi her zamankinden daha güçlü olmalı, daha yoğun çaba göstermeliyiz. İnsanlık tarihinde dönüp geriye baktığımızda yazarların toplumlarını gururlandıran, onurlandıran ünlü eserlerini sürgünde yazmış olduklarını görürüz.Yurtlarından uzaklaşmak zorunda kalan yazarlar için yaşam koşullarının güçleştiğini kabul etmek zorundayız. Başka bir dilin konuşulduğu yabancı bir topluma alışmak, yıllar boyu onu içine almış olan okur çevresinden uzaklaşmak ve bambaşka bir ortamda yepyeni sorunlarla bocalaşmak eskisi gibi verimli olmak isteyen yazarın karşısına çıkan en büyük engellerdir. Ancak o, işte şimdi başarılı olmak zorundayım, diyebildiği ve de buna inandığı sürece tüm engelleri aşabilir. O, yazarlık yaşamı boyunca inandığı yasaların peşinden gitmek zorundadır.KİTAPLAR YAKILIP YOK EDİLEMEZBen hep şuna inandım: Tüm düşünsel değerler arada sırada baskı altına alınır. Ancak onları değil parçalamak, değiştirmek bile mümkün değildir. Düşün, yaratıcılık ve kitap asbest gibidir; onlar yakılıp yok edilemezler. Belki düşünsel değerlerin geçici bir süre için çevrelerine yayılmaları ve etkili olmaları engellenebilir. Ancak onlar belli bir süre için etkilerini yitirseler de, günü geldiğinde tekrar canlandıklarında vurucu güçleri eskisinden de daha sonsuz olur. Kitapların yasaklanması, düşüncelerin takip edilmesi bize nasıl da gerekli olduklarını kanıtlar, içsel gücümüzü daha da güçlendirir. Bir kelimede veya bir eserde yerini almış her türlü düşünce sonsuza dek yitirilmez, korunur...*Derleyen ve çeviren: AHMET ARPAD (Metin Türkçede ilk kez yayımlanıyor)

20 Şubat 2015 Cuma

Hele bir sor, niye öldürdüm!

Altı dalda Oscar adayı ‘Keskin Nişancı’, Irak işgalinde 160 kişiyi öldüren keskin nişancı ABD askeri Chris Kyler'ı anlatıyor. Clint Eastwood'un yönettiği film, dürüstlük testinden geçemediği gibi evrensel insanlık değerlerine göstermesi gereken asgari saygıyı da umursamıyor.Filmler de insanlar gibidir. Bazısı derinde bazısı yüzeyde riya tortusu taşır. Yine de insanlık tarihine kıyasla sinema daha az ikiyüzlüdür. Kimi filmlerin utancı ise sinema tarihi boyunca çekilmiş bütün filmlere yeter. Onları izlerken yerinizden kalkıp perdeye doğru okkalı bir küfür savurmak, hiç olmazsa ‘hadi oradan' diye bağırmak istersiniz, "Hadi oradan! Sen bunları çocuklarına ninni diye anlat"... Keskin Nişancı (American Sniper) kadar ikiyüzlü ve mide bulandırıcı bir film izlediğimi hatırlamıyorum. Kimileri ‘temiz film’ deyince müstehcen sahnelerin olmadığı, aile değerlerine saygıda kusur etmeyen filmleri anlayabilir. Nitekim, bu özellikler Keskin Nişancı’da var. Ne var ki, dürüstlük testinden geçmeden temiz film olunamıyor. Bir film kendi hikâyesine karşı dürüst davranmayıp, evrensel insanlık değerlerine göstermesi gereken asgari saygıyı bile umursamıyorsa ‘kirli’ film sıfatını sonuna kadar hak etmiştir. ‘RAMADİ ŞEYTANI’YLA RANDEVU Keskin Nişancı, Amerikan ordusunun ünlü keskin nişancısı Chris Kyler’ın hayatını anlatıyor. Film, 11 Eylül sonrası ABD tarafından ‘kimyasal silah’ bahanesiyle işgal edilen Irak’ta resmi kayıtlara göre 160 kişiyi öldüren Kyler’ı anlamamızı istiyor. Hatta Felluce, Bağdat ve Ebu Gıreyb’de olanlardan habersiz seyirciden bu ‘efsane’ sniper’ın vicdan sahibi bir aile babası olduğunu kabul etmesini bekliyor. Hikâye şöyle: George W. Bush’un memleketi Teksas’ta günlerini kovboyculuk ve rodeoculuk hayalleriyle geçiren 30 yaşındaki Chris, televizyonda gördüğü bir saldırı haberinden sonra ülkesini korumak için asker olmaya karar verir. Seyircinin imtihanı da burada başlıyor. Bu ‘uyduruk’ motivasyona inanıyorsanız, devamında filmin önünüze koyacağı ikiyüzlü vicdan sızlanmalarına hazırlıklısınız demektir. Zorlu askeri eğitimler devam ederken 11 Eylül saldırıları olur. Vatanını korumak için iyice bilenen Chris, küçüklüğünde babasının tohumlarını ektiği atıcılık üzerine yoğunlaşır ve keskin nişancı olur. Chris Kyler, keskin nişancı olarak Irak’a dört ‘tur’ yapar. Evet, film bu sniper’ın adam öldürmek için Irak’a gidişlerini tur olarak tanımlıyor; safari turu gibi... Felluce ve Ramadi çevresinde görev yapan Chris Kyler’a Iraklılar ‘Ramadi Şeytanı’ adını takmış ve başına binlerce dolar ödül koymuştu. Hatta iki yıl önce bu zamanlar, ‘güvenli’ ülkesinde bir dost kurşunuyla öldüğünde Türk basını bile ‘Ramadi Şeytanı’nın şaşırtan ölümü’ şeklinde haberler yapmıştı. KOVBOYLUKTAN JANDARMALIĞA Filme göre Chris Kyler, evinde ailesiyle rahat bir hayat sürebileceği halde, Amerikan askerlerini korumak için tekrar ber tekrar Irak çöllerine gidiyor! Filmin söylemediği şey ise onun ‘öldürme hastalığı’. Irak’a gitmediğinde psikolojik sorunları daha da artan bir ‘tiryaki’ o. Chris Kyler’ın, bazı bölümleri yalanlanan otobiyografik kitabından uyarlanan filmin bunlarla ilgilendiği yok elbette. Film, Amerikan halkına ‘müsterih olun’ diyor, öldürdüysek bir sebebi var! Irak’ta o kadar insanı öldürdük ama onların hepsi ya teröristti ya da teröristlere yardım eden ‘sivil görünümlü’ kişilerdi. Halbuki film farkında olmadan bize gösteriyor: Chris Kyler’ın hikâyesi küçük çaplı bir ABD tarihi. Kovboyluktan dünyanın jandarmalığına uzanan bir tarihçe. Irak’tan döndükten sonra askeri eğitim veren bir şirket kuran Chris Kyler, yeniden silaha alışması için eğitim verdiği eski bir Amerikan askeri tarafından poligonda öldürülmüştü. ABD’nin sonunu bilemeyiz ama Kyler’ın ölümü ile 11 Eylül arasındaki benzerlik şaşırtıcı değil. Hep bir ‘sinema dervişi’ olarak gördüğüm Clint Eastwood, Amerikan siyasetinin Cumhuriyetçi (Batı ölçülerinde sağcı-muhafazakar) kanadından. Ömrünün sonbaharında Kirli Harry’den daha kirli bir filmle karşımıza çıkmasına üzülüyor insan. Irak Savaşı üzerine çekilen onca filmi ve Hollywood’un biyografideki göz alıcı geleneğini düşününce vasat da bir film üstelik...

19 Şubat 2015 Perşembe

Hadi, ‘Paşa Paşa Tiyatro’ya!

İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun yeni oyunu “Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa”, Anadolu’ya ilk tiyatroyu götüren zamanın Bursa Valisi Ahmet Vefik Paşa’nın bürokrasiyle mücadelesini anlatıyor. Müzikli komedi tarzındaki oyun, sezonun en çok seyirci toplayan yapımlarından biri.İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun bu sezon sahneye taşıdığı “Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa” oyununun galası geçtiğimiz hafta yapıldı fakat oyun, beş aydır 56 kez izleyici karşısına çıktı. Önce ekim ayında İstanbul’da Küçükçekmece Cennet Kültür Merkezi’nde, sonra Beykoz Ahmet Mithat Efendi Sahnesi’nde izleyiciyle buluştu, ardından da hemen Anadolu turnesine çıktı. Elazığ, Malatya, Bursa, Gaziantep, Sakarya ve Kahramanmaraş’ı dolaştı. Gittiği her şehirde izleyicinin teveccühü ile karşılaştı, salonda boş yer çok az kaldı. Oyun yine turnede. Bu hafta sonu 20 Şubat’ta bir, 21 Şubat Cumartesi günü ise iki temsil olmak üzere Zonguldak AKM’de sahnelenecek.TİYATRO DELİSİ PAŞA’YA TEŞEKKÜRBu turneler, oyunun 33 yaşındaki genç yazarı Gökhan Eraslan için iki nedenden dolayı çok anlamlı. İlki, inşaat mühendisliği okumak için İstanbul’dan Zonguldak’a giden Eraslan, ilk oyununu Zonguldak’ta izlemiş ve tiyatroyu burada sevmiş. İnşaat işlerini bırakıp İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Tiyatro okumaya karar vermiş. İkinci nedeni ise oyunun konusuyla ilgili. Anadolu’ya ilk tiyatroyu kuran Ahmet Vefik Paşa’nın bir bürokrat olarak bürokrasiyle mücadelesini anlatan oyunun, büyük şehirlerden ziyade Anadolu’da sahnelenmesi yazar için çok kıymetli.Oyun, Ahmet Vefik Paşa’nın Fasulyeciyan Tiyatrosu’nu sahiplenmesiyle başlıyor. Ahmet Vefik Paşa, Bursa’ya vali olarak atandığında Fasülyeciyan Kumpanyası’nın şehirde turnede olduğunu öğrenir. Önce onları gizli gizli izlemeye gider. Sonra Fasülyeciyan’lardan şehirde sürekli kalmalarını ister ve Bursa’da bir sahne kurulmasına öncülük eder. Fakat bu o kadar kolay olmaz. Gökhan Eraslan, “Ahmet Vefik Paşa, bir tiyatro delisidir. Eğer bizler, bugün tiyatro yapabiliyor ve sizler de bu sahnelerde onları izleyebiliyorsanız, bunda en büyük pay sahiplerinden biri de Ahmet Vefik Paşa’dır. Bir yazar olarak, bu oyun Ahmet Vefik Paşa’ya naçizane teşekkürümdür.” diyor. Eraslan Paşa’ya teşekkür etmekte haklı çünkü Paşa, kendisine çok şans getirmiş. Hayatının her döneminde Ahmet Vefik Paşa ile yolu kesişmiş Eraslan’ın. Çocukluğu Fındıkzade’de Ahmet Vefik Paşa Caddesi’nde geçmiş, üniversitede bitirme tezini Ahmet Vefik Paşa ve Bursa Osmanlı Tiyatrosu üzerine yapmış, yazdığı bu oyunla 2012’de Bursa’nın Osmangazi Belediyesi ve Bursa Devlet Tiyatrosu’nun ortaklaşa düzenlediği Feraizcizade Mehmet Şakir Oyun Yazma Yarışması’nda ikincilik ödülü kazanmış. Gökhan Eraslan’ın yazdığı Mutlu Güney’in yönettiği müzikli komedi “Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa” yaklaşık 40 kişiden oluşan kalabalık bir kadro ile sahneleniyor. Oyun, Zonguldak’tan sonra İstanbul’da Cennet Kültür Merkezi’nde izlenebilir. Moliere’yi Türkçe konuşturan Paşa Osmanlı devlet adamı, diplomatı, çevirmen ve oyun yazarı Ahmet Vefik Paşa, 1879-1882 yılları arasında Bursa Valiliği yapar. Bursa’ya geldiğinde 50’li yaşlarındadır (d.1823-ö. 1891) Görevi süresince Bursa’nın yol ve caddelerini Paris Belediye Başkanı George Euègene Haaussmann’dan esinlenerek düzenler. Hükümet konağı, memleket hastanesi, belediye ve tiyatro binası yaptırır. Ahmet Vefik Paşa’nın kurduğu bu tiyatro, İstanbul dışında Anadolu’da kurulan ilk tiyatrodur. Devlet adamlığı dışında Moliere çevirmeni olarak tanınan Ahmet Vefik Paşa, yazarın 16 oyununu Osmanlı Türkçesine çevirip bastırır. 3851 adet kitabın yer aldığı, her dilden eserin bulunduğu kütüphanesi o dönemde İstanbul’un en zengin kütüphanesi olarak nam salar. 1882’de valilikten alınan Paşa, bir süre daha devlet kademelerinde çalıştıktan sonra emekliye ayrılır ve vefat edene kadar Rumelihisarı’ndaki evinde edebî çalışmalarına devam eder. Mezarı Rumelihisarı Kayalar Mezarlığı’nda bulunuyor.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Hermitage Müzesi çalışanı yazma eserleri antikacıya satmış

Rusya’nın ünlü Hermitage Müze-si’nde şok bir hırsızlık olayı ortaya çıktı.Müze çalışanlarından biri, tarihi elyazmaları ve gravürlerin sayfalarını keserek antikacı ve kitapevlerine sattığı gerekçesiyle tutuklandı. Adı henüz açıklanmayan çalışanın, işbirliği içinde olduğu diğer şüpheliler de soruşturma kapsamında tutuklandı. St. Petersburg şehrinde bulunan ve dünyanın en eski müzelerinden biri olan Hermitage’da yaşanan bu skandalın ardından Rus istihbaratı FSB soruşturmaya doğrudan müdahale etti. Olayın uluslararası bir tarihî eser kaçakçılığı olmasından şüpheleniliyor.Müzenin internet sitesinden yapılan açıklamaya göre, skandal hırsızlık geçen ay yapılan rutin kontroller sırasında ortaya çıkarılmış. Müze yetkilileri, operasyon sayesinde vandalizmin ve hırsızlığın önüne geçildiğini belirtiyor. FSB yetkililerinin Tass Haber Ajansı’na yaptığı açıklamaya göre, çalınanlar arasında yer alan 17. ve 19. yüzyıldan çok sayıda değerli gravür, taşbaskı resim, fotoğraf ve tarihî eser, müze çalışanının evinde ve St. Petersburg’daki bazı antikacılarda bulundu.Dünyanın en büyük ve eski müzelerinden olan Hermitage, 1764’te Çariçe II. Katerina tarafından kurulmuş, ancak 1852 yılında kamunun hizmetine açılmıştı. Yaklaşık 3 milyon sanat eserinden oluşan müzenin koleksiyonunun çok az bir kısmı sergilenebiliyor. Dünyanın en büyük resim koleksiyonuna sahip müzede 2006 yılında yapılan bir rutin kontrolde de sanat ve mücevher koleksiyonunda yer alan 200’den fazla eserin eksik olduğu tespit edilmişti. Eski bir küratör ile bağlantılı olduğu anlaşılan hırsızlık olayında çalınan eserlerin sadece 30 parçası müzeye kazandırılmıştı. KÜLTÜR-SANAT

17 Şubat 2015 Salı

12 Eylül’ü ailemize yapılmış zannediyordum

Ece Temelkuran iki yıl aradan sonra okurlarının karşısına bir 80 dönemi romanıyla çıktı. Can Yayınları’ndan çıkan ‘Devir’, darbe günleri ve sonrasına henüz 8 yaşındaki iki çocuğun, Ayşe ile Ali’nin gözüyle bakıyor. Temelkuran ile bu iki ‘makul’ roman kahramanını ve yazarın 12 Eylül’ünü konuştuk…Anne-babanızdan devraldıklarınızı, bu kitabı yeğenlerinize adayarak bir nevi onlara devrettiniz. Kitaba ismini de veren bu ‘devir’ duygusu bir sorumluluktan mı kaynaklanıyor?Bu seçilmiş bir sorumluluk mu yoksa doğar doğmaz içine doğduğum ve yüklendiğim bir sorumluluk mu bilmiyorum ama evet bir sorumluluk duygusu var. Biz zaten bu sorumluluk duygusuyla büyütüldük. Eğer sol görüşlü bir aileden geliyorsanız hayatı öğrendiğiniz yer yemek yenen masalar oluyor. Ve o masalarda aslında bir tedrisattan geçiyorsunuz. Hem bir tür duyarlılık tedrisatı, hem tarih bilgisi, hem insanlık bilgisi, hayat bilgisi, ne derseniz ona, o masalarda hayatı öğreniyorsunuz. Ama sadece bu konuyla ilgili değil, Ermenilerle ilgili de çalışırken hep şunu düşünmüşümdür, devretmek doğru bir şey midir? Ya da nasıl devrediyoruz? Acıları devretmeyi insanlar neden isterler? Bu sorumluluk duygusunu biraz da öğretiyorlar insana. Çünkü eğer o hikâyenin anlattıkları o tarihin, o hikâyenin bir parçası olmazsan, sahipsiz, kimsesiz, yersiz yurtsuz, kalacağını biliyorsun.Peki, bu ağır sorumluluk neden çocuk dilinden aktarıldı?Çünkü dönem çok karmaşık, çok çılgın ve çok kutuplaşmış. Herhalde bu sıfatlar bugünü de anlatıyordur. Tıpkı bugün gibi, herhangi bir sözün hangi tarafça söylendiğine bakarak insanlar yargılıyorlar, anlamlandırıyorlar, sınıflandırıyorlar... O dönem de öyle. Kutuplaşma artık insanların birbirini sokaklarda gırtlaklamasına kadar varmış durumda. Bu kadar kutuplaşılan bir ülkede çocuk diline dönmek bana makul olanı anlatmanın tek yolu gibi geliyor. Ben mesela Gezi’nin de makul olana geri dönüş çağrısı olduğunu düşünüyorum. O kadar karmaşıklaştı ki her şey ve sözcükler o kadar sahiplerinin dışındaki insanlar tarafından çalındı, gasp edildi ki o sözcüklerin ve anlamların geri dönmesi için bir makule çağrıydı. Bu iki çocuğun anlatmasının nedeni o. O dönemdeki makul iki çift göz Ali ile Ayşe. O kadar karmaşayı yalınlaştırabilecek ve insanlığın temel değerlerinde deneyebilecek iki çift göz. O yüzden çocuk dili.Bu dili kullanmak riskli gelmedi mi size? Edebiyattaki örnekleri de çok yaygın değil, üstelik kurması, sürdürmesi de güç...Kurması çok zordu. Gerçekten. Çünkü çocuksu bir dili aramıyoruz, çocuk dilini arıyoruz. Çocuksu dil yaratmak çok kolay ama benim yapmaya çalıştığım şey çocuk şiirine, çocuğun şiirli kafasına geri dönmekti. Onun için de gerçekten hatırlamak gerekti. Herhangi bir nesneye baktığımda ne hissediyordum, ne görüyordum?.. En zoru da çocukluktaki boş zamanı hatırlamaktı. Kendi çocukluğumdaki boş zamana geri döndüm; hiçbir şey yapmadığım, hiçbir şey yaptırılmadığım, atıyorum, perdenin renklerine baktığım o zamana geri döndüm. Olayları hatırlayabilirsiniz ama aklınızdan geçenleri... Ancak böyle çocuk diline, şiirine dönebileceğimi düşündüm ve kendi arkeolojimi yaptım. Ve çocuklara bir şey yaptırmak istedim. Çünkü bizim çocukluğumuzda okuduğumuz çocuk kitaplarında çocuklar bir şey yapardı. Bayağı mücadele verirlerdi. Şimdiki çocuk kitaplarında çok az öyle şeyler görüyorum. Ben o ilk kitapların çocukların kaderlerini değiştirdiğini düşünürüm. Şimdi de benim çocuk karakterlerimin bizim okuduğumuz kitaplardaki çocuk karakterlere benzemesini istedim. Güçsüzlüğüne ve küçüklüğüne rağmen bir şeyler yapabilen çocuklar.80 darbesi olduğu sırada siz de Ali ve Ayşe’nin yaşlarındaydınız. Olan biteni onlar gibi mi algılıyordunuz?İkisi gibi de değil aslında. Benimki Ayşe kadar neşeli, Ali kadar da canlı bir 12 Eylül öncesi değildi. Çünkü Ali mücadelenin içinde büyüyor, onun için umutsuzluk yok mesela. Ya da acı, korku, tehlike var ama büyük bunalım diye bir şey yok. Ayşe’de ise hiçbir şey görmediği için tereddüt, korku var. Gerçek bir orta sınıf ile yoksul sınıf arasındaki fark, iki çocuğun arasındaki ilişkide görülüyor. Ben 12 Eylül’ü, bize yapılmış bir şey zannediyordum. Bizim ailemize. Olayı kişisel algıladım. Gerçekten, şimdi bakıyorum ki çok uzun yıllar öyle algılamışım. Bizim ailemiz çok mutsuzdu. Hâlbuki değil, bütün memleket mutsuzdu. Yıllar sonra bile öyle hissettiğimi fark ettim. Hâlbuki toplumsal bir bunaltı var, o dönemde bilemezdim. Şimdi bilincine vardım.Unutmamakla hatırlamanın farkına da dikkat çekiyorsunuz. Sizin o yıllardan unutmadıklarınız neler? Unutmadıklarımı zaten hayatım boyunca taşıdım, öyle gazetecilik yaptım, öyle yazı yazdım, öyle ilişki kurdum, yaşadım; dünyaya öyle baktım. Unutma denmedi ama unutmamam gereken şeyler hep önümdeydi. Deniz Gezmiş’lerin nasıl öldürüldüğü, evde en çok konuşulan Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, -kardeşimin ismi oradan geliyor. Hepimiz, üç aşağı beş yukarı gitmişlerin isimlerini sırtımıza alıp doğduk zaten. Bu ülkenin böyle bir tarihi var. Unutmadıklarımız böyle şeyler ama bir de hatırlamadığımız şeyler var. Bir orta sınıf çocuğu olarak o korkuyu, mücadeleyle kendini koruma arasındaki sürekli tereddüdü… Bunları hatırlamadığımı sonra fark ettim. Birçok şeyi sonradan bakınca hatırlıyorum ve aslında dönemin, benim, bir neslin ruhunu kuran da ‘unutma, unutma’ diye tekrar edilenler değil, hep üstünden geçilen o küçük hayat aralıkları, ayrıntılar, daha tereddütlü ruh halleri.Karşı görüşten neredeyse kimse yok romanda. Kitabı yazarken hiç o dönemi yaşamış, olaylara karışmış ülkücülerle, sağcılarla görüşme imkânı buldunuz mu? Onlar ne diyor?20 yıl gazetecilik yaptım, o yüzden her türden insanla çok derinlemesine konuşmuşluğum var. Ama bu kitap için, hayır. Dürüst olmak lazım, ben başka bir şey anlatmak için bu kitabı yazdım; bu ülkenin muhalefetinden ne devrediyor, insan doğasında her türlü unutturmaya karşı direnen bir öz var mıdır, dirence dair bir öz var mıdır? Ve daha birçok soruyla ilgili bir şey. Bunun içinde ne sağcılara ne de faşistlere, ülkücülere filan yer yoktu. Onlar kendi hikâyelerini yazmalılar bence. Ben onu yazmak istemedim, öyle bir ihtirasa kapılmak da istemedim doğrusu.BU DELİLİĞİN DE BİR AKLI VARKitapta Birgül’ün bir cümlesi var, çok dikkatimi çekti. Diyor ki: “Mahalleden eyleme, eylemden mahalleye derken... Buradaki insanlar ne yapıyor haberimiz yok. Normal insanlar. Gerçi normal insanların da bizden haberi yok ya! Acaba öfkelendiğimiz için mi görmek istemiyoruz onları Ali, ne diyorsun bu işe? Onlar bizi yok sayıyor diye mi biz de onları yok sayıyoruz?”Ben yeni muhabirliğe başladığımda Türkiye’de en büyük ölüm oruçları oldu. Açlık grevleri vs. bu politik tutukluların anneleri de Kızılay’da bir binada ölüm orucuna yattılar. O daireyi unutamam, içeride delirme halini... Tansu Çiller’le Mehmet Ağar onlara randevu bile vermiyor. 16 yaşında bir kız öldü içerde. Hepsini izliyorum orada. Korkunç bir şey. Ve her gün oradan çıkıyordum, sokakta başka bir hayat var. İndirim var, şu var, bu var. Diyorum ki, bu kadar nasıl farkında olmazlar? İçeridekiler, başka bir hayat yok gibi yaşıyorlar. Dışarıdakilerin olanlardan haberleri bile yok. Bu ikisi arasında gidip gelmek beni hasta ediyordu. Sadece orada yaşasam o kadar hasta olmam. Ama duymama, görmeme, hiç ilgilenmeme halini görünce delirecek gibi oluyordum.Şimdi de benzer bir görmezden gelme durumu var toplumun her kesimi için. Neden yapıyoruz bunu? Geçmişte bunun adı sağ–sol çatışmasıydı. Peki, şimdi ne bunun adı?İşler çok karıştı. Bir yandan çok yalınlaştı, bir yandan çok karıştı. Bir yandan çok yalın; iktidar var, iktidarın karşısında olanlar var. Öte yandan Kürt meselesi var, Alevi meselesi var, işte Gülen Hareketi ile ilgili bir mesele var. Bu çatışmaların ne kadar ilkesel düzeyde, ne kadar günün siyasi konjonktürüyle ilgili olduğuna dair bir kafa karışıklığı var. Durum çok karışık şimdi. Ad koymak gerekmiyor ama anlamaya çalışmak gerekiyor. Ben bu ülkeyi artık delilik yönetiyor diyorum ama bu deliliğin de bir aklı var. Hiç öyle gelişine vurmuyor topu. Bir hedefi var, bize delice gelebilir ama bir hayali de var. Ve o hayalde benim gibi insanlar yok, korkarım senin gibi insanlar da yok.Şiddet sokağa inmedi belki ama kutuplaşma tıpkı o zamanlardaki boyutuna ulaşmak üzere. Toplum dinamiklerini takip eden biri olarak bu gerilim sizce ne zaman sona erer? Ya da bunun için ihtiyacımız olan nedir?Ben bu kitabı bunun için yazdım. Yani amok koşucusu gibi, nereye gittiği belli olmayan, çılgınca bir koşu var. Herkes de görüyor, korkunç bir yere doğru gidiliyor. Ama kimse hiçbir şey yapamıyor. Böyle bir gaflet hali sanki. Bu yaşandı Türkiye’de, demek için yazdım. Şimdi mesela 80 gazetelerini okurken, “Nasıl bir şey yapmazlar, nasıl bir şey olamaz bir türlü! Nasıl cumhurbaşkanı bir türlü seçilemez? Darbe geliyorum diyor, karanlık bir şey geliyor insanların üstüne tıpkı bugünkü gibi, nasıl hiçbir şey olmaz!” diye düşünüyorum. Olmayabiliyor ve inisiyatif alınmazsa evet, işler daha kötüye gidebiliyor. İnsanların bazıları, daha kötüsü olamaz, diyor ama öyle değil, daha kötüsü oluyor ve eğer insanlar bir inisiyatif ortaya koymazlarsa daha kötüsü de olacak.

16 Şubat 2015 Pazartesi

Altın Ayı ‘Taksi’yle İran’a gitti

65. Berlin Film Festivali, önceki akşam yapılan kapanış ve ödül töreniyle sona erdi.5 Şubat’ta başlayan festivalde en iyi filme verilen Altın Ayı Ödülü’nü Cafer Panahi’nin yönettiği Taksi alırken, Pablo Larrain imzalı Kulüp, ikinci filme verilen Büyük Jüri Ödülü’nü kazandı. İngiliz yönetmen Andew Haigh’in yeni filmi 45 Yıl’ın başrol oyuncuları Charlotte Rampling ile Tom Courtenay’ın kadın ve erkek oyuncu ödüllerini alması da şaşırtıcı değildi. En iyi yönetmen ödülü ise bu tür A sınıfı festivallerde pek görülmeyen bir kararla iki isim arasında paylaştırıldı. Aferim! filmiyle Romen yönetmen Radu Jude ve Body filminin kadın yönetmeni Polonyalı Malgorzata Szumowska, En İyi Yönetmen ödülünü paylaştı.Genel olarak sinema ölçülerine göre şekillenen bu yılın ödül listesinde sadece Altın Ayı kararının ‘politik’ olduğu söylenebilir. Festival başkanı Dieter Kosslick de törende yaptığı konuşmada, festivalin ‘politik duruş’unu vurguladı. Darren Aronofsky başkanlığındaki jüri, iyi bir film olan ve yasaklı yönetmen Cafer Panahi’yi desteklemek amacıyla ödül listesine girmesi beklenen Taksi’yi en iyi film seçti. Bu kararın, ülkesinde film çekmesi yasaklanan bir yönetmene Altın Ayı takdim ederek, sinemanın gücünün bütün baskıların ve yasakların üzerinde olduğu mesajını vermek için alındığı açık. Panahi, daha önce Berlin’de Perde (2013) ile En İyi Senaryo, Offside (2006) ile de Büyük Jüri Ödülü almıştı. Büyük filmde, Cafer Panahi taksi şoförlüğü yapıyor ve arabaya yerleştirdiği kamera sayesinde müşterileri ile diyaloğa giriyor. Böylece, İran’ın sosyo-kültürel durumu perdeye yansımış oluyor. Yurtdışına çıkış yasağı bulunan Cafer Panahi’nin ailesi törene katıldı. Altın Ayı ödülünü ise Panahi’nin yeğeni Hana Saidi aldı. Sahneye gelen küçük Hana, “Bir şey söyleyemeyeceğim.” diyerek gözyaşlarını tutamadı.65. Berlin Film Festivali’nin ‘en iyi’leriFilm (Altın Ayı):Taksi (Cafer Panahi)Büyük Jüri Ödülü:Kulüp (Pablo Larrain)Yönetmen:Radu Jude (Aferim!), Malgorzata Szumowska (Body)Kadın oyuncu:Charlotte Rampling (45 Yıl)Erkek oyuncu:Tom Courtenay (45 Yıl)Senaryo:Patricio Guzman (İnci Tanesi / El Boton de Nacar)Alfred Bauer Özel Ödülü:Jayro Bustamante (Ixcanul)İlk film:600 Millas (Gabriel Ripstein)Kısa film (Altın Ayı): Hosanna (Na Young-kil)

14 Şubat 2015 Cumartesi

En sade haliyle İstanbul

On yıldır İstanbul’da yaşayan ve günümüz İstanbul’unu en doğal haliyle resimleyen İran Azerilerinden Javad Soleimanpour’un pastel resim sergisi bugün Kadıköy’deki Seven Sanat Galerisi’nde açılıyor. Soleimanpour’u üç şekilde tanımlayabiliriz: Işık ressamı, portre ressamı, ‘saray’ ressamı. Peki hangisi geçer akçe?Eminönü’nün kaosu, Haliç’ten kar manzaraları, Ayasofya Müzesi’nin yoğun ziyaretçileri, Kadıköy vapurunun düdüğünü duyduğunuz peyzajlar, Sultanahmet’ten günbatımı, yalnız dağlar, ağaçlar ve sessiz bir İstanbul sabahı… Javad Soleimanpour, günümüz İstanbul’unu en doğal ve en güzel anlatan ressamlardan biri. Fakat kendisi ülkemizde 2013’te o zaman cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün yağlıboya tablosunu yapınca tanındı. Şimdi ise köşk ressamlığından ‘saray’ ressamlığına geçmiş durumda. Kadıköy Moda Caddesi’ndeki Seven Sanat Galerisi’nde bugün açılan ve 7 Mart’a kadar devam edecek olan pastel resim sergisinden sonra aynı cadde üzerindeki atölyesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın resmini yapmaya başlayacak. Kendisiyle geçtiğimiz haftalarda ‘dillere destan saray’ında görüşmüşler. ‘Ben özgür bir sanatçıyım’Javad Soleimanpour’u (Türkçede adı Cevat Süleymanoğlu fakat kendisi böyle anılmak istiyor) üç şekilde tanımlayabiliriz: Işık ressamı, portre ressamı, saray ressamı. O bir ışık ressamı çünkü, Ayasofya Müzesi’nin yüksek pencerelerinden içeri sızan güneş ışıklarını, balık ekmek teknelerinin Eminönü’ne kattığı ışık oyunları, kapkaranlık ve uzun Galata Köprüsü’nü aydınlatan küçük lambalar etkisi sizi öyle yakalıyor ki, uzunca bir süre bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Sanatçı zaten, resimde ışık ve gölgenin sanatı için çok önemli olduğunu söylüyor. 2009 yılında American Pastel Journal dergisi tarafından düzenlenen uluslararası yarışmanın peyzaj kategorisinde 11 bin eser arasından birinciliği kazanması iki unsuru resminde ne kadar iyi kullandığını gösteriyor. O resim de elbette İstanbul’dan bir manzara... Haydarpaşa Garı’nın karşısındaki fenerin yer aldığı resmin arka fonunda Sultanahmet’i ve batan güneş ışıklarının denizle dansını izliyoruz.Soleimanpour bize göre aslında bir portre ressamı. Çocukluğunda yaşadığı şu hikâye bunu doğrulamıyor mu? İlkokula başladığında öğretmenleri dört adet vesikalık fotoğraf ister, onda üç tane vardır. Akşam evde oturur, vesikalık fotoğraf boyutunda bir kâğıt keser, biraz kalınca olan kâğıda otoportresini çizer. Farkında olmadan belki de ilk otoportresini yapar. Ertesi gün okula dört adet fotoğrafını teslim eder. Kimse vesikalıklarından birinin resim olduğunu fark etmez. Aradan iki-üç ay geçer. Küçük Javad’ı hocaları, öğretmenler odasına çağırır. O anı şöyle ifade ediyor ressam: “Odaya girdim, baktım ki, fotoğraflar masanın üzerinde duruyor. Ayaklarım titredi, korktum, bana kızacaklar sandım. Sonra öğretmenlerden biri gülümseyince rahatladım. Evde çizdiğim o küçük resmin üzerine damga vurunca mürekkep dağılmış, öyle anlamışlar farklı olduğunu.” Son sergisinde yer alan masum çocuklar ve şempanzelerle ilgili yaptığı araştırmalarla filmlere ve kitaplara konu olan İngiliz antropolog Jean Godall’ın portresi gibi gerçek hikâyelerin gizlendiği hayatlar da onun portre çalışmalarını güçlendiriyor.Javad Soleimanpour’un ‘saray ressam’lığına geçişi bu güçlü portrelerinden kaynaklanıyor. Önce Rahmi Koç’un portresini çalışmış, bire bir kendisiyle. Koç’un Nakkaştepe’deki ofisinde 45 dakika karşısında oturup çizmiş, sonra Sabri Ülker, Murat Ülker ve Aziz Yıldırım portreleri takip etmiş, nihayetinde de siyasilere kadar uzanmış iş. Peki hangisi geçer akçe? Osmanlı’da saray ressamlığı önemli bir kurumdu. Ressamlar dolayısıyla sanatçılar değer görüyordu. Soleimanpour’a, halkın yüzde 50’sinin sevmediği, yüzde 50’sinin ise sevdiği ama sanatçıların yüzde 80’i ile hiç geçinemeyen, hatta kendisini övmeyen, eleştiren sanatçılara tahammül edemeyen bir lideri çizmenin sanatını nasıl etkilediğini sorunca, verdiği cevap neyin makbul olduğunu anlatıyor: “Ben özgür bir insanım, bir yere bağlı olmak istemiyorum. Allah bana bir yetenek vermiş, nasıl ki yazarlar yazıyla tarih yazıyor, ben de resmimle tarihi çiziyorum. Siyaset hiç benim işim değil. Sevmiyorum, beni ilgilendirmiyor. Bunlar geçici.”

13 Şubat 2015 Cuma

İstanbul’da Kafka ile iki gün

İstanbul 8-9 Mart’ta Franz Kafka ile ilgili önemli bir konferansa evsahipliği yapacak. Konferansın konuşmacılarından Prof. Kathi Diamant, Kafka’nın 1933’te kaybolan ve bazıları yeni bulunan metinlerini anlatacak.Ölümünün üzerinden doksan yıl geçmesine rağmen bütün dünyada her daim edebiyatın gündeminde olan Avusturyalı yazar Franz Kafka, (1883–1924) bu kez iki günlük bir etkinlikte İstanbul’daki okurlarıyla buluşuyor. Düşülke Yayıncılık ve Beylikdüzü Belediyesi işbirliği ile 8-9 Mart’ta uluslararası bir Franz Kafka konferansı düzenleniyor. ‘2015 Uluslararası Kafka Konferansı’ adlı etkinliğin kendisi bile oldukça heyecan verici bir proje iken, Düşülke Genel Yayın Yönetmeni Janset Karavin’den öğrendiğimize göre, önemli bir eser de yayınevi tarafından konferans çerçevesinde yayımlanacak. İlk kez 2004’te İngiltere ve Amerika’da yayımlanan, ardından İspanyolca, Fransızca, Rusça, Almanca ve Çince olmak üzere pek çok dile çevrilen, Prof. Kathi Diamant’ın “Kafka’nın Son Aşkı: Dora Diamant’ adlı eseri, Türkçede okurla buluşacak. Diamant’ın kitabı önemli bir eser; çünkü Kafka’nın son yıllarını geçirdiği sevgilisi Dora ile aralarındaki konuşmaların yer aldığı roman diliyle yazılmış akademik bir çalışma.Kathi Diamant, öğrenciyken adını tesadüfen duyduğu Dora Diamant hakkında uzun yıllar boyunca gerek Dora’nın günlüklerinden gerekse Alman arşivlerinden elde ettiği bilgilerle yazmış “Kafka’s Last Love: The Mystery of Dora Diamant” adlı eseri. Kitap, Kafka’nın yaşamının son bir yılında birlikte olduğu Dora Diamant’ın hayatı ve Franz Kafka ile birlikteliklerine dair okuyucuyu bilgilendirirken aynı zamanda da savaş yıllarını anlatıyor. Kafka son yıllarını Berlin’de Dora ile birlikte geçiriyor ve beraber Filistin topraklarına yerleşme planı yapıyorlar. Fakat bu, Kafka’nın rahatsızlığı nedeniyle hiçbir zaman gerçekleşemiyor. Kathi Diamant, aynı zamanda Kafka’nın 1933 yılında el konulan kayıp metinlerinin bulunabilmesi amacıyla 1998’de oluşturulan Kafka Project’in (Kafka Projesi) kurucusu ve başkanı. Kafka Project halen Doğu Avrupa’da Prag, Viyana ve Berlin’de araştırmalar yapıyor (birçok elyazmasının Nazi subaylarının eline geçmiş olma ihtimali var) Magical Mystery Literary History Tour adıyla edebiyat gezileri düzenliyor. İstanbul’daki konferansın ikinci gününde konuşacak olan Kathi Diamant’ın, bugüne kadar hiç yayımlanmamış metinlerden bahsetmesi ve bunları göstermesi bekleniyor.Ana başlığı ‘Kafka, Aşk ve İktidar, Şiddet Toplumu ve Militarizm’ olan konferansın Kathi Diamont dışında uluslararası başka bir katılımcısı maalesef yok. Mesela dünyanın sayılı Kafka uzmanlarından, 15 Mayıs 2013’te İstanbul’a küçük bir toplantı için gelen Alman yazar Reiner Stach, Columbia Üniversitesi’nden Kafka uzmanı Mark Anderson ve Kafka Project için araştırmalar yapan Çek gazeteci Judita Matyášová’yı da bu konferansta dinlemek isterdik fakat programları uymadığı için katılamayacaklarını bildirmişler. Konferansta dinleyebileceğiniz Türkiye’den isimler ise şöyle: Fransız Kültür Merkezi Çeviri ve Yayın Destek Programı Yöneticisi yazar ve çevirmen Ahmet Soysal, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Akay, yazar Aslı Erdoğan; yazar, şair, pantomim ve ipli kukla sanatçısı, Alengirli Mecmua ve Düşülke Genel Yayın Yönetmeni Janset Karavin. İki gün sürecek konferanstaki oturumlara Ezel Akay, Haldun Çubukçu, Eraslan Sağlam, Nur Yazgan, Nedim Gürsel, Zeliha Demirel, Latife Tekin, Öykü Didem Aydın, Altay Öktem, Hakan Akdoğan, Funda Önkol, Halil Emrah Macit ve Derya Alabora da konuk olacak.Janset Karavin, Uluslararası Edebiyat Konferansları Dizisi Projesi kapsamında gerçekleştirilecek Kafka, Dostoyevski ve Proust konferansları ile amaçlarının Türkçede kaynak yaratmak olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Yayınlarımız ve önümüzdeki senelerde Dostoyevski ve Proust ile sürecek uluslararası etkinliklerle Türkiye’nin yeni bir edebiyat odağı olmasına katkıda bulunmak istiyoruz. Bununla beraber edebiyatın, sanatın kapsam ve etki alanının da genişlemesini, halkla buluşmasını önemsiyoruz. Halka erişmeyen sanatın, yazı eyleminin, edebiyatın amacına erişemediğini, hedef şaşırdığını, anlam kaybına uğradığını savunuyoruz.” Konferans için Taksim, Kadıköy ve Bakırköy’den servisler kaldırılacak. (www.dusulke.com)

12 Şubat 2015 Perşembe

Kötülüğün kaynağı yaşadığımız toplumun içinde

15 Şubat’ta sona erecek olan Berlin Film Festivali’nde Türkiye’den üç film yer alıyor. Festivalin ‘Forum’ bölümünde En İyi İlk Film için yarışan Emine Emel Balcı’nın ‘Nefesim Kesilene Kadar’ filminin gösterimi 6 Şubat’ta yapıldı. Balcı ile filmini konuştuk.65. Berlin Film Festivali’nde Türkiye’den iki uzun ve bir kısa metraj film var. Forum bölümünde yer alan ve festivalde En İyi İlk Film için yarışan Nefesim Kesilene Kadar, Emine Emel Balcı’nın ilk uzun metraj filmi. Tekstil atölyesinde çalışan Serap adlı bir genç kızın hikâyesini anlatan film, sinemamızın en güçlü kadın karakterlerinden birine sahip. Festival Başkanı Dietter Kosslick’in “Bu yıl daha çok kadın filmi olacak.” dediği Berlinale’de Nefesim Kesilen Kadar, iyilik ve kötülük arasında gidip gelen güçlü ana karakteri ile dikkatleri çekti. Dardenne Kardeşler’in Rosetta (1999) filmiyle uzak akrabalığından dolayı eleştirmenler tarafından “Dardenne-esque” olarak nitelendirilen filmin yönetmeni Emine Emel Balcı, Dardenne’leri sevdiğini söylese de, birilerine öykünmek gibi bir niyetinin olmadığını belirtiyor. Esas derdinin, iyilik ve kötülük arasındaki ahlaki zeminin ne kadar kayganlaşabileceğini sorgulamak olduğunu ifade eden genç yönetmen, “Hiçbirimiz sandığımız kadar iyi ve saf değiliz.” diyor.Berlin seyircisinden nasıl tepkiler aldı film?Seyircinin etkileşiminden memnun kaldım genel olarak. Salonların doluluk oranı ve soru-cevaba kalan seyirci sayısı fazlaydı.Sinemamızın güçlü kadın karakterleri arasına girmeye aday Serap karakteri ve hikâye nasıl ortaya çıktı?Tekstil atölyelerinin görsel ve işitsel dünyasına eskiden beri ilgiliydim. Çok sinematografik buluyordum. Ama çalışması zor alanlar olduğu için, çoğu da illegal işletildiğinden oralara gidip gelmek zordu. Acaba oralarda bir belgesel çekebilir miyim diye düşünüyordum. Sonrasında genç bir kadını atölye dünyasına yerleştirme fikrinden Serap karakteri ortaya çıktı. Fikir olarak evveliyatı 6 yıl öncesine kadar gider ama olay örgüsü ve yan karakterler çok değişse de Serap aynı kaldı. Dolayısıyla o sinematografiye biraz kapılarak bir kurgu karakterin peşinden gittim.‘KADIN FİLMİNİ KADINLAR ÇEKER ALGISI YANLIŞ’Sinemamızda kadın karakterlerin belirli kalıplara sıkışmasını düşünürsek, senaryo aşamasından başlayarak, Serap karakterini çizerken nelere dikkat ettiniz?Sinemacı olarak baktığımda, çok içimizden insanların bile cinsiyetçi, belki bilerek ya da bilmeyerek ayrımcı bir tavır içine girdiğini düşünüyorum. Ama bunun tek sorumlusu sinemacının kendisi değil, öyle bir dünyada yaşıyor, öyle kodlarla büyütülüyoruz. Bunlar ister istemez bize sirayet ediyor, kadın yönetmene de erkek yönetmene de. Çok erkekleşmiş, maço bir yerden bakan kadın yönetmenler var. Bundan sıyrılmanın tek yolu, sürekli kendini kontrol etmek. Önce kendi hayatımda sonra da sinemacı olarak senaryonun içinde acaba bunlar var mı yok mu diye kendini kontrol etmek durumundaydım. Ayrıca, film kadın karakterlerden oluşuyor diye kadın filmi yapmış olmuyorsunuz. Ya da kadın yönetmensiniz diye kadın filmi yapıyormuşsunuz gibi algılanması da yanlış.Filmi izlerken ilk elde Erdem Tepegöz’ün Zerre’si ile Dardenne’lerin Rosetta’sı akla geliyor. Esin kaynaklarınız nelerdi ve filminizi benzer yapımlardan farklılaştırmak adına neler yaptınız?Senaryo aşamasında da bu tür geri dönüşler aldık. Dardenne’ler sevdiğim yönetmenler, Rosetta sevdiğim bir film. Onun ötesinde Bresson’un Mouchette (1967) filminden fazla ilham aldığımı söyleyebilirim. İşçi sınıfından genç bir kadını anlatıyorsanız bunlara benzetilmek kaçınılmaz. Her film bir sonrakini beslemiştir. Ama benim bunlarla hiçbir zaman derdim olmadı. Senaryo aşamasında da şunlara benziyor, başka bir şey yapayım ya da falancaya öykündüğümü zannederler başka bir yoldan gideyim demedim. Benim derdim daha başkaydı. Serap da az önce bahsi geçen filmlerdeki karakterler gibi hayatta kalmaya çalışan biri. Diğerlerinden farklı olarak ne yaptınız derseniz, ahlaki yönden meseleyi çok daha fazla ileri götürmek istedim. Dardenne’lerin ahlakçı bir yapısı var mesela. Ben ahlakî zemini mümkün olduğunca kayganlaştırmak istedim. Böylece Türkiye ekseninde kendimize birçok soru sordurabiliriz diye düşündüm.‘HİÇBİRİMİZ, SANDIĞIMIZ KADAR İYİ VE SAF DEĞLİZ’Başlarda iyi bir karakter olarak görünen Serap’ın içindeki kötülük daha sonra ortaya çıkıyor. Hatta seyirciye “Sıradaki kurban kim?” dedirtiyor. Serap’ın sınırlarından kuşkulanıyoruz; bu ahlaki zemini kayganlaştırırken sizin sınırlarınız neydi?Karakteri çizerken tarafsız olmaya dikkat ettim. Serap’ı kutsamak, cinsel obje yapmak ya da onun sıradan bir insan olmasını istemedim. Eğrisi ve doğrusuyla bir kadın karakter olsun istedim. Kötülüğün kaynağı, yaşadığımız toplumun içinde. Serap’ı bir insan kalabalığına yerleştirmemin amacı da buydu; çevrenin etkisi var. Ama tek sebep toplum değil. Bizim içimizde de iyilik ve kötülük var. İstediğimiz zaman onları oyuna sokabiliyoruz. Serap da saf bir insan değil zaten. Çünkü hiçbirimiz, sandığımız kadar ya da olmak istediğimiz kadar iyi ya da saf değiliz. En başta bunu kabul ederek yola çıktığım için Serap bu şekilde oldu.Berlin’den sonra festival yolculuğuna devam edecek misiniz?Davet aldığımız yerler var. Yapımcılarla birlikte karar verip bir takvim belirleyeceğiz. İstanbul Film Festivali de planlarımız arasında var, ama netleşmiş bir şey yok tabii ki. Vizyon tarihi olarak da Türkiye’de bir festivalde gösterildikten sonra düşünüyoruz.

11 Şubat 2015 Çarşamba

Türkiye’den Venedik’e bir nefes

Bu yıl 9 Mayıs-22 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek Venedik Bienali 56. Uluslararası Sanat Sergisi’nde Türkiye Pavyonu ünlü sanatçı Sarkis’in ‘nefes’ başlıklı yerleştirmesine ev sahipliği yapacak. Dün düzenlenen toplantıda serginin hikâyesini ve ‘nefes’i anlatan Sarkis, “Tarih içindeki belirli anlara sabitlenmek yerine bugünün ve uzak geçmişin güncelliğine aynı anda sahip çıkacağız. ” dedi.Geçtiğimiz yıl ağustos ayında, Venedik Bienali 56. Uluslararası Sanat Sergisi Türkiye Pavyonu’nda uzun yıllardır Fransa’da yaşayan Sarkis’in eserlerinin yer alacağı açıklanmış ve bu haber büyük bir ilgiyle karşılanmıştı. Dün, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından bu vesileyle düzenlenen toplantıda Sarkis, 50 yılı aşkın sanat hayatında (sanatçı 500’ün üzerinde sergi yaptı), ilk kez bir basın toplantısına katıldı ve serginin hikâyesini tüm detaylarıyla anlattı. Biz de Sarkis’in ifade ettiği gibi, ‘detaylar önemlidir’ diyerek, üzerinde özenle durduğu bütün detayları aktaralım...Geçen mayıs ayının sonlarına doğru bir gün, Sarkis’in telefonu çalar. Yoğun bir dönemdir bu, çünkü sanatçının güney Fransa’da bir sergisi vardır o sıralarda. Telefondaki ses, İKSV’nin genel müdürü Görgün Taner’e aittir ve bienal için kendisini düşündüklerini söylüyordur. O sıra zaten bir kalabalığın ortasında olan Sarkis, birden kavrayamaz gelen teklifi. “2015 için mi?” diye sorar. Sonra diyor Sarkis, “Niçin bu yıl beni çağırıyorlar diye kafama takıldı. 86’dan itibaren çok sergi açtım, niye bu yıl?” Birkaç gün sonra İKSV Başkanı Bülent Eczacıbaşı kendisini arar kutlamak için. Halbuki Sarkis, henüz net bir karar vermiş değildir.TÜRKİYE SERGİSİNDE GÖKKUŞAĞISarkis’i bienale katılmaya tam anlamıyla ikna eden, ekipten birileriyle görüşüp onlarla kurduğu göz teması olur. Sonraki aşamada küratör belirlenir. Başlarda birlikte çalışabileceğini düşündüğü 3-4 küratör varken, aklında tek bir isim belirir sanatçının: Defne Ayas. Benzer bir düşünme sistemine sahip ve sürekli Türkiye’ye gelerek buradan beslenen biri olduğu için, gönül rahatlığıyla Ayas’ın ismini verir. Bienalin yapılacağı Arsenale’deki Sale d’Armi ziyaret edilir. Tarihî ve çok eski duvarları olduğu için binanın duvarlarına herhangi bir müdahale yapılamayacaktır. Bu yüzden, hakiki vitray tekniğiyle yapılmış 36 vitray, küpe gibi tavana asılacak şekilde hazırlanır.Sarkis, “Zamanların başlangıcına, ilk gökkuşağına, diğer bir deyişle ışığın ilk kırılma anına gideceğiz. Tarih içindeki belirli anlara sabitlenmek yerine bugünün ve uzak geçmişin güncelliğine aynı anda sahip çıkacağız. Durağanlığa karşı dönüşmeye, dönüştürmeye, nefes almaya, hissettirmeye devam edeceğiz.” diyerek, tasarladığı iki gökkuşağını anlatıyor. Bu iki gökkuşağı, farklı desenlere sahip olacak ve Sarkis’in nefes alışveriş ritminde nefes alacaklar. Proje zaten buradan hareketle, İtalyancada “nefes” anlamına gelen “Respiro” adını taşıyor. Bir aynayla ikiye bölünecek mekânda nerede durulursa durulsun, gökkuşağının görülmesi de sağlanacak.Küratör Defne Ayas, farklı sanat, tarih, din ve felsefeleri hafıza ve mekânla ilişkilendirmesiyle de tanınan sanatçı için “Sarkis’in sanatı kullanışı, ona olan inancı, işinin zamansızlığı ve zamanlılığı, aynı zamanda eşzamanlılığa sahip çıkışı çok önemli. Bütün sinyalleri, kodları tığ gibi işliyor. İnsanlık tarihine bakmak için bir şansımız olacak.” diyor. Binlerce yıl önce, buz devrinden kalma bir kadın figürünün de işlendiği yerleştirmede hiçbir isim, tarih, yazı ya da damga bulunmayacak. Böylece herhangi bir yazının eserler arasındaki serenadı bozmasına izin verilmeyecek. Bunun yerine metinlerini Ruben Arevshatyan, Karin Karaşlı, David Kazanjian gibi isimlerin yazacağı bir kitap yayımlanacak.Bienal için özel besteSarkis, “Respiro” (Nefes) için Jacobo Baboni-Schilingi’den de bir beste sipariş etti. Gökkuşağının kırılma noktaları, 7 rengi, bu renklerin sıcaklığı, ılıklığı ve soğukluğundan yola çıkarak 48 dakika uzunluğunda bir eser ortaya çıktı ve bu eser, bienal bitene kadar mekânda 24 saat boyunca çalmaya devam edecek. 7 Mayıs 2015 tarihinde de eşzamanlı olarak Türkiye ve Cenevre’de paralel iki yerleştirme yapılarak Türkiye Pavyonu’nda devam eden sergiyle bir bağ kurulacak.

10 Şubat 2015 Salı

İngilizler Oscar’a yüz vermedi

İngiltere’nin geleneksel sinema ödülleri Bafta’nın sahipleri önceki gün Londra’daki tarihi kraliyet opera binasında düzenlenen törenle açıklandı.Oscar ödüllerinin habercisi olarak görülen Bafta’da bu yıl beklentilerin aksine sürpriz bir liste çıktı. Tahminler altüst olurken, Oscar’a göz kırpan filmler ana ödüllerden hiçbirini alamadı. En iyi film ve yönetmen ödülü, Richard Linklater’ın yönettiği ‘Boyhood’ filmine gitti. Oscar’ın en güçlü adayları arasında gösterilen ‘Birdman’ 10 dalda aday olduğu Bafta’da sadece görüntü ödülü alabildi. Sinema çevreleri bunun gerçek bir şok olduğunu ifade ediyor. Damien Chazelle’in yönettiği ‘Whiplash’ ise ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’, ‘Ses’ ve ‘Kurgu’ olmak üzere üç ödüle değer görüldü. 11 adaylığı bulunan ‘Büyük Budapeşte Oteli’ de ancak 5 yan ödül alabildi. Julianne Moore ‘Still Alice/Unutma Beni’ ile en iyi kadın oyuncu ‘Her Şeyin Teorisi’nde ünlü fizikçi Stephen Hawking’i canlandıran Eddie Redmayne ise en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı.2015 BAFTA ÖDÜLLERİEn iyi film: BoyhoodEn iyi İngiliz filmi:The Theory of Everything/ Her Şeyin TeorisiEn iyi erkek oyuncu:Eddie Redmayne(The Theory of Everything/ Her Şeyin Teorisi)Kadın oyuncu:Julianne Moore (Still Alice/ Unutma Beni)Yardımcı erkek oyuncu:JK Simmons (Whiplash)Yardımcı kadın oyuncu: Patricia Arquette(Boyhood)Yönetmen: RichardLinklater (Boyhood)Uyarlama senaryo:The Theory of Everything/ Her Şeyin Teorisi(Anthony McCarten)Orijinal senaryo:The Grand Budapest Hotel (Wes Anderson)Animasyon:The Lego MovieBelgesel: CitizenfourYabancı film: IdaGörüntü: Birdman(Emmanuel Lubezki)Kostüm tasarımı: The Grand Budapest HotelKurgu: Whiplash(Tom Cross)Makyaj ve saç: The Grand Budapest HotelMüzik: The GrandBudapest HotelProdüksiyon tasarımı: The Grand Budapest HotelSes: WhiplashGörsel efekt: Interstellarİngiliz kısa animasyon: The Bigger Pictureİngiliz kısa film: Boogaloo and Graham

9 Şubat 2015 Pazartesi

‘Şiir bir cüret meselesidir’

Ömer Erdem'in yeni şiir kitabı "Pas" Everest Yayınları'ndan çıktı. Ömer Erdem şiiri, Evvel'in (2006) ardından gelen Kireç (2010), Kör (2012) ve son Pas ile yeni bir mecrada akmaya başladı. Şair ile yeni sesler, imgeler ve duyuşlarla gelen Evvel'in sonrasını ve özellikle Pas'ı konuştuk.'Edebiyat üzerinden düşünmek' kurmuş olduğunuz şiirle ilişkilendirilebilir mi? Daha özele indirgersek, şiirlerinizde 'şiir üzerinden düşündüğünüzü' söyleyebilir miyiz?Burada tarihe bakıyoruz biz. Konuşup yazdığımız dilin yükü ve gücü bize bu imkanı veriyor. Eğer şiir özgür düşüncenin ufku olamıyorsa, şiddetin ve yokluğun iklimi kader oluyor. İnsan ve insanlık unutuluyor. Selçuklu tecrübesinin bile onca geriden bize ışıttığı hakikat bu. Türkler, Doğu, bütün Ortadoğu şiir üzerinden ancak bir kimlik ve kişilik inşa edebiliyorlar. Şairin ve şiirin koyulduğu yol bu değilse eriyip kaybolmak onun için de mukadder. İşte bakın, paramızı saymak, malı mülkü saklamak için değil kendimizi açıklamak için şiire dönüyoruz. Öyleyse şiir Türkiye'nin neresine dokunur, bunu unutmamak gerekiyor. Felsefe değil, analitik düşünce değil, daha ötesi bir şey, şiir üzerinden düşünmek. Varlığımızı ve bastığımız yeri tanımlama o. Bir toplumun gerçek karşılığı edebiyatındadır her zaman. Bu, gerçekliğin karşılığı olabilme meselesi.Son kitabınız Pas'ta, 21. yüzyıl küresel kapitalizmi ve Türkiye'deki yansımalarına karşı 'muhalif' tonun yükseldiğini görüyoruz. Bir şair olarak nelere kafa tutuyorsunuz?Şiir, karşısında kötü olduğu zaman konuşmaz. Kötüyü önceden bilir. Uyanıklığı sonuca bağlı sebeplerden yürür hep. Her tür iktidar ve güç ilişkisine karşıyım ben. Muhalif olmak kafa tutmak için ontolojik bağlamda eşit olmak gerekiyor bir de. Benim derdim karşıtlıklarla değil. Seviye meselesi. Türkiye, kendi varlığını hangi düzlemde tanımlayacak? Şiir, bizim şiirimiz o asil tutumunu şu ölüp gidenler karşısında nasıl koruyacak? Yağmacılık tarihi bir zaaf bizde ve dinden sosyolojiye, tarihten coğrafyaya değin deşilmesi gerekiyor. Söz bir armağan ise varlığa, şair bu armağanı bütün cömertliği ile insana sunmakla ödevli. Her ama her şeyin sahibi olmaya çalışan bunun için her tür dili ve yolu mübah gören barbarlık karşısında, susacak mıyız? Ben 50 yaşına yaklaştım. Elimde ne varsa yokluğun armağanıdır. Küresel pençelerin ve yerel aktörlerin neden eteğinde durayım? Sözden ve Allah'tan niye kesileyim? Ama unutmayın, şiir kitapları 1000 adet basılır nihayet bu ülkede. Ama siz her bir nüshayı hakikatin etkin binlerce öznesi sayın.Şiirinizin benzer kaynakları paylaştığı Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu'nda muhafazakar değerler epik/destansı bir anlatıma kavuşmuştu. Sizin bugün yazdığınız şiirin muhafazakarların epiğiyle sürekli bir ilişkisi var mı, yoksa size/bugüne ait bir kırılma söz konusu mu?Ben kolayca bir kanadın gölgesine sığınıp da oradan ikbal devşireceklerden değilim. Böylesi tanımlamaları da kolaycılık olarak değerlendiriyorum. Dini bir mask hatta toplayıcı ayna gibi önümde de tutmaya hiç niyetli değilim. 21. yüzyıl, çetin tartışmalarını henüz tamamlamadı din açısından. İlahiyatın arazisine de hiç dalmam. Şiir açısından her şey yalın, açık ve yüksektir. Andığınız şairlere de haksızlık yapılıyor. Ardılları, siyasal ve sosyolojik aktörler, onları kendilerine göre yuvarlamanın yoluna gittiler. Benim ayrıştığım noktaya, gerçekçi yeni metafizik diyebiliriz. Derinliğini ve gücünü kavramdan, soyutlamalardan ve aktüel dini tartışma konularından almaz bu ayrışma. İdeolojik bir maske takmaz. Hakkım olan, kendi özgün tanımlamalarımı yapıyorum. Şiirin ve sözün enerjisi ile değil tam da yaşamanın kendisiyle dokunuyorum oralara.Pas'ta 'Tanrı' başlığını taşıyan özel bir bölüm var. Tanrı'nın yoksulhane'ye şeksiz ve şekilsiz gelip oturması, Cemal'in ağ olması gibi yeni duyuşlar var bu dizelerde...Bunun görülmesini, işte bunun duyulup yaşanmasını çok arzu ederim. Bizim Tanrımız, tam da yanımızda, yoksulhanemizde, işçilerin gözlerinde, çocukların kırık sözlerinde, şiddete maruz kalmış kadınların morluklarında, ışığın akkor aleminde. Duyup yaşadığımız her yerde. O bizim ve o kadar güçlü. Sesimizin buğusu ekmeğimiz kadar taze. Biz maddi bütün aletleri kuşanarak Tanrı'yı kuşatmaya karşıyız. Bir kuşun gagasındaki yarım damla sudur derdimiz.Pas'ta, Şems'in 'doğudan doğuya kaçış'ından söz ediyorsunuz. Bu, bize yaşadığımız günler için yeni bir Şark bilgisi veriyor sanki. Doğu'nun içinde bir başka Doğu var mı, kaçabileceğimiz?Doğu, kendi kendisini kutsallaştırmanın ve oraya mitik bir geri dönüş rüyası beslemenin artık bir yol olmadığını gözden geçirmek zorunda. Bakın bizde Osmanlı tarihçileri, İnalcık dahil, çokça torunlarına yatmadan önce kahramanlık hikâyeleri anlatan kimseler gibi konuşuyorlar. Eleştirel bir cümleleri yok. Uyku saati gelince dil ve anlatım işlevini yitiriyor. Hükümdarını ve vaizlerini alkışlamaya alışmış bir toplumda önce el değiştirmek gerekiyor. Sürekli savunma lüksü yok artık Doğu'nun. Daha onu birileri eleştirmeden kendisine bakmanın hatta kendi stratejik eleştirisini yapmanın uyanıklığını ve ataklığını göstermeli. Öteki türlü bastığımız yeri ve artık geride kalmış eylemi kutsallaştırmaktan kurtulamaz, sonra da gerçekten kopma gibi travmatik bir duruma düşeriz. Benim önerim, Şems neden doğudan doğuya kaçtı, bunun cesurca sorulabilmesidir…Son olarak, şiir ve cesaret sözcüklerini aynı cümle içinde kullanmanızı istesem?Roman mümkünlük sanatı. Hikâye temkin. Şiir ise sadece cüret meselesi. Roman yazarken hayatın ve insanın bütün mümkünlüklerini araştırıp yazabilirsiniz. Öyküde temkinli olmak hem biçimsel bir zorunluluk hem de özle ilgili bir gerçeklik. Şiir ise duyuş ve ifade edişin cüretidir. Yoksa insan ve dil yükselemez.‘Kentli değiliz, kentin kendisiyiz’Nijinsky 'Günlük'ünde ''Bir sokakta oturmam ben, insanların içinde otururum'' diyor. Yazdığınız şiir giderek kentin ortasından sesleniyor. Şiirinizi, kentle ve kentliyle ilişkisi bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?Ben kentte sadece yaşamıyorum, onu hem bir yük hem de bir çıkış fırsatı olarak içimde taşıyorum. Modern Türk şiirinin vaktiyle kentle kurduğu karşıtlık yıkılmıştır artık. Sorgulamanın ötesine geçtik biz. Sorunun öznesiyiz. Kent bizim ne idealize ettiğimiz ne de eleştirmek için kullandığımız bir mask değil. Kentli değiliz, kentin kendisiyiz. Yaşadığımız zamanı o dolduruyor, ancak onu tanımlamak, görmek, göstermek ve ruhunu okumak boynumuzun borcu. Adımlarımızın yankılandığı, köşede öpüştüğümüz sokağın yabancısı gibi duramayız artık. Eleştirim bir kendilik amacına dayanıyor. Onu sahiplenici bir tutum bu. Salt lanetleyici değil, onun yerine başka bir önermede bulunuyor. Kötülüğün soyut karşılığı değil. Kötünün tam da kendisi gerektiğinde.

7 Şubat 2015 Cumartesi

Karagöz tasvirleri kelepir fiyatına Avrupa’ya satılıyor

Karagöz, UNESCO tarafından 2009’da kültürel miras listesine alındı. Peki ne oldu? Altı yılda müzesi bile kurulamadı. Daha da önemlisi, geçen yıl vefat eden ve yine UNESCO’nun ‘yaşayan insan hazinesi’ ilan ettiği Tacettin Diker’in yaklaşık 300 tasviri tanesi 1.000 TL’den satışa çıkarıldı. Bir diğer Karagöz ustası Ragıp Tuğtekin’in 150 parçalık koleksiyonu da geçtiğimiz günlerde Almanya Stuttgart Linden Museum’a satıldı.Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO), Karagöz’ü 2009’da Somut Olmayan Kültürel Miras listesine aldı. Aradan geçen 6 yılda Karagöz’e ait tüm değerlerin Türkiye’de korunup gelecek nesillere aktarılacağı bir müze kurulabilmiş değil. Bu nedenle önemli Karagöz ustalarından kalan tasvirleri Avrupalı koleksiyonerler ve müzeler topluyor. Yakın zamanda, Karagöz ustası Ragıp Tuğtekin yapımı 150 parçalık tasvir koleksiyonu Almanya Stuttgart Linden Museum’a satıldı. UNESCO tarafından ‘Yaşayan İnsan Hazinesi’ ilan edilen ve geçen yıl martta hayatını kaybeden Karagöz sanatçısı Tacettin Diker’in Karagöz tasvirlerinden oluşan 300 parçalık koleksiyonu ise ailesi tarafından tanesi 1.000 TL’ye satışa çıkarıldı.Karagöz müzesi kurulmaması Türkiye’deki koleksiyonerlerin elinde bulunan önemli Karagöz tasvirlerinin yurtdışına satılmasına yol açıyor. Son satış haberini koleksiyoner Dr. Murat Huten, birkaç gün önce sosyal medya hesabından duyurdu. Huten, Almanya Stuttgart Linden Museum’dan yetkililerin Karagöz sanatçısı Cengiz Özek ve kendisinden bazı bilgiler talep edip teklifler sunduğunu anlattı. Linden Museum’un bu yaz büyük bir sergi ile ‘dünya gölge tiyatrosu kuklaları’nı görücüye çıkaracağını hatırlatan Huten, şu bilgiyi paylaştı: “[Linden Museum] yazın açacakları serginin ‘Türk Karagözü’ bölümündeki eksiklikten rahatsızdı. Aralık 2014 tarihi itibarıyla Prof. Dr. Metin And’ın Ragıp Tuğtekin yapımı olan 150 parçalık koleksiyonunu uzun süren pazarlıklarla İstanbul’dan almış olduklarını dün (4 Şubat) itibarıyla tarafımıza bildirdiler.”Türkiye’deki kurumlara ‘bu koleksiyonu alın’ önerisinde bulunacakken satış haberinin geldiğini ifade eden Huten, “Bizdeki kurumların organizasyon kabiliyetsizliği ve ne yapacağına karar vermesi yılları bulduğu için teklifi kime ve nasıl sunacağımızı bulamadık. Meğer zaten atı alan Üsküdar’ı geçmiş.” sözleriyle üzüntüsünü ifade etti. Böylece Türkiye’de kurulması planlanan Karagöz müzesinin alabileceği son kalemlerden birinin Almanya’ya satıldığını belirten Huten, son aylarda Türkiye’den bazı yerel yönetim ve kurumların ‘Karagöz Müzesi’ kurmak üzere Karagöz sanatçısı Cengiz Özek ve kendisiyle bağlantı kurduğunu ancak geç kalındığını söyledi.TACETTİN DİKER’İN KOLEKSİYONU DA SATIŞTAKaragöz ve kukla sanatına 65 yıl hizmet eden Karagöz ustası Tacettin Diker, geçen yıl 31 Mart’ta vefat etti. Aradan geçen 11 ayda Diker’in 300 parçalık koleksiyonuyla ilgilenen olmadı. Ustanın kızı Gülderen Diker, babasından yadigâr kalan Karagöz tasviri koleksiyonunu geçtiğimiz hafta satışa çıkardı. Gülderen Diker, tasvirleri almak için Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan kimsenin aramadığını belirtiyor. Diker’in yardımcılığını yapan Enis Ergün, ustanın mirasının kurulacak bir Karagöz müzesinde sergilenmesi gerektiğini belirtiyor. Tacettin Diker’i tanıyan bir koleksiyonerin bu mirası satın almak istediğini anlatan Ergün, “Bunlar bireysel bir koleksiyona girdiği zaman koleksiyonerlerin elinde kalmış olur. İnsanlar, ancak onlar sergilerse görebilir. Tek tek veya grup grup da satmak istemiyoruz. Koleksiyonun tamamını bir kuruma ya da bir koleksiyonere vermeyi düşünüyoruz.” dedi.MÜZE OLMADIĞI İÇİN TASVİRLER BAKANLIKTA BEKLİYORBütün bunlar olup biterken, Milletlerarası Kukla ve Gölge Oyunu Birliği (UNIMA) Türkiye Milli Merkezi Başkanı Vural Arısoy, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın UNESCO’ya verdiği Karagöz müzesi kurma taahhüdünü henüz yerine getirmediğini belirtti. Karagöz kültür mirasının sergilendiği ulusal düzeyde bir müze bulunmadığını hatırlatan Arısoy, “UNIMA olarak her bakan döneminde Karagöz müzesi kurulması konusunda kendilerine talebimizi iletiyoruz. Henüz bir bina bile tespit edilemedi.” diyor. Bakanlığın arşivinde çok eski ve önemli Karagöz tasvirleri bulunduğunu söyleyen Arısoy, bu tasvirlerin sergilenmek yerine bakanlık binasında tutulduğunu belirtiyor.Tuğtekin’in tasvirleri yerli ve yabancı koleksiyonlara dağılmışDr. Murat Huten’in verdiği bilgilere göre, Ragıp Tuğtekin’in eserleri, Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi’nde (183 parça), Kültür Bakanlığı Halk Kültürleri Dokümantasyon Arşivi’nde (150 parça), İsviçre’de Kimyager Ernst Köhler’de (122 parça), Paris’te Sherif Khaznadar’da (27 parça), ilaç devi Bristol Myers’te (167 parça), altı Alman koleksiyonerinde (ikisi vakıf olarak yaklaşık 900 parça), Akbank Kültür-Sanat Arşivi’nde (124 parça), Murat Huten koleksiyonunda (32 parça), Musée d’Orsay Paris’te (47 parça) bulunuyor. Ayrıca sayısı bilinmemekle birlikte parçalı olarak pek çok küçük koleksiyonda Tuğtekin’in eserleri yer alıyor.

6 Şubat 2015 Cuma

Uyuya kalan güzel - ve bitmek bilmeyen derin uykusu- Part 1

 

"Teyzos ben kitab yazmak istiyorum yaa", teyzem herzamanki gibi "buda-nerden-cikti-bakisini atmisti bile. Sicak bi gündü, ne Canim disariya cikmak nede Evde oturmak istiyordu. Yinede herzamanki gibi teyzemin basinin etini yiyip onu en sevdigimiz cafelerden birisine gitmeye ikna etmistim. Üstümü giyinip, kirpiklerime rimel sürüyorum. Saclarimi Bir iki savurdummu Tamam. Bugün düz Sandalet seciyorum, Aslinda topuklu olmazsa olmazlarimdan sayilir, ama burdaki sokaklarda yürü Bakalim o topuklularla  yürüyebilirsen. Bandirmanin sokaklari adina türkü bile söylen mis "Bandirma bayir bayir" diye gerisini siz düsünün. Kapaklaniver yere, 10km asaga yuvarlanip Solugu denizde alirsiniz,  benden söylemesi. Neyse, cafemize gelmistik. Bu cafede en cok sevdigim, cafe ve ayni anda kütüphane olmasi. Burdan kitab alin, kahve siparis edin, rengarenk sandalyelerin üstüne oturun, bütün gününüzü gecirirsiniz. cafenin önündeki agaclarin dallarina pembe kurdeleler baglanmis, aksam buraya gelirseniz rengarenk isiklar asilmis, müzikler caliyor. Burada oldugumda cok huzurluyum.Ben Kütüphanenin raflarina odaklanirken, Teyzem iki kahve siparis etmis ve kahveler gelmisti bile. Kahvenin kokusuna bayiliyordum, yaninda lokum, ohh misss! Ben kitab maceramdan bahsedince "hmm demek kitab yazmak istiyorsun, öylemi?" diye cevap verip, kahvesinden bir yudum aliyordu. Yaninda sigarasini hic eksik etmiyordu. Onu kahve icerken izlemeye bayilirdim, sanki kahvenin ne Kadar önemli birsey oldugunu o an anlardim. Birde tabi ki ojenin. Tirnaklari hep uzun ve ojeliydi. Saclari kisa ve dalgaliydi, ve onlari hep sariya boyatirdi. Yüzü kalemle cizilmis gibiydi, burnu, dudaklari, yanagindaki beni, Marilyn Monroe´yu andiriyordu. "Aynen teyzos, bak simdi ben herseyi düsündüm, kitabin ismi - uyuya kalan güzel- alt yazisida -ve bitmek bilmeyen derin uykusu- olucak. Sonra tabi bunun birinci, ikinci, ücüncü hatta dördüncü parti olucak. onlarada ayri  alt yazisi düsünmem gerek." Teyzem büyük kahkaha patlatiyordu. "Cok hossun canim""Dalga gecme teyzos ya ben gayet ciddiyim, bak görüceksin, kitablarim tamda orda yer alicak" parmagimla "en yeniler ve en cok satanlar" rafini isaret ediyordum.Tek bir Problem vardi, yazmak icin birseyler yasamam lazim di, onu da hal ettik mi tamam. Teyzem sigarasindan bir nefes daha cemisti. "Hadi bakalim". Dumanıni, gökyüzüne doğru üflüyordu.Dumanin bulanikligi ve hayallerim sanki birbirine karisiyordu.

 

Yürüdükçe özgürleşeceksiniz

Siyahî Amerikan vatandaşlarının 1965 yılında Martin Luther King öncülüğünde gerçekleştirdiği protesto yürüyüşlerini konu alan ‘Özgürlük Yürüyüşü / Selma’, iyi yönetilmiş, çok iyi oynanmış dürüst ve tutarlı bir politik film.22 Şubat’ta sahiplerini bulacak 87. Oscar ödüllerinin adayları açıklandığında kopan fırtınayı hatırlayalım. Aday listesinde olmaması şaşkınlığa sebep olan birçok oyuncu vardı: Amy Adams (İri Gözler), Jake Gyllenhaal (Gece Vurgunu), Timothy Spall (Bay Turner), Ralph Fiennes (Büyük Budapeşte Oteli) ve Jessica Chastain (En Şiddetli Sene)... Animasyon dalında Lego Filmi, Yabancı Dilde En İyi Film dalında da İsveç yapımı Turist’in aday gösterilmemesi Akademi üyelerinin tercihlerini tartışmaya açmıştı. Ancak esas fırtına başka bir film üzerinden koptu. Yönetmen, senaryo ve erkek oyuncu dallarında da Oscar’a aday olması beklenen Selma filmi, sadece En İyi Film ile Orijinal Şarkı dallarında adaylığa layık görülerek ‘ırkçılık’ tartışmalarının fitilini ateşledi.Ülkemizde Özgürlük Yürüyüşü adıyla gösterime giren Selma, siyahilerin sivil haklar mücadelesinin kritik bir dönemini anlatıyor. 1965 yılında ABD’de ırkçılığın yoğun olarak görüldüğü güney eyaletlerinden Alabama’nın Selma şehrinden eyaletin başkenti Montgomery’ye giden 87 kilometrelik yolda, tarihe geçen üç protesto yürüyüşü yapıldı. Siyahilerin özgürlük mücadelesinin unutulmaz lideri Martin Luther King öncülüğünde gerçekleşen bu yürüyüşler Amerikan kamuoyunda konuya karşı bir hassasiyet geliştirdi ve dönemin Başkanı Lyndon B. Johnson’u Oy Hakkı Kanunu’nu çıkarmaya mecbur bıraktı.BİR HAYALİM VAR...Geçtiğimiz yıl En İyi Film dâhil, üç dalda Oscar alan 12 Yıllık Esaret, siyahilerin mücadelesine antropolojik bir açıdan yaklaşmış, köle-efendi ilişkisinden hareketle ‘beden’in özgürlük mücadelesindeki rolü ve kullanımı üzerine yoğunlaşmıştı. Ava DuVernay’ın yönettiği Selma, meselenin felsefî-antropolojik boyutundan ziyade direniş ayağına odaklanıyor.Selma, her şeyden önce bir biyografi filmi. Politik tavrını net bir şekilde ortaya koyarken, biçimci anlatımdan taviz vermiyor. Yönetmen Ava DuVernay, tarihi karakterleri konu alan biyografi filmlerinin sıradanlığından kurtulmak için FBI’ın fişlemeleri eşliğinde anlatıyor yaşananları. J. Edgar Hoover’ın yönetimindeki FBI, Müslüman lider Malcolm X’i izlediği gibi, siyahi vatandaşların bir başka umudu Hıristiyan vaiz Martin Luther King’i de adım adım takip etmektedir. ‘Kudretli’ J. Edgar ile Başkan Lyndon B. Johnson arasındaki kısa diyalogda Amerikan tarihine ve devlet yönetimine dair önemli detaylar var. Yönetmen DuVernay, Martin Luther King ile Başkan Johnson arasındaki müzakerelere yoğunlaştığı kadar Beyaz Saray, FBI ve Alabama Valisi arasındaki pazarlıkları da öykünün akışına dâhil ederek ‘özgürlük yürüyüşü’nün cephesini genişletiyor.DİRENİŞ, AMA NASIL?Martin Luther King, 1968’de bir suikast sonucu hayatını kaybedene kadar mücadelesinde şiddete karşı mesafe almış, tıpkı Gandhi gibi pasif direnişi seçmiş bir lider. Bu yüzden bazı siyahi gruplar tarafından sert bir şekilde eleştirilmiş. Selma, King’i çelişkileri ile birlikte gerçek bir karakter olarak ele alırken, siyahilerin kendi aralarındaki üslup ve yöntem tartışmasını da filmin ağırlık merkezlerinden biri haline getiriyor. Ateşli bir hatip olan King’in “kamuoyu oluşturmak için drama gerekir” anlayışından, eylemcilere zarar gelir endişesiyle protesto yürüyüşünden vazgeçmesine evrilmesinin çelişki mi yoksa değişim mi olduğu seyirciye bırakılıyor. Ailesiyle yaşadığı sorunlar ve iç dünyasındaki çatışmalar ile pekiştirilen gerçekçi King portresi, David Oyelowo’nun sade ama etkili performansıyla birleşince filmin gücünü artırıyor.Selma’nın esas gücü ise 1960’lardaki sivil haklar mücadelesini anlatırken Ferguson’un yanı sıra dünyanın bütün otoriter yönetimlerindeki direnişlerle kurduğu bağda gizli. Filmi izlerken, Türkiye’nin yakın tarihi kadar günümüz atmosferi de zihinlerde beliriyor. Hele, filmdeki ilk protesto yürüyüşünde yerel halk ile polisin işbirliği içinde göstericilere saldırıp ara sokaklarda ve kafelerde göstericileri ‘el yapımı silahlar’ ile dövmesi, dahası öldürmesi çok tanıdık.Selma, iyi yönetilmiş, çok iyi oynanmış, yerinde üslubu ve biçimci anlatımıyla dürüst ve tutarlı bir politik film. Etkisini uzun süre kaybetmeyen Selma, 87. Oscar ödüllerinin mevcut aday listesinde yönetmen, erkek oyuncu ve senaryo dallarında da yer almayı hak eden bir yapım. Sadece iki adaylıkta kalmasında ırkçılıktan ziyade, 12 Yıllık Esaret ile kota aşımına uğrayan siyahi haklar mücadelesi kontenjanının payı var gibi...

4 Şubat 2015 Çarşamba

İstanbul Müzik Festivali Çanakkale bestesiyle açılacak

31 Mayıs-29 Haziran arasında düzenlenecek 43. İstanbul Müzik Festivali’nin ana teması “Kültürel Manzaralar”. Yuri Bashment, Kim Kaskashian, Boris Berezovsky, Fazıl Say, Gülsin Onay ve Yuja Wang gibi dünyaca ünlü sanatçıların katılacağı festival, Hasan Niyazi Tura'nın sipariş üzerine yaptığı Çanakkale bestesiyle açılacak.Bu yıl 31 Mayıs-29 Haziran günleri arasında 43. kez gerçekleşecek İstanbul Müzik Festivali’nin programı dün Martı İstanbul Otel’de yapılan basın toplantısıyla açıklandı. “Kültürel Manzaralar” temalı festivalde Onur Ödülü bu yıl müziğe değerli katkıları sebebiyle Prof. Filiz Ali’ye veriliyor. Her yıl dünyaca tanınmış başarılı bestecilere eser siparişleri veren İstanbul Müzik Festivali, bu yıl da iki önemli besteci; Hasan Niyazi Tura ve Tigran Mansurian’ın festival siparişi eserlerinin dünya prömiyerlerine ev sahipliği yapacak. Besteci, keman virtüözü ve şef Hasan Niyazi Tura’ya, Çanakkale Savaşı’nın 100. Yılı sebebiyle sipariş edilen senfonik şiirin dünya prömiyeri, 31 Mayıs Pazar akşamı Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’ndaki açılış konserinde yapılacak. Eseri Sascha Goetzel yönetimindeki Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası seslendirecek. Ermenistan’ın çağımızdaki en büyük bestecilerinden biri olan Tigran Mansurian’ın festivalin siparişi üzerine viyola ve piyano için bestelediği eserini ise viyola virtüözü Kim Kashkashian, piyanist Peter Nagy eşliğinde icra edecek. Eserin dünya prömiyeri, 10 Haziran Çarşamba akşamı Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’nde gerçekleştirilecek. 600 sanatçı, ünlü orkestralar 27 konserin yer alacağı festivalde 600’e yakın yerli ve yabancı sanatçı ağırlanacak. Festivalin açılış konserini Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, son zamanlarda adını sıkça duyar olduğumuz, 18 yaşındaki genç piyanist Can Çakmur’un solistliğinde verecek. Modern zamanların en iyi viyolacıları arasında gösterilen Yuri Bashment ve Kim Kaskashian, Rus piyanist Boris Berezovsky, Fazıl Say, Gülsin Onay ve Yuja Wang, şef Emmanuelle Haïm gibi dünyaca ünlü isimlerin yanında Franz Liszt Oda Orkestrası, Kremerata Baltica, Lozan Oda Orkestrası ve Berlin Filarmoni Orkestrası’nın 12 çellisti de konser vermeye hazırlanan topluluklardan. 29 Haziran’da gerçekleşecek kapanış konseri ise İKSV’nin sürekli orkestrası BİFO tarafından Yuja Wang eşliğinde verilecek. Festival sponsoru Borusan adına Kocabıyık Vakfı Genel Sekreteri Canan Ercan Çelik, festival temasını şu cümlelerle anlattı: “İstanbul Müzik Festivali’nin önemli bir misyonu da toplumun gündemine damga vuran olayları sanatın ışığıyla ele almak. Her yıl bu doğrultuda seçilen festival teması bu yıl için ‘Kültürel Manzaralar’ olarak belirlendi. Müziğin farklı kültürleri huzur ve barış içinde yaşatacak, sınır tanımayan birleştirici bir gücü olduğuna inanıyoruz. Çok kültürlü bir ülkede yaşayan, doğal dinamiği olan duyarlılık ve hoşgörüye sahip çıkmamız gerektiğini hatırlatarak...” İstanbul Müzik Festivali Direktörü Yeşim Gürer Oymak ise bu yılki temayı belirlerken farklı kültürlerin müziklerindeki yerel ve folklorik özelliklerin altının çizildiği, kültürel kimlikle özdeşleşmiş müzikal değerlerin ön plana çıktığı bir program oluşturmaya gayret ettiklerini anlattı. Onur Ödülü Filiz Ali’ye verilecek Bu yıl Onur Ödülü, piyanist, müzikolog ve müzik eleştirmeni bir yazar olarak ülkemizde çok sesli Batı müziğinin yaygınlaşmasına yönelik çalışmaları ve 50 yılı aşan eğitimcilik hayatında pek çok müzisyen ve müzikoloğun yetişmesindeki katkılarından dolayı Filiz Ali’ye veriliyor. Ödül, 31 Mayıs’taki açılış gecesinde Filiz Ali’ye takdim edilecek. Yaşam Boyu Başarı Ödülü ise günümüzde hâlâ mevcudiyetini sürdüren en eski yaylı çalgılar dörtlüsü (yakın zamanda 70. yıllarını kutladılar) Borodin Quartet’e, 4 Haziran Perşembe akşamı, Aya İrini Müzesi’ndeki konserlerinden önce verilecek. (müzik.iksv.org) Çanakkale gazisi dedesinden esinlendi Ödüllü besteci Hasan Niyazi Tura, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi keman bölümü mezunu. Besteci, müzikolog ve teorisyen babası Yalçın Tura ve Hasan Uçar’la kompozisyon, ardından da Hacettepe Üniversitesi’nde şef Rengim Gökmen’le çalıştı. 8 yıldır Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda keman çalan ve Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası’nda yardımcı şef olan Tura’nın dedesi de bir Çanakkale gazisi. Tura Çanakkale’nin 100. Yılı için besteleyeceği eserini tamamen onun hatırası ve yaşadıkları üzerine kurmayı planlıyor ve “Mehmet Akif Ersoy’un ‘Çanakkale Şehitlerine’ şiirinde onları Bedir’in aslanlarına benzetiyor. Onlardan biri de büyükbabamın olması bu işi gerçekten özel kılıyor.” diyor.

3 Şubat 2015 Salı

Devlet romancısı!

Devlet şairi unvanından sonra edebiyat dünyası, devlet romancısını da gördü. Man Booker Ödülü sahibi Anne Enright, bu unvanı alan ilk kadın yazar. James Joyce'un ülkesi İrlanda'nın verdiği bu yeni unvan, günümüz dünyasında popülerliği artan romanın devlet nezdinde de kabul gördüğünün alameti! Romanın günümüz dünyasında taşıdığı anlam ve işlev gitgide derinleşirken bu edebi tür, hem şiir hem de öykü ile arayı iyice açtı. Her yıl yayımlanan roman sayısının yanı sıra dünya dillerine çevrilen edebi türlerin başında olan romana geniş bir ilgi olduğunu söylemek zor değil. Okurdan bu rağbeti gören romanın, otorite nezdinde de itibar kazandığını söyleyebiliriz, zira James Joyce'un ülkesi İrlanda, geçtiğimiz hafta devlet romancısı ‘fiction laureate' adlı yeni bir edebi unvanı başlattığını duyurdu. ‘Devlet romancısı' makamına değer görülen yazar Anne Enright, üç yıllık bu unvana karşılık her yıl için 50 bin Euro para ödülü alacak. Ayrıca hem İrlanda hem de Amerika'da çeşitli üniversitelerde yazarlık dersleri vererek, ülkenin romancı yüzünü temsil edecek. Dünyanın pek çok ülkesinde yaygın olan devlet şairliğinden sonra devlet romancısı unvanı, tartışmaları beraberinde getirirken bu yeni statü, devlet kanadında da romanın kabul görmesi olarak değerlendiriliyor. Edebiyat dünyasının şiirde Amerika, Almanya, Yeni Zelanda ve Güney Kore gibi ülkelerden aşina olduğu bu mevki, Britanya'da 17. yüzyıldan bu yana devam ediyor. Bu unvana karşılık şairin devlet törenleri ve yaşanan önemli vakalar için şiir yazması bekleniyor. Kraliçe tarafından atanan şair, ömrünün sonuna kadar bu unvanı taşıyor.İrlanda'da kimin devlet romancısı olacağı, ülkedeki uzun bir değerlendirme sonrasında gerçekleşti. 114 adayın arasından kütüphanelerde, kitapçılarda ve kitap kulüplerinde edebiyatseverlerin seçimiyle liste 34 kişiye düşürüldü. Jüri, daha sonra aralarında John Banville, William Trevor, Edna O'Brien, Emma Donoghue, Roddy Doyle, Sebastian Barry ve Eimear McBride gibi güçlü İrlandalı yazarların yer aldığı bir listeden Anne Enright'ı bu unvana layık gördü. 1962'de Dublin'de doğan ve romanlarının yanı sıra öyküler de kaleme alan yazarın Türkçede, Toplantı (Kyrhos Yayınları, Çev: Deniz Taşdemir, 2013) adıyla yayımlanan bir kitabı bulunuyor. Roman 2007 Man Booker Ödülü'ne layık görülürken, “Güçlü, rahatsız edici ve hatta öfkeli” olarak nitelendirilen Enright, eğlenceli bir şeyler okumak isteyenlerin kitabını almaması gerektiğini söylemişti.Enright'ın devlet romancısı unvanını alması iktidar ve sanatçı arasındaki ilişkiyi yeniden tartışmaya açtı. Özellikle Britanya'da devlet şairliğinin gereksiz bir unvan olduğunu dile getiren pek çok eleştirmen ve edebiyatçı var. Fakat, bu geleneğin öyle kolayca terk edileceğini söylemek zor. Wendy Cope, 2009'da İngiltere'de devlet şairi olarak seçilecek güçlü isimler arasında yer alırken kaleme aldığı bir yazıda, bu unvanın iyi şairleri kötü şiirler yazmaya ittiğini dile getirmişti. Devlet şairi unvanının kaldırılması gerektiğini düşünen yazarlar arasında olan Cope, her ne kadar saray ya da hükümetin devlet şairinden bir şey yazmasını talep etmese bile basının ve halkın bunu istediğini belirtmişti. Öte tarafta sanatçının devlet ile olan ilişkisini tartışmaya açan bu yeni uygulama örneğinde olduğu gibi, entelektüel üretimin devlet kanadına yaslandığı anda nasıl bir tehlike ile karşı karşıya kaldığını, eleştirmen Sabit Kemal Bayıldıran şu sözlerle açıklar: “Büyük şairler, sayıca daha azdırlar; bu sanatın genel karakterinden kaynaklanmaktadır. Çünkü sanatta ortalamaya yer yoktur; ya büyük sanatçısınız ya da sanat dışısınız. Dünyadan milyonlarca şair gelip geçmiş olduğu halde, bir şiirseverin dünya edebiyatında sayacağı şair sayısı yirmiyi geçmez. Bu nedenle modern Türk şiirinde yarına üç şair kalsa bu büyük bir zenginliktir. Yayımladığı kitaplarla, okulların müfredatıyla, törenlerle, anma günleriyle devletin desteklediği şairlerden hiçbiri yarına kalmayacaktır; bu şimdiden görülmeye başlanmıştır.”Romanın yükselen bir tür olarak rağbet görmesinin devlet cenahında da onaylandığının bir göstergesi olan ‘devlet romancısı' unvanı, önümüzdeki günlerde ‘devlet şairliği'ne getirilen eleştirilerden nasibini alacaktır. Zira sanatçıdan iktidar ile el ele edebi üretim içinde olması beklenemez. Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülmesinin ardından ‘devletçi' eleştirilerine maruz kalan Çinli yazar Mo Yan'ın da geçtiğimiz aylarda, “Kitaplarımda parti yöneticilerini eleştirdiğimde, siyasi düşüncelerimle çelişmiş olmuyorum. Parti için değil, halk için yazdığımı defalarca söyledim. Yozlaşmış idarecilerden tiksiniyorum.” sözleriyle kendini savunduğunu anımsatalım.